Kıtaların Ortagöbeği ve İnsanlığın Orijini Konumunda Bulunan Türkiye’de,-İdeolojiler Değil- İnsanlık İnisiyatifi Geçerlidir.
Osmanlı Hânedanı’nın Emperyalistlere satılmasıyla birlikte zuhûr etmiş olan Mahmutoğulları Devleti’nin uydurduğu “tarih”e göre düşündüğümüz taktirde, bu ülkedeki “hikmet-i vücudumuz”u ispat etmemiz ve örneğin, Kürt Meselesi’ni dahî anlayıp halletmemiz mümkün değildir. Çünki Mahmutoğulları Devleti’nin –bendegânına- yazdırdığı tarih kitapları, Osmanoğulları’nı devlet (hatta imparatorluk) hâline getiren “iç dinamik”leri, yani Fütüvvet ve Bekdaşiyân sistematiğini, padişahların buyruklarıyla oluşmuş bir sonuç gibi göstermiş, ve dolayısile Bekdaşiyân faaliyetinin cebren ve resmen yasaklanmasını da mâkul ve meşrû bir netice olarak sunmuştur. Böylece de “sebep” ile “sonuç”un yerleri değiştirilip, nedensellik mantığına takla attırılarak, Emperyalizm’e bağımlı –ve yabancı askerlerin mârifetiyle- doğan Mahmutoğulları Devleti’ne, Osmanlı’nın örfî ve hukûkî devamıymış gibi, meşrûiyet sağlanmaya çalışılmıştır. Oysa Yeniçeri Ordusu (Ocağ-ı Bekdaşiyân) bile, Fütüvvet’in, şehirlerde bulundurduğu –Ankara’nın Seğmenleri gibi- daimî silahlı birlikleri olan Seyfîyân örneğine göre kurulmuştu. Kaldı ki Osmanlı’nın, zorba derebeylerine “Senet-i İttifak” ile meşrûiyet sağlayarak, Dünya’da devri kapanmakta olan –gerici- Feodaliteyi hortlattığı, ve bunlardan, 1826 harekâtında, “intihar fedaileri” şeklinde destek aldığı da biliniyordu. Ama II.Mahmut’un –emperyalist- kapitalistlerle nasıl bir gizli anlaşma yaptığı hâlâ bilinemiyor. Çünki mesela, köklü geleneklere sahip bir Fâtihân Ordu (Yeniçeriler), 15-16 Haziran 1826 aralığındaki iki gün içinde hezîmete uğratılmış, hatta imhâ edilmiş olduğu halde, bu işi başaran hiçbir kahraman(!) Türk komutanının ve/veya birliğinin ismi yoktur ortada… Yoksa o harekât, “gâvur” kumandanlarının sevk ve idaresinde yapılmış olmasın?!.. Bu husus, İngiliz ve Rus arşivlerinden mutlaka araştırılmalıdır. Zira bu olaydan sonra bir süre, İstanbul âsâyişinin Rus denizcilerine havâle edilmiş olduğunu gâyet iyi biliyoruz; ki ondan dolayı II.Mahmut’a, “deyyus-u ekber” lâkabı takılmıştır… Ayrıca, o sıralarda Rusya’dan, “Dünya’da, kendi ordusunu mağlûp eden hiçbir hükümdar çıkmamıştır; Türk hükümdârından başka…” şeklinde hayret nidâlarının yükseldiğini de biliyoruz. Oysa aslında, Otmanlı Beyliği’ni Selçuklu’dan koparıp bağımsız bir devlet –hatta imparatorluk- hânedânı hâline getiren de, bu süreçte ona, çelebî, efendi, yoldaş, arkadaş, beşe (paşa), kıdemli(kademli) vs. gibi bir terminolojiyi ve nitelikleri kazandıran da, Bekdaşiyân sistematiği idi; ki bu sistematik aynı zamanda, ülkedeki seçkin insanları –inisiyasyon seçilimiyle- kademli, şerbetli, elyak (liyâkatli) sıfatlarıyla ayıklayan antikapitalist bir “iç dinamik” anlamına geliyordu. Son antik Dünya imparatorluğu Bizans’ın fütuhâtında, “insan seçilimi”ne dayalı “anti-kapitalist” umdeleriyle neşvü nemâ bulmuş olan Fütüvvet ve Bekdaşiyân sistematiği, emperyalist devletlerle ittifaklara giren “son Osmanlı” tarafından cebren ve fiilen yasaklanınca, ortaya üç tane yapay kimlik çıkmıştır; Batıcılık (Levanten mukallitliği), Türkçülük ve Dincilik olarak… Aynı zamanda Hristiyan ekalliyetler de –Fransız ihtilâlinin etkisinde- kimlik arayışına girmişlerdir; Bekdaşiyân’ın birleştirici “insaniyet”lik umdeleri tamamen (resmen) ortadan kaldırılınca… Mahmutoğulları, resmen Batıcı gibi davranıp onların istediği gibi sosyo-ekonomik ve askerî reformlar yaparak kapitalizme veya emperyalizme yanaşırken, aynı zamanda onlardan kategorik ayrı (uzlaşmaz) bir kimlik edinme (kendini bağımsızmış gibi gösterme) telâşıyla da dinciliğe (irticâya) sarılmıştır; “yasal sömürge” olmaktan kurtulmak için… Bu hususta da, İmparatorluk’taki en gerici unsur olan Kürtlerden medet ummuştur. Çünki Kürtler hiçbir zaman, Bizans toprakları üzerinde cihanşümûl bir devlet kuran Fatihân Türk inisiyatifine katılmamış, ve dolayısile Yavuz Sultan Selim’den itibâren, iç işlerinde özerk bırakılmış olan –tutucu, gerici- kastî bir halktı. Zira Kürtler, kadîm Pers İmparatorluğu’nun, Ortaasya Türk boylarından ve Med istilâsından bakiye kabilelerden devşirerek işçi kastları, ve özellikle de askerî kastlar olarak istihdâm ettiği topluluklardan gelmekteydiler. Bundan dolayı da, Bekdaşiyân’ın “seçkin (inisiye) birey ayıklama ve yükseltme” sistematiği ile, namaz/niyaz gibi tapınma ibadetlerini sünnet (ihtiyârî) sayan Tasavvufî din anlayışı, Kürtlerin kastî (biatçı) yapılarıyla ve namazı farz (mecbûrî) sayan din anlayışıyla çelişiyordu; aynen Kapitalizmle çeliştiği gibi… Zaten, Arap İslâm imparatorlukları dahî onlara (kastî yapılarına) dokunmamış, ve sâdece İslâmiyeti, kendileri gibi anlayıp kabul etmelerini yeterli bulmuşlardı. Bu kastî yapıları yüzündendir ki Kürtlerde, feodaliteden farklı olarak, idârî liderlik ile dinî liderlik aynı kişide (Çingenelerde “çeribaşı” denilen kişide) birleşmiş halde bulunmakta, ve katı bir mutlakiyet hüküm sürmekteydi; genellikle “şeyh” denilen “çeribaşı”ların liderliğinde… İşte, Kürtlerin bizimle entegre olamamalarının da, müstakil bir devlet çatısı altında birleşememelerinin de başlıca sebebi, dinî dogmalarla pekiştirilmiş bu kastî yapılarıydı aslında… Osmanlı’dan -1826’dan itibaren- türeyen Mahmutoğulları Devleti, başlangıçta âsayişi sağlamak için Rus denizcilerinden (donanmasından) medet umduysa da, daha sonra dâhilî inzibâtı, İmparatorluktaki en geri ve itaatkâr unsur olan Kürtler vasıtasıyla sağlamaya çalışmıştır; Zaptiye Teşkilâtı adı altında… Üstelik bunlara sosyal zemin sağlamak üzere de, Kürdistan’da ne kadar “nefesi kuvvetli” Mele varsa, bunları da büyük şehirlerimize doldurup onlara tekkeler kurdurmuştur. Ama nevar ki, Istanbul’da yaşanan uzun bir geçiş süreci dâhilinde âsâyişi, -Çingenelerle işbirliği yaparak âdet, usûl ve kelâm öğrenmeye çalışan- Kürt zaptiyeler değil, Yeniçerilerin Karakullukçu (inzibat) kolunun ardılı şeklinde görev üstlenen, ve hemen hemen her semtte tabii karakolları (hamamları) bulunan “Külhanbey”ler sağlamıştır. Yani aslında Türkçülük akımı, sâdece Batılıların dolduruşuyla gaza gelmiş bir avuç “Jön Türk”le ortaya çıkmamış, büyük şehirlerimizde ve özellikle de Istanbul’da, Kürt gericiliğine karşı tepki olarak neşvü nemâ bulmuştur. Nitekim Kürtleri aşağılama ve onlarla “kabadayı” diye alay etme eğilimlerinin kökeni de, o talihsiz döneme dayanmaktadır. Oysa Abdülmecit zamanında, Erzurum ve Doğu Orduları komutanı –Bekdaşiyân’dan- Müşir Osman Paşa, Sultan’a bir “Şark Islahâtı (Doğu Reformu)” projesi sunmuş, ve müteakiben de tastik ve tahsisât almıştı; bir büyük sandık dolusu altın olarak… Ama nevar ki, o sıralarda İngilizlerle pek içli dışlı olan Sultan Abdülmecit’in irâdesine rağmen, atalarımdan Müşir Osman Paşa, -Frenk kartpostallarındaki adıyla- Kuzguncuk Palas denilen sarayda verdiği veda yemeği esnâsında zehirlenerek katledilmiş, ve ikâmetgâhı olan Saray da kundaklanmıştır. Üzerine bir sıra yalılar yapılmış olsa da, halk arasında –Çamlıca’dan su getirttiği için- Sulu Saray diye anılan Kuzguncuk Palas’ın temelleri, bugün hâlâ, Kuzguncuk Korusu’nun kıyı şeritinde yer alan sıra yalıların altında, gömülü olarak yerli yerinde bulunmakta, ve de gerçek tarihimizi ortaya çıkaracak olanların “kazı”larını beklemektedir… Tarihimizdeki büyük (stratejik) bir kırılmayı ifade eden bu olay, Karanlık Sultan Abdülmecit tarafından örtbas edildiği gibi, oğlu II.Abdülhamit tarafından da yalana/dolana gömülmüştür. Zira dinbaz/düzenbaz Sultan Abdülhamit, 1877-78 harbi sırasında Rus ordularının Yeşilköy’e gelmesini biraz geciktirdikten sonra mağlûp olarak esir düşen Mason Osman Paşa’yı hem Müşir hem de Gazi yaparak, Bekdaşî Müşir Osman Paşa’nın esâmîsini hem yazılardan, hem de hâfızalardan silmiştir. Ama bu arada, tarihten silinen esas konu, Doğu Reformu projesi olmuştur. Zira bu projeyi rafa kaldırmasını müteakip, Abdülmecit’in İngilizlerle anlaşarak Kırım’a saldırması, ve buna karşılık Rusların da, oğlu Abdülhamit zamanında misilleme yaparak Doğu’yu işgâl etmesi süreci başlamıştır; hamâset(din) edebiyâtı ile unutturulan bir “acı gerçek” olarak… Halbuki Erzurum Müşiri diye de anılan Bekdaşî Osman Paşa, İmam-ı Sultan Mevlâna Bekdaş soyundan gelmesi ve köken itibariyle yöre halklarından olması hasebiyle, “Kürt Meselesi”ni en iyi bilen kişiydi. Osman Paşa’nın nerede yetiştiği, ve nasıl paşa, hatta müşir olduğu sorularının cevabı, ciddi bir araştırma konusudur. Bu konular bilinse, Yeniçeri Ocağı’nın aslında neden kaldırıldığı meselesi de açıklığa kavuşacaktır. Fakat şu kadarı açıktır ki, 1826’daki “Vaka-i Şerr’iye”nin esas hedefi, İmparatorluğun kurucu dinamiği olan ve “anti-kapitalist” umdelere sahip bulunan Bekdaşiyân fikriyâtını ve sistematiğini ortadan kaldırmaktı; Ülkeyi, Emperyalizm’in sömürü alanı yapıp, onlarla ortaklaşarak Saltanat sürmek için… Nitekim hem Sultanîler için İmam-ı Sultan Mevlâna, hem de Yeniçeriler dâhil tüm Bekdaşîler için Hazret-i Pîr Mevlâna olarak büyük saygı gören Mevlâna Bekdaş Hazretleri’nin esâmîsi, 1826’dan sonra akıl almaz hile ve düzenbazlıklarla unutturulmaya çalışılmıştır; Karaköy’de vakfettiği –çifte hamamı ve mescidiyle birlikte- koskoca bir Liman Kompleksi’ne ve Eyüp’teki türbesine rağmen… Hatta bu meyanda, Mevlâna Bekdaş Hazretleri adına kurulmuş olan koskoca bir semtin, sâdece “mevlâna” sıfatıyla anılmasından bilistifâde, dikkatleri atıf yapılan esas kişiden ayırarak –bir “algı operasyonu”yla- Konya’lı Mevlâna Celâlettin Rûmi’ye kaydırmak üzere, yakın bir yerde, onun adına bir Mevlevîhâne bile açılmıştır. Oysa II.Mahmut’tan önce, Mevlânakapı Semti’nde, Yeniçerilerin, Hazret-i Pîr saydıkları, İmam-ı Sultan Mevlâna Bekdaş Hazretleri adına kurulmuş bir dergâh bulunmaktaydı; ki Semt de ismini bu dergâhtan almaktaydı. Nitekim Semt’in yerlileri hâlâ, Mevlânakapı isminin bir “Yeniçeri Mevlânası”ndan, veya bir “Bekdaşî Mevlânası”ndan geldiğini söyleyip durmaktadırlar… Bütün bu tarih tahrîfâtından sarfınazar, şu nokta çok iyi anlaşılmalıdır ki, 1826’da başlayan –Emperyalist işbirlikçisi- Mahmutoğullar Saltanatı’nın, Yeniçeri katliâmından sonra gösterdiği esas mârifeti (!), Bekdaşiyân evkâfına “çökmek” olmuştur; evkaf arâzîsini emperyal kapitalistlere “peşkeş çekmek” üzere… Bu hususta ilk hamleyi, halk arasında –Istanbul âsâyişini bir süre Rus denizcilerine bıraktığı için- “deyyus-u ekber” diye anılan II.Mahmut yapmış, ve “Eski Odalar” denilen Yeniçeri kışlasının mücâvir alanınındaki, Ayasofya İmamı Hüsam Bey’in vakıf emlâkına, bilinmeyen bir şekilde el koymuştur; yöreye de –metazori- Fevziye adını takarak… Bugün Saraçhâne/Şehzâdebaşı ismiyle anılan bu bölge için uydurulan “Fevziye” adı, hiç tutmamıştır ama, Şehzâde Camii yapılmadan önce dillenmiş olan, bölgenin –1530 tarihli vakfiyeye sâhip- Hüsam Bey’le ilgili ismi unutturulabilmiştir; kendisi, Seyfîyûn’dan gelen, ve Fâtihân temsilcisi olarak, Sultanlara –Taht’a geçtiklerinde- kılıç kuşandıran bir komutan olduğu halde… Müteakiben Abdülmecit, Müşir Osman Paşa’nın katlinden sonra, Ayasofya İmamı Hüsam Bey’in kuzenleri olan İmam-ı Sultan Mevlâna Bekdaş’ın Karaköy merkezli vakfı (vakfiye tarihi 1534) ile, Kiremitçi Ahmet Çelebi’nin Hasköy mıntıkasını kapsayan vakfına (vakfiye tarihi 1549) “çökmek” istediyse de, ömrü vefâ etmemiş, ve yerine geçen Abdülaziz ise, Bekdaşilerin itibârını tanımıştır. Bu meyanda da, babamın dedesi (Müşir Osman Paşa’nın yeğeni) Esat Efendi’yi sermühendis yaparak, Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’nın restorasyonuyla görevlendirmiştir. Ama nevar ki, babaannemin babası Esat Efendi, yedi yılda gerçekleştirdiği restorasyonu bitirip, Mescid-i Aksa’yı bugünki formatına kavuşturduktan sonra Istanbul’a döndüğünde, Abdülaziz’in katledilmesine, ve de büyük oğlu Şükrü’nün bir tuzak veya “kumpas” neticesinde tutuklanarak Sinop kalesine hapsedilmesine şahit olmuştur. Bundan sonra da, dinbaz ve düzenbaz Sultan Abdülhamit’in –içerdeki- bütün işi, hem Karaköy’de bulunan, “Liman Kompleksi” çapındaki İmam-ı Sultan vakfının emlâkini Galata Bankerleri’ne peşkeş çekerek, orayı bir “bankalar ve iş hanları” merkezi haline getirmek, hem de Fatih’in verdiği Hass dirliği (bugünki Hasköy) üzerine Kiremitçi Ahmet Çelebi’nin tesis etmiş olduğu, teknik okulu, camii ve îmâlatâneleriyle birlikte tam bir “Sanayî Kompleksi” niteliğindeki vakfın camiini, üzerine (kendi vakfına) geçirterek, Vâkıf’ın sülâlesini yok (veya belirsiz) saymak olmuştur. Ve bunu utanmadan, Cami’nin kapısına yaptırdığı “giriş takı”nın üzerine de yazdırmıştır; atam Kiremitçi Ahmet Çelebi’nin orijinal vakfiyesi ve şeceresi bende mahfûzken… İşte bu yüzdendir ki, Abdülhamit, ömrü boyunca bir “Bekdaşî Fobisi” ile yaşamıştır; vicdânının sesini susturamayarak… Bu sürecin hitâmına doğru Abdülhamit, önce 1881 yılında Düyûn-u Umûmiye’yi kurmak zorunda kalarak ekonomikman Emperyalizm’e teslim olmuş, sonra da bir “irticâi darbe (31 Mart)” ile iktidarını ve ülkesinin bütünlüğünü koruyabileceğini düşünmüştür. Oysa aynı süreçte Bekdaşiyân evkâfı, -bütün tecavüzlere ve engellemelere rağmen- gâyet verimli çalışmış ve evlâdına daima kâr payları dağıtmıştır; 1959-60’lara kadar benim de aldığım gibi… Ama nihayette, son padişah Vahdettin, bir İngiliz (düşman) gemisine binerek, babalarının zâten satmış olduğu ülkeden –Milli Kurtuluşçulara yakalanmamak için- firâr etmiştir… Bu sıralarda, bir dâhî olan Mustafa Kemal’in çıkıp, Sovyet Devrimi’nin yarattığı olumlu rüzgârdan da yararlanarak, bugünkü vatanımızı bize kazandırması, mûcize gibi bir olaydır. Ama bugün geldiğimiz noktada görüyoruz ki, “Abdülhamit kafası” başka bedenlerde yeniden ortaya çıkmış, ve âdeta hortlamıştır. Çünki hem –Mahmutoğulları tarafından- tarihimizin tahrif edilmiş olması, hem de “Kapitalizm + Din” simbiyozunun ömrünü tamamlamamamış bulunması yüzünden, Atatürk gibi bir dâhînin bütün çabalarına rağmen, ortamda, “Abdülhamit kafalı”ların türeyebileceği şartlar yeniden oluşmuştur. Bu noktada da, Bekdaşiyân’ın –kendini fesih kararında yaptığı- “Dinin hükmü zâhirden kalkmıştır; artık herkes, aklına ve vicdanına göre düşünüp davransın” deklerasyonu büyük anlam ve önem kazanmıştır. Zira bu “öngörü”nün pratikten “geri dönüşü” ile anlaşılmıştır ki, “vahdet-i vücud” prensibinden vaz geçilip de, “Allah-İnsan” dualitesine ve “tapınç kültü”ne saplanılınca, bir patronaj düzenine ve dolayısile Emperyalizme mahkûm olmak kaçınılmazdır… Bu arada babamın bana verdiği “Bekdaşiyân atalarının fikirleriyle tetâbuk edecek (örtüşecek) şekilde bir tekâmül (ilerleme) yolu düşünemiyorsan, atalarını –mezarlarında- rahatsız edip kullanmaya (övmeye, övünmeye) kalkma; zira sen de o menhûs Osmanlı enkazının altında kalırsın” şeklindeki nasihati de, büyük bir anlam kazanmıştır… Bunun içindir ki ben, hem Fatih’in hocası Molla Güranî soyundan gelmem, hem de Yavuz Sultan’ın tâyin ettiği Kânûnî’nin hocası İmam-ı Sultan Mevlâna Bekdaş Hazretlerinin sahih torunu (vakıf mütevellileri silsilesinin sonuncusu) olmam hasebiyle, Cumhuriyet’imizi oturtacağımız gerçek tarihimizi ortaya çıkarmak üzere, her şeyden önce Osmanlı İmparatorluğu’nun nerde sona erdiğinin tesbit edilmesi gerektiğini düşünerek, bu açıklamayı yapabiliyorum. Çünki aynı zamanda, tüm tarihî devirlerde geçerli olmuş Aristo Mantığı’ndaki paradoksun, insanın “ritm melekesi kazanmış primat” olduğunun bilinmemesinden kaynaklandığını ortaya çıkararak, fatihân atalarımızın uyguladığı, “ritm melekesi ile, onun türevi olan –zihnî- sıralama melekesini test etmek” anlamındaki “kademli” ve “şerbetli” seçiliminin ne kadar doğru bir “inisiyasyon” usûlü olduğunu ispatlamış bulunuyorum.
Atatürk Düşüncesini Günümüze Temdît (Extension) Etmek, Şarttır Artık…
Atatürk, ideolojik bir teori ortaya koymamış ama, düşünceleriyle davranışlarını daimî bir “feed-back” etkileşimi içinde tutarak, metodolojik bir vizyona ve otokritiğe sahip olmuştur. Zâten o sıralarda insanlık henüz, kendini hayvanlıktan kategorik farklı kılan bir bilimsel teori ile izah edebilecek bilinç seviyesine de gelmemişti; ki dolayısile de “insaniyet” üzerine üretilen tüm doktrinler en sonunda, kaba güç kullanımına ihtiyaç duyuyordu. Onun içindir ki Atatürk, Komünizm ideolojisinin nihayette bir şahıs diktatoryası doğuracağını hemen anlayıp, “burjuva demokrasisi”ni ehven-i şerr görmüştür… Herşeyden önce bütün samimiyetimle şu inancımı paylaşmak isterim ki ben, Atatürk’ü çok iyi anlayan, ve onunla –zamanlar üstü- empati kurabilen bir insanım; “melekî rezonans” içinde bulunmak anlamında… Bilindiği gibi, O’nunla boy ölçüşmeye kalkabilecek olan, ve –değişik şekillerde- kalkışan iki kişi vardı; ki bunlardan biri Enver Paşa, diğeri de Kâzım Karabekir idi… Ama nevar ki bunlardan Enver Paşa, “şövalye kompleksi (gösterişçilik ıstırârı)” ile, Karabekir ise, “dogmatizm (dinî saplantılar)” ile malûldü; ve dolayısile de başarılı olamadılar. Onların dışındakilerin ise sâdece iki seçenekleri vardı; ya küsüp uzaklaşacaklar, ya da O’nun fikirlerine râm olacaklar, yani güçlü melekelerinin (yani kararlılığının) cezbesine kapılarak peşinden sürükleneceklerdi. Kalanlar arasında en becerikli ve itaatkâr olanı İsmet Bey (paşa) çıktı; ki gerçekten de tam bir “kamber” olarak Atatürk’ün yanında, O’nun direktifleri doğrultusunda faydalı ve başarılı işler yaptı. Ama Atatürk hastalanıp da, melekeleri zorlanmaya başlayınca, kendi düşünce (kavrayış) hızını ve teorik (bütüncül) vizyonunu İnönü’de de görmek, yani melekî rezonansa girerek ondan güç almak istedi. Ancak böyle bir rezonans (hemhâl olma) durumu gerçekleşmeyince, “empati” denilen duygudaşlık ve dolayısile de mantıkî bir diyalog kurulamadı. Bundan sonra da İnönü’nün huyları, “Bekdaşî meşrep” Atatürk’e diken gibi batmaya başladı, ve O’nun sinirini bozdu; hastalığına da çok menfî bir etki yaparak... Atatürk’ün –İnönü’yü azlederken- sinirlenmiş (öfkelenmiş) olduğu, Devlet erkânının, İnönü hakkında “ağır hastadır” söylentisi çıkarmasıyla, hemen anlaşılmıştır. Aslında İsmet İnönü, hem –subjektif yargılarını kontrola alacak- güçlü melekelere sahip olmayan, hem de Atatürk’e çok yabancı bir fıtrata ve huylara sahip biriydi. Ve bu huylarının türediği “modül” de, kendi dışında, yalvarılıp yakınılabilecek (her şeyden sorumlu addedilecek) bir “Allah” mitosuna olan –ve daima önyargı üreten- inancıydı; Atatürk’ün, içinde hissettiği ve güç aldığı Tanrı anlayışına çok ters olarak… Nitekim O’nun ölümünden sonra yerine geçtiğinde, liderine verdiği söze sâdık kalarak zâhiren “laiklik” prensibini korumaya gayret etse de, yaptığı ilk işlerden biri –Dünya Harbi biter bitmez- Atatürk’ün kritik görevlere getirdiği büyüklerimi Devlet’ten uzaklaştırmak, ve yerlerine, yârânını yerleştirmek oldu; ki bu arada, Atatürk’ün stratejik uğraşı ve hedefi olan “Musul’u ilhak” sorunu üzerine sahada (pratikte) zemin hazırlamaya çalışan –gizli- teşkilâtı da ilga etti. Kendisi, “Sünni Kürt” taassubuyla yoğrulmuş biri olarak, özgürlükçü Bekdaşîyân zihniyetine o kadar alerji duyuyordu ki, -uzaktan da olsa- akraba olduğumuz karısı Mevhibe Hanımı bile, akrabalarıyla, ve hatta çocukluk arkadaşlarıyla dahî görüştürmedi; küçükken bizzat şahit olduğum gibi… Ve ondan sonra da CHP’nin içinden, dinciliğe (gericiliğe) müsâmaha ile bakan bir yoz Atatürkçülük türedi; ki bu akım bilâhire, DP’den başlayarak bütün sağcı partilerde, “gerici hâmîliği” gibi bir siyasî istismar aracı olarak sürdü gitti… Böyle bir subjektif (ayrımcı) kafanın –Atatürk gibi- tek başına ülkenin birliğini ve bütünlüğünü koruyabilmesi mümkün değildi; zira “kambersiz düğün olmaz”dı ama, kamberden lider de olamazdı. Nitekim, İkinci Dünya Savaşı içindeki yalpalamalarından sonra, hiçbir tarafa yaranamayınca, daha Osmanlı subayı iken kafasına kodlamış olduğu “Amerikan Mandaterliği” fikrine rücû ederek, Atatürk’ün yolundan kesin olarak ayrıldı; milleti de, dindarlıkta birleştirip bütünlüğü sağlayabileceğini düşünerek… Bu, II.Abdülhamit’in uygulamaya çalıştığı politikanın aynısıydı. Oysa Atatürk gibi melekeleri sağlıklı bir kişi, dışarıdan -şiddetlerini de ölçerek- aldığı verileri sembolize edip, zihninde süratle sayma ve sıralama işlemlerinden geçirerek, ve de çıkan ara sonuçları, daimî “feed-back” etkileşimi içinde, davranışlarla sınayarak, bir kararlılaşma hâline getirir, sonra da bunu bir hüküm formatında dışa vurur ve/veya tatbikâta geçirirdi. Böylece, Sembolik Mantık ile düşündüğü ve dolayısile mecazî kelimelerin yaptırdığı çağrışımların tesirine kapılmadığı için de, dışarıdan birinin yönlendirici etkisini hissetmezdi bile… Zaten O’nun hiç gülmemesi (gülememesi) de, devamlı meditasyon (murakabe veya içebakış) hâlinde bulunmasından, ve dolayısile hep objektif kalabilmesinden kaynaklanıyordu. Oysa İnönü’nün kahkahaları pek meşhurdu; düşünceleri hep “kumar” gibi olduğu için…Nitekim İnönü, “büyük devletlerle ilişki, bir kaplanla aynı yatağa girmek gibi/kadar tehlikeli bir iştir” şeklinde yaptığı teşbihle, “şecaat arzederken sirkatini söylemek” durumuna düşmüştür. Zira -melekeleri muhtel olduğu için- bu duruma düşenler, aslında, dış tesirlere uyum sağlamak üzere ve/veya önyargılarını gerçekleştirme saikiyle –kumar oynar gibi- karar oluştururlardı. Dolayısile de sonradan, genellikle “şöyle düşündüm” diyerek, “feed-back(geri etkime)” etkileşiminden (murâkabe’den) kopuk kararlarının sonucunu tevil etmek (demagoji yapmak) zorunda kalırlar, veya –nâdiren- kararları isabet kaydettiğinde ise, bir “stres” boşalması şeklinde sevinç patlaması yaşarlardı; yeni yanlışlara kanatlanmak üzere… Çünki bunlar, önyargılardan müteşekkil bir karar (hüküm) oluşturarak “kumar” oynarlar, ve sonra da bunun realitedeki karşılığını, yani beklentilerinin gerçekleşen veya gerçekleşmeyen taraflarını uzun uzun yorumlarlardı. Dolayısile de, “sayma-sıralama melekelerinin kararlılaşma hâli” demek olan esas düşüncenin dışında, düşünceyi yorumlayan bir düşünce türü (yani demagoji) uydurmuş olurlardı; ki mecazlarla dokunmuş “retorik(sözün gelişi)” mantığı da, buna çok müsaitti… Onun içindir ki, II.Dünya Savaşı sonlarında İnönü, “Batı tipi demokrasi”ye geçmek mecburiyetinde kalınca, içerde gericilere alabildiğine yol verirken, küçük oğlu Erdal’ı da “atom âlimi” olmak üzere ABD’ye gönderip ince ince irtibatlar aramıştır. Ve en sonunda da, kendisinin oluşturduğu şartlar muvacehesinde, Demokrat Parti iktidarının ilk yıllarında, NATO kisvesi altında ABD’ye teslim olunmuştur; 1952’den itibâren… Ben o yıllarda, bir ergen olarak, Ankara’nın, ABD askerleri ve aileleri tarafından nasıl istilâ edildiğini, ve nasıl bir “kültürel taarruz”la karşı karşıya kaldığımızı yakînen gördüm ve yaşadım… Yani netice itibariyle İsmet İnönü’nün, Atatürk’ün yanındayken oynadığı –müsbet- roller ayrı, O’nun vefatından sonra yerine geçtiğinde yediği herzeler çok ayrıdır. Mesela, uyguladığı “dincileri de, tavizler vererek kendime bağlar, ve böylece ülkenin birliğini temsilen ABD’nin tek muhâtabı olurum” anlamındaki “Abdülhamit Kurnazlığı” politikası işe yaramamış, ve nihâyette ABD, “bülbül gibi İngilizce şakıma”yı öğrettiği dincileri –petrol zengini Arapların katalizörlüğünde- doğrudan kendine bağlayarak, dinci iktidarların “tek seçici”si hâline gelmiştir… Zaten bir “kamber”in, efendisinin yerine geçmesi gibi bir olay tarihte pek yoktur; ama bizde, “adam kıtlığı”ndan dolayı gerçekleşmiştir. Kendisinin Atatürk’le olan seviye farkı o kadar bârizdi ki, ben bile şahit olduğum bir sohbetinde, konuştuğu gençlere sâdece –bir amelebaşı edâsıyla- ne iş yaptıklarını ve hangi meslekten olduklarını sormasından, sığlığını hemen anlamıştım. Oysa büyüklerimden, Atatürk’ün gençlere, problem gibi sorular yönelttiğini, ve böylece onların “düşünce” kapasitelerini ölçmeye çalıştığını dinlemiştim… Fakat her şeye rağmen, İsmet İnönü’nün Anıtkabir’deki mezarı, Atatürk’ün yanındaki uzaklığını ve küçüklüğünü göstermesi bakımından pek uygun düşmüştür.
Bugün geldiğimiz aşamada, artık açıkça görüyoruz ki, Halâskârgazi Bânî’miz Atatürk, 1826 sonrasının îmâlâtı olan Dinci’ler ve –dinbaz- Türkçü’ler tarafından, en sonunda ihânete uğramıştır. Ve böylece de, “Osmanlı enkâzı”nın altına sürüklenme tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Bunda, kendisinin hiçbir hatâsı ve ihmâli sözkonusu değildir; zira o sıralarda henüz, -tüm tarihî devirlerde geçerli olmuş- Aristo Mantığı’nın paradoksu (akıl dışılığı) lâyıkıyla anlaşılmış ve hazmedilmiş değildi. Dolayısile, insanlığın kökeni “ırk”lardan, inançların orijini de “din”lerden başlatılıyordu. Böylece de bazı ırkların diğerlerinden, ya genetik anlamda (asil kan vs. diyerek), ya da –İbni Haldun’un- asabiyet (etik disiplin) kavramıyla üstün oldukları iddia edilebiliyor, son din olan İslamiyet hakkında ise, “doğru” bir yorumunun yapılabileceği düşünülüyordu. Bu yüzdendir ki Atatürk de, İmparatorluğun sebebi hikmetini, Türk ırkının –genetik veya asabiyet olarak- seçkinliğine bağlamış, ve Diyânet İşleri’ni kurmakla da dindar insanların, dinin “doğru” yorumunda birleştirilebileceğini düşünmüştür. Oysa, ne paradoksal Aristo Mantığı ile kurgulanmış dinleri tutarlı bir mantığa oturtabilmek mümkündü, ne de “Allah – İnsan” dualitesine dayanan “tapınç kültü” ile tapınma ibadetlerinin imamlar üretmesini, ve bunların, subjektif konumları itibâriyle yaptıkları, dinin değişik yorumlarıyla gerçekleşen, meshepsel veya cemaatsel bölünmeleri önlemek olanaklıydı. Onun için aslında dinin, aklî yorumlarının yapıldığı Tasavvuf’tan başlanarak daima mantıkî eleştiriye tâbî tutulması gerekirdi; “vahdet-i vücud” prensibinden hareketle… O zaman, sözkonusu eleştiriler –mesela İlâhiyât Fakülteleri’nde- devam ederken anlaşılacaktı ki, dinlerde, “sıra dışı varlık” anlamındaki “Allah” mitosuna cevaz veren Aristo Mantığı paradoksal, yani “akıl dışı”dır; ve dolayısile de, bizim bugünkü fikrimize –daha o zamanlarda- gelinecekti… Ama artık, Atatürk’ün “hayatta en hakikî mürşit ilimdir” vecîzesinin hâricindeki –zaman ve mekânla mukayyet- söylemlerini kullanarak Atatürkçülük yapmanın, bir nevî “dogmatizm” olduğu, ve de O’nu, “Osmanlı enkâzı”nın altına gömmek anlamına geleceği açıkça anlaşılmaktadır. Zira hiçbir dogmatik düşünce sisteminin, “din” dogmatizminin altından kalkamayacağı gâyet açıktır; ki nitekim, bugünkü “irticai tırmanış”a yol açanların da, “sivil-asker Atatürkçü” geçinenler olduğu unutulmamalıdır. Çünki her türlü “değişmez doğrular (dogmalar)”ın kabulü, insanı Aristo Mantığı’na, ve dolayısile de, onun paradoksunu tevil etmek üzere en fazla demagoji üretmiş olan öğretilere (dinlere) mahkûm etmektedir. Dolayısile de, sâdece oylama seçimlerine indirgenmiş bir “demokrasi”de, söyledikleri sözlere tutkuyla (otokritik’siz) inanan akıl hastalarının başa geçerek diktatörlük kurmalarına olanak sağlamaktadır. Oysa, Atatürk’ün, düşünce ve davranışlarını devamlı “feed-back” etkileşimi içinde tuttuğunu, ve böyle bir sürekli “otokritik” hâlinde bulunması dolayısile hiçbir ideolojiye kapılmadığını göz önüne aldığımızda, O’nun, “bağımsızlık stratejisi” arayan ve amaçlayan tefekkürünün, bizde de aynen devam ettiğini söyleyebiliriz. Ve buradan hareketle de, şâyet kendisi, tüm –insanî- düşünce faaliyetinin, “İyi Sıralanma Prensibi” gibi bir temel varsayıma dayanması gerektiğini ortaya çıkaran Russell Paradoks’un keşfine muttalî olsaydı, bu varsayımın davranışlar kümesi içindeki mütekabilini mutlaka arardı, sonucunu çıkarabiliriz. Ve bu arayışın sonunda da, kabulü zorunlu olan bir düşünce prensibinin, ancak, gerek isteyerek gerekse gayri ihtiyârî (zorunlu) yapılan, ve insanın, refleksif (hayvanî) davranışlar dışında (dans, müzik gibi) davranışlar geliştirmesini sağlayan, ve beslenme, çiftleşme gibi hayvanî (refleksif) davranışları da terbiye eden bir davranış biçimine, yani “ritm melekesi”ne tekabül edebileceği sonucuna varırdı. Ve buradan hareketle de, bir primat türünün, içine düştüğü bir kaos ortamından, insan olarak çıkmasını sağlayan davranış biçiminin, “ritm melekesi” olduğu keşfini yapabilirdi; diye düşünebiliriz. Ve böylece de, esas meselenin, kendisi gibi melekeleri güçlü (özgüvenli) olan bireylerin, barış ortamında seçilimini gerçekleştirecek “inisiyasyon” usullerini ortaya çıkarmak olduğunu, ve bunların da zaten tarihimizde –fetih etkinlikleri olarak- bulunduğunu anlardı; aynı zamanda, tahrif edilmiş –yazılı- tarihimizin tashih edilmesi gereğini de idrâk ederek… Buradan da giderek insanlığın, ırklardan (ve dillerden) çok önceki “varoluş” birliğinin de, dinlerden çok evvelki Uluruh (birlik rûhu) hissinin ve/veya inancının da, “ritm melekesi” dediğimiz tek bir parametrenin (kaostan çıkış parametresinin) ürünü olduğunu çıkarırdı. Bundan sonra da, reformları çerçevesinde forme etmeye çalıştığı –ama sonradan deforme olan- bütün kurum ve kuruluşları, bizim düşündüğümüz gibi yeniden şekillendirmeye başlardı; insan topluluklarının, etnik ve dinî olarak ayrışmalarının çok öncelerinde, tek bir “kaostan çıkış” orijinine ve parametresine sahip bulunduğunu göz önüne alarak…
Yeni Bilgilerle, Atatürk Gibi Düşünmek…
Şimdi biz Atatürk’ün aklıyla düşünmeye başladığımızda , her şeyden önce Diyanet İşleri Başkanlığı’nı ele almanın, ve onu, sâdece hukûkî denetim yapan ve bilimsel eleştirileri hukûka intikal ettiren, ama dinî cemaatlere hiçbir maddî destek sağlamayan bir kuruluş hâline getirmenin, başlıca görevimiz olduğunu çıkarabiliriz. Buradan da, İlahiyât Fakültelerindeki müfredâtın, hem Aristo Mantığı’nı ve onun paradoksunu gösteren ve Matematiksel Mantığı anlatan mantık dersleriyle, hem de dinlerin antropolojik ve tarihî anlamını izah eden derslerle takviye edilmesi gereğini anlayabiliriz… Zira görmekteyiz ki, dinî öğretileri birleştirsin diye kurulan Diyânet İşleri Başkanlığı, birbirleriyle didişen cemaatlerin, ele geçirmek için yarışa girdiği ve dolayısile de “devlet kurumu” olmaktan çıktığı bir konuma gelmiştir. Diğer yandan, Türklük idealini aşılamak ve yaymak için kurulan Halk Evleri, müstakilliğini koruyamayıp Komünizm’in tasallutuna mâruz kalmış, ve ayrıca, Köy Enstitüleri de, tarihî Fütüvvet (Şurbiyûn) zeminine oturtulmadığı içindir ki, çok sonraları Avrupa’da –işçi isyanları zemininde- uydurulmuş Komünizm ideojisinin hedefi hâline gelmiştir. Demek ki son tahlilde, Türkçülük ideolojisi, tüm Dünya’da moda hâline gelen enternasyonalist Komünizm ideolojisinin tehdidi altına girmiş, ve bu yüzden de Türkiye’nin Emperyalizm cânibine savrulmasına sebep olmuştur. Ama artık, insanlığın çekirdeği demek olan “ateşin kullanımı ve mağara (duvar) resimlerinin yapımı öncesi”ne indekslenen Panteist-Zon keşfedildiğine göre, -kapitalizm dahil- hiçbir ideolojinin anlamı ve gereği kalmamaktadır. Zira keşfetmiş bulunuyoruz ki insanlık, beslenme ve üreme içgüdülerine karşı –ritm melekesi sâyesinde- tabular ihdâs ederek var olduğu halde, ilk ideolojiler, tarihî devirlerin bidâyetinde, Tarım Devrimi’nin yarattığı büyük “artı-değer” birikimini sahiplenerek hânedan tesis eden “tanrı-kral”ların, patronluğu veya “insan çobanlığı”nı ailevî bir meslek hâline getirmesiyle ortaya çıkmıştır; insanların (emekçilerin) –hayvanlar gibi- beslenip üretilmesi (çoğaltılması) ve güdülmesi esâsına müsteniden… Ve daha sonra da, “insan çobanlığı” yapan ailelerin karakterleri feodal, kapitalist filan gibi, tek adamların da diktatör, “komünist parti genel sekreteri” vs. gibi adlar altında değişmiştir; ama patronaj rejimleri bâkî kalmak şartıyla… Oysa artık insanların nasıl sağlıklı besleneceği, ve ne kadar çoğaltılabileceği hususları, geliştirilebilen Dünya kaynakları ve kapasitesi muvâcehesinde, planlanabilir bir meseledir; Uzay’a yayılma mâcerasına girişilmeyecekse… Canlılığın “entropi”yi azaltan özelliği ile kimyevî mobilite kabiliyeti anlaşılmadan Uzay’a açılmanın, tehlikeli bir macera olacağı, sözkonusu muammalar çözüldüğünde ise, bedenen Uzay’a gitmenin lüzumsuzlaşacağı gâyet açıktır. Yani netice itibariyle, Fizikî Kozmos’un, “Termodinamiğin II.Prensibi” ve “Atalet (Eylemsizlik) Prensibi” gibi temel yasalarını inkâr (negasyon) etmiş bir Canlılar Âlemi’ni anlamadan, Fizikî Âlem’i üç boyutlu Uzay vechesinden keşfetmeye çalışmanın abesliği âşikârdır. Bu abesliği de ancak, insanları biyolojik (hayvanî) bir varlık olarak çoğaltıp çoğaltıp işe koşmaya, iş kalmadığında ise –insanlığın objektif gelişimine uymayan- yeni yeni uyduruk işler veya savaşlar icat etmeye alışmış patronlar yapar; kültürel ve sosyoljik beyin yıkama sektörlerine de hakim olmuş bulunan Kapitalizm ideolojisi mûcibince… Çünki kapitalistlerce, insanî kalite için uzun vâdeli yatırım yapmak, “ölü yatırım” demektir; acele kâr getirip onların sapık hayatlarına hizmet etmeyeceğinden dolayı… Oysa insan, -kaostan çıkış için bir primat türünün yapmaya mecbur kaldığı- ritmik hareketlerinin meleke kesbetmesi, ve onun, zihninde bir “sıralama melekesi” türetmesiyle “düşünen (akıllı) hayvan” hâline gelirken, meleke faaliyetlerinin içgüdüleri frenlemesi dolayısile de, beslenme ve çiftleşme hususunda “tabu”lar ihdâs etmiştir. Bu yüzden akıllı hayvan (insan), faunasını aşarken, aynı zamanda içgüdülerini frenlemesi gerektiğini de bilince çıkarması icap ediyordu. Çünki insan, iklimlere bağlı olarak ortaya çıkan “cinsel kızışma” peryodlarından kurtulmuştu ama, -besini bol bulunca- iradesi tahtında her zaman çiftleşebilme potansiyeli de kazanmıştı. Ama ne var ki, tarihî devirlere girildiğinde –tarım devriminin yarattığı iş gücü ihtiyacına binaen- tabular yıkılıp yerine “ahlâk” adı altında bir sosyal düzenleme getirildiyse de, toplumsal “artı-değer”i sahiplenerek insaf ve iz’anlarına göre kâr sağlayan patronlar (işverenler) bu kurallara uymamış, ve kendilerine, alabildiğine beslenme ve her zaman çiftleşme imtiyâzı tanımışlardır; halktan gizli de olsa… Zira o ilk akıllı patronlar, aklın, içgüdüler aleyhine yapılan –ritm melekesi ile ondan mütevellid- etkinliklerden doğduğunu bilince çıkaramadıklarından ötürü, bir nevî “n’oldum delisi” hâline gelerek, akıllarını aklın zararına kullanmışlardır; sorumluluktan kaçmak için de, içgüdüsel etkinliklerden alınan hazları, “tanrıların seçkin kullarına verdiği ödül” şeklinde yorumlayarak… Aslında “tanrı” kavramı, -tarihî devirlerde- “akıllı hayvan (akılla hayvanlık yapan)”lar için gerekli hâle gelmiştir; aşırılıkların, Tanrı ile korku salınarak veya Tanrı adına müeyyideler uygulanarak önlenebilmesi amacıyla… Zaten tarihî devirlerin bütün tanrıları, “Panteist-Zon”daki âyinlerde kazanılan, “ritmik rezonans”tan mütevellid birlik hissinin (senkronizasyon ve zaman duygusunun) sembolü olan Uluruh’un –tarımsal üretimin kazandırdığı büyük “artı-değer”e istinâden- dışlanmasıyla oluşan mitoslardır; ki bunlar, Monoteist aşamadaki “tek tanrı” da dahil olmak üzere hep, hipnoz objesi ve korkutma aracı olarak kullanılmışlardır. Yani son tahlilde denilebilir ki, tarım devrimini müteakip ortaya çıkan ilk akıllı insanlar (muhtemelen hânedan tesis etmiş ilk “tanrı-kral”lar), alabildiğine beslenip çiftleşebileceklerini anlayınca, hem kitleleri korkutup güdebilecekleri, hem de yaptıkları sapıklığın sorumluluğunu üzerine atabilecekleri bir “yaratıcı” var saymayı gerekli görmüşlerdir; Aristo Mantığı’yla… Ama bu sefer de, kendi çelişkilerini, insanı hayvandan kategorik farklı (akıllı) yarattığını var saydıkları Allah(lar)a yüklemek durumuna düşmüşlerdir. Zira en sonunda, her şeye muktedir bir Allah’ın, insanı niye mükemmel bir akılla yaratamayıp da, yine kendi imâlâtı olan bir provokatörle (Şeytan’la) deneme/sınama’ya tâbi tutarak, tekrar tekrar ahlâki kurallar ve cezâi müeyyideler ihdâs ettiğini açıklayamamışlardır. Demek ki aslında, bütün mitleştirilmiş tanrılar,-tarihî devirlerde- “aklın kötüye kullanılması” yüzünden gerekli hâle gelmiş disiplin araçlarından başka bir şey değillerdir. Bunu anlamak için, Aristo Mantığı’nın paradoksunu bilmeye, ve son bilimsel gelişmelerden haberdar olmaya bile gerek yoktur; zira melekeleri sağlıklı olan her insan, meditasyon yaparak o eski akıllı insanlarla “melekî rezonans” veya “empati” hâline girebilir, yani “zamanlar ve mekânlar üstü irtibat” kurabilir… Aklını kötüye kullanan ilk akıllı patronlardan sonra, melekeleri muhtel (aklı kıt) olmakla birlikte hormonları ve refleksleri kifâyet eden bütün –hayvanımsı- insanlar, “şu ölümlü Dünya’da ne kadar cinsel ve gastronomik haz alırsan kârdır” inancına kapılarak, patron (kapitalist) olmak için, her türlü riski göze almışlar, ve de nihayette, insanlığın gaddar (çoğaltıp çoğaltıp kesime gönderen) çobanları hâline gelmişlerdir. Ve bu kapitalistleşme (patronlaşma) yarışı giderek, pek çok akıllı insanı da girdabına çekmiştir; dejenere ederek… Hatta aynı inanç, dinî telkinler vâsıtasıyla fakirlere bile, “Öbür Dünya”da –sonsuza kadar- geçerli olmak üzere kabul ettirilmiştir; çıkarılan savaşlarda onları, korkusuz askerler olarak kullanabilmek için… Oysa insan(lık), aklını, içgüdülerini frenleyen “ritm melekesi”ni edinmek sûretiyle kazanmış, ve ancak bu sûretle (aklıyla) ölümsüzlüğe aday olmuştu; yoksa bir “tanrı” mitosuna iyi tapınmakla, bu Dünya’da alamadığı hayvânî (içgüdüsel) hazların bakiyesini, “Öbür Dünya”da sonsuza kadar alabileceği vaadine kapılmak gâyet abesdi… Yani akıllarını kötüye kullanan ilk akıllı patronlar, aklı kıt olanlara –patronluk kisvesi altında- meşrûiyet sağlamışlar, onlar da dejenere yaşantılarıyla kitleleri “fuhşa teşvik” edip, tarihî devirler boyunca, insanlığa hizmet etmeyen (hatta zararlı olan) pazarlar ve savaş bahâneleri yaratmışlardır; kolay kazanç veya kâr için… Nitekim “aklın kötüye kullanılması” probleminin çözümü, “tarihî devirler”de inkâr (negasyon) edilerek unutulmuş olan, –dolayısile de insanların şizofrenik olmasına yol açan- “tarih öncesi”nin veya “panteist zon”un keşfinden, ve “tarih sonrası”na geçiş yolunun bulunmasından önce mümkün olamamıştır. Yani Panteist Zon (TEZ) – Tarihî Devirler (ANTİTEZ) – Tarih Sonrası (SENTEZ) şeklinde formüle edilen DİYALEKTİK ANTROPOLOJİ anlaşılmadan önce, “akıl” nesnel olarak tanımlanamamıştır ki, onun nasıl kötüye kullanıldığı bilinebilsin… Demek ki, “tarih sonrası”na geçmek için, “aklın kötüye kullanılması”nı önlemek, ve bunun için de her şeyden önce, toplumsal “artı-değer”in (yani stratejik yatırımlarda kullanılabilecek büyük kapitallerin) tasarruf hakkı ve görevinin, artık nesnel olarak tanımlanmış bulunan akla (akıllı insanlara) verilmesi icap etmektedir. Böyle bir görevlendirme sonucunda, toplumsal çaptaki “artı-değer” birikiminin tedrîcen “devlet”te temerküz etmesi kaçınılmazdır; ki bu da –kalite farkıyla- devletin oryantasyonu demek olacaktır… Zira kapitalist olmanın, lezzet ve şehvet hazları peşinde koşmaktan, psikopatça gösteriş merakına saplanıp mirasçılarını köleleştirmekten, ve de mistik zırvalarla kendine pâye çıkarmaktan başka, insana kazandırdığı hiçbir –reel- kazanç veya kâr yoktur; sarfedilen emeğe karşılık… Aklın bilincine varmış bir insan, onu, sayma (ritm) ve sıralama melekelerinin fonksiyonu olarak tanımlar, dolayısile de aklî bir faaliyetin, içgüdüleri frenleyen bir etkinlik olduğunu kavrayarak, rasyonel bir hayatın “akıl-içgüdü” diyalektik çelişkisinin –balık kuyruğu misâli- dengeli yönetilmesiyle sürdürülebileceğini bilir. Aksi halde, kitlelerin içgüdüsel taleplerini istismar etmek sûretiyle edinilen kolay kârlardan kaynaklanan yaşam tarzının, en sonunda, alabildiğine lezzet ve şehvet hazları peşinde koşarak obez ve seksopat olmak, ya da gösteriş yapmak veya “komşu çatlatmak” ıstırârına kapılmış bir psikopat’a dönüşmek şeklinde dejenerasyona yol açacağını, üstelik bu kötü örneklerin de, “geri etkime”yle kitlelerde anormal tüketim tarzı (ve talepler) yaratarak bir “antagonizma” oluşturacağını gâyet iyi anlar. Ve de, bu Dünya’da insanın yanına kâr kalan, yani onu ölümsüzleştiren yegâne aktivitenin “aklî faaliyet” olduğunu bilir. Son tahlilde de anlaşılır ki, akıllı insan teorik (bütüncül) görüş sahibi ve derin vizyonlu olduğu, ve de zihnî faaliyetten (yaratıcılıktan) büyük bir zevk aldığı için, uzak geleceğe yatırım yapmaktan hiç geri kalmaz; cinsiyetle ve gastronomiyle ilgili hazlara bağımlılığı da sözkonusu olamayacağından… Uzak geleceğe yatırım yapıldıkça da, teorik düşünebilen derin vizyonlu akıllı insanların seçilimi sistematikleşir ve sayıları artar; ki ondan sonra da, “aklı kıt” insan doğumlarının veya üretiminin önü kesilir; “akıllı robot”lar üretimine paralel olarak… Tarihî Devirler içindeki son patronaj düzeni olan Kapitalizm’in yarattığı “demokratik despotizm” zihniyeti, -düşünen- insanları o kadar bunaltmıştır ki, onlarda ütopik bir özgürlük ve bağımsızlık idealinin oluşmasına yol açmıştır. Oysa bir ülke ne kadar akıllı birey çıkarabiliyorsa, insanlığın gelişiminde o kadar inisiyatif sahibi olur, ve bağımsız kararlar alabilir. Onun için ülkelerin esas sorunu, akıllı bireylerini selekte edebilmek, veya ayıklayabilmektir.
Olacak Olanlar ve Olması Gerekenler:
Tarih Sonrası’na ve/veya Bilinçli İnsanlık Düzeni’ne geçmek için, devlet yapılanması husûsunda atılması gereken ilk adımın, -eleksiyon seçimleriyle oluşan- millet meclislerinin üstünde, gerçek (inisiye) seçkinlerden oluşan bir senatonun “seleksiyon” seçilimleriyle tesis edilmesi, olmalıdır herhalde… Ve bilimsel (ölçü’lü ve sayı’lı) dallarda teorik keşif yapmış insanlar da, bu senatonun “tabii üye”si sayılmalıdır doğal olarak… Senatonun diğer üyelerinin ise, seleksiyon (inisiyasyon) seçiliminin yapıldığı sosyal organizasyonlardan sağlanması gerekmektedir. Halbuki, gayri insanî bir ideoloji olan Kapitalizm’in tahakkümü altındaki ülke ve devletlerde, insanlığı ilgilendiren konular hep dışlandığı ve “Sivil Toplum Kuruluşu” üst başlığında toplanan derneklere bırakıldığı halde, buralardaki “eleksiyon” seçimleri neticesinde, başlarına çok defa hükümet (kapitalizm) yanlısı yöneticiler geçmektedir. Hükümet yanlısı olmayanların çoğu da, siyasi muhalefetin (yani alternatif kapitalist kadronun) cânibine sürüklenmekte, ve böylece de siyasî arenadaki bir “piyon” hâline gelmektedirler. Dolayısile de insanlık problemleri yine (dolaylı yoldan) Kapitalizm ideolojisinin güdümüne girerek çözümsüzlüğe mahkûm olmaktadır. Demek ki esas mesele, kapitalist hükümetlerden bağımsız çalışabilecek bir “insanlık fikriyâtı” merkezinin tesisidir. Bu kuruluşun, hiçbir ideolojik akım ve öğretiden etkilenmemesi için, üyelerinin, -melekelerinin gücü ölçülmüş- inisiye insanlar olması iktizâ etmektedir tabii ki… Ondan dolayı da, böyle bir derneğin, “inisiyasyon” seçilimlerinin gerçekleştirileceği alt kulüplere (gençlik kulüplerine) sahip olması gerekir. Bu gençlik kulüplerinde de, “inisiyasyon” seçiliminin gerçekleştirilebilmesi için Panteist-Zon şartları yaratılmalı ve insanlar –fikirleriyle olduğu kadar- davranışlarıyla da değerlendirilmelidir; daima güncellenen yönergelerle, davranışlar çeşitlendirilerek… Zaten sembollerle düşünen (sembolik verileri, sayma- sıralama melekeleriyle işleyen) ve fikir üreten bir insanla, sözcükler üzerine çağrışımlar üşüştürerek beklentilerine uygun kompozisyonlar tertipleyen –melekeleri muhtel- insanlar arasında o kadar bâriz bir fark vardır ki, ikincileri objektif olarak teşhis ve elimine etmek, gâyet kolay olacaktır. Aslında bundan sonra, sözlerle veya dil’lerle yeni bir şey söylemek veya yeni bir fikir üretmek de olanaksız hâle gelmiştir. Zira tarihî devirlerin başında, tabuların yıkılmasından sonra, beslenme ve üreme ihtiyaçlarının –mahcup bir şekilde- ifade edilmesi ve paylaşılması için mecazlarla (benzetmelerle) ve de ahlâkî ve edebî (etik ve estetik) kurallar muvâcehesinde uydurulan dil’lerle, yeni fikirler üretmeye imkân kalmamış, yani mecazların döngüsü (evire çevire kullanımı) sona ermiştir. Dolayısile sırf bu yüzden dahî, sembollerle (sembolik mantıkla) düşünebilen –melekeleri güçlü- insanların seçilimi (seleksiyonu), insanlığın gelişiminin kesintisiz sürmesi bakımından şart olmuştur. Kaldı ki, kitlelerin çoğunluğunu teşkil eden melekeleri muhtel insanlar, empati kurabilme (kendini muhâtabın yerine koyabilme) kabiliyetine sahip olmadıklarından, yani başkalarını, –hayvanlar gibi- yararlanılacak veya kaçılacak objeler gibi algıladıklarından dolayı, “aynı fikri benimsemek” anlamında anlaşamamaktadırlar. Üstelik, melekeleri sağlıklı (seçkin) insanların bazıları da, müesses nizâmın (kapitalist ideolojinin) baskısı dolayısile bu gerçekleri dile getiremeyip, nezâket, hoşgörü veya alçak gönüllülük kisvesi altında pasif kalarak, bu insanların sömürülmesine katılmak zorunda kalmaktadırlar; insanları hayvan gibi kullanmakla edinilen kazançların, insanlığı doğru bir rotada ilerletmeyeceğini düşünemeden… Diğer bazıları ise, “aklı kıt” insanların farklılığını, onların mizaç (huy) farklılığı olarak izah ettikleri için kendilerine “adam muamelesi” yapmaktadırlar; huy denilen şeyin, “geri”liği veya kurnazlığı gizlemek üzere geliştirilmiş bir davranış (kamuflaj) biçimi olduğunu, yoksa objektif düşünen birinde huy, mimik, tik vs. gibi subjektif tepkilerin sözkonusu olamayacağını anlamadan… Ve böylece de “kurnazlar âlemi”nin içine dalmış olurlar; “istimzâç etmek”le yavaş yavaş onlara benzeyerek… Zaten artık, moda yaratan yeni bir “şifâhî fikir”, felsefe veya ideoloji de çıkamamaktadır; son olarak, işçilere “sınıf bilinci” diye bir fikriyât öğretilerek toplumların ilerletilebileceği iddiasını taşıyan Komünizm ideolojisi de “fos” çıktığına göre… Yani bundan sonra dil’ler, mahalli kültürel etkinlikler ve ticarî ilişkiler için kullanılan birer jargon (argo) olmanın ötesinde bir anlam taşımayacak, ve yeni fikirlerin üretiminde kullanılamayacaklardır. Nitekim İngilizce, Dünya çapında bir “ticarî jargon” olmuştur bile… Çünki yeni fikirler artık, şekilsel veya davranışsal semboller ile yazılı veya vurgusal sayılarla ifade edilecektir; Matematiksel Mantık disiplininde… Zaten kişisel “subjektivite”den kurtulabilmek için de, bu şarttır; ki nitekim, gelişen iletişim ve ulaşım araçlarının, bu süreci olağanüstü hızlandırdığı da açıkça görülmektedir. Muhtelif dillerde üretilmiş edebî ve felsefî eserler ise, tarihî süreçlerin belgeleri olarak insanlığın gelişimini göstermesi bakımından, ve de ergenlerin olgunlaşmasını sağlamak amacıyla bir değer taşıyacaktır. Onun için, kaleme aldığım bu Tebliğ’ler, belki de tarihî devirlerde, dil’lerin biriyle (Türkçe ile) edebî üslûp ve gramer kalıplarını zorlayarak yazıldığı halde, yeni fikirleri oldukça açık ifade edebilen, son ciddi yazılı eser olarak tarihe geçecektir. Zira son zamanlarda bilimciler, tarihin hiçbir devrinde olmadığı kadar pazarlara (piyasalara) bağlanmışlar, ve âdeta “mal” hâline getirilmişlerdir; kapitalist zihniyetin –insanî olmayan yaşam tarzını sürdürmek üzere- yarattığı olur/olmaz talepler yüzünden… Aslında bilimin, dallanmadan mütevellid branşlarının dayattığı, “subjektif öncelikler”in dahî üstüne çıkarak objektif olabilen her bilimcinin, kapitalizm ideolojisinin yarattığı antagonizmayı görmesi gerekir. Çünki insanlığın ortaya çıkardığı “artı-değer”in parçası olan bir para birikimiyle (kapitalle) para kazanmayı meslek edinmiş birinin, kişisel beklentileri, ancak lezzet ve şehvet hazları olabilir; zira böyleleri, bedenî(saymacı) ve aklî(sıralamacı) melekelerin serbestçe çalışmasıyla yapılan bilimsel ve sanatsal yaratıcılıklardan alınan hazzı, tahayyül bile edemezler. Üstelik böyle bir kişi, en rahat kazanç yolunun, kitlelerin içgüdüsel eğilimleri yönünde teşvik ve tahriklerde bulunularak (yani “kantitatif büyüme ekonomisi”yle) para kazanmak olduğunu da iyi bilir. Böylece de kapitalistlerin, biyolojik (hayvanî) bünyeyi öne çıkaran yaşam tarzı, kitlelere kötü örnek olarak, onları, hem çoğalmaya, hem de biyolojik ihtiyaçların paylaşımı için birbirini öldürmeye meyyal sürüler hâline getirir; ki bu konudaki harekât planlarını da kapitalistler (ve adamları) yapar. Yani kapitalistlerin -insanlığın, tabularla yaşanmış çıkış zonuna (orijinine) zıt- biyolojik yaşam tarzı, kitleleri, insan kisvesine bürünmüş hayvan sürüleri hâline getirirken, bunların birbirini yemesinden de yine kapitalistler nemâlanır; hayvanî yaşam tarzlarını daha da rezilleştirerek sürdürmek üzere… Nitekim bu, “beslenme ve çiftleşme amaçlı” yaşam tarzının, obez ve seksopat insanlar yarattığı, yani insan türünü biyolojik olarak da dejenere ettiği, acı bir gerçek olarak –apaçık- ortaya çıkmıştır. İnsanlığın kalitatif (bilinçlenme) gelişmesini engelleyip, kantitatif (biyolojik çoğalma) büyümesini önceleyen bu kapitalist tercih, insanlığın “Panteist Zon”da, “varoluş dinamiği” olarak edindiği, ve onun gelişmesini sağlayan “akıl –içgüdü” diyalektik çelişkisini, tam zıt yöne, yani aklı söndürme yönüne tevcih etmektedir. İnsanlığın geleceğini, öngörülemeyen (plânlanamayan) bir muammaya çeviren bu tersyüz edilmiş çelişki (yani “içgüdü-akıl” çelişkisi), aslında bir “kapitalist antagonizma”dır. Çünki hayvanlığa rücû anlamına gelen bu yönelişin (çözülmenin) rasyonalitesi, ve dolayısile çözümü olamaz; Kapitalizm, ideoloji ve rejim olarak ilgâ edilmedikçe… Zira modern patronaj rejimi olan Kapitalizm, kadîm patronaj (Tanrı-Kral’lık) rejimlerinin zihniyetiyle, ve akla mugâyir (paradoksal) Aristo Mantığı’nın doğrusal (lineer) zaman ve gelişme anlayışıyla yazılmış din kitaplarından da, kayıtsız şartsız destek almakta ve meşruiyet sağlamaktadır; “insanlığın sonu nasıl olsa Kıyamet’tir” dogmasına istinâden… Halbuki, kendilerini dogmatik saplantılardan kurtarabilen dindar insanların bile, din kitaplarında dahî, “tarih sonrasına geçiş”i işaret eden ifadeler bulmaları mümkündür. Ama ne yazık ki, dogmatik bir sorumsuzlukla hareket eden kapitalistlerin, ham madde bulabilecekleri ve -üretip çoğalttıkları- kitleleri sürebilecekleri her yolu mubah (veya rasyonel) sayarak, üç boyutlu mekândan (Uzay’dan) Evreni fethe (!) çıkmaya çalıştıkları artık, “görüne köy” gibidir. Hem de, Evren’in esas fetih yolu olan Mikrokozmos Fiziği (Kuantum) üzerine yapılan çalışmaları –en azından- engelleyip geciktirme pahasına… Çünki kapitalistler, güttükleri bilimciler ve monopol hâline getirdikleri “mass-medya” vasıtasıyla, yaptıkları yeni işleri, sanki insanlığın gelişmesine hizmet eden bir “inisiyatif”miş gibi algılatmaktadırlar; hedef olarak sâdece, bir takım “bilimkurgu” zırvalarını gösterebildikleri halde… Bütün bu sapık düşünceler, “şu üç günlük Dünya’da, ne kadar biyolojik (hayvanî) haz alırsam yanıma kârdır” veya, “insanlığın sonu, nasıl olsa Kıyamet” veya, “bu Dünya’da alamadığım hayvanî hazları Tanrım –ebedî- Öbür Dünya’da bana verir” gibi dogmatik saplantılardan neşet etmektedir. Oysa ebedî olan, insanlığın “bilinçenme süreci”dir; ki dolayısile bu süreci gelişme hâlinde tutabilmek için de, insanların içinde bulunan –patronaj düzenlerinden mütevellid- beslenme ve çiftleşmeye mâtuf açgözlülüğü törpülemek gerekmektedir. Yoksa bu açgözlülük körüklendikçe insanlık, sınırları kalkmış bir –anormal- faunanın hayvanları gibi, çoğalıp çoğalıp –savaşlarla- birbirini yiyecektir.
Son olarak bizim subjektif konumumuzdan bakarsak, artık Türkiye’de Kapitalizm, Komünizm vs. gibi ideolojilere de, Türkçülük, İslâmcılık, Kürtçülük vs. gibi dâvalara (iddialara) da yer yoktur, ve olamayacaktır; diyebiliriz. Çünki biz artık, tarihî Aristo Mantığı’nın paradoksunu hakkıyla anlamış, tabii bilimlerin geldiği son aşamayı kavramış, ve de bunların, fâtihan atalarımızın görüş ve tatbikâtı ile örtüştüğünü ortaya çıkarmış bulunuyoruz. Atalarımızdan tevârüs ederek güncellediğimiz bu fikriyâtı hayata geçirdiğimizde, son antik Dünya İmparatorluğu Doğu Roma’nın (veya Bizans’ın) ve de üç kıtanın orta göbeğini teşkil eden bu ülkeyi Türklerin, cihanşümûl bir fetihle (ideoloji veya dâvayla değil Evrensel fikriyâtla) kazandığını ispat etmiş olacağız; Selçuklu ve Osmanlı hânedanlarından çıkmış ve –zâlimlerin ordularını bozmak sûretiyle- fetihe büyük katkı yapmış seçkin mareşalleri (sultanları) dahî, hürmet ve minnetle anarak… Zaten kıtaların “orta göbeği”, ve insanlığın “orijini” pozisyonunda bulunan bu ülkede, kalıcı olabilmek için, böyle bir ispatı yapmak da şarttır. Yoksa YALAN TARİH ÜZERİNE İSTİKBAL KURULAMAZ !...
NOT: Dünya’nın bugünkü, “kapital ve hükümranlık bölgeleri paylaşımı için birbirine girmiş ülkeler” manzarasına objektif bakabilen insanlar olsa, bu kaotik gidişâtın felâketle sonuçlanmasını önlemek üzere, fikrî soyutlamalar yaparak insanlığın kaotik başlangıcına kadar giderler; ve dolayısile de, insanın nasıl hayvan(lar)dan farklılaşarak o kaostan çıktığını açıklayan, yukarıdaki fikirlerimi paylaşırlar. Zira aksi taktirde, söyleyecekleri her sözün, siyasî arenadaki kargaşayı daha da arttırmaktan, ve kendilerini de, hayvan veya gladyatör yerine koymaktan başka bir işe yaramayacağını bilirler.
Ali Ergin Güran: 15 / 03 / 2022