SUNUŞ
Aşağıdaki “özensiz” çeviriden –bile- anlaşılacağı gibi, atalarımızdan Şemseddin Hacı Ahmed adındaki zat, “Has” olarak tasarrufunda bulundurduğu mülkü (bu günkü Hasköy yöresini), imar etmek ve üzerinde îmâlathâneler, “kârhâne”ler ve –teknolojiyle ilgili- okullar kurmak sûretiyle ma’mur hâle getirerek –kısmen- vakfa dönüştürmüştür…Kendisinin özellikle “tuğla-kiremit imâlâtı” ile şöhret kazandığı ve onun için de Kiremitçi Ahmet Çelebi diye anıldığı açıktır. Dolayısile, İstanbul’un ilk sanayicilerinden olduğu ve hatta bu hususta “pir” sayılabilecek bir öneme sâhip bulunduğu anlaşılmaktadır.
Onun içindir ki, böyle önemli tarihî belgelerin çevirilerini yapacak olanların, ayrıca tarih bilgisine de sâhip olmaları gerekmektedir. Ama ne var ki, eski dilleri ve edebiyatı bilenler tarih bilmiyor, tarih bilenler de eski Doğu dillerinin dînî, felsefî terminolojisinden bîhaber bulunuyorlar… Yâni Atatürk’ün dikkat çektiği ve adına özel fakülte kurdurduğu “Dil ve Tarih” konusu tamamen ihmal edilmiş bulunuyor. Öyle ki, bu dalda gâyet orijinal bilimsel çalışmalara kaynak olabilecek bir yığın belge ve bilgiyi paylaşacak adam bulamıyorum… Bu dalda kariyer yapmak isteyen akademisyenler, yabancıların –ısmarlama- tezlerini desteklemek anlamında araştırmalar yaparlarken, ben de sahip olduğum arşivi deşifre etmek yolunda –abuk subuk tercümeler için bile- para aramak zorunda kalıyorum…Halbuki normal olarak tarihçilerin, orijinal bilimsel çalışma yapmak için bendeki belgeleri israrla talep etmeleri ve bizim de tarihî gerçekleri onlardan öğrenmemiz gerekirdi…
Kaldı ki bu husustaki engellenmem, sâdece akademisyenlerin umursamazlığıyla da kalmıyor… Onlar bazen de korkutuluyorlar, benimle işbirliği ve fikir teatisi yapmasınlar diye..
Üstelik bu yolda bana maddi-mânevi destek olan veya olacak olanlar da, -internet ortamında- haklarında türlü “fesat” ve “tağşiş” şaibeleri yayılmak sûretiyle uzaklaştırılmak isteniyor…. İşin acıklı tarafı, bu şaibeleri çıkaranlar bazen de –pervâsızca- Devlet’in resmî istihbârat teşkilâtının ismini ve adresini de kullanıyorlar… Onun içindir ki ben uzunca bir süredir, MİT rumuzuyla meşhur olmuş teşkilâtın açılımını Millî İğtişâş Teşkilâtı olarak okuyorum… Ve son tahlilde de anlıyorum ki, tarihçilerimiz satılmış Osmanlı Hânedânı’na tarihî gerekçe tertip etmiş bir “bendegân” olan Ahmet Cevdet Paşa’dan, veya Almanya’nın emperyal Doğu Politikası için tarihî zemin hazırlamış biri olan Hammer’den kaynaklanan spekülâsyonların, bilimsel çalışma (veya objektif tez) demek olmadığını anladıkları zaman, istihbâratçılarımız da yabancı devletlerin “düşman” veya “tehlike” algılamaları uyarınca alarme olmaktan ve/veya “aport” durumuna geçmekten kurtuldukları zaman, ve ancak o zaman biz, bağımsızlığımıza kavuşup “iç dinamik”lerimizi yeniden harekete geçirebiliriz…Bunun içindir ki ben, ulaşmış olduğum bilgi ve bilinç düzeyini bana sağlamış bulunan “Tarih”imi de sırtımda taşıyarak bugünlere geldim…Yâni tarihimizi doğru olarak açıklayan evrensel bir metodolojiye ve terminolojiye ulaşabildiysem bu durum, ecdâdımdan bana –bir nevi inisiyasyon usullerine uyulmak sûretiyle- tahrif edilmeden gönderilmiş bulunan orijinal belge ve bilgilerle de ilgilidir. Dolayısile bu açıklamalardan, tarih üzerine yapılan tefekkürün tarihle olan “feed-back” etkileşimini de açıkça anlamak mümkündür… Ve şunu da anlamak lâzımdır ki, bir “umrân” zamanında mutlaka bazı “adam”lar yaşamışlar ve bunlar gelecek kuşaklara mesaj niteliğinde izler bırakmışlardır. Sosyal felâketlerin sebebi odur ki, gerçek ilim sâhipleri bunlara ulaşamaz ve üstelik de câhiller hevâ ve heveslerine göre bunları yorumlar ve/veya kullanırlar. Ondan dolayıdır ki “umrân”ın devamlılığı için, insan sağlığını ve insan sağlığı üzerine yapılacak bilimsel çalışmaları öne çıkaracak bir “inisiyasyon” veya “insan seçilimi” sistematiğinin tesisi gerek şarttır. Çünki aslında insan için, “kendini tanımaya çalışmak” kadar makbul bir ibâdet anlayışı, ve “kendini bilmek” kadar doğru bir îman kavramı düşünülemez. Ve insan, kendi yerine ikâme edeceği bir benzerini yapıncaya kadar da hiçbir ibâdet biçimi, Tanrı emri(dogma) olarak kabul edilemez…
Gâyet tabiidir ki emperyalist devletler Türkiye’de –kendilerine- satılmamış asil insanların bulunmasını istemezler… Kaldı ki “aristokrasi” veya “derebeyi” anlamı dışındaki, yâni “havass(has sâhipleri)” anlamındaki bir asâletin ortaya çıkmasını ise hiç istemezler. Çünki bunlar biatsız ve “başınabuyruk” insanlardır. Kitlesel olarak köle çalıştırmış ama hiçbir zaman köle olmamış, hiçbir zaman boyunduruk altına girmemişlerdir. Çoğunlukla “Has”larını imar ederek vakfa dönüştürdükleri için –sülâlecek- hiçbir zaman mülksüz ve varlıksız kalmamışlar, Türk-Tarikat Sistematiği mûcibince de kendi fikirlerini kendileri üreterek “komaca akıl”lara ihtiyaç duymayacak bireyler yetiştirebilmişlerdir… Bu insanların, ciddi bir “Allah korkusu” ile müeyyidelendirilmiş, gâyet hassas bir “otokritik”e sâhip bulunan sâlik(ehl-i tarik) kişiler oldukları, Dünya’yı bir geçiş yeri veya bir sınav aşaması olarak gördükleri, dolayısile de sürekli bir şekilde nefis terbiyesi ile uğraştıkları, yâni -son tahlilde- evrensel “tabu”lara uygun davranmaya çalıştıkları, aşağıdaki belgeden(vakfiyeden) açıkça anlaşılmaktadır… Ama aynı zamanda bu insanların, bir nevi “İnisiyasyon” seçilimiyle ferâset ve basiret bakımından “elyak” kişileri –objektif bir kararla- öne çıkardıkları da bilinmektedir. Ve buradan da, Osmanlı Devleti’nin nasıl güçlendiği ve Memâlik-i Müttehide’nin nasıl genişlediği kolayca anlaşılabilmektedir…
Bu üretken ve “diğerkâm” insanların istilâcı ve sömürgeci olmaları mümkün değildi. Onun için de, Kânûnî ile -Osmanlı’da- başlayan istilâcılık eğilimi ile bunların(sâliklerin) zihniyeti arasında uzlaşmaz bir çelişkinin (antagonizmanın) ortaya çıkması çok doğaldı. Ki nitekim Kânûni’nin dini, yazılı kurallar hâlinde tesbit ederek dogmatikleştirmeye, ve de kabul ettiği “kapütilâsyon”larla, üretim ile teknoloji gelişimini baltalamaya başlamasıyla hem bilimin ışığını kabul eden “tevhid dini”nin realiteyle alâkası kesilmiş, hem de “hile-i şer’iyye” devri açılmıştır. Dolayısile Osmanlı da –Avrupa devletleri gibi- dogmatik bir öğretiyi(dini) bayrak edinen zorba bir “otokrasi” hâline dönüşmüştür… 1826’da patlak veren ve gâvurların desteklediği, “halifelikle taçlandırılmış irtica”nın zaferiyle sonuçlanan meş’um olay da aslında bu derin çelişkinin veya toplumsal gerilimin patlamasından başka bir şey değildir… Böylece, üretim ve realiteyle alâkası kesilen –dogmatik, mistik- bir din anlayışıyla, zorba bir yönetimin sultası altına giren bir toplumun zihniyetinde de artık ciddi bir “Allah korkusu”na, dolayısile “kişisel otokritik”e ve nefis terbiyesine gerek kalmamıştır.
O halde demek ki, 1826’dan sonra Tanrı’yı, -kişileri otokritik sâhibi yapan- bir mânevi otorite olarak empoze edebilen, yani realitede pozitif anlamda müessir olabilen, yâni toplumda “otokritik sahibi” insanları seçip yükselten bir “müsbet seleksiyon” sistematiği tesis edebilen bir din anlayışı tamamen ortadan kalkmıştır. Onun yerine, “aklı olmayanın Allah’ı da olmaz” düsturu mûcibince, gerçekte ve “otokritik” anlamında Allah korkusu taşımayan kıt akıllıları seçip yükselten bir “menfî seleksiyon” sistematiği kurulmuştur. Çünki bu tarihten sonra din, dış borç ve kapütilâsyonlarla ayakta durabilen bir halife sultânın buyruklarının, zorbalıklarının – mistik- gerekçesi hâline dönüşmüştür. Ve buna paralel olarak, şurada burada oluşan veya süregelen dinî cemaat ve tarikatlar da, aynı modele uyarak, istismar ve menfaat şebekeleri hâline gelmişlerdir. Ki bu arada “Allah” kavramı da, “insanların biribirini korkutma, dolayısile de statü ve menfaat sağlama aracı” anlamını kazanmıştır… Böyle bir din anlayışının –Atatürk devrimlerinden sonra- yeniden iktidara gelmesi demek, elimizde kalan memleketin de tekrardan ipotek altına sokulup parça parça dağıtılması demek olacaktır; ki nitekim öyle olmaktadır… Çünki bunlar da, tıpkı 1826’dan sonraki “halife sultan”ları gibi dış borçlarla semirip, milleti Allah’la korkutarak (ve de Dünya’da, Âhiret’te ödül vaad ederek) saltanat sürmektedirler. Yâni gâvur işbirlikcisi zâlimlerdir aslında… Kaldı ki, dış borç almadan hüküm süren –Dünya’daki- diğer İslâmî rejimler de aslında, “artı-değer” üretmemekte, sâdece gâvurların –icatlarıyla- değerli hâle getirmiş oldukları petrolden avanta alarak ayakta durmaktadırlar. Halbuki “artı-değer” ürettirmeyen bir doktrini (veya dini), tek bir Tanrı’ya atfetmek, en büyük küfürdür. Böyle bir doktrin, ya mahalli ilâhlara atfedilebilir, ya da folklorik bir geleneğin efsânesi olarak kabul edilebilir. Bugünkü insan bilinci ancak, Tanrı’ya yöneldiği varsayılan, ve de her aşamasında Tanrı’nın argümanlarını yenileyen(tashih eden) bir “bilimsel yol”u kabul edebilir…
Bu belgeden, ayrıca bir nokta daha açıklığa kavuşmaktadır; ki o da, Kânûnî’nin Avrupalılara ticâri kapütilasyonlar vermesinin, pek de öyle safça veya bilinçsizce yapılmış bir davranış olmadığıdır. Böyle bir kararın esas amacı, üretim yapan bir işletme gibi kurulmuş –ve hatta teknik okulunu da ihtiva eden- bugünki “holding” benzeri vakıfların vurulması, güçsüzleştirilmesi gibi görünmektedir. Çünki bunlar, Türk-Tarikat Sistematiği’nin belkemiği olan Şurbîyûn kolunun gücünü ve sürekliliğini sağlamaktaydılar. Bunlar dimdik ayakta durdukça, zâten köken itibariyle Tarikat Sistematiği’nin Seyfîyûn kolundan olan Yeniçeriler’i, tam anlamıyla saltanatın muhafız ordusu hâline getirmek ve dolayısile de gerçek bir “mutlakiyet” tesis etmek mümkün değildi. Çünki yeniçeriler, esnaf ve zenaatkârlarla hem muvazzaflıklarında hem de tekaüte ayrıldıklarında iç içeydiler… Ve “Kavliyûn”da yani dergâhlarda da aynı mevlânaların rahle-i tedrisinden geçmekte, aynı telkinlerin tesirinde kalmaktaydılar… Hem zâten Has sâhipleri de, öncelikle ordunun (ve Devletin) ihtiyâcına binaen imalathâneler kurmuş ve sonradan bunları vakfa dönüştürmüş olmalıydılar… Ama tabii ki, hem emtia üretimine, hem de –okullarla- teknoloji üretimine dayalı olan bu tip vakıfların sâdece hayır için kurulduğu da söylenemezdi. Yâni bunların giderek bir tür asil zümresi yaratacağı da gâyet açıktı. Çünki vakfedenin tesbiti ile sınırlanmış olan hayır işlerinden arta kalan gelir, vakfedenin evlâdına dağıtılmaktaydı. Ki nitekim biz bu evlâd paylarını 1960’ların başına kadar –dişe dokunur meblağlarda- aldık. Ama ondan sonra yeni(NATO’cu) emperyalizm, gericiliği organize ederek öylesine saldırdı ki üzerimize, bu sefer -1826’da başlayan süreçten de beter bir şekilde- bütün vakıflarımız tümüyle elimizden çıktı ve/veya yağma edildi; Atatürk’ün emâneti olan “bağımsız Devlet”in de elden çıkmasına paralel olarak..
Aşağıdaki belgelerle ilgili olan atalarımızın devrinde, işyerlerinde çalıştırılıp adam edilen kölelerin azad edilmesi olayı, bambaşka bir “hayır” anlamına gelmekteydi; ki saltanatın bunu hoş karşılaması beklenemezdi. Onun için, aslında “iş hanı” anlamında olması gereken “kârhâne” teriminin sonradan “seks pazarı” anlamına çevrilmesini de, son(yoz) Osmanlıların sinsi intikamlarından biri olarak anlamak lâzımdır. Ve de son Osmanlıları, ecdâdının öncülüğünde yazılmış başarıların tarihini bile –fitne , fesat ve tağşişle- anlaşılmaz bir hâle sokan, yozluk timsâli bir hânedan olarak görmek ve Atatürk’ün kıymetini iyi bilmek gerekir. Çünki bunların yaptığı “hile-i şer’iyye”ler, düzenbazlık ve sahtekârlıklar öyle boyutlara ulaşmıştı ki, doğru dürüst bir kılıf hazırlamadan koskoca bir minâreyi bile yürütüp zimmetlerine geçirmişlerdi… Kasımpaşa’dan Hasköy’e doğru gidenler sağ tarafta, evler arasında kalmış şirin bir cami göreceklerdir. Bu, Kiremitçi Ahmet Çelebi Camii’dir. Ama avluya inen merdiven girişinde yapılmış “Tak” şeklindeki kapının üstünde, yaldızlı harflerle, bu caminin 2. Abdülhamid vakfına ait olduğu ifade edilmektedir. Ve de gerekçe olarak, Kiremitçi Ahmet Çelebi’nin, Fâtih Sultan Mehmet zamanında yaşamış –belli, belirsiz- biri olduğu, onun adına yapılmış olan bu caminin de, çok harap bulunduğu için Abdülhamid Han(!) tarafından tamir ettirilerek zimmete geçirildiği hikâye edilmektedir…Halbuki bu cami, aşağıdaki vakfiyede sözü edilen ve “yükseklikte minaresi semâ ile yarışan” camiden başka bir şey olamaz. O halde Abdülhamid Han(!), Bekdâşi vakfı diyerek el koymuş olduğu vakfın kuruluş senetini eline geçiremediği için saçmalamıştır… Hem geliri olmayan cami demekle, hem de Kiremitçi Ahmed Çelebi’yi, Fâtih zamanına götürmekle saçmalamıştır. Veya daha büyük bir olasılıkla, orijinal vakıf senetinin bulunamayacağı, yani Ahmet Çelebi’nin evlâdı tarafından -1826’nın terör ortamında- saklanamayacağı ihtimaline binaen, düzmece bir bahâne ile cami’yi re’sen “iç etmiş”tir… Ondan sonra da “Bekdâşi Sırrı” diye bir “opsesyon”a takılarak, ömrü boyunca Bekdâşilerin(ve Yeniçerilerin) bir gün hortlayarak kendisinden intikam alacakları evhâmı içinde yaşamıştır. Ki gerçekten de –fikren dahî olsa- bugün bu intikam alınmakta ve kendisinin öngörüsü(tahmini) doğrulanmaktadır… Demek ki vicdânı doğru söylemiş ama kendisi kurnaz aklına uyarak –aslında- kendi vicdânıyla mücadele etmiş…
İnsânî iş ve görüşlerden zevk aldıkları için, “Dünya nimetleri” dedikleri içgüdüsel(hayvânî) hazlara karşı çekingen davranan, ve “Allah korkusu” diye niteledikleri “tabu”sal yasaklarla ilgili korkuları derinden hisseden bu vakıf kurucusu atalarımız, şâyet “artı-değer” olarak kazanmış oldukları birikimlerini “ataerkil verâset hukûku” mûcibince, bir nevî “manca” imişcesine yavrularına bıraksalardı, insânî kalitenin babadan oğula(çocuğa) ve/veya biyolojik genlerle geçmemesi yüzünden son tahlilde, ağızları aynı dinî lâfları söyleyen ama Dünya’yı aynen bir hayvan gibi (içgüdüsel hazlarla) algılayıp betimleyen ikiyüzlü(mürai) mahlûkların oluşmasına zemin hazırlamış olacaklardı. Ki Osmanlı Hânedânı böyle yozlaşmıştı… Hatta dinin realiteden koparak bazı düzenbazların mistik söylemleri hâline dönüşmesi de bu yüzden olmuştu… Onun içindir ki atalarımız bu vakıfları kurmuş ve yönetimini(mütevellîliğini) de, her kuşaktaki ferâset ve basîret bakımından “elyak” olan evlâda –verilmesini- vasiyet etmişlerdir...
Yâni demek ki bir düşünce sisteminin, ve hatta İslâmiyet gibi bilime açık doğmuş “tevhidci” bir “düşünce-davranış” disiplininin, dogmatizm’e saplanmaması ve hayatiyetini muhafaza edebilmesi için mutlaka ferâset ve basireti ölçülerek seçilmiş “inisiye” insanların kontrolunda uygulanması gerekmektedir; daha doğrusu gerekmekteymiş… Çünki biz bunu anladığımız sıralarda artık iş işten geçmiş, ve İslâmiyet de dogmatik bir “St. Muhammed Kilisesi” hâline dönüşmüştü. Şâyet kilise hâline dönüşerek sekterleşmeyip de hayatiyetini, ilericiliğini muhafaza edebilseydi, herhalde Hristiyanlık, Protestanlık gibi ilericilik iddiası güden bir irticai akımı doğurmaz/doğuramaz ve Yahudilik de hortlayamazdı…
Onun içindir ki Türk-Tarikat Sistematiği, 1826’dan itibâren “din”in şeklen bittiğini, yani lüzumsuzlaştığını ve hatta –didişmelere yol açacağı için- zararlı hâle geldiğini dolayısile de imânın zâhirden bâtına girdiğini ilân etmiştir. Ve bu yüzden de yüzyıllık bir süreçte, zevâhire önem veren dindarlarla ve yobazlarla alay edilmiştir. Ki yine aynı süreçte, Türk-Tarikat Sistematiği’nin İstanbul’daki dergâhları –Sultanlar mârifetiyle- Magrib’den, Maşrık’dan getirilen “tarikat şeyhi” kisvesindeki cemaat çobanlarına peşkeş çekilmiş ve/veya devredilmiştir. İşte “Bekdâşi Fıkraları” diye bilinen edebî literatür, bu sürecin ürünü ve delilidir… Hepsi de gâyet ince bir “hicviye sanatı” ürünü olan bu fıkraları, Anadolu’nun -kendilerine bekdâşi diyen- “Kızılbaş” kökenli köylü cemaatlerine mâletmeye çalışmak, gâyet kaba ve haince yapılmış bir çarpıtma veya tahriftir…
Atatürk işte bu sürecin yoğurduğu –satılmamış- bir şahsiyettir. Ama Fransa’dan aldığı “laiklik” ilkesiyle dini, bâtında tutabileceğini sanmıştır. Halbuki, toplumda bir “müsbet seleksiyon” sistematiği kurulmadığı taktirde, bunun mümkün olamıyacağı, ve de başıboş bırakılan insanların en azında, yükselen(zenginleşen) bir Hristiyan gericiliğine(Protestanlığa) ve hortlayan Yahudiliğe tepki olarak yine dine –hem de daha koyu mistik anlamlar yükleyerek- sarılacaklarını anlayamamıştır. Ve onun için de, oluşturmuş olduğu –ve bizimkilerin de önlerde yeraldığı- devrimci kadrolar, kendisinin ölümünden kısa bir süre sonra tasfiye edilmiştir… Tabii ki o sıralarda din, bilimden –kategorik olarak- apayrı bir şey, bilim de sâdece nedensellik mantığına bağlı bir düşünce disiplini olarak anlaşılıyordu. Dolayısile de dinin aşılabileceği ve/veya lüzumsuzlaşabileceği düşünülemiyordu. Hatta o kadar düşünülemiyordu ki, dinsiz olmak, Ateistlik yâni Allahsızlık veya Tanrıtanımazlık olarak anlaşılıyordu… Halbuki bugün, “Tanrısal Yol anlamında bilim” tanımına ulaştıktan sonra artık dinin aşılması veya lüzumsuzlaştırılması gereği açıkça ortaya çıkmıştır… Yâni gelmiş olduğumuz kritik noktayı, bilimsel terminolojiye göre “Tarih Ötesine Geçiş”, dinsel terminolojiye göre de “Öbür Dünya’ya İntikal” noktası olarak nitelendirmek mümkündür. Ki gerçekten de dinî literatürde, ne “ateş öncesi insanlık” diye bir bahis vardır, ne de “uzay insanlığı” diye bir konu… Dinî düşünce ve literatür bu alanları, “Öbür Dünya” veya “Âhiret” kavramlarının içinde müteala etmiş olmalıdır. Ki böylece de, Öbür Dünya’ya geçmiş veya Tanrısal Zon’a girmiş bir insanlık için “hüküm-fermâ” olamayacağını kabul etmiş bulunmaktadır... Tarihi, yaklaşık üç bin yıl öncesinden yeniden başlatmak ve dolayısile insanlığa aynı acıları yeniden yaşatmak için devlet kurmaya kalkan Yahudi fanatizmine verilecek en doğru ve evrensel cevap ancak böyle olabilir. Ve de Protestan-Yahudi tezgâhı, bir daha toparlanamayacak bir şekilde ancak böyle dağıtılabilir… Hem zâten bizim Tarikat uluları da, “Kıyâmet”in yirminci yüzyılın sonunda kopacağını, ve dinin hükmünün kalkacağını bildirmişlerdir. Ki ölçülerin, değer yargılarının ve kavramların hızla değiştiği –ve insanları serseme çevirdiği- bugünkü Dünya’nın hâlinden daha uygun bir kıyâmet tasviri de bulunamaz herhalde…
Ali Ergin Güran - 22/09/07Kiremitçi Ahmet Çelebi Vakfı’nın son mütevellisi Hayrünisa Güran’ın Torunu(büyük oğlunun, büyük oğlu)
Meraklısına Not:Aşağıdaki vakfiyenin yayına hazırlanmasında da -her zaman olduğu gibi- Mahmut Açıksöz ile Ali Tümer’in ve de Caner Güçal’ın katkıları büyük olmuştur. Ama bu sefer bana, Milli İstihbârat Teşkilâtı ve Bundesnachrichtendienst(Almanya’nın MİT’i) imzaları ve adresleriyle gönderilen “internet haberleşme kaydı” vâsıtasıyla –kötülüğü(!)- ihbar edilmiş bulunan, 40 yıllık talebem, kardeşim ve dostum Mehmet Yavuz’un da maddi, mânevi çok emeği geçmiştir… Yâni demek ki, son Osmanlı’dan bakiye fitne-fesat numaralarıyla uğraşmak, hâlâ bilimsel çalışmanın bir öğesi olarak güncelliğini korumaktadır…Ama -onun bunun koruması altındaki- akademisyenler müstesnadırlar…