Kapitalistlerin, Büyüme Ekonomisiyle Tarihî Devirler’i Sündürmek Üzere Uydurdukları, “Gelecek Senaryoları”na Rağmen, Tebellür Etmekte Olan Tarih Sonrası…

Tarım Devrimi’nden sonra ortaya çıkan “artı-değer”i sahiplenmiş ilk “tanrı-kral”ların ardılı kapitalistler ile, bu “toplumsal kazanım”ın sahibini (Tanrı’yı) soyutlayıp metafiziğe göndererek ma’hûd düzeni reforme etmeye çalışmış talihsiz peygamberlerin peşinden sürüklenen dindarlar, “büyüme +rekabet +savaş” ekonomisiyle insanları gütmeye devam edebildikleri taktirde, muhakkak ki, yeni bir Dünya (hatta Uzay) savaşı kapıdadır. Kapitalistler insanlığı, “tarihî devirler” küpüne bastıra bastıra sıkıştırıp, dinî mavralarla da tuzlayarak turşu yapmak istiyor âdeta… Tarihî ve dinî devirlerdeki insanlığın stratejik hedefi, “çoğalmak ve –Dünya’ya- yayılmak” şeklinde olduğu için, konformist kapitalistler de bu stratejiyi değiştirmek istememektedirler; Dünya tıka basa dolduğu halde… Dolayısile de, sözkonusu tarihî strateji, insanların birbirini yemesi anlamına gelmektedir artık… Ama buna karşı da, sanki tedbir almışlar gibi, “strateji”lerini, ufak bir rötuşla, “çoğalmak ve –Uzay’a- yayılmak” şeklinde revize etmişlerdir. Oysa daha şimdiden Uzay’daki egemenlik alanları ve hammadeler üzerine rekâbete girişmişlerdir; ciddi bir “savaş potansiyeli” olarak… Kapitalizm ideolojisiyle beyni yıkanan ve finanse edilen sanatçılar da artık, muhayyel “Uzay Savaşları” kurgulayan “gelecek” senaryoları yazmaya başlamışlardır; insanları alıştırmak için… Aslında bilim, insanlığın bu kritik dönüm noktasında, “akıllı âletler” ve “kararlı (karar verebilen) bilgisayarlar” üreterek –üç boyutlu- Uzay’ın kimlerle fethedilmesi gerektiğini açıkça göstermektedir. Buna göre artık, “büyüme (insanları çoğaltma) ekonomisi”ni ve dolayısile tarihî patronaj (yatırımcılık) düzenini sürdürmek (ve kapitalizm ideolojisine katlanmak) için hiçbir sebep kalmamıştır. O halde bu uğursuz gidişâtı durdurabilmek için, hem kapitalist düzenin (patronaj ekonomisinin) ezelî ve ebedî olmadığının, hem de kadîm “Kıyâmet” kehânetinin, paradoksal Aristo Mantığı’ndan mütevellid “şeamet tellallığı”, daha doğrusu “insanlığı intihâra teşvik” demek olduğunun iyi anlatılması ve anlaşılması gerekmektedir. Zira açıkça ortaya çıkmıştır ki, insanlığın Evrensel –determinizmin (kararlılaşmanın) içindeki- misyonu, üç boyutlu Uzay’ın fethi değil, mikrokozmosun derûnuna nüfûz ederek Evren’i değiştirmek veya dönüştürmektir. Mekânsal “fetih mentalitesi”, iki boyutlu Uzay’ın (Dünya yüzeyinin) tamamen ele geçirilmesiyle son bulmuş olmalıdır; aklımızı, biyolojik varlığımızdan bağımsız olarak geliştirebildiğimize göre… Bundan sonra artık, Coğrafî Keşifler’i hatırlatıp, o anılardan analojiler üreterek üç boyutlu Uzay’ın fethine kalkışmak, Kapitalistlerin (ve dindarların) aklına uygun gelse de, insanlık için ahmaklık olacaktır. Zira Evren’in birliği ancak, Mikrokozmos’tan, “zamanın başlangıcına bakış” vizyonuyla kavranabilir. Yoksa, “3 boyutlu Uzay”dan ve de milyonlarca yıl uzaktan gelen ışık ve ışınımların analizleriyle, bir bütünlük modeli ve teorisi geliştirilemez; nerde kaldı ki onun fethi planlanabilsin… Bundan böyle artık, zamanlar ve mekânlar üstü (kuantumcu) bir vizyonla Mikrokozmos üzerinde düşünüp, her şeyden önce canlıların –fizik kanunlarını çiğneyen- “kendi kendine hareket etme” ve “entropiyi azaltma” sırlarını çözmemiz gerekmektedir. Ama bunun için de, kapitalistlerin “ölü yatırım” dedikleri finansman biçimine göre bir ekonomi modeli geliştirmemiz ve uzak geleceğe de yatırım yapmamız icap etmektedir; tıpkı, bilinen ilk hânedanın kurucusu Firavun Khufu’nun Büyük Piramit’e yatırım yapmakla teşebbüs ettiği gibi… Ancak Khufu (Keops), Büyük Piramit’i, tarikat seçilimine dayalı bir “bilimsel eğitim” anlayışının yarattığı birikime istinâden inşâ ettirdiği halde, o âbidenin, “inisiyasyon sınavları”nın yapıldığı yer olma işlevini iptal edip, toplumsal “artı-değer”i, soyundan gelen ardıllarının sahipliğine bırakarak, bilimsel ilerlemeyi durdurmuş, ve dolayısile de patronaj (yatırımcılık) rejimini resmen başlatmıştı. Böylece de “tüketim ekonomisi”nin çıkardığı kifâyetsiz yöneticiler mârifetiyle, Büyük Piramit’in yapısına yüklenmiş olan –pi sayısı gibi- birçok matematik ve fizik bilgisini tarihe gömmüştü; çok sonraları yeniden keşfedilmek üzere… Çünki onlar çocuklarında, kendi bedensel çizgilerini ve becerisel özelliklerini görünce, insanî kalitenin (melekelerin) de kalıtımsal (genetik) olduğunu düşünmüşlerdi. Ve sonra da, tabuları yıkıp “cinsel ilişki” hazzı için insanlara meşrûiyet bahşederek –fauna sınırı tanımayan bir şekilde- Dünya’ya yayılma stratejisi güden bir “akıllı hayvan” husûle getirmişlerdi. Zira bu arada insanlar, peygamberlerin “muhayyel tek tanrı”cı düzenlerinde bile “cinsel ilişki zevki”ni Tanrı’nın ödülü olarak görüp, “büyüme ekonomisi”nin kurallarına göre yaşamayı Tanrısal emir şeklinde içselleştirerek, -şartlı reflekslerle davranan- “ehlî hayvan”lara dönmüşlerdir. Zaten “cinsel birleşme”nin akıl dışı bir hâl olması da, insanların, bu en ilkel hayvansal etkinlikten aldıkları hazzı, kutsal bir ödül saymalarında, bu yanılsamaya düşmelerinde başlıca etken olmuştur. Yani Khufu’dan önce toplumsal “artı-değer”, “Âmon-Ra” rahiplerinden en inisiye (seçkin) olanının tasarrufunda bulunur ve bilimsel çalışmalara öncelik verilirken, Khufu’dan sonra, onun soyundan gelenlerin (hânedânın) sâhipliğine bırakılmıştır; rutin bir “büyüme ekonomisi” uygulamaları, ve de teba’larını ehlî hayvanlar gibi kullanmaları için… Ve ondan sonra da, ortaya çıkan güçlü kral ve hânedanlardan hiçbiri, Büyük Piramit ebâdında bir piramit yapamadıkları gibi, başka bir orijinal eser de yaratamamışlardır. Oysa bugün, Mikrokozmik araştırmalara ve Matematik Analiz ile Matematiksel Mantık gibi yüksek matematik alanlarına yapılacak karşılıksız yatırımlardan sonra, bunun tam tersinin yaşanması, ve de nüfûsun azaltılması ve insan(lık) bilincinin yükseltilmesiyle birlikte, kapital sâhipliği (patronaj) düzeninin de tarihe gömülmesi gerekmektedir. Dolayısile de bu süreçte -sosyal yaşam anlayışının da değişmesiyle birlikte- artık, “beyin yıkama propagandası” hâline gelmiş olan kapitalist edebiyatı ile bilimkurgu eserlerinin de büyük bir hızla değişmesi ve bambaşka biçimlerde gelişmesi icap etmektedir. Çünki kapitalist edebiyat, feodaliteden devraldığı “aşk” ve “savaş” kavramları üzerine kurgulanmış büyük bir literatürü de, zamanın rûhuna (anlayışına) göre güncelleyip, muazzam ciroya sahip çeşitli neşriyat sektörleri hâlinde ekonomiye eklemlemiştir; ki her şeyden önce temizlenmesi gereken de budur işte…

Tarihî devirleri aşmak (veya kapatmak) için. İnsanlığın “varoluş” şemasını daima göz önünde tutmamız icap etmektedir: Bu şemadaki “tarihî devirler” kategorisi (bölümü), lineer bir zaman akışı (kronoloji) bilincinin oluştuğu ve insan toplulukları arasında iletişim ve ulaşımın sağlanabildiği, yani değişik toplulukların birbirini hayvan gibi görmekten kurtulduğu aşamadan itibaren düşünülebilir. Ama Tarihî Devirler ile Panteist Zon’u birbirinden ayıran çizgi bile, eşzamanlı olmayan bir “tarım devrimi” kavramıyla çizilebilmektedir ancak… Tarih Öncesi (Panteist-Zon) aslında, bir kaos sebebiyle ritmik (titrek) hareketlere mecbur kalmış primatlarda, bu hareketlerin meleke kesbetmesiyle (ister istemez yapılır hâle gelmesiyle) tebellür eden zaman ve mekân kavramlarının ortaya çıktığı bir “açılış”ı ifade etmektedir; ki kaostan çıkış parametresi olan “ritmik davranış”lar da –kaosların zaman ve mekânlar üstü olmaları hasebiyle- dinî âyinler, danslar, şarkılar vs. şekillerinde hâlen devam etmektedir. Ama son tahlilde, ritm melekesinin olgunlaşmasıyla “ateşi kullanma” becerisi edinmiş, ve de sıralama melekesinin olgunlaşmasıyla “şekil (resim) çizme” kabiliyeti kazanmış ilk akıllı bireylerin çıktığı noktaları, Tarihin Başlangıcı olarak görmek mümkündür. Nevar ki bu bireyler, birbirlerinden çok uzak yerlerde, ve binlerce yıllık aralıklarla zuhûr etmiş olmalıdırlar; bulunan mağara (taş duvar) resimlerinin –karbon testiyle anlaşılan- yaşlarına bakarsak… Yani bu da demektir ki, insanlık Tarihî Devirler’e, bilimsel ve –onun mütemmim cüzü olan- sanatsal etkinliklerle giriş yapmıştır; lâflarla veya konuşarak değil… Ancak, ritmik âyinlerde göğüs kafesinin sıkışmasıyla çıkarılan istenç dışı seslerden (hecelerden) müteşekkil “söz”lere yüklenen (tekabül ettirilen) bütün insanî kavramlar, hayvanların davranışlarından mülhem mecazlar (metaforlar) olarak ifade edilmiştir. Böylece de, insanî haslet ve etkinlikler üzerine yapılan tartışmalar, herkesin istediğini anladığı bir “sağırlar diyaloğu” hâlinde gelişmiş, daha doğrusu gelişememiştir. Dolayısile de, sözlerle kurulan bütün ideolojik ve felsefî düşünce sistemleri, ya “zor”a dayandığı, ya da “konformizm”e yattığı için, insanlığı gerekli kaliteye ulaştıramamıştır; Dünya’nın dengesini bozmamızdan da anlaşılacağı gibi…

Mesela sık kullanılan ve belirleyici etkileri olan “akıl” kavramı bile, hayvanların, deneme-yanılma pratikleriyle kazandığı, “beceri” ve “kurnazlık” gibi yeteneklerinden benzetmeler yapılarak çıkarılmış bir metafordur aslında… Aklın nesnel tanımı yapılamadığı içindir ki, “akıllı” insan seçilimi de bilinçli (sistematize) bir şekilde gerçekleştirilememiş, ve akıllı geçinenlerin kısır tartışmalarının neticesinde ise, bir baskın akıllı, zor kullanıp kanunlar koyarak diğerlerini –istediği- yola getirmiştir; tarihî devirlerde... Böylece de, tarihî devirler boyunca akıl, ve onun türevi olan bilim, resmî yönetimlerin buyrukları veya kanunları çerçevesinde sıkışıp kalmıştır. Zira, hânedan tesis etmiş ilk “Tanrı-Kral”larla başlayarak kökleşen patronaj (işverenlik) rejimlerinde akıl, “büyüme (tüketme ve üreme) ekonomisi” tarafından tâyin edilen üretim ve yaşam biçiminin, âleti hâline gelmiştir. Çünki böyle bir rejimde insanlar, öncelikle iş ve ikbâl edinmeyi düşünen, dolayısile objektif (bilimsel) düşünemeyen –şartlı refleks kazanma anlamında- eğitimli “ehlî hayvan”lara dönmüşlerdir. Öyle ki, bilimci olmaya namzet en parlak gençler bile, “önce mevki (kariyer) edineyim de, sonra keşifler, buluşlar yapmaya çalışırım” diye düşünüyor; ama o mevkilere ulaşıncaya kadar da, düzenin (patronların) üretim ve yaşam tarzına alışarak (alıştırılarak), objektif düşünebilme şansını yitiriyordu. Oysa bir primat türünü –zuhûruyla birlikte- faunasından kurtararak, birbirini yiyen mahlûkat olmaktan çıkaran akıl, o yaşam biçimini geliştirme potansiyeline de sahip olmalıydı herhalde… Ama ne var ki, tarihî devirler boyunca –pure- bilim, sayma(ritm) ve sıralama melekelerinin test edilmesi anlamındaki “inisiyasyon” seçilimi yaparak “akıllı birey” ayıklayan Tarikat’larda, ancak illegal olarak, ve de çoğu kez mistisizme saplanıp yozlaşarak devam edebildi. Bunun en mükemmel tek istisnâsı, “kademli” ve “şerbetli” adlarıyla “inisiye birey” ayıklayarak, son antik Dünya imparatorluğunu (Bizansı) tarihe gömen, bizim Fütüvvet ve Bekdaşiyân tarikatıydı… Yoksa, kalıcı bir üretim tarzı ve yaşam biçimi için diretmek, veya yeniden –genişletilmiş- bir faunanın (eko-sistem’in) tesisi için çalışmak demek, son tahlilde insanların hayvanlar gibi birbirini yemesini meşrûlaştıran ve de Kıyâmet’i (veya insanlığın intihârını) kaçınılmaz –kader- sayan bir gerici zihniyetin yerleşmesi için çalışmak demek olacaktı. Ama ne mutlu ki, sıra dışı (kutsal) bir “Tanrı” kavramını dayatan patronaj rejiminin mantığı (Aristo Mantığı), Yirminci Yüzyıl başlarında çürütülünce, insan düşüncesinin “İyi-Sıralanma Prensibi” gibi bir temel varsayıma dayanması gereği (dayandığı gerçeği) ortaya çıktı. Yani aslında insanlar, her türlü objelerden teşkil edilmiş olan bütün kümelerin elemanlarını, -herhangi ikisinden biri önce, diğeri sonra gelmek üzere- iyi sıralanmış görmek ve anlamak zorundaydılar; ki böyle bir zorunluluk da ancak, insanların, istençsiz (gayri ihtiyârî) olarak da gerçekleştirdikleri spesifik davranış biçimi olan, ve tüm hayvanî (refleksif) davranışlarını terbiye etmiş bulunan “ritm melekesi”nden kaynaklanabilirdi. İşte bu idrâktan sonradır ki, insanların “ritm melekesi”yle var olup, sayma/sıralama melekelerinin fonksiyonu olan akıllarıyla iyi sıralandıkları, ve dolayısile de “sıra dışı (kutsal)” kişi kabulünün akla mugâyir olduğu gerçeği anlaşıldı; tüm patronların da lüzumsuzluğunun anlaşılmasıyla birlikte… Yani son tahlilde anlaşıldı ki, toplumsal “artı-değer”i yaratan akıl, bu “artı-değer”i sahiplenenler (patronlar) tarafından –âdeta- esir alınmıştır. Bu yüzden de “akıl” kavramı, “sayı”ları ve “ölçü”leri yaratan sayma(ritm) ve sıralama melekelerinin bir fonksiyonu olarak, -nesnel tanımla- ele alınamamaktadır hâlâ… Zira insan(lık), bir kaos sebebiyle yapmaya mecbur kaldığı ritmik hareketleri, baştan beri bir nesnel nedene oturtamamış, ve önceleri bu hareketlerin, aralarında tesis ettiği ritmik rezonanstan mütevellid –Pan, Uluruh vs. adını taktığı- “birlik hissi”ne şükretmek için yapıldığı zannına kapılmıştır. Av etkinlikleri için yaptıkları ritmik âyinleri ise, yarattığı birlik ve güven hissinden maadâ, hem hayvanları şaşırtıp paralize ettiği, hem de saldırı esnâsında birbirleriyle senkronize davranmalarını sağladığı, ve böylece de avı kolaylaştırdığı için, “av büyüsü” olarak kabul etmişlerdir; hâlen de geleneksel ve sembolik olarak sürdürüldüğü gibi… Ama ne zaman ki insanlar, zamanlama ve sıralama melekeleri (akılları) sâyesinde uzun nedensellik zincirleri kurup bitki yetiştirme becerisi kazanarak “Tarım Devrimi”ni gerçekleştirmişlerdir, işte o zaman, hem olağanüstü biriken toplumsal “artı-değer”e bir dokunulmaz (kutsal) sahip bulma ihtiyacına binaen, hem de farklı klânlardan müteşekkil “kitlesel (kastsal) işbölümü düzeni”nde kesin itaati sağlamak üzere, muhayyel “Uluruh” kavramı, “Tanrı” mitosuna (kişiliğine) dönüşmüştür. Ve müteakiben de, zorluklardan (kötülüklerden) ve kazanımlardan (iyiliklerden) sorumlu bir sürü tanrılar türemiştir; mitolojik zihniyetin –insan ilişkilerini örnek alan- nedenselliği mûcibince… Ve bu arada da, “Tanrı-Kral” kişiliklerinden başlayarak, tüm muhayyel tanrıların sembol ve heykelleriyle devam eden “tapınç kültü” ortaya çıkmıştır; dikdörtgen şeklindeki mâbet yapılarını da tâyin ederek… Oysa Panteist-Zon’daki yapılar, Uluruh (veya Pan) için yapılan ritmik âyinlerin –horon tepmek veya halay çekmek gibi- halkalanma şeklinde icra edilmesi sebebiyle, dairevi biçimlerde inşa edilmişlerdir… Herşeye rağmen artık bugün, akıllı (karar verebilen) bilgisayarlarda, sayma/sıralama işlemlerinin -bir raddeden sonra- kararlılaşma hâline girmesiyle hüküm kurulduğunu bilen bir bilgisayar mühendisi bile, sözlerle (metaforlarla) yapılan akıllılık tartışmalarının, veya fikrî tartışmalardan ve sınavlardan akıllıların galip çıkmasını beklemenin, beyhûde olduğunu bilmekte, ve de “akıllı seçilimi”nin nasıl yapılabileceğini düşünmektedir artık... Demek ki artık, insanın, her mârifetini, hayvanlar gibi “deneme/yanılma” pratikleriyle kazandığı, veya kafasına Tanrı tarafından konulmuş bir akıl, vasıtasıyla gerçekleştirdiğine inanma kolaycılığı (veya ahmaklığı) son bulacak, ve dolayısile de, “artı-değer” katmadan elde edilen her sermaye (kapital) gayri meşrû sayılacaktır.

Diğer yandan, “irade” kavramı veya metaforu da, herkes tarafından ayrı ve yanlış anlaşılmaktadır; hayvanlara mahsus “inat” ve “saldırganlık” davranışlarıyla karıştırıldığı için… Oysa “irade”nin nesnel tanımını da, “sayma (ritm) melekesinden mütevellit sıralama melekesinin kesin kararlılaşma hâline girmesi” şeklinde yapmak mümkündür. Ama buna mukâbil “inat”, tamamen hayvanî bir tutukluk (bir nevî felç) hâlini, “saldırganlık” ise, korkudan mütevellid refleksif bir tepkiyi ifade etmektedir aslında…İrâdî insan, anadan doğma “melekeleri güçlü” insan demektir; ki dolayısile, anasının da “melekleri güçlü” olması iktizâ eder. Melekeleri muhtel olarak doğan bir insanın, sonradan tâlim ve terbiyeyle melekelerini güçlendirmesi hemen hemen imkânsızdır. Onun için bu gibi insanlar ancak, “şartlı refleks”ler kazandırılmak sûretiyle –hayvanlar gibi- terbiye edilebilirler; kapitalistlik veya politikacılık yoluyla da olsa, karar mercilerine getirilmemek üzere…

Öte yandan “ahlâk” kavramı ise, en kaypak ve muğlâk kavramların başında gelmektedir; ki dolayısile de her insanî probleme veya meseleye “maydanoz” edilmektedir. Çünki bu kavram, Tarım Devrimi’nin yapılıp da, sözcüklerin yeni yeni oluşturulduğu, ve de tabuların –üreme ve iyi beslenme ihtiyacına binaen- yıkıldığı bir aşamadaki “tanrı-kral”lar tarafından uydurulmuş ve çalışanlara empoze edilmiştir. Ama nevar ki, tabuları –ihtiyaca binaen- yıkanlar, tabuların oluşma sürecinden ve zorunluluğundan bîhaberdiler. Onlar, aklı ve iradeyi, hayvanların bazı davranışlarına ve o davranışların nedenselliğine benzeterek –akıllarınca- izah etmişler, ve bu izahlara göre uydurdukları metaforlarla da adlandırabilmişlerdi. Ama tamamen insanlara has –beslenme ve çiftleşmeyle ilgili- tutukluluklardan (tabulardan) mütevellit “ahlak” kavramını, hayvanlarla ilgili olarak kurulacak bir analoji ile açıklayamıyorlardı. İşte onun için de, bu kavramı metafiziğe yollamaya, ve de “Tanrı emri” diye nitelendirerek, aslında patronların subjektif iradesine bağlamaya mecbur kaldılar. Ama “tanrı-kral” bile olsalar, patronlar da birer insandı; ve ataerkil veraset hukuku mucibince de çok defa, melekeleri muhtel insanlar oluyor, ve dolayısile “ahlâk” kavramının cılkını çıkarıyorlardı. Yani tabuları anlamadan, “ahlâk” kavramının nesnel tanımını yapmaya, ve dolayısile toplumu düzenlemeye imkân yoktu. Oysa tabular, bir kaos neticesinde kazanılan ve aklın da, iradenin de kaynağı olan “ritm melekesi” yüzünden meydana gelmiş, “beslenme ve çiftleşme çekinikliği”nin sembolleri, veya “ sembolizm”iydi. Dolayısile de, insanlardaki “ahlâk”, nesnel olarak ancak “irade-içgüdü” diyalektik çelişkisinin yönetimi şeklinde tanımlanabilirdi; ve de sâdece, melekeleri yeteri kadar güçlü olan insanlar için sözkonusu edilebilirdi. Melekeleri muhtel olanlar içinse ancak, “ahlâklı taklidi yapmak”, yani terbiye edilmiş olmak düşünülebilirdi. Burada bütün tarihî devirler boyunca anlaşılamayan en önemli nokta, antik Yunanlılar tarafından konulan adıyla, “Kaos” kavramıydı; ki genel anlamıyla “doğuş” veya “başlangıç” demek olan bu kavram bilinmeyince, “kaostan çıkış parametresi” veya “oluşum aktivitesi” de bir sebebe dayandırılamıyor ve anlamlandırılamıyordu… İnsanlaşma kaosunu anlamak için de, herşeyden önce Evren’i yaratan “Big-Bang” kaosunu anlamak gerekiyordu.

Tanrı Olarak Kaos, Kaos’un Bilimsel Tanımı, ve “Evrensel Puzzle” İdrâkı:

Kadîm Yunanlılar, her şeyi yaratan tanrıya Kaos adını vermişler ve de uçsuz bucaksız, kapkaranlık bir boş mekân şeklinde tanımlamışlar; Uzay’ın boşaltılmış hâlini kurgulayarak herhalde…Tabii ki onlar, o zamanın fizik bilgisiyle, zaman+mekân+kütle(enerji) parametrelerinin bir arada bulunma zorunluluğunu bilemezlerdi… Tarihî devirlerde gelişen Fizik biliminin son aşamasında ise, “hiçbir parametrenin bulunmadığı donmuş bir hâl ve ân, veya nokta” şeklinde tanımlanmış Kaos... Bugünki gelişmiş teleskoplarla Uzay cisimlerini incelediğimizde anlıyoruz ki, bütün Kâinât mevcûdâtı, bir noktadan fışkırmış gibi dağılmakta… Buna göre de denilebiliyor ki, Fizikî Kozmos’u yaratan kaos, bir noktadan ibarettir. O zaman da, nedensellik mantığı mûcibince insanın aklına, “O noktanın, bulunduğu yer neresidir, veya öncesi nedir?” sorusu takılıyor… Fizikî Kozmos’un veya Fizikî Âlemin fışkırdığı noktadan (Big-Bang noktasından) itibâren, birbirine bağımlı zaman-mekân-kütle(enerji) parametreleri ortaya çıktığına göre, o noktadan öncesi için yapılmış bir “mekân” tasavvuru, dolayısile kadîm Yunanlıların Kaos kurgusu yanlıştır. Kaldı ki, “tanrı-kral”lardan itibâren bütün tarihî devirlerdeki –ister peygamber veya kâhin, isterse filozof olsun- bütün düşünürlerin yaptıkları “Öbür Dünya (Âhiret)” veya “Metafizik Âlem” kurguları da aslında, bilgi yetersizliğinden (yani çaresizlikten) kaynaklanan hezeyanlardır. Çünki Fizik Ötesi’ni, Fizikî Âlem benzetmeleriyle, daha doğrusu Fizikî Âlem’de olmasını istedikleri (Allah’tan niyâz ettikleri) değişiklikleri ihtiva eden tasvirlerle açıklamaya çalışmışlardır. Oysa Metafizik veya Fizikötesi alan, her şeyden önce Fizikî Âlem’i var eden zaman, mekân ve kütle gibi parametrelerden münezzeh (yani muhayyel) bir yer, veya çalışma alanı olmalıdır; ki bu da, hiçbir kural ve kanununun zaman ve mekânla değişmediği tek bilgi disiplini ve sistematiği olan Matematik’ten başka bir şey olamaz. Nitekim, kadîm Yunanlıların Kaos adını taktığı “boş ve karanlık, uçsuz bucaksız mekân” metaforu da, sanki, “sonsuz sayıda noktalardan müteşekkil açık (limitsiz) bir küme” diyeceklermiş de, bilgi eksikliğinden diyememişler; gibi bir intibâ veriyor insana... Kaldı ki, Fizikî Âlem’i yaratan fışkırma (Big-Bang) noktası da, Matematiksel Mantık’ın “Seçme Aksiyomu (Axiom of Choice)” mûcibince, “total küme”yi temsil eden bir elemanmış gibi görünüyor zaten… Buradan hareketle, o total kümenin bütün elemanları ve alt kümeleri arasında düşünülebilecek tüm relasyon ve operasyonlar ile, çıkarılabilecek bütün problemler de, büyük bir Puzzle (Muamma) problematiği ortaya koyuyor, ve bu Puzzle da, parçalarının bulunup –çözülerek- birbirlerine eklemlendikçe, Evren’in yol (veya devinim) haritasını ortaya çıkaracakmış gibi görünüyor… Yani bu durumda, şimdiye kadar biriktirmiş olduğumuz “matematik külliyâtı”, henüz şablondaki tam yerlerini tayin edemediğimiz, “total puzzle’ın mütemmim cüzleri”nden müteşekkildir diyebiliriz. Demek ki insanlıkla tezâhür eden akıl geliştikçe, biyolojik kabuğunu da attıktan sonra, “total puzzle”ı tamamlayarak “Tanrı’nın ta kendisi” olacakmış gibi görünüyor. Ve bu arada, “entropiyi azaltan canlı” fenomeninin sırrını keşfedip, dağılmakta ve ölüme gitmekte olan Evren’in, ivmeli artan şişme sürecini tersine çevirecek formülü de bularak, “Evrensel Puzzle”daki yerine koyacağı anlaşılıyor. Zira aksi halde, yani Evren’in ölümünü kabul etme hâlinde, hem “Evrensel Puzzle”ın, hem de Allah’ın yokluğuna inanmak anlamına gelirmiş; ki bu da insanlığın intiharına ve “boşver”ciliğe davetiye çıkarmak olurmuş… Demek ki, entropinin artışıyla Evren’in ölüme gidişi tezini sevinçle destekleyen dindarlar, aslında –bilmeden- ateistmişler; herne kadar, kafalarındaki muhayyel “Allah” mitine tapınsalar da… Son tahlilde anlaşılıyor ki, dinlerde “Öbür Dünya(Âhiret)”, felsefede de “Metafizik (Fizikötesi) Âlem” adı verildiği halde, Fizikî Âlem’in unsurlarıyla kurgulanan muhayyel mahal, aslında, matematiksel –sanal- alan olmak zorundaymış. Hocam Cahit Arf, “ölümsüzlük matematiktir” dediği zaman, aslında bunu anlatmak istiyordu; yetiştirdiği resmî çırakları anlamasa da… Bu arada, O’nu “ekol”leştiremeyen kariyerist Aristocu çömezlerine rağmen, kariyerizmden nefret eden Cahit Arf’ın, Evrensel Puzzle’ın önemli parçalarını keşfetmiş, Dünya’nın başlıca matematikçilerinden olduğunu da kaydetmem gerekiyor; kendisinin, “seçilim (inisiyasyon)” sınavından geçirdiği seçkin bir talebesi, ve de inisiyatör ardılı olarak… Tapınç Kültü mahkûmu (ve/veya mağduru) dindarların kafasıyla, “Allah” mitinin zamandan münezzeh ve insandan ayrı olduğunu düşünerek, hâlen de aynı alanın başında bulunduğunu kabul etsek bile, “Evrensel Devinim Planı”nın sözlere transkripsiyonu, -hiçbir dilde- mümkün değilmiş; matematiğin, sözlerle anlatılabilmesi olanaksız olduğundan… Dolayısile, peygamberlerin öğreti ve kitapları da, birer “hüsnükuruntu eseri” olarak, “ahlâk” kavramını netleştirmeye (sâbitleştirmeye) mâtuf –nâfile- çabaları aksettirmekten öte bir anlam taşımıyormuş. Ancak şunu kabul etmek, hem mümkün hem de –gerek-şartmış; Evrensel Devinim (Eylem) Planı’nın metafizik alanda mevcut ve mahfûz olduğunu… Çünki Evren’i, -Kuran’da da, Allah için söylendiği gibi- başınabuyruk(otokrat), müstakil bir varlık olarak kabul ettiğimizde, onun zamanlar üstü (matematiksel) bir “eylem (veya çalışma) planı” da bulunacaktır herhalde… Ama bu planı insanlığa iletmek üzere, ayrıca kabul edilen bir “müsdahdem(Allah miti)” varsayımı ise, ilkel bir kafanın, daha doğrusu –itaatı sağlamak için- “tapınç kültü”ne ihtiyaç duyan ilk patronların uydurmasıdır… Oysa artık tüm bilim dalları birleşerek matematiğin, dolayısile tek bir metodolojinin (mantığın) kapsamına girmektedir. Mesela, herne kadar matematiği, -görünen olaylardan hareketle- fizik bilimi yaratmış olsa da, makrokozmos’u izah eden Newton Fiziği’nin tamamlanmasıyla birlikte, matematiğin ilk aşaması “calculus” da, hemen hemen ikmâl edilmiştir. Ama şimdi, Fizikî Kozmos’un başlangıç sınırına (Big-Bang’e), dolayısile de zamanın ve mekânın sınırına doğru düşünmeye başladığımızdan ötürü, artık matematiğin ikinci (analiz) ve üçüncü (mantık) kademelerinde düşünüyor, ve de Mikrokozmos Fiziği’ni (Kuantum Fiziği’ni) tamamen matematiğe bağımlı hâle getiriyoruz. Demek ki bundan sonra artık, insanlığın ilerleme yolunu, günlük pratikler ve fizikî deneyler değil, masabaşında keşfedilen matematik prensipleri, teorileri ve teoremleri belirleyecektir. Ve de insanlığın Evrensel Misyon’u, Kâinât’ın Devinim Plânı’nı, matematikle çözmeye/anlamaya çalışmak şeklinde tebellür edecektir; ki nitekim bu plânın, “fizik” kapsamı dâhilinde olamayacağını (yapılamayacağını) da, gravitasyon (kütle çekimi) alanını açıklamaya çalışırken, Einstein ortaya koymuştu zaten… Gravitasyon alanını, “zaman” boyutunu da ilave ederek 4 boyutlu hâle getirdiği Uzay’daki –geometrik- çukurlaşma şeklinde izah etmişti Einstein… Ama bu yolda ilerlemek için, biyolojik (iç güdüsel) takıntı ve alışkanlıklarını aşmış bireylerin ayıklanıp öne çıkarılarak, onların, bilimsel çalışmalarına uygun yaşantılarını örnek alacak bir toplum yaratmak, ve dolayısile, kapitalizm mentalitesini sosyal hayattan temizlemek de şarttır artık…Çünki kapitalistler, bir taraftan “Uzay Savaşları” temalı senaryolar ve UFO edebiyatı ile milletin beynini yıkarlarken, diğer taraftan da, dinî veya ezoterik “Öbür Dünya (Âhiret)” masalları ve esrârengiz (sihirli) komplo hikayeleriyle insanları aptala çevirmektedirler; sırf “Fizikötesi(Metafizik)” kavramının bilimsel tanımı ortaya çıkmasın diye… Yani sâdece, metafizik (veya fizikötesi) âlemin ruh, cin, peri vs. gibi, Fizikî Âlem’deki varlıkların –bir nevî- muhayyel karikatürlerinin yer aldığı bir mekân olmadığının, “sembolik mantık”la gezinilen soyut (matematiksel) bir düşünce alanı olduğunun anlatılmasıyla bile, Kapitalizm ideolojisini mahkûm etmek mümkündür. Zira cin, peri, melek vs. gibi muhayyel aktörlerin veya aktivistlerin, tasavvur edilen karakter ve işlevleri, şayet gerçeklerle alâkalıysa, bunların soyutlanarak –matematiksel- sembollere indirgenmesi hâlinde, ortaya sâdece bir matematik problemi çıkacaktır; sonsuz dizilerin veya matrikslerin limitlerini aramak gibi anlamlarda…

Son tahlilde anlaşılıyor ki, insanca yaşamak için, bizi besleyip üreten patronlara da, bize –peygamber vs. gibi aracılarla- “ahlâk” dikte eden bir muhayyel Allah mitine de ihtiyaç yoktur artık… Zira, en başta “Evrensel Puzzle”ın parçalarını bulup yerlerine koymaya çalışan Matematik Analiz ve Matematiksel Mantık düşünürleri olmak üzere, “pure bilim”le ve –taklitçi olmayan- sanatla uğraşan herkes, insanca nasıl yaşanacağını, kendiliğinden bilir ve fiilen gösterirler; birer “peygamber”mişcesine… Çünki çalışırken, meditatif bir yoğunlaşmaya mecbur olan bu insanlar, aynı zamanda içgüdülerle nasıl baş edilebileceğini, “irade-içgüdü” diyalektik çelişkisinin nasıl yönetileceğini de, pratik hayatlarında yaşar ve gösterirler; melekeleri daima diri ve güçlü olduğundan... Dolayısile de kapitalist rejimin, “lezzet ve şehvet hazlarıyla ödüllendirerek çalıştırmak” şeklinde yetiştirdiği, “şartlı refleksler kazandırılmış ehlî hayvan” mesâbesine düşmez ve güdülmezler. Zira o insanlar, biyolojik ihtiyaçları, bir şekilde (kazasız belâsız) kurtulunması gereken “biyolojik tutsaklık” gibi, veya zaman kaybettiren “def-i hâcet” olayları olarak görürler; buluş veya keşif uğruna çalışırken, yoğun bir konsantrasyonla, büyük bir “huzûr” duyarak yaşadıkları için… Kaldı ki aynı insanlar, “Tanrısal Yazı”yı okumaya, yani “Evrensel Devinim Plânı”nı ortaya çıkarmaya çalıştıkları için, herhangi bir “itaat mercii”nin emrine veya güdümüne girmek zorunda da değillerdir. Oysa bugün, tüm Dünya üniversitelerinde bilim, Kapitalizm ideolojisi tarafından güdüme alındığı, ve bilimsel çalışmalar pragmatik çıkarımlara yönlendirildiği için, “Tanrısal Yazı”yı okuma yöntemleri olan Matematik Analiz ve Matematiksel Mantık gibi en soyut matematik branşlarında düşünen –hemen hemen- kimse kalmamıştır. Yani bir bakıma, dinî ve mistik zırvalar kolayca yayılsın diye, görünen fizik alanına tatbik edilemeyen soyut matematik düşüncesi âdeta yasaklanmıştır; Kapitalizm’in dayattığı, subjektif ve pragmatik bir zihniyet tarafından… Demek ki bugün artık, “devlet” devletliğini bilmeli, ve de yüksek eğitim kurumlarına, matematik bölümlerinde Matematik Analiz ve Matematiksel(Sembolik) Mantık gibi en soyut konularda ihtisas yapacak olanları, bir tür inisiyasyon (seçilim) sınavlarıyla ayıklatarak kabul ettirmeli ve desteklemelidir. Sonra da, bu konularda –Dünya çapında- orijinal çalışma veya keşif yapmış olanlara, en yüksek devlet görevlilerine verdiği maaşı ve imkânları sağlamalıdır; ilâh gibi görülen ilk seçkin (inisiye) insanların yarattığı bir oluşum anlamındaki “orijinal devlet” adınaDolayısile bu insanlar aynı zamanda, sözsel/metaforik kavramları bileşenlerine ayırıp soyutlayarak, sembolik mantıkla –objektif- düşünebildiklerinden dolayı, idarî karar mercilerinde danışman veya senato üyesi şekillerinde “fikir kaynakları” olarak da istihdam edilebilmelidirler. Dünya’daki herhangi bir devlet, ideolojilerin (subjektif eğilimlerin) ele geçirmeden önceki “devlet”liğini hatırladığında, Matematik Analiz veya Matematiksel Mantık gibi soyut düşünce alanlarına çektiği genç bilimcilerinin, tüm Dünya’da yaratacağı câzibe öyle güçlü olacaktır ki, gerek “Evrensel Devinim Puzzle”ının bilimsel çalışmalarına, gerekse bunun üzerine yazılacak “gelecek” senaryolarına yoğunlaşacak olan kamuoyunun baskısıyla Kapitalizm, bütün popülaritesini yitirip tecrit edilecek, ve böylece de yeni savaşların yolu kapanacaktır.

Tarihî Devirler’i Aşma, Yani İnsanın “Kendini Bilme” Zamanıdır Artık…

Tarih Sonrası’na geçmek için her şeyden önce, Tarihî Devirler’in başındaki Tarım Devrimi mûcibince, üremeyi (çoğalmayı) sağlamak üzere tabuları yıkıp (yok sayıp) şizofrenik bir hâle gelen, ve dolayısile de bir çok antagonist –dinî ve ahlâkî- öğretilere mahkûm olan insanlığı, bu durumdan kurtarmak gerekmektedir. Çünki hayvanî (biyolojik) ihtiyaçların karşılanması uğruna yapılan –planlı- toplumsal üretim için tabuları hiçe saymak, aklın (melekelerin) oluşum sürecini baltalamak, yani hayvanî bir rasyonalite (çıkarcılık) ile akla ziyan bir yola girmek demekti. Yani beslenme ve üreme içgüdülerine direnerek (ve bu hususta tabular yaratarak) akıllanan insanın, bugünki aşamada bir “patronaj ideolojisi”ne saplanarak, nüfus kontrolu bile yapamaz hâle gelmesi ancak, şizofrenik bir teşbihle “kafayı yemek” diye izah edilebilir. Bu çelişkinin sözlerle izahı yoktu; ki nitekim, beslenme ve –özellikle de- çiftleşme etkinliklerini düzenlemek (ve hayvanlığa dönüşü önlemek) için uydurulan dinî ve ahlâkî öğretiler, insanları serseme çevirdiği gibi, hem onlara “kaçamak yapma” özgürlüğü tanımış, hem de toplumları, “kadın-erkek” ayrımı ile “kadınların kapatılması” zilletine düşürmüştür. Onun için artık, tabuları anlamak ve “akıl – içgüdü” diyalektik çelişkisini bilince çıkarmak icap etmektedir. Bir defa, beslenme ve çiftleşmeyle ilgili tabular, ilk “tanrı-kral”ların anladığı ve saçma bulduğu gibi, ilkel kabile liderlerinin (kam’ların, şâman’ların vs.) kafalarından uydurdukları yasaklar değildi. Panteist klânların, totem kazıklarına korkutucu masklar şeklinde kazıdıkları “tabu” simgeleri aslında, insanların ritmik âyinlerle edindikleri “ritm melekesi” ile, ondan mütevellit “akıl”larının korunması amacına mâtuf bir nevi uyarı levhalarıydı. Çünki, melekeleri olgunlaşmış her insan, cinsel ilişkiye karşı zâten, bir çekingenlik ve/veya tutukluk gösteriyordu. Kaldı ki cinsel ilişkiye –bir şekilde- girmiş insancıklarda da, bir nevi sersemlik ve serhoşluk halleri gözlemleniyordu. Dolayısile “tabu” sembolizminden mütevellit korku, liderlerin zorundan kaynaklanan bir korkutmaca değil, aslında “aklı kaybetme” korkusuydu… Mesela bugün bile bir insan, sayı sayarak her işi –daha kolay- yapabildiği halde, cinsel ilişkiye giriştiğinde bu “sayma” eylemi, melekelerin sukûtu yüzünden ister istemez (gayri ihtiyâri) duruveriyordu. İşte o nokta, “aklın baştan çıktığı” noktaydı; ki o noktadan sonra, söylenen sözlerin de hiçbir mantığı ve anlamı olamazdı… Ayrıca karşı cinsle yapılan ritmik hareketlerde de (örneğin danslarda), ritm temposu bozulmadan, cinsel etkileşime girilemiyordu. Kaldı ki, karşı cinsle –bir şekilde- ilgiliyken, ciddi (melekeleri çalıştıran) bir düşünceye girişmek ve mesela bir matematik problemiyle uğraşmak mümkün olamıyordu. Öte yandan, toplu yemek hâlinde sofradakilerle veya sofradaki bir otoriteyle fikir uzlaşmazlığına düşenlerin, boğazı düğümleniyor (yutma refleksi mefluç hâle geliyor), ve o kişi yemeyi bırakmak –hatta kusmak- zorunda kalıyordu; ki bu da, beslenme tabusuna delâlet ediyordu. Aslında müzik, sanat, bilim yapmak gibi tüm insanî etkinlikler, ve yaratıcılıklar (eserler), içgüdülere karşı yapılan direnişin ürünüydüler; ki tabular da, bu direnişin sembolleri oluyordu. Tabuların yıkılışı (yok sayılışı), sosyo-ekonomik nedenlerden kaynaklanan toplumsal bir olaydı; ki onun için de yerine, -içgüdüsel etkinlikleri kurala bağlayan- Tanrıların korkutmacılığında toplumsal (dinî, ahlâkî) yasaklar getirilmişti. Ancak nevar ki, bu yasaklar, toplum nüfûsunun yarısını (kadınları), kuluçka tavukları gibi pasifize etmek sûretiyle, toplumsal dinamizmi sakatlamıştı; dejenerasyona da yol açarak… Oysa aynı zamanlarda, içgüdülerini kontrol edebilecek kadar melekeleri güçlü insanlar da vardı ama, onlar patronaj rejiminin tahakkümü altında kalmışlardı… Nihayet, tabuları bilince çıkardığımız şimdiki zamanda anlıyoruz ki, esas mesele, “akıl-içgüdü” diyalektik çelişkisini yönetebilmeyi öğrenmek, ve de bu çelişkiyi hakkıyla yönetebilen bireylerin önünü açmayı bilmektir. Çünki bu şekilde insanlık, aynı zamanda “tapınç kültü”nden de, “ahlâk” mugalâtasından da, ve dolayısile cinsel (seksüel) dejenerasyondan da kurtulacaktır. Zira toplumlara örnek ve önder olacak insanlar, “akıl-içgüdü” diyalektik çelişkisini yönetebilmek için, dikkatlerini ve enerjilerini yoğun bir şekilde (meditasyon hâlinde) kendilerine döndürmek zorunda kaldıklarından, -gerek fizikî, gerekse metafizik kişilikler olsun- başka şahıslardan medet umamazlar; ummak fiilen imkânsızlaşır; herne kadar bir süre daha, “Allah” mitosu adına yerleşmiş kültürel alışkanlıklarını ve söylemlerini devam ettirseler de…

Toplum üyesi olarak insanlar genellikle, başkalarının ve özellikle de değerli gördükleri insanların dikkatini çekmek, onlardan kabul ve taktir görmek için uğraşırlar; ki bu da onların, objektif düşünebilme imkânını kısıtlar, hatta yok eder. Bu anlamdaki subjektivite, Aristo Akademyası’nın devamı olarak “çırak” veya “çömez” çıkarmaya devam eden, şimdiki yüksek eğitim müesseselerinde (üniversitelerde) yetişen öğrenciler için de sözkonusudur. Halbuki objektif (teorik) düşünebilmek için, içe kapanarak (meditasyon veya murâkabe’ye dalarak) dışarıyla her türlü iletişimi kesip, en mükemmel fizyolojik dengeyi sağlamak gerekir. Çünki –hatırlamak şeklinde dahî olsa- her türlü dış etki, biyolojik yapıda bir tepkiye neden olur; ve dolayısile de fizyolojik dengenin bozulmasına ve objektif görüşün kaybolmasına yol açar. O halde demek ki, objektif (teorik) düşünebilen insanları ortaya çıkarabilmek apayrı bir meseledir; ve de bu mesele, “yoklama” veya “yazılı test” sınavlarıyla halledilemez. Bu –toplumsal- sorunu çözmek için, ya meditasyon (murâkabe) yapabilecek insanları, geleneksel “inisiyasyon” testleriyle ayıklamak, ya da bir teoriyi veya bir “problematik” alanını bütünüyle (tüm parametreleriyle) göz önüne alabilecek kişileri, sınavla ortaya çıkarmak gerekir. İkinci seçilim usûlünü, üniversite ve emsâli eğitim kurumları uygulayabilir; ama o zaman da, patronaj düzenine eleman yetiştiren Aristo ekolü olmaktan çıkıp, Pisagor’un tarikatına benzer şekilde bir özerk formata girerler… Öte yandan, geleneksel “inisiyasyon” seçilim usûllerinin hepsi de, Panteist-Zon kaynaklı olduğu için, esas meselenin çözümü, panteist (uluruhçu) kuşağın tabulu yaşam tarzını, şimdiki zamana göre güncellemekten geçmektedir. Demek ki bundan sonra, insanlığı aydınlatmak üzere yazılması ve/veya fiilen yaşanması gereken senaryolar, “uzayda yaşam” fantezileri ve “günlük hayat” dramalarıyla değil, Pan-Kulüp’lerde, üzerine tabusal masklar kazınmış totem kazıkları etrafında (gözetiminde) yaşanacak gerçek olaylar tarafından belirlenmelidir; ve belirlenecektir. Zira tiyatro da, tarihî devirler boyunca patronaj düzeninin (ve tanrıların) bir “didaktik öğreti” aracı olarak kullanılmış, ve –kışkırtıcılık yapmaktan başka- hiçbir ilerici (geliştirici) rol oynayamamıştır; Tarih Öncesi’nin tabulu zamanlarını, bilinç altına hapsetmiş düşünür ve yazarlar yüzünden… Ama artık, tarihî “patronaj düzeni”nden çıkarken, aynı zamanda yazarlığı da oyunculukla birleştirmemiz gerekmektedir; herne kadar teknolojinin açtığı “sosyal medya” mecrâları, herkese gösteri (şov) yapma imkânı tanısa da… Çünki her insan ancak, diğer insanlarla etkileşim hâlinde kendini gerçekleştirebilir; ve de –insanî- kalitesini ortaya koyabilir. Onun için artık, “yaratıcı çekirdek (nüve)” diyebileceğimiz “panteist-zon” şartlarını günümüzde oluşturarak, akıllı bireylerin nasıl temâyüz ettiğini anlamalıyız; kendimizi de “denek” yerine koyarak… Bu girişim aynı zamanda, “insanlığın mikrokozmosu”na giriş, ve dolayısile de başlangıcına gidiş demek olacaktır; tıpkı, fizikî mikrokozmosa girişin, aynı zamanda “Big-Bang” başlangıcına gidiş demek olduğu gibi… Onun için de –aynı analojiye göre- Tarihî Devirler’in kural ve âdetleri ancak, makrokozmosta geçerli olan Newton Fiziği’ne benzetilebilir; ki buradan da, Evren’in fethinde Newton Fiziği’nin geçerli olamayacağını anladığımız gibi, bundan sonra insanlığın idrâkında da, sözkonusu –tarihî- kural ve âdetlerin pek rol oynayamayacağını çıkarabiliriz. İnsanlığın mikrokozmosuna girmekle birlikte, “psikoloji” diye bir müstakil bilim dalının da muhal olduğu hemen anlaşılacaktır…

Aslında “Evrensel Puzzle”ın parçalarını keşfedenlerin düşünceleri de, “akıl-içgüdü” diyalektik çelişkisini bîhakkın yönetebilenlerin davranışları da, objektif veya ideal olup her türlü rekâbete kapalıdır; zira bu insanların rekabete girmeleri, “subjektivite”ye düşmeleri demek olur. Aslında rekabet dürtüsü, reflekslerle ilgili hayvanî bir karakterdir; oysa “insan”lık, mütemâdî ritmik davranışlarının, veya “yerinde sayma”larının meleke kesbetmesiyle, hayvanlarla rekâbete girmeyerek akıllanmış ve –faunasından- temâyüz etmiştir. Onun için hiç unutulmamalıdır ki, bugün de, rekabet dürtüsüne ve kıskançlık duygusuna kapılmayan –melekeleri güçlü- insanlar ancak yaratıcı ve inisiyatör (öncü) olabilirler. Kapitalizm’in “tüketim ekonomisi” uyarınca –para- kazanmak için rekabet edenler ise, insanları hayvanlığa teşvik ederek hayvanlaşanlardır; ki bunun da kendilerine en büyük getirisi, lezzet ve şehvet hazları ile gösteriş merâkıdır. Beslenmede sindirim katalizörleri (lezzet çeşitleri), çiftleşmede cinsel tahrik efektleri ve fetişleri icat edip kullanan, ve gösterişte de, tavus kuşunu bile kıskandıracak kadar çeşitlilik uyduran bir mahlûkun, en “azılı hayvan” sayılması gerekirken, buna kapitalist patronaj rejiminde, ideal (seçkin) insan diyorlar… Beslenme ve çiftleşmeyle ilgili tabulara bihakkın uyarak temâyüz etmiş ilk “akıllı-uslu” bireylerin, insan seçilimi üzerine kurdukları “devlet”ler, böyle dejenere (hayvanî hazları kazanç gören) insanları örnek (seçkin) olarak göstermeye veya onların zebûnu olmaya devam ettikleri taktirde, artık “teslimiyet telkini ve şeamet tellallığı yapmaktan başka bir işe yaramayan dinler”deki kehânet mûcibince, insanlığın intiharı (Kıyâmet) kaçınılmaz olacaktır.

Bugünki Bilincimizin Nüvesi, Fatihân Atalarımızın Sezgilerinde Mündemiçti:

Bugün bize sıradan bir deyiş gibi gelen, “oturup kalkmasını bilen” sözü aslında, “insanî davranış”ı bir bakışta anlayan yüksek bir “feraset”in ifadesiydi. Çünki gerçekten de, hayvanların refleksif (kesik kesik) davranışları ile, insanın süreklilik arzeden –melekî- davranışları arasında büyük bir fark vardı; görebilen gözler için… Kaldı ki fatihân atalarımız, bu ferâsetlerini “inisiyasyon” seçilimleri şeklinde kurallara bağlayarak sistematize de etmişlerdi; Fütüvvet’in Seyfîyûn kolunda “kademli”, Şurbîyûn kolunda “şerbetli”, Kavlîyûn kolunda da “elyak (liyâkatli)” adlarıyla… Böylece de, rekabeti (ve dolayısile kıskançlığı) ortadan kaldırarak, pre-kapitalist Dünya imparatorluğu olan Bizans’ı, orijinal devlet kuruluşunun prensipleriyle, yani “anti-kapitalist” umdelerle fethetmişlerdi. Şayet coğrafî keşiflerle “Dünya talanı” yolunu açamasalar, ve köleliği çeşitli şekillerde ihya edemeselerdi, tüm Avrupa halklarının da, atalarımızın umdelerini benimsemeleri kaçınılmaz olacaktı. Çünki esas (halkları kazanmak anlamında) fâtihân olan Fütüvvet ehli ve Bekdaşiyân atalarımız, herne kadar –Dünya konjoktürü icâbı- siyaseten Müslümanlığı kabul etmiş olsalar da, putperestlikten gelen “tapınç kültü”ne hiçbir zaman ısınamamışlardı. Onlar Allah kavramını da, panteizm’de veya şâmanizm’de olduğu gibi, heryeri kuşatan esîrî bir varlık (Uluruh veya Tengri) şeklinde anlıyor, ve de halkalanarak yaptıkları ritmik âyinlerle anıyorlardı. Dolayısile de, salât (namaz) tapıncını sünnet (ihtiyârî) sayıyorlardı; Kuran’da tanımı bulunmadığı için… Onların bu anlayışı, Avrupa halklarının kökenindeki pagan kültürüyle de örtüşüyordu. Ancak nevar ki, Tarım Devrimi’ni yapan insanlarca kutsal sayılan“artı-değer”in üstüne, bir de Dünya talanıyla kazanılan “kutsal ganimet” ilâve edilince, “God” mitosu ile onun yeryüzündeki vekilleri olan papazlarla otokratlar çok güçlenmişti. Ama “kutsal ganimet”in içinde çok miktarda “para” hammaddesi (altın, gümüş vs.) de bulununca, bunun dolaşıma girip iş yapması gereğine binaen, yeni bir patron zümresi (kapitalistler) ile iktidarlarını paylaşmak, ve sonra da –ihtilalle- devretmek zorunda kalmışlardı. Buna karşılık, bizim başımıza çıkardığımız Osmanlı Sultanlığı da, kendini Araplardan ayrı bir imparatorluk hâline getiren iç dinamiklerden (Bekdaşiyân’dan) duyduğu –subjektif- endişe nedeniyle, Allah mitosuna ve Arapların putperestlikten getirmiş oldukları tapınç ibadetine (namaza) sıkı sıkıya sarılmıştı; cahil “kul”larını körü körüne kendine bağlamak üzere… Bunun sonucunda da, “proleter” çalıştırarak üretim yapan modern patronlar (kapitalistler), biatçı “kul”ların ilkel üretim tarzı üzerinde hüküm süren “Osmanlı” patronluğunu iflâs ettirmişti; Atatürk önderliğinde direnen bir avuç “iç dinamik”çi, bağımsızlıklarını bir milli devlet çatısı altında sürdürseler de… Ama tarihî devirlerin sonlarında, Dünya talanı bitip, modern sömürgeciliğin de sınırlarına gelindiğinde, bir de –o zamana kadar kullanılan- Aristo Mantığı’ndaki paradoks (Russell Paradox) keşfedilince, fâtihân atalarımızın (Fütüvvetçiler ve Bekdaşiyân’ın) ne kadar haklı oldukları ortaya çıktı. Ve nihayette, hem İmam-ı Sultan Hz. Pîr Mevlana Bekdaş’ın yaşayan ekber ve elyak –sahih- torunu olmam hasebiyle, hem de şimdiki zamanların en büyük matematikçilerinden Cahit Arf’ın, seçilim sınavından geçirdiği “seçkin” bir talebesi olarak, onların haklılığını bilimsel yoldan ispatladım. Demek ki, fiilen duraklamış olsak da, fikren –insanlığa önderlik anlamında- inisiyatifimizi sürdürmüşüz… Bu fikrin yeniden fiiliyâta intikal ettirilmesi, çıkacak kademli, şerbetli ve elyak (liyakatli) insanların gayretlerine kalmıştır artık…

Ali Ergin Güran: 04 / 12 / 2021