ZİYA ELGÜN’E CEVAP
Sevgili Ziya, telefondaki konuşmalarından ve sorularından, “İslâmiyet”in çıkış ve varoluş sebebi olan “Tevhid” prensibini pek anlamadığını veya bilmediğini çıkardım… Tabii ki bilmemek değil, öğrenmemek ayıptır; ve de öğrenmenin yaşı yoktur… Kısaca ifâde etmek gerekirse, Yahudiler kendilerini “Rabb’ın seçkin kavmi” saymalarıyla, Hristiyanlar da “Baba(Tanrı) – Oğul(Hz.İsa) – Kutsal Ruh” üçlemesiyle, “insâniyet”i ve inanç odağını (yâni “Tek Tanrı”yı) parçalara ayırdıklarından ötürü, -yâni onların “yoldan çıktıkları” hükmüne binâen- İslâmiyet zuhûr etmiştir (veya nâzil olmuştur). Ve de kendisine, -bütün halkları tek bir “Tanrı” inancında birleştirmeyi amaçlayan- “Tevhid” ilkesini şiar edinmiştir… Ama ne var ki, İslâm akîdesinin pratikten (Tevhidcilikten) ayrılmasıyla birlikte, pratikten kopuk her skolastik öğreti gibi “İslâmiyet” öğretisi de, çıkışına tam ters (zıt) mecrâlara sürüklendiği halde, kendilerini peygamberler kadar aziz gören fanatik talebeler çıkıp, –aslında kendilerine ve/veya “dindarlık” kariyerlerine(!) yönelmiş olan- îmanlarına toz kondurmamaya çalışmışlardır; ve çalışmaktadırlar. Ve böylece de dini, tekrardan cemaatçiliğe veya kiliseciliğe irca etmiş olmaktadırlar. Ve ondan dolayı da, papazlardan, hahamlardan “dinler arası diyalog ve uzlaşma” istemek gibi bir dilenciliğe tenezzül etmektedirler… Bugün senin Almanlar, bize “Muhammedân” diyorlarsa, bizi –haklı olarak- Muhammed adındaki bir azizin kurduğu kilisenin cemaati olarak gördükleri (ve görmek istedikleri), ve de “Tevhid”ciliğimizi anlamadıkları (ve anlamak istemedikleri) içindir… Biliyorsun ki “kilise”, azizlerin –spesifik- misyonlarına ve cemaatlerine verilen addır. Ve bu anlamda bizde de –Tevhid prensibi hilâfına- pek çok kilise türemiştir aslında… “Şiî Kilisesi”, “Hanefî Kilisesi” “Vahâbî Kilisesi” vs. gibi… Ama iskeleti Türk-Tarikat Sistematiği tarafından oluşturulmuş olan Osmanlı Devleti, yükseliş devrinde, sözkonusu kiliseciliği bitirmek ve “Tevhid”i –başlangıçta olduğu gibi- yeniden gerçekleştirmek üzere çok çalışmıştır… Meselâ bendeki “vakfiye” kayıtlarına göre (Site’den görebilirsin), İstanbul Kadısı Ebusuud Efendi -16. yüzyılın başlarında- ahkâm keserken, “falan imamın mezhebine göre karar verdim” demiyor; “bütün şerif imamların (azizlerin) aralarındaki ihtilâflara vâkıf olarak –yâni bu ihtilâfları uzlaştırarak- karar verdim” diyor… Velî Sultan, Yavuz Selim Han zamanında Nizâm-ı Âlem’in tesisi, “Tevhid” prensibinin bu şekildeki uygulamalarıyla gerçekleştirilmekteydi. Ve de bu “Nizâm”a karşı direnen, sâdece iki merkez (ve/veya kilise) kalmıştı: Biri Doğu’da, Türkmenlerin başatlığı altındaki İran (Şia) Kilisesi, diğeri de Batı’da, İsviçreli Alman askerlerin koruması altındaki Vatikan (Katolik) Kilisesi… Yavuz, “seyit”lik iddiası da güden Şah İsmail’i tepeleyip İran’dan büyük ganîmetler elde etmiş, ve sonra da etnik, dînî ve siyâsî iç çelişkileriyle çalkalanıp yumuşaması ve kıvâma gelmesi için bu ülkeyi kendi hâline bırakmıştı… O’nun esas amacı, dedesi Fâtih’in stratejik hedef olarak gördüğü ve yolunda öldüğü (veya öldürüldüğü), Vatikan’ı almaktı. Ama –dedesiyle- aynı meş’um âkıbet onu da buldu; ve daha yola bile çıkamadan, Vatikan yolunda vefat etti… Oğlu Süleyman (Kânûnî) taht’a geçtiğinde, Dünya’da misli görülmemiş zenginlikte bir devlet hazînesi, emsâli olmayan güçte bir kara ordusu, ve de tüm Akdeniz’e hâkim olma potansiyeli taşıyan bir “korsan deniz kuvvetleri” devraldı… Dolayısile Vatikan’ı alması –O’nun için- işten bile değildi… Ama O, halkları veya milletleri karşısına alıp savaşla, kılıçla onlara boyun eğdirmek gibi, çok ilkel ve salakça bir cihangirlik sevdâsına kapılarak, Avrupa içlerine doğru çok masraflı ve müzmin seferler düzenlemeyi mârifet addetti. Ki bu arada Macaristan’ı, savaşarak istilâ etmesi ise, tam anlamıyla “astarı yüzünden çok pahalı”ya gelen bir ahmaklık oldu… Kaldı ki aynı sıralarda, Türk korsanlarına “soyulma” veya “haraç verme” durumunda olan Batılı tüccarlara –sanki bu masraflarını tazmin edercesine- üreticilerimizin sırtından, ekstra kazanç imtiyazları (kapitülâsyon) tanıdı… Halbuki, babası (Yavuz), ve büyük dedesi (Fatih) tarafından –“Tevhid” ilkesi uyarınca- belirlenmiş olan stratejik amaç gâyet basitti: Hristiyanları, “Teslis”ten vazgeçirip, Hz.İsa’nın da Allah’ın bir peygamberi olduğuna inandırmaktı, bu amacın esas prensibi… Ve de akıl için tarik birdi… Önce Vatikan, hem protest akımlara karşı destek verilmek sûretiyle, hem de askerî operasyonlarla –Fener Rum Patrikliği gibi- himâyeye alınacak, sonra da Katolik Macarlarla ittifak kurularak Luteryen ve Kalvinist kalkışmalar şiddetle bastırılacaktı. Ki bu arada da, Vatikan Papalığı ile Fener Patrikliği ilişkilendirilerek, Hristiyanlığın, Politeizm’den ve Paganizm’den karışmış veya bulaşmış olan unsurlardan temizlenmesi husûsunda papazlar –düşünüp tartışmaya- teşvik edilecekti… Ancak buna rağmen, yapılan tartışmalarla “akîde”de tevhid sağlanamasa bile, “protest” akımların ezilmesiyle, zenginliği-Tanrısal- seçilmişlik, paradan para kazanmayı da mubah sayan, dolayısile “kapitalizm”i kutsayıp, Hz.İsa’nın karşı çıktığı “İsrâiliyet” yozlaşmasına meşrûiyet kazandıran, ve de “kapitalist yoldaşı misyonerler” vâsıtasıyla Dünya’ya yayılan bir “Hristiyan”lık türüne –yani Protestan’lığa- hayat hakkı tanınmayacaktı. Ve dolayısile de klâsik sömürgeciliğin, -“kültürel soykırım” yapabilecek düzeyde parasal kurnazlıklara ve tüketim kredilerine dayalı organizasyonlarla donatılıp- Dünya çapında bir “emperyalizm”e dönüştürülmesi önlenecek, veya çok zorlaştırılmış olacaktı. Ki sonuç itibâriyle, insanlığın sömürüsünden pay alarak “semirme” olanağından mahrum kalan kadîm kiliseler de, ister istemez hak yoluna, “Tevhid” yoluna gelmeye mecbur kalacaklardı… Ama daha sonra, onları geleneksel ibâdet ritüellerinden, ikon ve fetişlerinden vazgeçirmenin hiç de kolay olmadığı, ve kaldı ki buna gerek de olmadığı, çünki Kuran’ın, ibâdet biçimlerinin tanımlarına ve ayrıntılarına girmediği veya karışmadığı –açıkça- anlaşılacaktı… Bunun üzerine tekrar Doğu’ya dönülüp İran’a sefer eylendiğinde, “Şia Kilisesi”nin, Hz.Ali’yi “şirk” mertebesinde ululayan, ve de ruhban (imâmiyet) zümresi ve ayrıcalığı kabul eden öğreti ve uygulamaları iptal edildikten sonra, onların ve Alevî’lerin de ibâdet farklılıkları makbul sayılacaktı. Ve bu arada –herhalde- Kuran da yeniden gözden geçirilip, tahrifat olup olmadığı tartışılarak –ittifakla- bir karara varılacaktı… Bu şekilde gerçekleştirilen bir “Nizâm-ı Âlem”in ekonomik “alt-yapı”sı da, “şirket”lerle değil –faiz ve spekülâtif kazancın sözkonusu olamayacağı- “evkaf” sistemi şeklinde oluşacak veya oluşturulacaktı. Ki istismar ve sömürüye imkân vermeyen böyle bir ekonomik sistem dahilinde de insanlar, biribirleriyle fikrî çelişkiye düşmeyecek ve fiilî çatışmaya mecbur olmayacaklarından, aynı “aklî yol”da süratle ilerleyerek, önce bütün kültürlere ve insanlara en uygun olan –ritmik- ibâdet biçiminde anlaşacaklar, ve sonra da gerektiğinde (tefsir kaldırmaz hâle geldiğinde), Kuran’ı bile –Tanrı adına- güncelleyebileceklerdi. Çünki fikrî ve fiilî tevhid (birlik) hâlinde bulunduklarından, bunu yapmaya hakları olacaktı… Ve son tahlilde de, dînî hayattan tamamen kurtulup, dînî ve tarihî devirleri kapatarak, bilimin rehberliğinde –yani bir bakıma “Tanrısal Yol” metodolojisi uyarınca- “Tarih Ötesi”ne (veya “Öbür Dünya”ya) intikal edeceklerdi…
Eğer tarih böyle gelişmiş olsaydı, hem insanlık “asır”lık ölçülerde büyük bir zaman kazanmış olacak, hem de Dünya’mız bu derece tepelenip harâb edilmiş olmayacaktı… Yoksa yapılacak şey ve/veya tutulacak yol, -“akıl için tarik birdir” düsturunun doğruluğunu sağlamamıza âmâde olarak- bu gün de apaçık bir şekilde aynen önümüzde durmakta ve bizi beklemektedir. Bugün biz de Fatih’ler ve Yavuz’lar gibi, son dinin “Tevhid” ilkesi mûcibince daima bir “Nizâm-ı Âlem” projesi tasarlamaya ve her hâlükârda bunu gerçekleştirmek için çalışmaya mecbûruz. Üstelik bugün bilim ve tekniğin ulaştığı seviye itibâriyle de, her zamanki “tevhid”cilerden daha fazla bilgili ve donanımlıyız. Kaldı ki bugün, insanlığın stratejik ilerleme yolu ve hedefleri hakkındaki fikirler için savaş yapılmasına –hiç olmazsa alenîyetteki mutâbakatla, yâni “fikir özgürlüğü” prensibi mûcibince- gerek görülmemektedir. Yâni bu konuda, bir takım bilinçli ve kararlı insanların çıkıp da, hükümetler üstü, sınır tanımaz bir insanlık inisiyatifi başlatmaları –formel olarak- mümkündür… Yoksa, İslâmiyet’in “Tevhid” ilkesinden vazgeçmek demek, en azından “gizli mürted”lik (veya kilisecilik) demektir… Şâyet total konjonktürel şartlar, -mâsum bir Müslüman veya Mümin olarak- seni mürtedliğe veya kiliseciliğe mecbur etmişse, yâni insanlığın bozuk gidişâtından bağımsız olarak, “Tanrı yalakalığı” gibi bir ibâdet anlayışına gömülmekteysen, o zaman sâdece bilimi rehber edinmek zorundasın demektir. Çünki bir defa, böyle bir ibâdet anlayışıyla, zenginliği “Tanrı ödülü”, fakirliği de “Tanrı’nın cezası” olarak gören Yahudilere benzersin; Arapların benzediği gibi… Sonra da, “Tevhid” ilkesini şimdilik askıya alayım, daha sonra güçlenince yeniden gündeme getiririm diye düşündüğün taktirde de, toplum olarak “zillete katlanmayı fazîlet sayan” İsrâiliyât zihniyetine kapılmış, dolayısile de irticâi gidişin (veya dönüşün) çok daha derinlerine sürüklenmiş olursun… Son dinin “Tevhid” ilkesi, ondan evvelki dinlerin veya dînî doktrinlerin nasıl indirgendiği (veya yozlaştırıldığı) görülerek –tedbir olarak- vaz edilmiş bir düsturdur; yâni âdeta bir anayasa maddesi gibidir. Onun için de, bütün ibâdetler askıya alınabilir ama “Tevhid” ilkesinin geçerliliği (ve/veya tatbîkatçılığı) ertelenemez veya askıya alınamaz. Nitekim “cihat” veya “tevhidcilik” devirlerinde Türk-Tarikat Sistematiği ve hatta onun Seyfîyûn kolu –daha sonra Ocağı Bekdaşiyân yani Yeniçeriler de- “yol üzerinde ibâdet ihtiyârîdir” akîdesini (öğretisini) uygulamışlardır… Kaldı ki İslâmiyet de aslında, bilimsel referanslar veren, ve de Kuran’da yeralan “her yerde Allah’ın âyetleri vardır; niye görmüyor ve/veya anlamıyorsunuz” mealindeki ifâdelerle bilim yolunu tavsiye eden tek ve son dindir. Çünki “âyet” terimi, aynı zamanda Allah’ın (yâni bilimin) kânunları anlamına da gelmektedir. Dolayısile de anlaşılmaktadır ki, dînî ibâdet ve akîdelerle olmasa da, Tanrı’nın kânunlarını bilimsel yoldan keşfetmek sûretiyle de O’nu anlamaya ve açıklamaya veya O’na yaklaşmaya çalışmak mümkündür; ve dîni bu şekilde –yâni bilime doğru temdîdini (extension anlamında) yaparak- aşmak meşrûdur da…
“Tarih”, -hâkim zümreler ve sınıflarca- kasıtlı olarak geri bıraktırılmış, ve geçmişin sorumlularının (çok defa “baskın” veya “zorba”larının) keyiflerine (subjektif görüşlerine) göre yazdıkları veya yazdırdıkları “günce”ler ve “cönk”ler mesâbesinde bırakılmış bir akademik disiplindir… Hele ki bizde, efsânevî rivâyetlere dayalı hamâsî anlatımlar “tarih” diye teşvik ve rağbet görürken, mantığa ve bilimsel metodolojiye dayalı “analiz”ler âdeta yasaklanmıştır. Onun için de, açık bir savaş yenilgisi veya hezîmeti dışındaki her olay doğru, ve sorumluları da başarılı sayılmış, ve dolayısile gelinen nokta da, “olması gereken” veya “kader-i ilâhî” olarak kabul edilmiştir. Ki bu yüzden, 1826’daki “büyük kırılma”dan sonra –Ahmet Cevdet Paşa’ya- yazdırılmış olan ısmarlama ve düzmece tarih bile hâlâ irdelenememiştir. Ve böylece de, toplumsal otokritik ve diriliş -âdeta- imkânsız hâle getirilmiştir… Son tahlilde anlaşılmaktadır ki, dirilip gelişmek için, aynı zamanda yeni bir metodoloji ile tarihimizi yeniden yazmak gerekmektedir…
Ali Ergin Güran: 11/08/08
Not: Kim derdi ki, lise son sınıftaki fizik hocan, tam 40 yıl sonra sana din ve tarih dersi de vermeye kalkacak... Ama 1968 yılında, Balıkesir Lisesi’ndeki “fen” sınıflarının mezûniyet imtihânında, nasıl ki müdür ve müfettişlerden gelen bütün baskı ve tehditlere rağmen –o zamana kadar “müfredât”a girmemiş olan- “Kütle’nin, İzâfiyet Teorisi’ne göre târifi” sorusunu sormuş, ve ondan sonra da aynı târifin, benden özür bile dilenmeden, “Tâlim Terbiye” karârıyla “müfredât”a geçirildiğini görmüşsem, yukarıdaki –Tarihî İzâfiyet ile ilgili- düşüncelerimin de, ben göremesem bile bir gün Dünya’nın fikir literatürüne gireceğinden eminim…