SUNUŞ
Başbakanlık arşivinde, İmâm-ı Sultan Bekdaş Efendi Vakfı ile Kiremitci Ahmed Çelebi Vakfı’na ait, buldurabildiğimiz belgeler bu kadar… 1740’dan başlayıp elli küsur yılı kapsıyor… Halbuki, sâdece bu vakıflara ait en az on kat daha belge, bendeki arşivde uyumakta…Kaldı ki henüz gün ışığına çıkmamış vakfiyeler de yeddimde bulunmakta…
Bu belgelerden ilk bakışta anlaşılan hususlardan biri, sözkonusu vakıfların alelâde vakıflar olmadığı, bunların kutsal hazinelerle bir tutulduğu, dolayısile de Devlet’in yapıtaşlarından sayıldığıdır…İkinci husus ise, içlerinde hamamlar, kârhâneler(iş hanı anlamında), imâlathâneler bulunduran bu büyük vakıfların, 18. yüzyılın ikinci yarısında –sürekli olarak- Hatice Hâtun, Nefîse Hâtun, Fâtıma Hâtun ve Nâile Hâtun adındaki kadınlar tarafından yönetildiğidir... Vakfiyelerin “tevliyet şartları” göz önüne alındığında, bu kadınların, zamanlarındaki “evlâd-ı vâkıf”ın hepsinden daha reşid(ergin) ve daha sâlih(yetkin) oldukları anlaşılmaktadır… Onun içindir ki, zamanının –holdingler gibi- büyük işletmeleri olan bu vakıfların mütevelliliklerine getirilmişlerdir…
Şimdi bu noktada durup, iyi düşünmek lâzımdır… 18. yüzyılın ikinci yarısında –yâni Amerika’nın istiklâli ve Fransa’nın ihtilâli sıralarında- yaşamış olan bu kadınlar, Amerikan kolejlerinde, Fransız râhibe okullarında mı yetiştiler ki, böyle bir “patron”luk mevkiine lâyık görüldüler?... Yoksa bu büyük işletmeler, Batılı sermâyedarlarla ortaklığı olan birilerinin, veya Batı’ya –borçlanmak sûretiyle- satılmış bir sultanın malıydı da, onun için mi bu kadınları, yabancı dil bildiklerinden dolayı ve/veya “demokratik mostra” olsun diye bu mevkilere getirdiler?... Bunların hiçbiri –vârid- değildi…18. yüzyılda –bile- gerçek şu idi ki, henüz daha “âyan” denilen mahalli zorbalara şahsî emlâk verilmemiş ve/veya “şahsî mülkçü”lüğün fikrî üstyapısı, rekâbetçi zihniyeti oluşmamıştı; mülkün(memleketin) mâmur kısmı, başta “cihangir” padişahlar olmak üzere, oraları feth ve îmar eden şahsiyetler arasında “vakıflar” şeklinde bölüşülmüştü… Diğer kısmı ise, Tanrı nâmına pâdişahın tasarrufunda bulunuyor, ve de gerektiğinde, ya “timar”, “zeamet” kuralları mûcibince yetkin görülen şahsiyet ve ailelerin tasarrufuna veriliyor, ya da göçebelere otlak ve konaklama arâzisi olarak bırakılıyordu. Sanırım ki tek istisna olarak bazı vahşi Kürt kabilelerine, üzerinde bulundukları-sâbit- topraklar, geleneksel hayat tarzı uyarınca kullanılmak(tasarruf edilmek) ve de savunulmak üzere bırakılmıştı. Yoksa, Kürtlerin de medenî olanları vakıflar kurmuşlardı…Bu durum muvâcehesinde de kadınlar dâhil herkes, “tarikat” akaidi mûcibince üretici veya yaratıcı olmak zorunda bulunuyorlardı… Çünki “faiz” ve “spekülâtif rant” geliri, dolayısile de “sömürü” sözkonusu değildi…Onun için de henüz kadınlar -Batı’daki gibi- esâret altına alınmamışlardı; okuyorlar, kendilerini geliştiriyorlar ve erkeklerle aşık atabiliyorlardı… Yâni aslında Batılı kadınlar genellikle esir muamelesi görürler, ve de en fazla, güçlü adamların karısı veya metresi olmakla övünebilirlerken, bizimkiler “patroniçe” bile olabiliyorlardı… Ama ne yazık ki, meş’um “1826” vakasından sonra, tarihimiz de tahrif edilip unutturulduğu için biz, kadın-erkek eşitliğini ve/veya “kadın hakları”nı da Batı’dan öğrendik zannediyoruz. Ve de ilk “dişil şahsiyet”ler olarak, Batı terbiyesi ile büyütülmüş, Batı dilleri öğretilmiş bazı –mostralık- kadınları öne çıkarıyoruz. Ki onun için de, yeni nesil genç kızlar Avrupâi olmaya, ve daha sonra da Amerikanvârî tavırlara özeniyorlar… Ondan sonra da böyle züppeliklere reaksiyon duyan diğer bazıları, “özümüze dönüyoruz” diye irticâi akımlara kapılıp iğrenç bir “karafatma” formasyonu oluşturuyorlar… Halbuki yukarıdaki izahlar muvâcehesinde baktığımızda, yaptıkları halk ayaklanmalarıyla “kapitalist dikta”lara yol açan Fransız devrimcileri ile, kurdukları “proletarya diktası”nın kapitalizme rücû ettiğini gören Rus devrimcilerinin ütopikliğini de anlayıp, uğranılan hayal kırıklığına da şâhit olduktan sonra bugün biz, “insâniyet”i yeniden ümitlendirmek üzere –geriye doğru bir nevî “bilim kurgu” yaparak- rahatça diyebiliriz ki: Şâyet 3.Selim’in –yasal- îdâmından sonra, o zamanlar yirmi iki yaşında olan yeğeni 2.Mahmut’un da –bir şekilde- halledilmesiyle “cumhûriyet”e geçebilseydik (ki o sıralarda cumhuriyet kelimesi telâffuz ediliyordu), yukarıda örnekleri görülen değerli hâtunlarımızla birlikte, 1789’da, 1871’de ve hatta 1917’de kurulan hayallerin çok ötesinde bir dayanıklılığa sâhip bir “halk cumhuriyeti”ni tesis edebilecektik. Çünki insanlığın “Nizâm-ı Âlem” projesinin nüvesi veya taslağı bizdeydi; ve hâlâ da bizdedir…
Şimdi denilebilir ki, pekiyi bu tarihî kadınlar veya “dişil şahsiyet”lerin çocukları, torunları nerede?... Etrafımızda bir yerlerde…Bir kısmı tıpkı nineleri gibi irâdî kadınlar; önemli işler yapıyorlar ama soylarından, ninelerinden habersizler… El üstünde tutulan Batı taklitçisi hemcinslerinden de, “karafatma”lardan da müştekîler; ama kendi zihniyetlerinin haklılığını destekleyip güçlendirecek tarihî delillerden yoksunlar… Onları biliyorum, duyuyorum ve hatta görüyorum ama bir türlü ulaşamıyorum. Çünki Milli İğtişâş Teşkilâtı buna izin veya imkân vermiyor… Bu teşkilât âdetâ, bu memleketin aslî unsurlarını -biribirlerinden- tecrit etmek, ve de şurada burada ne kadar etnik unsur varsa, onları toparlayarak örgütleyip yükseltmek için çalışıyor… Meselâ, pop şarkılarına beste ve güfte yapan –aileden şarkıcı- bir hâtun var Şehrâzat adında; ki kendisi, sözkonusu –Başbakanlık- arşiv belgelerinde adları geçen tarihî hâtunların evlâdından oluyor… O kadar popüler birine dahî ulaşamadım; yıllarca istememe ve söylememe rağmen… Diyorum ki herhalde, böyle bir “dişil şahsiyet”in, ecdâdından duyacağı övünçle (veya gururla), onları metheden bir şarkı yazmasından, dolayısile de dikkatleri gerçek tarihimize çekmesinden korkuluyor…
Bağımsız bir devletin istihbârat örgütünün (veya örgütlerinin) birinci vazifesi, devletin hükümranlık bölgesindeki(ülkesindeki) halkların, soyların, ve bireylerin biribirleriyle irtibatlarını sağlayıp iyi ilişkiler geliştirmelerine yardım etmek olmalıdır herhalde…Ki böylece, o ülkenin bütünlüğünü –dış payandalara muhtaç ve onların içerideki uzantılarına mecbur olmadan- sağlayacak bir “kohezyon(iç çekim)” gücü yaratılabilsin; ve böylece de varlığı, sâdece dış politikaya indeksli bir hâle gelmesin; yani sâdece dış dinamiklerin güdümüne girmiş bir ülke(sömürge) hâline dönüşmesin…Şâyet bir devletin istihbârat teşkilâtı vatandaşlarına, “bana çalışmayan düşmanımdır” diye bakıyorsa ve/veya kendine çalışanların, diğer insanlar arasında fitne ve fesat yaratmalarına engel olmuyorsa, ya devletini daha güçlü bir devlete pazarlıyor demektir ve/veya diktatöryal bir rejime hazırlanıyor… Çünki insanlar, sülâleler ve halklar arasına nifak sokmak anlamındaki böyle bir tavır, iç dinamikleri mahveder ve ülkeyi kolayca parçalanıp yutulacak bir av, veya güdülecek bir sürü hâline getirir…Dedesinin –bile- “ne idüğü”nü bilmeyenlerin, ancak dindarlık devirlerine rücû etmek arzûsunu ishâr ile (yâni her hâlükârda Selefî’likle) kimlik ve kişilik kazanabilenlerin, Batı’dan aldıkları komaca akılla demokrat ve “fikir özgürlüğü” yanlısı kesildikleri bir –âhır- zamanda bizim hâlâ tecritte kalmamız, korkunç bir “ironi” teşkil etmektedir. Bu durumda, Atatürkçü geçinenlerin, dincilerle ortak hareket etmeleri ise bir başka “ironik tecelli”dir…Yâni, hiçbir –yeni- fikri olmayanlar, “fikir özgürlüğü” husûsunda anlaşmakta ve bu sûretle de Batılılara, verecekleri her türlü “komaca akıl”lara açık oldukları mesajını göndermiş olmaktadırlar… Atatürk’ün “dindar profil”lerinin çizilmeye, Atatürkçülüğün “dinci versiyon”larının yazılmaya başlandığı, dolayısile de şabloncu Atatürkçülüğün iflâs ettiği şu sıralarda, tahlillerimizi –en azından- 1826’ya dayandırmamız artık gerek(olmazsa olmaz) bir şart olmuştur. Bundan sonra, “biatlı Kürt” zihniyetine sahip bir “manda”cı olan İnönü’lerin, bilinen kararsızlıkları ve hatalarıyla da, “âyan” çocuğu Menderes’lerin pervâsızlık ve hoyratlıklarıyla da hiçbir şey izah edilemez artık…Çünki onların karakterlerini ve işlevlerini tâyin eden “muharrik” sebeplerin daha derinde olduğunu anlamış bulunuyoruz. Ki bu arada meselâ Adnan Menderes’in, -Istanbul’u îmar etme bahânesile- Istanbul’un ilk mîmarlarından Mevlâna Bekdaş Efendi’nin hem türbesini, hem de camisini hoyratça(Vandalca) yıktırmasındaki önyargının tarihî nedenlerini de anlayabiliyoruz. Ve nitekim bu köklü sebepler izale edilmedikçe, benzer “görgüsüz oportünist” hoyratların tekrar tekrar başa geçtiğini de açıkça görüyoruz…
Ali Ergin Güran-09/12/07