GENÇLERE CEVAP VERMEK ve de İÇİMİ DÖKMEK BÂBINDA...
Türk toplumu, son 40-50 yıl içinde büyük bir “alt-üst oluş” yaşadı; ve onun için de “ayaklar baş, başlar ayak oldu”... Ki bu arada, pek çok baş (inisiyatör veya kriatör) olabilecek genç insan da, ya öldürüldü, ya da -mental olarak- sakat bırakıldı... Bu durum, “1826-Yeniçeri Katliâmı”ndan sonra hem “Devletlû”ları, hem de “Ocağı Bekdâşîyân”ın yerine -gâvur komutanlarca- tesis edilen “Peygamber Ocağı” askerlerini saran, “Rus Korkusu”nun, İsmet İnönu vâsıtasıyla depreşmesi yüzünden, NATO'nun kucağına oturtulmamızla ortaya çıktı. Çünki Istanbul ilk defa, Gâvur Pâdişah II.Mahmut'un dâveti üzerine Rus donanması ve denizcileri tarafından – Yeniçeriler'in yerine, âsâyişi yeniden sağlamaları amacıyla (!)- işgâl edilmiş, ve geri gitmeleri de epey bir mesele olmuştu... Bundan dolayıdır ki, son 50 yıl içinde -Amerikan işgâli altında- tesis edilmiş olan ve de “ayak”ları “baş” yapan, “menfî seleksiyon sistematiği”ni düzeltmek üzere, herşeyden önce siz gençleri, “karga gibi kılavuz”lardan kurtarmak lâzımdır diye düşünerek böyle bir “cevâbî yazı”ya karar verdim...
“Kılavuzu Karga Olan” Bugünkü Gençliğe, Uyarı Mâhiyyetinde...
Bu “Site”ye “ileti” gönderen genç insanlar bize, “düşünceleriniz bizimki gibi” diye iltifat(!) ederek taktirlerini bildirip, övücü sözler sarfettikten sonra, -bir şekilde- iletişim kurma isteklerini izhâr etmektedirler. Buna karşılık ben, Site'mizdeki teorik fikirlerin muhtevâsına ilişkin bir katkınız veya “tashih”iniz var mı, diye sorduğumda ise iletiler kesilmektedir. Ki buradan da ben, bu genç insanların aslında, başlıca amaçlarımızdan olan “Panteist Zon Kulübü” gibi bir müesseseye ihtiyaç duyduklarını çıkarmaktayım... Ama bu gençler, bizim yazılardaki bâzı retorik (üslûp) ve metafor (mecaz)'ları câzip bularak, bir nevi “slogan fetişizmi”ne kapıldıklarını, ve bu vesileyle de, bir cemaate katılma veya bir “mensûbiyet hissi”ne sığınma eğilimine girdiklerini idrâk edebiliyorlar mı acaba?.. Ve de böyle bir “sâhibini arayan köle” zihniyetiyle, son tahlilde -lâfzî öğretisi ne olursa olsun- “hoca”, “şeyh” veya “lider” kisvesi altında, emperyalizme bağlı “köleci”ler yaratacaklarını?.. Yâni “sığıntı” veya “mürid: çömez” kabul eden -cemaat'çi- insanların, bir raddeden sonra herkese yaranmak için mutlaka, mistik genellemelere dalıp sorumsuzlaşarak, bir yerlere sığınma mecbûriyetinde kalacaklarını?.. Emperyalizmin “katılımcı demokrasi” kavramının ve “sivil toplum kuruluşları” müessesesinin -kitleleri gütme teknikleri bâbında- bu şekilde oluştuğunu... Ve son tahlilde de, bizdeki “cemaatçilik” illetinin, bu şekilde müzmin (kronik) ve sârî (epidemik) hâle geldiğini!.. Kaldı ki benim etrâfımda, yazdıklarımı değişik (veya hoş) bir edebî ve/veya felsefî fikirler manzûmesi olarak görüp, bana sempati izhâr eden yeteri kadar insan var; hem de bunlar, “panteist grup” olarak yaşadığımız gençlik çağlarından beri tanıdığım, ve bu fikirlerin oluşmasında ve yayılmasında doğrudan veya dolaylı katkısı olan, otuz, kırk ve hatta elli küsur yıllık arkadaşlarım... Ben tek başıma onlara bile, günlük (veya rutin) hayatlarında alıştıkları ve -bâzen benden de- bekledikleri gibi davranmakta ve hoş görünmekte zorluk çekiyorum; ve onun için de zaman zaman nâhoş tepkiler alıyorum kendilerinden... Çünki bu fikriyâtın, tatbîkatla ilgili “alt-yapı”sı, -eski kanaat ve alışkanlıklar yüzünden- bir türlü anlaşılamıyor; dolayısile de, rutin hayatlarını sürdüren insanlar, o hayata hiç uymayan bir fikrî “üst-yapı” ile uzun süre tutarlı olamıyorlar tabii ki... Yâni demek ki, siz gençleri de yakın çevreme dâhil etsem, huylarına veya terbiyevî beklentilerine göre hareket etmek zorunda kalacağım insan sayısı haddinden fazla artacağından, -ve üstelik sizlerle, hangi konunun şakaya, hangi konunun ciddiye alınacağı husûsunda da ihtilâfa düşeceğimizden- artık benim de bir güç merciinden yardım veya destek almam îcap edecek, dolayısile de bilimsel metodolojinin gösterdiği yoldan sapmalar yapmak mecbûriyetinde kalarak, çalışmalarımı, genel kabul görmüş klâsik felsefe ve ideolojilerden birinin yeni bir versiyonu seviyesine indirgemem gerekecek... Çünki ben düşünmeye, matematik disipliniyle başladım ve onun için de, matematik'çe (objektif) düşüncenin, hiçbir -romantik veya içgüdüsel- hissî etkileşimi kaldırmadığını çok iyi biliyorum... Nitekim, “çalışmalarınızın bir ucundan, ben de tutabilirim” diye bana mesaj göndermiş bulunan akademik ve medyatik allâmeden birine, “Panteist Zon Kulüpleri kurulmadıkça, ve dolayısile etrâfımızdaki çömezlerden kurtulmadıkça, huysal kısır çekişmelerin içine düşmekten kaçınamayız, ve diyaloglarımız da, skolâstik çerçevenin dışına çıkamaz” diye cevap verdiğimde, girişiminden vazgeçti. Ve buradan da -bir daha- anlaşıldı ki, bu klâsik âlimler, “kast”sal (veya kastî) veya huysal etkileşimden, ve “kast: cemaat” kültüründen (yâni duygusallıktan) vazgeçemiyorlar; dolayısile de fikrî mirasçılarımızın, ezber ve taklit yoluyla bilgi yüklenilen biyolojik evlât ve çömezlerden olmaması, Panteist Zon Kulüpleri'nde objektif olarak seçilmiş (inisiye olmuş) -dolayısile bize yanlışlarımızı eksiklerimizi korkusuzca gösterebilecek olan- yaratıcı çocuklarımızdan olması gerektiğini anlayamıyor veya içlerine sindiremiyorlar. Halbuki bu allâme takımı, huylarının, alışkanlıklarının, beğenilerinin, yâni bütün duygularının üzerine çıkarak, -dolayısile her türlü oyundan (ve politikadan) bıkarak- gerçekten seçilime uğramış (inisiye) bilim adamları olsalar, herşeyden önce gençlere, “gençliğine doyarak inisiye olma”nın yollarını öğretmeyi düşünürler. Sonra da, hislerinden tamâmen sıyrılarak matematik'çe düşünebilen bilim adamı formasyonlu gençlerle, teknik branşlara veya sanat dallarına yatkın olanların ancak, davranışsal etkileşimin hâkim olduğu bir -panteist- kulüp ortamında objektif olarak ayrılabileceğinin idrâkına varırlar... Demek ki, bu günkü gençlerin aradığı gibi, “cemaatçilik” anlamındaki bir “komünikasyon” tarzının onlara, “karga gibi kılavuz”lar tarafından -yâni “akademik ve medyatik allâme” tarafından- empoze edilmiş olduğu gâyet açıktır aslında... Onun içindir ki, toplumumuzdaki “alt-üst oluş”tan sonra, -hikmeti kendinden menkûl- hocaların yumurtladıkları cevâhiri (!) taktir etmek âdetâ farz olmuş, ama onlara en ufak eleştiri yöneltmek ise günah sayılmıştır. Zîrâ -Üniversite'dekiler de dâhil- bu “hocaefendi”ler gençlere “doğru yol”da kılavuzluk yaparak değil, kendilerine avane (hayran) edinip “cemaat” toplayarak kariyer sâhibi olmaktadırlar. Ve öğrettikleri de, artık “kelâm-ı kadîm” hâline gelmiş, klâsik ders kitaplarını, ve de geleneksel “dînî ahlâk” klişelerini belleyerek edinmiş oldukları “ezber”lerden ibârettir...
Bizim Zamanımızda...
Halbuki bizim zamânımızda hocalara “taktir” izhâr etmek, övgüler düzmek, büyük bir küstahlık ve “yalaka”lık sayılır, ve de talebeler hocalara ancak, şükranlarını ve saygılarını ifâde ederlerdi. Ve üstelik, bizim zamanımızın “gerçek akademisyen” anlamındaki hocaları, talebelerinin kendilerinin hatâlarını bulmasından da gocunmazlar, ve hatta böyle bir durumda talebelerini taktir ederlerdi... Mesela bugün, “on lira”lık banknotların arka yüzünde resmini gördüğünüz, Atatürk'ün yetiştirdiği genç bilim adamlarından, gerçek bir akademisyen olan Ord. Prof. Dr. Cahit Arf'ın akademik terbiye ve üslûbunu sizinle paylaşmak isterim... Önce şu noktayı vurgulayayım ki, Cahit Arf akademik ünvanlardan hiç hoşlanmaz, ve -kariyerist ve konformist öğretim üyeleri ile aynı seviyede gösteriyor diye olsa gerek- bu ünvanları mecbur kalmadıkça kullanmazdı. Çünki zâten O'nun ismi, Dünya bilim (matematik) literatüründe, tescilli bir marka gibiydi... Cahit Hoca bana, Üniversite'deki ikinci yılımda (1959-60 ders sezonunda) almış olduğum “Analiz-II” isimli lisans dersinde hocalık yapmıştı. Hoca, bu “ders” konusunda, yazılmış hiçbir kitaba bağlı kalmaz, ve de çok defa, teoremlerin -doğaçlama olarak- yeni ispatlarını ortaya koyar veya keşfederdi. Yâni Cahit Hoca, ezbere ders anlatan “didaktik öğreti” hocalarından değil, kendisi düşünürken talebelerini düşünmeye dâvet eden (veya sürükleyen) “inisiyatör” anlamında, -Sokrat, Eflâtun veya Aristo gibi- gerçek bir akademisyendi... 1960 yılının ilk aylarında bir gün, yine telâşla gelmiş ve büyük bir şevkle yeni bir “ispat”a girişmişti. Hoca'nın böyle hallerinde mutlaka not almak gerekirdi; çünki yaptığı orijinal bir “ispat” demekti, ve dolayısile de hiçbir kitapta bulmak mümkün değildi... Bir saat kadar sonra ara verince, İrfan arkadaş (soyadını unuttuğum için üzgünüm) yanıma gelip dedi ki: “Ali!.. Hoca'nın baştaki şu geçişi yanlıştı; şimdilik sözünü kesip söyleyemiyorum, ama sonunda ortaya çıkacak herhalde...” Ben o gün, dersi dikkatli olarak tâkip etmediğim için bir şey söyleyemedim; ama “yahu koskoca Cahit Hoca kolay kolay yanlış yapar mı; eminmisin?” diyerek de kendisini uyarmadan edemedim... Ancak ne var ki, ikinci saatin sonlarına doğru Hoca, gerçekten de çelişkiye düştü, ve başladı eski yazdıklarının arasında bunun sebebini aramaya... İşte o zaman bizim İrfan ayağa kalkarak, hatânın nerede başladığını, “eliyle koymuş gibi” gösterdi Hoca'ya... İrfan arkadaşın bu dikkati ve ferâseti, aynı zamanda bize, “akademisyen” anlamındaki gerçek bir bilim adamının nasıl bir karaktere (ve ahlâka) sâhip olduğunu da gösterdi; veya öğretti. Çünki Cahit Hoca, yanlışı ortaya çıkınca, -yanlışın, talebesi tarafından ortaya çıkarılmasına da aldırmaksızın- âdetâ, sınavda başarısız olmuş âciz bir öğrenciye döndü; ve birçok mâzeretler beyân edip, hepimizden tekrar tekrar özür dileyerek, tutmuş olduğumuz notları iptal etmemizi istedi... Cahit Arf'ın göstermiş olduğu bu reaksiyon, -ezber konuşup mugâlâta yaptıkları için- yanlışa düşmeyen, ve de yanlışa düşmeleri beklenmeyen “molla”ların tavrından çok farklıydı; ve bize, bilimsel çalışmaların “bilgiç” tavırlarla, dolayısile “övülme-övünme” etkileşimleriyle çeliştiğini gösterdiği için de, çok değerli bir ders mâhiyetindeydi aynı zamanda... Ancak ne var ki, “27 Mayıs 1960” harekâtından bir süre sonra, askerlerin, inisiyatifi (ve idâreyi) İsmet İnönü'ye kaptırmalarını müteakiben -İnönü'nün, “bilim adamı müsveddesi” oğlunun da yardımıyla- “yüksek öğretim” müesseselerine “skolastisizm” hâkim olunca, Cahit Arf gibi bilim adamları Üniversite'lerden likide edildi; ve yerlerine, politikacılardan torpilli, mollalar (takunyalılar) geçti; “bilim adamı” kisvesiyle... Halbuki başlangıçta askerî yönetim -Hukuk hâriç- her hususta (iktisatta bile) Hoca'ya danışıyordu; ama askerler, aralarından “inisiyatör” anlamında gerçek bir lider çıkaramayınca, Türkiye'nin kaderini, ömründe hiçbir zaman inisiyatif sâhibi olamadan -Atatürk'ün ardından sürüklenerek- yaşlanmış ve bu “bağımlı”lık durumunu kanıksamış, hikmeti kendinden menkûl bir ihtiyara (İnönü'ye) teslim ettiler... Dolayısile talebeler de, “silsile-i merâtip”deki düşük mevkîlerini (veya hadlerini), ve de üst mevkilerdeki hocalarını övmekle yükümlü olduklarını bilen “yalaka”lar -veya “Tâlîbân”- hâline getirildiler. Ve böylece de Amerika'larda, Avrupa'larda tahsil(!) görerek “bilim”sel şablonlar belleyen mollalar, Üniversite adındaki eğitim kurumlarımızda, -aslında aş, iş, himâye ve şefkat talep eder hâle getirilmiş- gençlerimize ezberlerini nakledip onları takdirkâr, biatçı birer “yalaka” olarak yetiştirdiler. Çünki kendilerinin ürettiği bir “bilim”, dolayısile de kendilerine has bir “değer” yoktu ortada... Ve gençler de zâten, hayata atılınca, hocalarından naklen dinleyerek belledikleri bilgilerin uygulamasını yapan, Avrupa'lı, Amerika'lı kapitalistlerin şirketlerinde iş bulabileceklerdi ancak... Ki dolayısile onlar için de eğitim, iyi ezberci ve itaatkâr olmak anlamına gelmekteydi aslında... Halbuki “bilim”, itaatkârlıkla ve ezberle hiç uyuşmayan bir üretim (daha doğrusu “yaratım”) sahasıydı. Bir hoca'nın, -yarattıklarıyla edindiği- bilimsel özgüveni çok yüksek olmazsa, talebesi ile arasında oluşabilecek, kıskançlık ve eziklik duygularıyla ilgili en ufak bir rekâbet, yaratıcılığı yok eder, hatta bu “akademik ikili”nin biribirini yemesine sebep olabilirdi. Onun için de gerçek akademik “co-laboration”larda hocaların ancak yol gösterici (adviser) olarak bir anlamı vardı; ve dolayısile, talebelerin de hocalarını seçme hakkı vardı... Mesela biz, daha ilk sınıflardan îtibâren hocalarımızı -bir şekilde- sınayıp, biribirleriyle mukâyese ederek değerlendirme ve seçme uyanıklığını gösterebiliyorduk... Onun için de Cahit Arf, daha ikinci sınıfdayken bize -diğerlerinden- açık ara önde görünmüştü. Çünki, bırakalım sorduğumuz problemleri ne kadar zamanda çözdüğü husûsundaki “test”lerimizi, bizzat kendisi bize -kompleks formüler bilgi gerektirmeyen- gâyet basit problemler sormak, ve bir hafta da mühlet vermek sûretiyle, tüm “Matematik” departmanına (kariyer sâhibi meslekdaşlarına da) meydan okurdu âdetâ... Çünki, böyle problemleri çözmek için, fazlaca bilgi birikimine veya donanımına ihtiyaç yoktu; dolayısile de böyle problemler karşısında, kariyer farkının önemi veya avantajı ortadan kalkıyor, ve de sırf aklî melekelerin gücü, yâni “liyâkat” öne çıkıyordu. Zîra matematikte, basit problem demek, kolay problem demek değildi; öyle ki, matematik literatüründe -ödüllü olmasına rağmen- yüz yıllardır çözülemeyen bir çok basit problem vardı... Bir keresinde yine, Kümeler Teorisi'nden (Set Theory'den) basit bir problem sormuş, ve de çözmemiz için bir hafta süre tanımıştı. Bazı çocuklar bermûtad, yine başka hocaların peşine düşüp problemi çözdürmeye, veya hiç olmazsa çözüm yolu hakkında “tüyo”lar almaya çalışmışlardı... On, onbeş gün sonra Hoca, garip bir tavırla gelmiş ve kürsüsüne oturur oturmaz da, benim Üniversite kayıt numaramı telâffuz ederek, “kim bu 6297 ?” diye sormuştu... Ve sonra da bana, “adam olanlar adıyla anılır; numaralar mahkûmlar, esirler ve köleler içindir; niçin adınızı yazmıyorsunuz?..” diye “diskur” çekmişti; hiç unutmam... (ve de Türkiye'de, bugün bile sâdece kimlik numarasıyla kaale alındığımı düşünerek acı acı gülümserim)... Ama ondan sonra da, problemi sâdece benim çözmüş olduğumu bildirip, o günkü “tatbîkat” dersinde, kendisini “asiste” etmemi isteyerek beni tahtaya dâvet etmişti... O günden sonra Cahit Hoca kendi odasındaki özel kütüphânesini bana açtı; ve hatta âcilen bir şey sormak istediğimde, kendisine ulaşabilmem için, ev telefonunu bile verdi... Ancak ne var ki, kısa bir süre sonra, daha biribirimizin mizâcını bile tam anlayamadan, Hoca soğuk bakmaya başladı bana... Sonradan anladım ki mâlûm kariyerist mollalar tarafından dedikodu ve tezvîrât kazanları kaynatılmış ve ben Hoca'ya, “kızlarla geziyor, kavga ediyor; haylazın biri.. filân” diye lânse edilmişim. Çünki onların anlayışına göre bir genç, gençliği süresince yaşlılar gibi zihnî faaliyetle -hâfızlayarak- bir meslek edinir, ve ancak ondan sonra, para kazanıp yaşlanmaya başlamakla birlikte gençlik özentilerini tatmin etmeye çalışırdı. Ve dolayısile de ortaya, -bugünki gibi- geniş bir psikopat (ve seksopat) yaşlı kuşağı çıkardı, tabii ki... O zamanki “ben”, kişisel meselelerim hakkında ifâde vermeyi veya savunma yapmayı kendime yediremeyince de, Hoca'yla aramız açıldı... Zâten bir yıl kadar sonra da, yapmak istediği toparlanma ve düzenlemelere engel çıkarılınca Hoca istifa ederek Istanbul Üniversitesi'nden ayrıldı... Daha sonra öğrendim ki Cahit Hoca, aleyhimde yapılan bütün tezvîrâta rağmen, M.İkeda'nın sorusu üzerine hakkımda gâyet iyi bir “referans” vermiş... Aslında Cahit Arf, kendisinin yanlışını bulan o İrfan arkadaşı da, -öğretmen okulundan almış olduğu bursu ödetip- Üniversite'ye almak için çok uğraştı. Ama tabii ki, Cahit Hoca'nın bile yanlışını çıkaracak kadar ferâset ve cürete sâhip olan biriyle baş edemeyeceklerini iyi bilen mollalar, İrfan'ın tâyininin çıkacağı son âna kadar, her ikisini de oyaladılar; ve İrfan -üzülerek- lise öğretmenliğine gidince de, çâresiz kalan insanlarmış gibilerinden “timsah gözyaşı” döktüler; hiç unutmuyorum... Kaldı ki Cahit Hoca'nın istifâsının başlıca sebeplerinden biri de, kendi uhdesinde bulunan Teorik Fizik Kürsüsü'ne -Amerika'dan- Feza Gürsey'i getirmek istemesiydi. Çok parlak bir fizikçi olan Feza Bey, tabii ki mollaları çok korkuttu; dolayısile de, kariyer ve ünvanların eşdeğerliği üzerine eskiden uydurulmuş bir mevzuâta sarılarak politik manevralarla büyük bir direnç göstermelerine yol açtı... Bunun üzerine de Hoca, Teorik Fizik Kürsüsü'nün başına, kızlarla konuşamayan, hep önüne bakan (ve bu yüzden de, kızların alay konusu olan) mahcup, mütedeyyin genç bir asistanı -vekâleten- atamak zorunda kaldı... O, mahcup genç asistan, Cahit Hoca ayrıldıktan sonra da, -”koyunun olmadığı yerde keçi abdurrahman çelebi” meseli mûcibince- uzun süre o mevkiide oturdu; ve hem akademik, hem de politik (veya cemaat'sel) olarak iyi bir kariyer yaptı; mahcûbiyetinden de -tamâmen- sıyrılarak... İşte sanıyorum ki, Cahit Arf'ın resminin, “on lira”lıkların üstüne basılmasında, bu kişinin, -bir vefâ borcu olarak öne sürdüğü- tavsiyesi etkili olmuştur herhalde... Yoksa, bu günkü “gericiler saltanatı”nda, Cahit Arf gibi katıksız Atatürk'çü ve gerçek bir bilim adamının, isminin ve resminin öne çıkması veya çıkarılması mümkün değildir... Kaldı ki Cahit Arf, “solcu” bile sayılırdı; çünki, hocası olan Ali Yar ile gâyet muhabbetli bir ilişkileri olduğunu gözlerimle gördüm; ve Ali Yar'ın da, Şefik Hüsnü'nün 1920'lerde çıkardığı komünizm taraftârı Aydınlık Dergisi'nin yazarlarından olduğunu iyi biliyorum... Hiç unutmam, “Analiz II” dersinden imtihan olmak için odasına gittiğimde, büyük hoca Ali Yar da kendisini ziyârete gelmişti; ki o durumda Cahit Hoca da, bana hiçbir soru sormayıp, “yoklama”mı tamamen hocasına bırakarak ,hem beni hem de Hocası'nı onurlandırmıştı... Ve tabii, Ali Yar da bana, “iki kere iki kaç eder?” gibilerinden sembolik bir soru sormuştu... Yâni son tahlilde, Cahit Hoca'nın yaklaşık yarım asır önce yapmaya çalıştığı “Üniversite Reformu”nu akîm bırakan gerici güçler, bugün iktidâra gelince, -kendisini kuşatıp çâresiz bırakarak- O'ndan koparmış bulundukları stratejik tâvize karşı duydukları minnet hissiyle, ve biraz da meşrûiyyet vitrinini sağlamlaştırmak sâikiyle, basmışlardır resmini “on lira”lıkların üstüne... Ben Cahit Hoca'dan sonra, 1 Nisan 1962'de, yeni kurulmakta olan Ege Üni. Fen Fakültesi Matematik Bölümü'ne, M.İkeda'nın yanına kadrosuz asistan olarak gittim; ve yıl sonuna doğru da, kadroya girdim... Ne var ki daha sonraki yıl içinde, Türkçe 'den fazla anlamayan ufak tefek bir “sığınmacı” ve de kadrosuz bir öğretim görevlisi olan İkeda'nın -mollalar tarafından örtbas edilmekte olan- ilmî değerini talebelere anlatıyorum diye yönetici konumundaki mollaların şimşeklerini üzerime çektim. Bunun üzerine, İkeda'nın da tavsiyesiyle, Ortadoğu Teknik Üniversitesi'nin Fen Edebiyat Fakültesi Dekanı ve Matematik Departmanı Şefi, değerli matematikçi Cengiz Uluçay'ın asistanı ve talebesi olma fırsatını yakaladım... Ancak ne var ki Cengiz Hoca, Erdal İnönü'nün bir entrikasıyla istifa etmek zorunda bırakılıp, ben de Erdal Bey'e “biat deklerasyonu”nda bulunmayınca, oradan da -bir yıl sonra- ayrılmak durumunda kaldım. Halbuki o Üniversite'de de, kimsenin -teşviklere rağmen- çözemediği bir problemi çözmüş, ve üstelik bilmeden, Erdal İnönü'nün profesörlük tezine de katkı yapmıştım... İki yıllık “askerlik görevi”nden sonra, kariyer titrimi (ünvânımı) yine kendi okulumdan alayım diye düşünerek İst. Üniversitesi'ne döndüğümde ise -hayret ve dehşetle- gördüm ki, Cahit Arf Hoca'nın bıraktığı kürsüye, bir nevî “matematik mistisizmi” hâkim olmuş... Hoca'nın, kürsüsünü -vekâleten- bırakmak zorunda kaldığı Doçent Bey, Cahit Arf'ın uğraştığı, o kadar muhteşem cebrik ve geometrik sistemler, ve de en soyut matematik alanı Kümeler Teorisi dururken, kafayı “Sayılar Teorisi” gibi yavan bir konuya takmış, ve sayıların varoluş sebebini de kestiremeyince, keşfettiği bütün -sayısal- özelliklerin nedenlerini, mistik bir “arka-plân”a bağlamak zorunda kalmıştı. Ki zâten kendisi de, karısını ve kızlarını daha fazla düşünen, iyi bir aile babasıydı. Ancak ne var ki “matematik” de, insan muhayyelesini başkalarıyla paylaşmaya hiç katlanamayan, kıskanç bir bilim dalıydı; ve onun için de, Doçent Bey, “Bakırköy”e müşteri olmuştu aynı zamanda... Ama bu durum bile, kariyerinde yükselmesine bir engel teşkil etmemişti... (Halbuki “H.Hasse – C.Arf – M.İkeda” Ekolü, matematiğin temellerini müzikte -yâni davranışsal disiplinlerde- aramak eğilimindeydi; Pisagor'u referans alarak)... İspat'lar artık, teorilerin zorunlu mantığı uyarınca, kesin “doğru”lar veya “yanlış”lar olarak istihsal edilmiyor, kurulan ilişkilerin arasından, “hangisi daha bedîhîdir?” diye yapılan oylamalar neticesinde makbul sayılan adımların sonucunda elde ediliyordu. Ve dolayısile, özlük işlerinde sicil âmiri durumunda bulunan Kürsü Başkanı Doçent Bey de, “ispat”ların doğruluğu veya yanlışlığı hakkında “son söz” sâhibi veya karar mercii oluyordu... Tabii ki bu ispatlar,sağlanması veya tahkik edilmesi çok zor olan soyut konularda yapılıyor, ve de Dünya matematik literatürüne kapalı olarak çalışılıyordu... Bu durum muvâcehesinde, benim yaptığım bir ispat da, “bedîhî değildir” diye -Kürsü başkanının avaneleri tarafından- oy çokluğuyla reddedilince artık dayanamadım; ve âni bir kararla, “matematik problemlerinin oylamayla çözülebileceğinin zannedildiği bir kurumun bilimle alâkası olamaz” diyerek, Üniversite(ler) ile bütün ilişkimi kestim. Ve ondan sonra da, bu kararımdan hiçbir zaman pişman olmadım. Çünki bir defa, bizim arkadaşlarla, “tuvalette bile çözülür” diye alay ettiğimiz “problemcik”leri halletmekle, “Bilim Doktoru” ünvânı elde etmiş, ve üstelik bu “travay”larını büyük bir gururla imzâlayarak bana hediye etmiş “gayri kâbil-i tahammül” ve gâfil mollaları da yakından tanımıştım. Sonra da, kürsü başkanı Doçent'in, böyle bir “seminer” gösterisini, biraz da beni törpülemek (!) için tertib etmiş olduğunu, bazı arkadaşlara belirttiği pişmanlığından dolayı duyup anlamıştım... Ayrıca, o sıralarda yaptığımız sohbetlerde bazı mollalar da beni, “Ali, bu memleketin çok sivri az adama değil, az sivri çok adama (!) ihtiyâcı var” şeklinde iğneliyerek uyarıyor, ve dolayısile üniversitelerin aslında, bir okul (veya öğretim kurumu) gibi çalışması gerektiğini vurgulayarak, bana, büyük buluşlar peşinde koşmak yerine, iyi bir öğretmen olmak için uğraşmamı salık veriyorlardı... Ama aynı mollalar -garip bir kompleksle- akademik ünvanlardan da “fetişizm” derecesinde hoşlanıyor, ve halka, kendilerini “bilim adamı” olarak takdim etmekten büyük bir zevk alıyorlardı; herhalde dînî mugâlâtaları yutturmakta kolaylık sağlıyor diye olsa gerek... Hem zâten o sıralarda ben, bütün bu -kavramsal ve davranışsal- kargaşanın, “bilim” târifinin netleştirilememesinden, ve onun da derûnunda, insanla hayvan arasındaki nesnel karakteristik (veya kaotik) farkın ortaya çıkarılamamasından kaynaklandığını da -güçlü bir îman şeklinde- sezinliyordum. Ve onun için de, dikkatli bir gözlemci olarak -olayların içinde- yaşayıp, bu farkın kendini belli edeceği zaman ve zemîni kollamaya başlamıştım. Ki bu fırsatı da, 18 yıl sonra girdiğim cezâevinde yakaladım... Ancak bu süre zarfında, bizim gericiler de, demokratik bir şekilde (yani oy çokluğuyla) bilim yuvalarını ele geçirip oralarda mistisizmi ve dogmatizmi -oy çokluğuyla- hâkim kıldılar. Bilim kaleleri yıkılınca da, bütün çağdaş müesseseler ve kurallar domino taşları gibi devrilmeye başladı. Halbuki, halk çoğunluğuna hâkim olan geleneksel kanaat ve görüşlerin nüfûz edemeyeceği -veya siyâsî yönetim mevkilerinin düşmesinden sonra ancak tesir edebileceği- tek yer, bilim kurumlarıydı; bilim kurumları olması gerekirdi. Şâyet, Cahit Arf'ın, üniversitede tesis etmeyi düşündüğü akademik ortam gerçekleştirilebilseydi, Türkiye'deki sosyal ve siyâsî ortamlar hiçbir zaman bu kadar yozlaşmaz, yozlaşamazdı. Çünki her konu hakkında -hiç bir yere danışmadan ve telkin altında kalmadan- objektif olarak kriter ve ölçü koyabilecek bir “tahkim” müessesesine kavuşmuş olacaktık... Ancak Amerika'larda, Avrupa'larda -bir özentiye binâen- okutulmuş ve oralardan da sâdece, siyâsî ve istihbârî mülâhazalarla ilgi görmüş bâzı “elit tabaka” çocukları, bizde “Truva Atı” vazîfesi görerek, önce bilim kalelerini gericilere açmışlardır; sırf kendi kariyer ve statülerini, gerçek bilim adamlarına karşı savunmak üzere, kalabalık (çoğunluk) desteği kazanmak için... Ve yurt içinde bir temerküz noktası (akademik üniversite) tesis edemeyen gerçek bilim adamları da, dışarıdaki üniversitelere giderek, dağılmışlardır... Üniversitelerde matematik problemleri bile “oy çokluğu” ile çözülmeye (!) başladıktan, ve dolayısile “oylama demokrasisi” de bu kadar kutsandıktan sonra, memleketin, -kitlelerin, kültürel sâiklerle kullandığı oylarının istikâmetinde- demokratik olarak parçalanması, “bilimsel bir Allah emri(!)” sayılmalıdır artık... Çünki memleketin içinde bir ilmî “tahkim” mercii yok; hukuk siyâsallaşıp, “askeriyye” de -bir düşmanla savaş hâli sözkonusu olmadığından- apışıp kalınca, bu sonuç, mantıkî olarak da kaçınılmaz görünüyor. Zîrâ bir ülkede, ilmî ve teknolojik inisiyatif (veya toparlayıcı, çekici, baş) kaybedildiğinde, toplumun kültürel (ve dinsel) ayaklarındaki bâzı uyanıklar, geleneksel kanaat ve önyargıları kullanmak sûretiyle, kitlesel destek alarak baş olmak için -biribirleriyle- yarışırlar; ve dolayısile, bu çekişme sırasında gövdeyi de parçalayabilirler... Ancak ne var ki, “gerici” süreç bu raddelere tırmanırken, bizim “ilerici” süreç de, insanın karakteristik özelliklerini ve hayvandan kaotik farkını göstermek, ve net bir bilim tanımı yapmakla birlikte, Evrenin Diyalektiği'ni ortaya çıkararak, “tevhîd-i ulûm”u -dinleri de îzah edip lüzumsuzlaştıracak şekilde- zihinsel plâtformda gerçekleştirmiştir. Ki son tahlilde de, bu süreç sonunda, insan bilincinin bir üst düzeye yükseleceği, ve de yeni bir insan tipinin doğacağı anlaşılmıştır... Yâni “akıntıya karşı kürek çekmek” gibi bir olay olan, ve de “artı-değer (kapital)”in suistimâli anlamına gelen “reaksiyoner” veya “gerici” süreçin yaptığı tahrîbâta bakıp da, bütün bunları izleyip yaşayan ilericilerin, yaptıkları zihinsel birikimin gücünü küçümsemek doğru değildir. Çünki, iyi tertiplenmiş (teorileştirilmiş) bir zihnî birikim, gerilmiş bir yay gibidir; bir hedefe ulaşılması konusunda... Yeter ki, hemen bir mesleğe veya mercîye kapılanmak ıstırârı ve endişesi içinde olmayan, idealist genç insanlardan mahrum kalmasın bir memleket...
Biz Gençken Ne Yapmıştık; Şimdiki Gençler Ne Yapmalı?!..
Memlekete, emperyalistler tarafından, “kapitalizm”in “menfî seleksiyon sistematiği” yerleştirilir ve toplum tepetaklak edilirken biz de, matematik problemlerine göre zum'lanmış “objektif”imizin içine, matematikçi geçinenlerin, ve matematik gibi bilim dallarının istismârıyla geçinenlerin problemlerini de aldık; ve böylece de matematiğin maddî (nesnel) temellerini aramaya başladık... Böyle bir “problematik”e geçişte, önce Cahit Arf'ın, sonra da Masatoşi (Gündüz) İkeda'nın rehberliği çok önemli bir rol oynamıştır. Çünki meselâ, Cahit Arf'ın sorduğu problemlerle, Kümeler Teorisi'ne ilgi duyup, kısa sürede Russell Paradoks'la tanışarak Aristo Mantığı'nı aşmış (dolayısile Diyalektik Mantığı kavramış), ve de matematiğin birbiriyle eşdeğer (ekûvalent) beş -temel- aksiyomuna ulaşmıştık. Ki bu aksiyomlardan biri de Well-Ordering Principle idi... Ve de önümüze açık bir dilemma (ikilem) koyuyordu: Kâinat'ın “noktalar” küme'si, apriori (veya Tanrı tarafından) sıralanmış olarak mı mevcuttur, yoksa o noktaları - “insanlık” anlamında- biz mi sıralıyoruz?... İşte bu dilemma vâsıtasıyladır ki, önce insanın hayvanla olan nesnel karakteristik farkını (ritm melekesi'nin hikmetini) anladık, bundan sonra da, “bilim”in, felsefe ve ideolojilerle kesin olarak ayrılan tanımına ulaştık.. Daha sonra da, bilim dallarının nasıl birleştirilebileceği meselesiyle beraber, Evren'in Devinim Diyalektiği'ni çıkardık... Yâni Türkiye tepetaklak edilir, ve ayaklar baş, başlar ayak yapılırken biz, “insanlığın ayağı”nın (insanın maddî varoluş gereklerinin) ve başının (zihinsel üstyapı'sının) ne olduğunu ortaya çıkarmıştık. Onun için artık, “müsbet seleksiyon sistematiği” anlamını da taşıyan, yâni davranışsal disiplinleri de içeren, yepyeni bir eğitim müessesesi ortaya koyabilirdik... Ancak ne var ki ben, “panteist zon”un laboratuar çalışması gibi yaşadığım “hapis”ten çıkıp da, anladıklarımı formüle ederek yazıncaya kadar, bizim hocalar da epeyi yaşlanmışlardı... İlk kitabımı -13 yıl kadar önce- Cahit Arf'a gönderdiğimde, hasta olduğunu öğrendim ve rahatsız etmek istemedim tabii ki... Ve de bir yıl içinde vefat etti zâten... Ondan sonra, M.İkeda ile irtibat sağlayıp kitaplarımı O'na da gönderdiğimde öğrendim ki, -hiç sevmediğini bildiğim- “şifrecilik” ile uğraşmaya mecbur bırakılmış; hem de, “mutlak değer” kavramını, “mutfak değeri” olarak anlayan asistanlarla(!) birlikte, TÜBİTAK'da... Ve ayrıca da, bâzı “bilim adamı(!)” kisveli mâlûm kişilerce yakın markaja alınmış... Dolayısile onu da rahatsız etmek istemedim; ki zâten, son defa bir kitapçığımı -elden- ilettiğimde, kendisi de bana haber göndererek, ilmî tecessüsünün kalmadığını, sayılardan başka bir şey düşünemediğini, ve hatta yakında öleceğini -bir kehânet gibi- bildirdi. Ve akabinde de vefat etti... Yâni şu noktayı iyi anlamalısınız ki, bizim gerçek bilim adamlarımızın özgürlüğü yoktur; onlar dâima -tâbir câizse- “yakın markaj” altındadırlar. Dolayısile de, biribirleriyle istedikleri konularda -ve yerlerde- buluşmaları veya paslaşmaları mümkün değildir. Ama buna mukâbil, bilim adamı kisveli bâzılarının, medya kanallarında gazeteci sıfatıyla “icrâ-i sanat” eyleyen bir takım kendini bilmez soytarılara uyarak parazit yapmaları veya kavram kargaşası yaratmaları alabildiğine serbesttir; ki böylece, dinî mugâlâtalar daha mantıklı görünsün ve kolayca yutturulabilsin diye... Onun için, gerçek bilim adamlarını arayıp teşhis ederek bulmak da, artık siz gençlere düşmektedir; hem Yurt içinde, ve hem de Yurt dışında her milletten... Burada ben sizlere, uzmanlığa ve politikaya tutsak olmamış “gerçek bilim adamı”nın teşhis kriterini veriyorum: Bilim adamı önce, insanın -hayvandan farkını belirleyen- nesnel (maddî) karakteristiklerini bilecek; veya araştıracak... Sonra “bilim”in, felsefe ve ideoloji'den farkını ortaya koyan tanımını yapabilecek; veya yapmaya çalışacak... Ve daha sonra da, Evren'in birlik ve bütünlüğünün delîli ve ifâdesi olmak üzere, “Total Devinim Diyalektiği” formülü ile birlikte, bilim dallarının birliğini gösterebilecek; veya göstermeye çalışacak... Ve bütün bu eşdeğer (ekûvalent) şartlarla bağlantılı olarak da, “Panteist Zon Kulübü” gibi bir antropoloji laboratuarının gereğini ön görebilecek... Çünki “Panteist Zon Kulübü” gibi bir antropoloji atelyesi açılmadan bilim kurulu bir araya gelse, bu allâmenin “skolastisizm”e takılıp provoke edilmeleri, yani nedensellik mantığı ile kurulan diyalogların câzibesine kapılarak, pratikle “feed-back” ilişkisi kurulmadan da meselelerin çözülebileceği kanaatiyle, kısır çelişki ve çekişmelerin içine sürüklenmeleri mümkündür. Aynı şekilde, bilim adamlarının bir araya gelmelerinden önce “Panteist Zon Kulübü'nü gerçekleştirmeye kalkmak da, onun başka amaçlara hizmet eder hâle dönüşerek yozlaşması, veya bu yönde provoke edilmesi riskini taşımaktadır. Ki biz, böyle bir yozlaşmayı ve provokasyonu -onbeş yıl önce- yaşadık; “Panteist Zon Kulübü” yapmak niyetiyle açtığımız bir lokalin, nasıl bir “hemşeri derneği”ne dönüştürüldüğünü görerek... Onun için ancak yukarıdaki kriterlerle, Dünya'nın her yerinde, -burnunda halka, boynunda tasma izi taşımayan- gerçek (özgür) bilim adamlarını arayabilir ve bulabilirsiniz... Ve onları bulduğunuzda da, gençliğinizi, - “insanlaşma süreci”nden çıkarılmış deneylerle bilinçlenerek- dolu dolu yaşayacağınız Panteist Zon Kulübü'ne kavuşabilirsiniz... Aslında Panteist Zon Kulübü demek, “tarih öncesi”nin şartlarını oluşturup, insanlığın başlangıcını yeniden yaşamak, ve dolayısile de insan olmanın bilincine varmak demektir... Bu kulüplerde her şeyden önce, başta “zaman” ve “uzunluk” ölçüleri olmak üzere, bütün ölçüler ve kriterler değişecek, ve de insanın insanı aldatması olanaksız kılınacaktır... Sonra da, bu antropoloji laboratuarı (veya atelyesi) anlamındaki kulüplerin etkinlikleri, hem eğlence, hem terapi ve hem de eğitim kavramlarını bir arada ifâde edecektir... Evrensel (zaman ve mekânlar üstü) anlamdaki böyle bir etkinliğe, bütün Dünya gençliğinin ilgi duymaması imkânsızdır; dolayısile de idealist müteşebbislerin... Yâni bu defa da, bir önceki kuşaktan gösterildiği ve öğretildiği şekildeki “insan rolü”nü -bütün çelişkilerine rağmen- aynen oynamaya mecbur bırakılmaktan bıkan gençlerin, 1960'lardaki gibi bir kalkışması sözkonusu olacaktır yine... Ama bu sefer, orijinimizi arıyoruz diye yollara düşüp, kadîm Hint öğretilerini deşifre edemeden, uyuşturucu ve “mistisizm” bataklığında boğulmayacaklardır... Gençleri, daima iktidar olma heves ve ihtiraslarına âlet etmiş olan hâin ve gâfiller de artık, “devrimcilik” adı altında tertipledikleri “darbe” plânlarına, onları angaje edemiyeceklerdir; hele ki, Devrim diye yutturulan ve Dünya çapında büyük etkileri olan bir “Duma Baskını”nın bile -73 yılda da olsa- foyası çıktıktan sonra... Ancak ne var ki, Gâzi Mustafa Kemal'in yaptığı düzeltmeyi de, Saltanat'a ve/veya Hilâfet'e karşı yapılmış bir darbe gibi göstermek isteyenler, “gaflet, dalâlet ve hatta hıyânet” içindedirler. Çünki, son “Gâzi Eren”in yaptığı iş, 1826'dan sonra girilen yanlış yolu, veya sapılan “dalâlet”i tashihten başka bir şey değildir aslında... Nitekim O'nun tashihi sâyesindedir ki, bugün doğru yolu bulmuş ve -fikren- “muasır medeniyet”in önüne geçmişizdir. Onun için “Atatürkçü” geçinenlerin de “dalâlet”e düşmemeleri için, artık -hamâset edebiyatını bırakıp- bu noktayı iyi anlamaları gerekir. Yoksa, gerçeklerin anlaşılmaması için yapay (demagojik) gündem oluşturmak gibi bir provokasyonun parçası olurlar; ve hatta olmaktadırlar... Bugün, Avrupa'larda, Amerika'larda fikir jimnastiği olarak yeni yeni tartışılmaya başlayan, “bilim dallarının birleştirilmesi” meselesinde de, “kaos yönetimi” probleminde de, son sözü söyleyebilecek veya çözüm yolunu gösterebilecek durumdayız artık... Çünki, aralarında diyalektik bağlantı olan üç ana bilim dalını, Fizik(Tez)- Biyoloji(Antitez)- Antropoloji(Sentez) olarak tespit etmiş bulunmakla birlikte, insanın (insanlığın) şimdiki aslî görevinin, Biyolojik Âlem'in sırlarını çözmek olduğu da açıkça gösterilmiştir. Bu sırlar, Fizikî Âlem'in, “Eylemsizlik Prensibi” ile “Entropinin Artışı Prensibi” gibi kânunlarının, Biyolojik Âlem'de nasıl inkâr edilmiş olduğu husûsunda düğümlenmektedir. Dolayısile de insanın (insanlığın), çarpma veya itme momentumları kullanmadan hareket edebilen araçlar ile, sun'î bitkiler yapması, en önemli ve öncelikli görevi olmaktadır artık... Çünki insan(lık), Evrenin Diyalektik Siklusu'nda “sentez” konumunda bulunmakla, Fizikî Kozmos'un ölüme gidiş sürecini tersine çevirmek görevini yük(üm)lenmiştir... Bu hedefler, kapitalistlere kârlı yatırım alanları açmayacak olsa da, insanlığın Tanrısal rotasını ve görevini işâret etmektedir. O halde demek ki, bu günkü “serbest pazar”cı, “serbest rekâbet”çi kapitalizm mutlaka değiştirilmeli, veya ehlîleştirilmelidir artık... Zâten de, bunun zamanının geldiğine işârettir, bu günkü toplumsal ve iktisâdî kaotik durum... Ve “kaos yönetimi” kavramı da, tam bu noktada ortaya atılmış ve önem arzetmiştir. Halbuki biz bu konuyu uzunca bir süredir düşünmekte ve yazmaktaydık... Aslında kozmos'lar kaostan neşet ettiğinden, ve de kaos'lar, zaman ve mekândan münezzeh olduğundan dolayı, her kozmosun derûnunda bir kaos yatar; veya yaşar... Çünki bir bakıma kozmos, kaos'un soğumuş, katılaşmış ve determine olmuş “kabuk kısmı”dır; denilebilir. Ve onun için de -Dünya'nın “mağma” çekirdeği gibi kaynayan bir kazan olan- kaos bazen, kozmosun içinden yanardağlar gibi patlayarak kendini dışa vurur... Ama “kaos yönetimi” ise, patlayan yanardağların tahrîbâtını azaltma anlamında değil, antropolojik “kozmos”un, “hukuk-altı” katmanlarında daimî olarak kaynayan, ve bir “determinizm”e oturmayan “kaos” çekirdeğinin kontrolu anlamında olmalıdır... Artık çok iyi biliyoruz ki, “insanlık” kozmosunu (düzenini) yaratan kaos'un adı “panteist zon”dur; ve “ritm” eksenli -zamanlar ve mekânlar üstü- bir etkinlik ve iletişim biçimi olarak sürüp gitmektedir. Onun için de anlayabiliyoruz ki, her türlü ritmik etkinlikler ve bunlardan türeyen (veya üretilen) davranışsal ve zihinsel ürünler, kontrollu bir şekilde, ama mutlaka sürekli bir şekilde istihsal edilmeli; yâni devamlı olarak yeni -insânî- değerler yaratılmalıdır... Ve yaratılan değerlerin hepsinin, evrensel veya global değerler olması da beklenmemeli, hatta bu yolda “mass-medya” vâsıtasıyla zorlama da yapılmamalıdır... Aksi taktirde, -yâni kapitalist zihniyetin “tüketim için üretim” kumpasına sokulduğu taktirde- insanlığın krizlere girmesi, ve dolayısile de, “ritm melekesi”nin sûistimâli demek olan militarist veya dinsel yönetimlere mecbur (veya mahkûm) kalması kaçınılmaz görünmektedir.
Gençler!.. Gerçek bilim adamlarını siz “tecrit”ten kurtaracak ve birbirleriyle buluşturacaksınız; ki onlar da, bir araya gelince sizleri, yabancılardan veya eski nesillerden “insan rolü” çalan maymunlar olmaktan kurtarıp, “kişiliğinizi bulma özgürlüğü”ne kavuştursunlar... İnternet ortamında kurduğunuz “sözsel” ilişkiler kimseye, hiçbir şey kazandırmaz; ama ancak “seksoloji” bazında bir “jargon” üretmenize olanak sağlayarak müptezelleşmenize yol açar; ki bu sapma da sizi, -denge âyârı yapmak üzere, içten içe- dînî mugâlâta ve ritüellerden medet umar hâle getirir... Halbuki gençliğin esas görevi, davranışsal iletişim -veya reel komünikasyon- ortamında (tele-komünikasyon'da değil), maddî temeli olan gerçek kavramlar üretmektir... İnsanlığın davranışsal hayatının temsilcileri olan gençlerle, düşünsel hayatının temsilcileri olan yaşlılar arasında bir “feed-back” etkileşimi tesis edilmedikçe, özgürlüklerden ve de gerçek bir kalkınma veya ilerlemeden söz edilemez!...
Ali Ergin Güran: 15/07/09