Diyalektik Antropoloji veya İnsan(Emek) Bilimi, Tarihî Devirler ile Tüm Patronaj Rejimlerinin ve İdeolojilerin İnkârı Demektir.

İnsanın bir primattan türediği kabul edildiğinde, -metafiziğe veya mistisizme sapmadan- bunun lineer (doğrusal) bir gelişmeyle gerçekleştiği düşünülemez. Çünki refleksif davranışların ve deneme/yanılma öğreniminin, insanlaşma seçkinliğini sağlaması mümkün değildir; zira bütün hayvanlar böyle etkinliklerle yaşar, öğrenir ve faunasında yer edinir. Spesifik (kendine has) bir varoluş, yani “yaratılma” düşüncesi ise, tamamen akıl dışı (dinî) bir kabuldür; paradoksal Aristo Mantığı’na göre sıra dışı bir varlık (yaratıcı) var saydığı için… O zaman, insanın oluşumunda niteliksel (kalitatif) sıçramalar, ve dolayısile inkâr (negasyon) aşamaları sözkonusudur; ki “hayvanlık” bazında gerçekleşen ilk negasyonun da -bir “insan” modeli amaçlanamayacağından ötürü- sebepsiz yani kaotik olması icap eder. Bu yüzden, burada esas bilinmesi gereken husus, “kaostan çıkış parametresi”dir; ki bu da “ritm melekesi”nden başka bir şey değildir; refleksif olmayan “gayri hayvanî” bir etkinlik olarak… Böylece insanlaşmayı, bir tür primatın ritmik hareketler yapmaya mecbur kalmasıyla başlatırsak, buradan Tarihî Devirler başlangıcına kadar devam eden süreci ilk (Tez) saymak sûretiyle, Antropoloji’nin diyalektik formülünü çıkarabiliriz. Zira “Panteist-Zon” denilen TEZ aşamasında, insanlaşmakta olan yaratıklar, hayvanlar gibi besinlerini toplayıcılıkla elde ederlerken, ritmik hareketler (âyinler) yapma ıstırârından dolayı sâbitleştiklerinde, kendilerine kolay besin sağlayan –sütlerini, yumurtalarını vs. çaldıkları- hayvanları totem (kutsal hayvan) saymışlar, ama aynı zamanda sevinçle yaptıkları ritmik hareketlerle (âyinlerle) de, birlik hissi (rûhu) ile zaman mevhûmunu ve zamanlama yetisini edinmişlerdir. Ritmik hareketler bazı (seçkin) bireylerde meleke kesbedince de, düşünmeye başlayan bu liderler (şâman, kam vs.) vasıtasıyla, bireysel beslenme ve çiftleşme etkinlikleri husûsunda –birlik rûhunu ve zamanlama yetisini korumak uğruna- tabular ihdâs edilmiştir. Demek ki, ritm melekesi ile onun zihnî türevi olan sıralama melekesinin (yani aklın) kazanıldığı TEZ aşamasının karakteristikleri, -sütleri, yumurtaları, meyveleri vs. yağmalanan- kutsal TOTEM anlamındaki hayvan veya ağaçlar, ritmik âyinlerden mütevellit, “ritmik rezonans” anlamındaki birlik rûhu (ULURUH), ve de beslenme ve çiftleşme etkinliklerine karşı “ritm melekesi”nin fiilen oluşturduğu çekinikliğin sembolizmi demek olan, ama giderek müeyyidelendirilmiş yasaklar anlamını da kazanan TABULAR’dır. Ritmik davranışların meleke kesbetmesi ve aklın oluşmasını müteakip Tabu’ların müeyyidelendirilmiş yasaklar haline geldiği o “Alacakaranlık Zon”da, cinsel organlarının (penisin) kural tanımaz doğası yüzündendir ki, büyük bir ekseriyetle erkekler kurban edilmiş olmalıdırlar. Nitekim tarihî devirlere kadar rivâyetlerle gelmiş olan, kadınların nurdan, melekten (uykuda kurulan ensest ilişkiden), veya hayvanlardan (hayvan gibi görülen yabancı kabile erkeklerinden) hâmile kalabileceği inancı, o anaerkil dönemdeki kadınların, yetişkin erkeklerle muhatap olmadığını göstermektedir. Zaten Dünya’nın pek çok yerinde, izleri ve efsaneleri günümüze kadar ulaşmış olan Amazon (sırf kadın) toplulukları da, bu “erkek likidasyonu”nu teyit eden somut belgelerdir. Kaldı ki Tarihî Devirler’de, muhtelif sebeplerle depreşmiş bulunan “insan kurban etme” ritüellerini de böyle bir orijine bağlamak, gâyet rasyonel bir izah olmaktadır. Zira aksi halde bu korkunç ritüel, -yamyamlığa bağlanamayacağına göre- mistik sebeplere dayandırılmaktadır; “Şeytan’ın işi” filân gibi hikâyelerle… Panteist-Zon’un ileri aşamasında, melekelerinin olgunlaşmasıyla zamanlama/sıralama yetisi kazanan insanlar, ateşi kullanma ve resim yapma becerilerini kazanınca, bunu –nedensellik mantığı mûcibince- yaptıkları âyinlerden bilmişler, ama bu mahâretleri, eğitim alarak ve/veya öngörüp kararlaştırarak gerçekleştirmedikleri için de, insan üstü bir varlığın ihsânı olarak değerlendirmişlerdir. Nasıl ki, bugün dahî şarkıcılar, üvertür yapan çalgıların ritmini bozmadan şarkıya başlamayı, eğitimle öğrenmediği ve/veya kararlaştırarak gerçekleştirmediği halde, tam uygun anda yapabiliyor ve bunu “Allah vergisi” diye açıklıyorsa, o kadîm zamanlarda ateşle oynayabilen ve hayallerinden resim yapabilenler de, gösterdikleri mahâretin hikmetini –kişileştirmekte oldukları- Uluruh’tan bilmişlerdir. Yine o sıralarda, aynı âyinlerde kazandıkları senkronizasyon (eş zamanlı davranışlar) kabiliyetiyle, toplu avlanmalarda daha başarılı olduklarını görünce, bu başarılarını da, o yüce muhayyel varlığa (Uluruh, Varuna, Tengri vs.) atfetmişlerdir; ki Tarihî Devirler’de, mitik tanrılar ve zaman kavramı ortaya çıkınca da, aynı ritüeller, av öncesi yapılan “av büyüsü” nâmıyla mistisize edilip, geleneksel olarak günümüze kadar ulaşmıştır. Zaten Tarihî Devirler’de, tabuların yıkılmasıyla ortaya çıkan “akıllı hayvan”, daha doğrusu onların lideri olan “Patron”, Tarih Öncesi’nden gelen ve beslenme/üreme amacı gütmeyen bütün ritüelleri, Mistisizm başlığı altında “akıl almaz aktiviteler ve kerâmetler inancı veya ideolojisi” olarak toparlamış ve yaftalamıştır; işine gelenleri istediği zaman ve şekilde “büyü” veya “ezoterizm” ekolleri (ve mârifetleri) olarak kullanmak, veya cezalandırmak üzere…

Sayma (ritm) ve sıralama melekeleri güçlendikçe, “zaman” ve “mekân” mevhumları da, giderek somut kavramlara dönüşmüşlerdir; yaratılan “ölçü”ler vasıtasıyla… İlk “zaman” ölçüsü, gök cisimlerinin peryodik hareketlerinden çıkarılmış, ilk “mekân” ölçüsünün birimi de adım (kude) olarak tespit edilmiştir; ki bunlardan da, ordinal (sıra) ve kardinal (çokluk) özellikleriyle birlikte “sayı”lar türetilmiştir. Ölçü ve sayılar vasıtasıyla (yani bilimle) kurulan uzun nedensellik zincirlerinden sonradır ki, yerleşik üretim aşamasına sıçranabilmiş, ve Tarım Devrimi idrâk edilmiştir; Tarihî Devirler’in kapısı olarak… Antropoloji’nin diyalektik formülündeki ANTİTEZ konumunu belirleyen bu aşamanın karakteristiklerini, TABULARIN YIKILIŞI , MİT’İK TANRI KAVRAMI ve AKILLI HAYVAN (PATRON) olarak tespit edebiliriz… Tarım Devrimi’yle baş gösteren işgücü (işçi) ihtiyacına binaen tabular kaldırılmış (yıkılmış), ama olağanüstü biriken “artı-değer”e, kutsal bir sahip bulunması ihtiyacına binaen de, ulaşılmaz bir –muhayyel- tanrı mitiyle ilişkilendirilmiş işverenler (patronlar) ortaya çıkmıştır; Tanrı-Kral üst başlığı altında… Bu patronlar da, çoğunluğu, şartlı reflekslerle çalıştırılan ehlî (terbiyeli) hayvanlar gibi “işçi” yapıp, kendilerinin alabildiğine beslenme ve çiftleşmelerini ise Tanrı(lar) ödülü sayarak, “insan sürüsü”ne çobanlık yapan “akıllı hayvan”lar hâline gelmişlerdir. Tarihî Devirler ile başlayan Politeizm’deki fonksiyoner (spesifik görevi bulunan) tanrı mitosları ise aslında, toplayıcı/avcı panteist grupların avlanmalarına yardım eden “ruhsal tanrı”nın, bir iş’de uzmanlaşmış kişilere dönüştürülmesiyle ortaya çıkmıştır; kitlesel (kastî) işbölümü düzeninin projeksiyonu olarak… Tarihî Devirler’e, palavra (lâf) ve demagoji devri demek de mümkündür. Çünki tabuların yıkılmasını müteakip, “ensest yasağı”, “fuhuş ayıbı” ve “alenî evlenme(nikâh)” bileşenleriyle birlikte sözsel bir Ahlâk öğretisi ortaya çıksa da, ve bu kurallar Tanrı mitosunun veya onun görevlendirdiklerinin (patronların) uygun gördüğü cezalarla müeyyidelendirilmiş olsa da, tabusal çekiniklik ve korkular ile, içgüdüler arasındaki çelişkiyi mecazlarla anlatabilmek mümkün olamamış ve kafa karışıklığı giderilememiştir. Zira öngörülen cezalar, tabuların “sembolizm” aşamasından, yani korkutucu masklarla insanların ölümüne korkutulduğu son aşamasından, Tanrı mitosunun emirlerine intikal ettirildiği için, tabuların, “ritm melekesi”nden mütevellid “içgüdü frenleri” anlamındaki maddi sebebi veya gerekçesi bilinç dışında kalmıştır. Veya başka bir deyişle, içgüdüsel etkinliklerin, ritmik (sanatsal) aktivitelere ve –ölçülere, sayılara bağlı- bilimsel düşünceye (ve akla) engel olduğu gerçeği, bilinç altına itilmiştir. Böylece de insanlar hep, gerekçesi açık olmayan ve Tanrı’nın ajanı konumundaki Şeytan tarafından hep “zevkli” gösterilen bu Tanrı yasaklarını sorgulamışlar, ve kaçamak fırsatı bulduklarında da daima çiğnemişlerdir; şizofrenik (çatlak) bir kişilik olarak… Kaldı ki, Tarihî Devirler’de cinsel ilişki, tabuları yıktıran mitik tanrıların –insanlara- verdiği bir ödül olarak kabul edildiğinden, Öbür Dünya’da bile ebediyen sâhip olunabilecek böyle bir büyük ödülün, bir takım şeklî şartlara bağlanmış olmasına anlam verememişlerdir. Üstelik, cinsel ilişkiye geçişte, melekelerin çalışmasından mütevellit zorluk veya engelleme ile, “vuslat” ânındaki şuursuzca alınan haz, yarım akıllı insanlara, tanrısal bir mevkîye (cennete) gidip gelindiği intibâını vermiştir; hayvanlığa gidip gelindiği halde… Böylece de cinsel ilişki, giderek ulaşılması güç bir haz ve mârifet gibi görülmüş, dolayısile de övünme ve rekâbet vesilesi yapılmıştır; kapitalist ideojinin başlıca “motivasyon” âmili olarak… Oysa bilim ve sanat gibi insanî etkinliklerden zevk alan normal bir insan için cinsel ilişki, hayvanî dürtülerden (cinsel hormonların baskısından) kurtulmak üzere yapılması gereken bir “def-i hâcet” olayıdır. Ama nevar ki, hayvanlaşmayı “tanrısal”lık gibi gören/gösteren kapitalist zihniyet insanlara, ömürleri boyunca –ergenler gibi- flört etkinlikleriyle yaşanabileceğini dikte ederek, onları sapıklaştırmakta, ve nihayette nereye varılacağını da, dinlerin “Kıyâmet” kehânetini benimsemekle göstermektedir. Gerçekten de, hayvanlığını aşarak faunasının sınırlarını kaldırmış olan bir varlığın, hayvanî saiklerle davranmaya (alabildiğine beslenip üremeye) devam etmesi, nihâyette birbirini yemesi sonucunu doğuracaktır; Evren’i, –iki boyutlu Dünya yüzeyini fethettiği gibi- üç boyutlu vechesinden fethedemeyeceğine göre… Demek ki artık, “tabu” gerçeğini bilince çıkararak, aklı, biyolojik insan bedeninden bağımsız olarak meydana getirmiş, ve dolayısile aklın, bir raddeden sonra cansız bedenlere intikal edebileceğini de göstermiş bulunan, -bütün hayâlî tanrı tasarımlarının tanrısı sayılabilecek- Evrensel Determinizm’in bir hükmü veya kanunu olarak idrâk etmemiz gerekmektedir. Bununla birlikte, insanların biyolojik bedenlerinden (içgüdülerinden) nemâlanan, patron adındaki “akıllı hayvan”lardan veya “çoban”lardan, yani tarihî Kapitalizm ideolojisinden de –simbiyotik eklentisi olan dinlerle birlikte- kurtulmamız icap etmektedir. Son tahlilde diyebiliriz ki, akıllı insan seçilimini sistematize ettiğimiz anda, Kapitalizm’in –dinlerle birlikte- likidasyonu başlayacak, ve böylece de insanlık, SENTEZ aşama olarak Tarih Sonrası’na adım atmış olacaktır. Bu son aşamaya da karakteristik vermek icap ederse bunu, AKLIN KORUNUMU ve/veya SÜREKLİ BİLİNÇLENME olarak tespit edebiliriz.

Antropoloji’nin, İNSAN (EMEK) BİLİMİ Reprezantasyonu:

Burada, her şeyden önce, insanın, emeğin bir fonksiyonu olduğunu vurgulamak için İnsan(Emek) şeklinde bir ifade kullandık; ki bunu, İ(e) şeklinde tamamen matematiksel notasyon olarak göstermek de mümkündür. Bütün maddeci düşünürler, emeğin, insanlaşma parametresi olduğunda ittifak ederler ama, pek çoğu da, bunu lineer bir değişken sayar veya sanır; emeği, iş ile özdeşleştirerek… Mesela insanlığı, -kurtarıcı gibi çıkarak- yüz yıllar boyu karıştırmış olan Komünist ideolog ve liderler, böyle bir yanılgı içindeydiler… Oysa emeğin kendisi de, gerek bedenî, gerekse fikrî olsun, bir fonksiyondur; ritm (sayma) ve sıralama melekelerinin (parametrelerinin) fonksiyonudur; E(r,s) şeklinde, matematiksel notasyonla da ifade edebileceğimiz gibi… İnsanlar, algıladıkları veya hafızalarında tuttukları verileri, “ritm” ve “sıralama” melekeleri vasıtasıyla, süratle sayma/sıralama işlemlerinden geçirerek, vardıkları kararlılaşma (determinasyon) hâlinde bir fikir veya davranış formatı yaratırlar; ki bu da, becerisel bir “emek” yani “iş” anlamına gelir. Bu bedenî veya fikrî beceri kalıpları da, tekrarlanmak ve taklit edilmek sûretiyle, “iş (metâ üreten emek)” anlamındaki lineer “emek” parametresini, ve dolayısile de onun fonksiyonu olan insan formasyonunu belirler. İnsanların çoğunluğu, “emek”leri sabit beceri formlarında lineerleşmiş işçilerden müteşekkil olsa da, diğer bir kısmı, sayma/sıralama melekelerini –ister istemez- devamlı çalıştırarak “emek” parametresini, yeni eserler ortaya çıkarmak veya verimli kılmak üzere değiştiren yaratıcı insanlardır; ki onlar, muhakkak ki çok değerlidirler. Çünki onların yaratıcılıkları veya keşifleri, bir metâ anlamında (yani pazarda) değerli olmasa da, her hâlükârda, Evrensel Determinizm (Kararlılaşma) denilen puzzle’ın bir parçasını veya Evrensel Devinim’in yol haritasındaki –henüz görülemeyen- bir aşamayı ifade etmektedir. İnsanlık bugün artık, İ(e) fonksiyonunu, yani işçi formasyonundaki insanın aklını, cansız maddeye kopyalamıştır; robot adı altında… Ancak henüz, fonksiyon hâlindeki emeği, veya E(r,s) fonksiyonunu, yani her hâlükârda doğru kararlar verebilen –yaratıcı- insan aklını kopyalayamamıştır; ama bunun da gerçekleşmesi pek uzun sürmeyecektir. Çünki artık, ritm melekesinin türevi olan –zihnî- “sıralama melekesi”nin, insan aklının çalışma prensibi olan, Matematiksel Mantık’daki “İyi Sıralanma Prensibi” ile aynı şey olduğu anlaşılmış ve böylece de, İnsan (Emek) Bilimi’nin matematiksel reprezantasyonu tamamlanmıştır. Zira sıralama melekesine sahip olmayan bir hayvan için, “İyi Sıralanma Prensibi”nin hiçbir anlam taşımayacağı, dolayısile doğadaki nesne veya objeler (ve onlara bakan gözler) için böyle bir prensibin geçerli olmadığı anlaşılmıştır. Yani nihayette, insanların tüm ideolojik sözleri soyutlanarak, matematiksel mantığın “İyi Sıralanma Prensibi”ne (ve Seçme Aksiyomu gibi eşdeğerlerine) dayandırılmış, kültürel ve sosyolojik davranışları da soyutlanarak, istenç dışı bir davranış olan “ritm melekesi”ne bağlanabilmiştir. Bundan sonra ortaya çıkan –değişken- emek fonksiyonu E(r,s)’nin, r(ritm) ile s(sıralama) parametreleri, istenç dışı çalışan meleke faaliyetleri olduğundan, emeği dönüştüren bu modüler parametrelere, KOZMİK EMEK demek, yerinde olacaktır. Böylece, “insanlaşma süreci”nin matematiksel reprezantasyonu yapıldıktan sonra artık, insanlık hakkındaki bütün dinî, felsefî ve ideolojik mugalâtaların foyası ortaya çıkmış, ve de bunların aslında, tarihî ve yersel (kültürel) –yani subjektif- görüşler oldukları anlaşılmıştır. Demek ki artık, yaratıcı emek veya Kozmik Emek dediğimiz E(r,s) fonksiyonunun, cansız maddeye kopyalanması, ve karar verebilen (problem çözebilen) yapay beyinlerin geliştirilmesi, hemen hemen tamamen bilgisayar mühendislerine kalmıştır. Demek ki artık insanın, insanlık hakkındaki düşüncelerine –biyolojik bedenlerinden mütevellit- hiçbir subjektif etkinin karışmaması îcap etmekte, ve böylece de tüm ideolojilerin ortadan kaldırılması gerekmektedir. Yani hiç kimse, objektif düşünen bir insanın ve yapay beynin sahibi olmamalı, ve böylece de tüm tarihî patronaj rejimleri, Kapitalizm aşamasında sona erdirilmelidir. Yoksa, yapay beyinlerin (veya akıllı robotların) monopolleşmesi halinde, akıllı insan likidasyonu gerçekleşecek, ve de insanlığın sonunu getirecektir. Çünki o robotlar, kendilerini işlevli kılmak, ve “emek” parametrelerini sabitleştirmek üzere, “bilinçsiz insan sürülerini çoğalta çoğalta savaştırarak itlâf etmek” gibi bir oyun formatında kararlılaşacaklardır; monopolleşmek isteyen kapitalist patronları “psikopat insan”larla özdeşleşerek… Son patronaj rejimi olan Kapitalizm’i, böyle bir feci düzene dönüştürmek isteyenler, gereken meşrûiyeti de, “demokratik seçim(!)”ler vasıtasıyla kolayca sağlayabileceklerdir; halkı, bol beslenme ve çiftleşme vaadiyle kandırmak, ve de aşkı (üreme iştiyâkını) terennüm eden şarkılarla, hikâyelerle avundurmak şeklindeki popülist politikalarla… Meşrû bir iktidar olarak ortaya çıkacak olan bu “psikopat patron + akıllı robot” simbiyozu da, her şeyden önce, bilinçlenme yolunda çalışan akıllı (yaratıcı) insanları hedef alacak, ve de onları yok etmeye çalışacaktır… Onun için artık, akıllı insanların âcilen yapması gereken iş, kendileri gibi –düşünen- insanlarla buluşmayı sağlamaktır. Akıllı (melekeleri sağlam) insanların buluşmasını sağlayacak pratikler, giderek, İnsan (Emek) Bilimi’nin realizasyon metodolojisini ortaya çıkaracak, ve/veya akıllı insan seçilimini gerçekleştirecek sistematiği tesis edecektir. Aslında, metematiksel gösterilişi yapılmış bir fikriyâtın, sözsel reprezantasyonlarını yapmak hiç de zor bir şey değildir; ki bu reprezantasyonlar vasıtasıyla akıllı insanların birbirlerini görmesi ve bulması da, gâyet kolay olacaktır. Ancak bilimin dallanmış ve bilimcilerin uzmanlaşmış olması, Antropoloji, Sosyoloji, Tarih, Matematik gibi dalları bir araya getiren bir teorinin anlaşılmasını güçleştirmektedir. Kaldı ki, büyük çoğunluğu akademisyen olan bilimciler, ödül ve/veya kariyer tahkimâtı vaad etmeyen bir konu veya teori üzerinde çalışmayı da fuzûlî saymaktadırlar; zira çalışmalarını paraya tahvil etmedikçe, yaşantılarını Kapitalizm normlarına göre düzenleyemeyip toplumun –kendilerine- uygun düşen katmanından dışlanacaklarını bilmektedirler. Yani netice itibâriyle, son patronaj düzenindeki bilimcilerin de çoğu, patronaj ideolojisiyle (Kapitalizm’le) beyinleri yıkanmış, ve de patronlar (kapitalistler) tarafından –âdeta- köleleştirilmiş, gâyet subjektif görüşlü insanlar olmaktadırlar.

İnsanlık İnisiyatifi, Teoriden Pratiğe Nasıl Geçer?...

Tarih Sonrası’na geçiş yolunu gösteren, ve tüm insanlığa şâmil en derin soyutlama demek olan bu çalışmanın (fikrî inisiyatifin), pratiğe intikal şekli de, tabii ki orijinal olacaktır. İnsanoğlu aklını, ritm ve sıralama melekeleriyle “ölçü” ve “sayı”ları yaratıp bilimsel çalışmalar yaparak edindiyse de, Tarım Devrimi’yle Tarihî Devirler’e girildiğinde ortaya çıkan Patronaj rejimleri, bilimi güdüm altına aldığından, yeni bir fikri, sözkonusu “güdüm”den bağımsız olarak realize edebilmek hiç de kolay olmamıştır; feodal ve antik çağlardan beri… Nitekim tüm tarihî devirlerde, yeni bir fikrin realize edilebilmesi, o fikri düşünen kişinin, ya peygamber, ya da muzaffer bir komutan olmasını gerektirmiştir; mistifikasyonla (hipnozla) veya zorla gerçekleşen bir “yaptırım gücü”ne dayanması icap ettiği için… Peygamberlik iddiası güdülmeden, ve “zor”a dayandırılmadan bir fikrin realize edilebilmesi için, o fikrin, en az iki kişi tarafından lâyıkıyla anlaşılması ve benimsenmesi gerekir; hem değişik pozisyonlardan bakışların doğrusal bir yön tayin etmesi, hem de –mistifikasyonu önlemek için- kişilerin birbirlerine şahit/murâkıp olabilmesi bakımından… Buradaki “anlama”nın kriteri ise, “Teorinin, çelişkiye düşmeden, istenildiği kadar sözsel reprezantasyonlarını yapabilme” yeteneği ve/veya yetisi olarak tespit edilebilir. Çünki, yaptığımız Matematiksel Reprezantasyon, tarih boyunca insanlık hakkında uydurulmuş ideolojilerin, uyduruk (mecâzî) sözlerinden temizlenmesiyle ortaya çıkarılmış bir –Antropolojik- iskelettir aslında… Ama esas mesele, bu fikriyâtı anlamadığı, hatta hiç anlayamayacağı halde, fikir sahipleriyle temasa geçmiş bulunan insanlarla başlamaktadır. Çünki Diyalektik Antropoloji veya İnsan (Emek) Bilimi, ideolojilerin tam aksine, satın alınamayan (yatırım çekmeyen) ve propagandayla taraftar kazanamayan ve yayılamayan, gerçek bir bilim veya bilim oryantasyonudur. Dolayısile de İ(E)B’ye taraftar olmak mümkün değildir; zira bilimsel teoriler ya doğru bulunur ve anlaşılır, ya da yanlış bulunur ve çürütülür. Kaldı ki, bilimsel bir teorinin, herkes tarafından anlaşılması, şart da değildir, mümkün de… Ama nevar ki, benimle ilgili/ilişkili olan herkes, İnsan (Emek) Bilimi karşısında, sanki bir ideolojiyle karşılaşmışlar gibi tavır takınmakta, ve taraftarmış gibi davranarak taraftar bulmaya çalışmaktadırlar. Oysa taraftarlar, giderek yatırımcı çekecek (satın alınacak) oluşumlara üşüşürler; ve yatırımcılar da, taraftar toplayabilecek –politik ideolojik- fikriyâtı satın alırlar. Onun için, benimle ilgili/ilişkili kişilerin tarafgirâne tavır ve davranışları, -belki niyetlerinin aksine- İnsan (Emek) Bilimi’nin yayılmasını önleyip, benim üzerimdeki tecriti tahkim ettirmektedir; ideolojik yeni oluşum veya rakip çıkacağı endişesi taşıyan mihrak ve kuruluşlar vasıtasıyla… Oysa her şeyden önce, bilimden ve tüm bilimsel çalışmalardan bütün bilimcilerin sorumlu olduğu/olacağı düşünülmelidir; hiç olmazsa, metodoloji ve Matematiksel Mantık açısından… Kaldı ki burada, İnsan (Emek) Bilimi gibi Matematiksel Mantık orijinli bütüncül bir çalışmayı, antropolojik, tarihî, fizikî, matematiksel vs. dallarına ayırarak, her dala ait konuyu, o branşın uzmanlarının görüşüne sunmak gibi bir araştırma kolaylığı da sözkonusudur. Mesela tabuların nesnel sebebini Antropologlara, Ahmet Cevdet Paşa tarihindeki “Bekdaşi” boşluğunu Tarihçilere, Canlılar Âlemi’nin, Fizikî Âlem’in “anti-tez”i (negasyonu) olup olmadığını Fizikçilere, Aristo Mantığı’nı çürüten Russell Paradoks’un, tüm felsefî ve ideolojik öğretileri nasıl etkilediği (etkilemesi gerektiği) sorusunu da Matematikçilere sorarak, onları köşeye sıkıştırmak (cevaba zorlamak) mümkündür. Demek ki bundan sonra artık, İnsan (Emek) Bilimi’ne ilgi duyan ve benimle –bir şekilde- ilişkili olan herkes, ya kendisi bizzat, ya da tanıdığı bir gazeteci vasıtasıyla, değerli bulduğu veya ünlenmiş bulunan bilimci ve düşünürlere, sözkonusu bilimsel çalışma hakkındaki fikirlerini sormalıdırlar. Onlardan, tenkit etmeye kalkanlar, muhakkak ki, “şecaat arzederken sirkatini söylemek” durumuna düşeceklerdir. Diğer bazıları, cevap vermekten kaçınsalar, ve hatta önemsemiyorlarmış gibi yaparak küçümseseler de, bu isimlerin dahî bana bildirilmesi gerekir; ki ben de uygun bir zaman ve yerde onları, “Kapitalizm ve/veya diğer bazı ideolojilerle beyni yıkanmış ve satın alınmış insanlar” olarak teşrih ve teşhir edeyim. Zira yaklaşık 60 yıldır metodolojik olarak (Matematiksel Mantık’la) düşündüğüm bu konu hakkındaki “şüphe” marjını, ihmal edilebilir seviyeye düşürmekle birlikte, yazdıklarımın -uzaktan bile olsa- dikkatle izlendiğini de biliyorum. Bunlar arasında mesela, bana “çalışmalarınızın bir ucundan tutabileceğimi sanıyorum” diye nâzik bir mesaj attıktan sonra –kısa sürede hastalanıp- vefat eden merhum Prof.Dr.Toktamış Ateş’i önemle kaydetmem gerekir… Ayrıca, bir yıl kadar önce başımdan geçen çok ilginç bir olayı da belirtmeliyim: Epeyi içkili olarak Twitter’ın başında “dalga” geçmekle iştigâl ettiğim bir akşam, birdenbire benim hesapta bir “takipçi” yığılması baş gösterdi; ki bu yığılma 2-3 saat içinde 500’e kadar dayandı. Ben bu olağandışı olayı, hayra yoramadığım için, “Hadi gelin bakalım Tirol’ler, ne yapacaksanız?” gibilerinden bir tepki mesajıyla karşıladım. Ama buna karşılık bir çok kişiden, “Biz tirol değiliz, falan hocanın tavsiyesi üzerine sizi takibe aldık” gibilerinden cevaplar aldım. Bunun üzerine hocalarını sorduğumda, bana bir hanım doçentin adını verdiler; ki ben de ona bir teşekkür mesajı attım. O hanımefendi de bana, “sizin yaptıklarınız yanında, benimki teşekküre değmez” mealinde sitâyişkâr bir mesajla cevap verdi. Gerçekten de, o akşam takipçim olan yaklaşık 500 kişiden, grupsal bir kopuş (takibi bırakış) olmadı ama, o akademisyen hanımdan da bir daha haber çıkmadı; ki ben de, kaydetmediğim için ismini unuttum… Bu örnekten de anlaşılıyor ki, fikriyâtı izleyenler, aynı zamanda kendilerini göstermekten de çekiniyorlar; yerleşik ideolojiye (Kapitalizm’e) ters düşmemek için… O halde, benimle ilişkili olan herkes, her şeyden önce, bu insanları bulmak ve onları cesaretlendirmek zorundadırlar; fikrî inisiyatifin pratiğe intikali için… Yoksa benim için artık, ilişkili olduğum hiç kimsenin, “gardiyan”dan farkı kalmayacaktır. Zira gardiyanlar da, insana yatacak yer gösterir, yemek verir, mektuplarını (tebliğlerini) –okuyucularına- gönderir, ve hatta zaman zaman teselli etmek için sohbet bile ederler… Bu hususta Caner Güçal, herkesten daha kıdemli ve kademli olması hasebiyle, öncü ve örnek olabilir; ve olmalıdır da… Çünki gençliğinde bir –devrimci- lider olarak temayüz edip, 1970’lerin başında idamla yargılanırken, mahkemede muhteşem bir “tirad” okuyan Caner Güçal, o sözlerinin, gençlik heyecanıyla savrulmuş kuru bir tehdit olmadığını, ve ondan sonra da “kişilik parçalanması”na uğramadığını göstermelidir. Zira bir ülkenin, hatta insanlığın bütünlüğü ve bekâsı, ömrü boyunca fikrî bütünlüğünü koruyabilmiş, dolayısile de bilimsel buluşlar, keşifler yapabilmiş insanların varlığıyla kaimdir. Kaldı ki O’nun, sözkonusu “tirad”ının sonunda, yüzlerine karşı, “ilerde de yanlış yaparsanız, yine göz-gez-arpacık’tan selâm göndereceğim” diye meydan okuduğu kurum, -değil yanlış yapmak- topyekün Atatürk düşmanı gericilere teslim olmuştur. Yani artık karşısında bir muhatap bile yoktur; cezaevindeyken yaptığı “antropolojik araştırma ve soyutlama”larını haklı çıkaracak şekilde… Tarihin bir konağına takılıp kalmış gericileri muhatap almak ise, “abesle iştigâl”dir; zira onlar “Tarih Öncesi”nden çıkarılıp önlerine konulan gerçeklerle (kartlarla) –Briç deyimiyle- empasa sokularak mahkûm edilirler ancak… Yani Caner Güçal, cezaevinde düşündüğü “antropoloji” konusunu bana “pas”ladıktan sonra, onu getirdiğim Diyalektik Antropoloji seviyesini iyi kavramalı ki, hem “tirad”ını taçlandırsın, hem de “Deniz Gezmiş (Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan)”leri, “tarihî yozlaşma ve istismar” molozunun altından kurtarabilsin; onların biyolojik ölümlerine/öldürülmelerine engel olamamasını telâfî edercesine… Zira 1968’deki kalkışmada bazılarımız, düşüncelerinin sâfiyâne dilekleri doğrultusunda –büyük bir heyecanla- almış bulundukları “fiilî inisiyatif”ten vaz geçmeyerek genç yaşta ölüme gitmiş olsalar da, biz, bilimsel analiz ve soyutlamalarla kazandığımız “fikrî inisiyatif”i kimseye kaptırmadan, insanlığın en önüne geçmiş bulunuyoruz.

İnsanlık İnisiyatifi, İnsan (Emek) Bilimi veya Diyalektik Antropoloji teorilerini anlayan 2-3 kişi bir araya geldiğinde, pratiğe oturmuş, ve de realizasyona başlanmış olacaktır. Bizim hiçbir ideolojiyle rekabetimiz sözkonusu olamaz ama, kapitalistlerin, “yatırım rekabeti” alanının dışında da olsak bizi, “demokrasi” zevâhirini korumak için “fikir özgürlüğü” kapsamında kabul etmeleri zorunluluğu vardır. Ama nevar ki onların “fikir özgürlüğü”, Tarihî Devirler çerçevesi içindeki fikirlerle kısıtlanmıştır. Ancak bizim, Tarih Öncesi’ni ortaya çıkarıp, insanlığın Tarih Sonrası’na geçiş yolunu aydınlatmak, gibi bir görevimiz vardır. Dolayısile de, Tarih Öncesi’nin ışığında kapitalizmin meşruiyetini sorgulamak, ve de müstakbel/mutasavver “psikopat patron + akıllı robot” monopolüne (odağına) karşı hazırlanmak üzere, “seçilim”den geçmiş akıllı insanlardan müteşekkil “insanlık odağı” oluşturmak gibi bir misyonumuz sözkonusudur. Mesela bugünkü Dünya’da, kapitalizmden (ve onun simbiyotik eklentisi dinlerden) bunalarak yeni insanî yollar arayan pek çok mistik gruplar (tarikatlar) ortaya çıkıyor. Ama bunlar Tarih Öncesi’ni bilince çıkaramadıklarından ötürü, dinleri taklîden mistisizme saplanıyor; ve sonra da müesses nizam (kapitalizm) tarafından kriminalize edilerek ortadan kaldırılıyorlar; İnsanlık fikriyâtında toparlanmaları gerekirken…

İnsanlık Odağı’nın stratejik programı, Kapitalistlerin mutasavver Uzay Yaşamı hakkında uydurdukları “bilim kurgu” senaryolarına karşı, Tarih Öncesi insanlığına dair, ve de gerçekten bilime dayanan senaryolar üretmek olacaktır. Ve böylece de, “Uzay’ın Fethi” kurgularının, geçmişini (Tarih Öncesi’ni) unutmuş bir şizofrenik (kapitalist) zihniyetin uçuk/kaçık tasavvurları olduğu ortaya konulacaktır. Çünki kendini bilmeyen bu insanlara (kapitalistlere) rağmen, insanın “bir kaostan, ritmik hareketler (çırpınışlar) yapıp, bu hareketlerin meleke kesbetmesiyle zuhûr etmiş, aynı zamanda ritmik davranma ıstırârından dolayı ortaya çıkan beslenme ve çiftleşme çekinikliği üzerine de tabular ihdâs ederek, E(r,s) fonksiyonu anlamında akıl sahibi olmuş” bir varlık olduğu anlatılacaktır. Böylece de, Tarih Öncesi’nin uçuk/kaçık tasavvurlarıyla müstakbel Uzay Hayatı’nı kurgulamanın “deli saçması” olduğu ve insanlığa rehberlik edemeyeceği, bilâkis kafa karışıklığı yaratacağı açıkça gösterilecktir. Ve bu arada, Tarih Öncesi’nin sözsel ve teatral reprezantasyonları sergilenerek, insanların zihnine işlemiş mistik düşüncelerle de kıyasıya bir mücadele yürütülecektir. Ayrıca, ilk “tanrı-kral” patronlarla başlayan “Büyüme Ekonomisi” saplantısıyla üç boyutlu uzayda, daha çok hammadde ve daha büyük enerji kaynakları aramakla uğraşmanın, ama buna mukâbil, koskoca Fizikî Kozmos’u, Mikrokozmik planda inkar (negasyon) etmiş bir Canlılar Âlemi’ni görmezden gelmenin, insanı, daha konforlu beslenen “obez”, ve daha konforlu seks usulleri icat eden “seksopat” savaşçılar hâline getirip dejenere ettiği/edeceği de israrla vurgulanacaktır…

İnsanlık Odağı’nın taktik plândaki uğraşları da, insanların içgüdüleriyle oynayarak (fizyolojik/hormonal dürtülerini istismar ederek), onları hayvanlar gibi gütmeye programlanmış kapitalistlerin, bu kirli işleriyle nasıl bir –insanî- dejenerasyona uğradıklarını teşrih ve teşhir etmek olacaktır. Çünki Kapitalizm ideolojisinin “insanlar, çalışarak ürettikleri mal ve hizmetler karşılığında para kazanırlar, ve bu paralarla aldıkları –gelişmiş- mal ve hizmetler vasıtasıyla da, daha konforlu lezzet ve şehvet hazları satın alma ve yavrulama imkânına kavuşarak ödüllendirilirler” şeklindeki öğretisi, tamamen hayvanî bir “şartlı refleks kazandırma” terbiyesi olup, insanlığın (aklın) oluşumuna terstir. Bu ters (reaksiyoner) öğreti ve/veya ideoloji, edebî sanat ve senaryolar vasıtasıyla seksi, melekî rezonanstan mütevellid sevgi duygusuyla karıştırarak bir marifetmiş gibi sunmakta, ve de tüm insanların –ergenlikte atlatmaları gereken- bu şaşkın (dalgacı) halleriyle övünerek birbirleriyle yarışa girmelerine sebep olmaktadır; sessizce bir “def-i hâcet” olayı olarak geçiştireceklerine… Sadece, melekeleri muhtel büyük bir çoğunluk tarafından benimsenmiş olan bu gayri insanî öğretiyi yalanlamak için dahî olsa, kapitalist azınlığın dejenere “özel hayat”larını deşifre etmek şarttır artık… İnsanlık Odağı’nın Türkiye özelinde yapacağı âcil görev ise, Laiklik Prensibi’nin –Russell Paradoks’a dayanan- Matematiksel (Mantık) gerekçesini müessir bir biçimde anlatarak, bunun Anayasa’ya yazılmasını sağlamak olacaktır; bu husustaki her türlü mugâlâtaya son vermek üzere…

İnsan (Emek) Bilimi veya Diyalektik Antropoloji, şimdiye kadar benim “Tebliğler”im dâhilinde tecrit edilmiş olsa da, bundan sonra tecriti kırıp, insanlığın Tarih Sonrası’na geçiş yolunu aydınlatmak üzere tüm Dünya’ya yayılmalıdır; ki yayılacağını umuyorum. Zira Atatürk Cumhuriyeti’nin 99.yılında, onu ajansal bazda kontrola alan “Emperyalist+Reaksiyoner(dinci)” ortaklığına karşı verilebilecek en müessir cevap, “Anti-Komünizm” mayasıyla gericiliğin köpürtüldüğü 1960’ların başından itibâren –özgür beyinlerce- yürütülmüş, bir “Anti-Kapitalist Tefekkür” sürecinin mahsûlü olmalıydı; ki nitekim de, 99.Tebliğ budur işte… İnşallah 100.Tebliğ’i bir başkası yazar!..

Ali Ergin Güran: 23 / 04 / 2022