Türk Olmak Adam Olmak Demektir.
back yaz

“Odun Kafalı”lara Cevap...

Ne kadar utanmaz, arlanmaz, lâftan anlamaz veya dangalak insanlar varmış meğerse bu ülkede... E, pes yâni... Bu kadar açık yazmama rağmen hâlâ anlayamıyor (veya anlamazdan geliyor), ve de bana, “Ne kadar yazarsan yaz, bizim için bir sakıncası yok, hatta yararı var... Boş zamanlarımızda göz atıp, -uyum hâlinde yaşadığımız kapitalist ekonominin fikrî üstyapı'sını geliştirmek üzere- sohbet (gevezelik) malzemesi ediniyor ve de bildiğimizi okuyoruz (veya düşünüyoruz)” meâlinde mesajlar gönderiyor, bazı odun kafalılar... Ve böylece de, iltifatkâr davranırken, aynı zamanda “sirkatlerini” söylemiş olduklarını farkedemiyorlar;veya benim farkedemiyeceğim zannına binâen bir -sinsi- politika yürütüyorlar, akılları sıra... Ulan ben şimdi, bu “ritmik sâniyeli saat” önerisini, lâf olsun diye mi ortaya attım yâni?!... Herşeyden önce, şu biline ki, “dogmatik ideoloji” anlamında eş düzeyde olup da, “ilericilik-gericilik” şeklinde inatlaşan zihniyetlerin, yaratmış bulunduğu antagonizmayı (kısır çelişkiyi) fiilen aşmanın, -ve milleti skolâstik tartışmalardan kurtarmanın- tam zamanı olduğu için, ve de zıtlaşan bu zihniyetlerin, aramızdaki taraftarlarını deşifre etmek üzere yaptım bu öneriyi... Çünki bütün “ölçü”lerin anası olan “zaman ölçümü” anlamındaki “ritm” fenomeni aslında, hem bütün insânî davranışların “re-formatör”ü, hem de bütün fikirlerin “genom”u olmakla, “davranış” ve “düşünce” kümelerinin arakesit elemanı (veya ortak noktası), ve insanlığın yaratıcı (ve yaratılış) dinamiğidir. Ve aynı zamanda da, insanların düşüncelerinin zıtlaşması (skolastisizm'e saplanılması) durumunda, “davranışlar” küme'sine (veya davranış disiplinlerine) kapı açan, dolayısile de “mugâlâtacı”ları deşifre eden bir “çift taraflı eleman”dır... Sonra da, ritmik zaman birimi ile, buna göre yapılmış saatlerin, Uzay'a (yâni yer çekimsiz ortama) intikâlinde “yürüme ritmi”nden mahrum kalacak -dolayısile de “senkronizasyon” ihtiyâcı artacak- olan insanlara (uzay insanlığına), elzem hâle geleceğini gördüğüm ve bildiğim için yaptım bu öneriyi... Hiç olmazsa bu konuda erken davranıp, insanlık nâmına inisiyatif alabilirsek, gelecek kuşaklara, -“İnsanlığın, geleceğe doğru yaptığı bayrak yarışında, bir ara biz de, en öne geçip bayrağı taşımıştık” gibi mülâhazalarla- özgüven ve kişilik aşılayabiliriz diye de düşünerek...

 

Hadi diyelim ki, “Atatürkçü”lük veya “Atatürkçü düşünce sistemi” diye adlandırdığınız fikriyâtın, metodolojisi (yani jeneratörü) bulunmayan, bir nevî “mitoloji” olduğunu çıkaramıyor, yâni Atatürk'ün pragmatik politikalarından derlediğiniz fikriyâtın, konjonktürel ve lokal olup, yeni şartlarda kendini yeniden üretebilen bir “teori” veya “sistematik” olmadığını anlayamıyordunuz... Hadi diyelim ki, O'nun, “bilimi rehber edinin!” anlamındaki direktifine uyacak kadar da “bilim”e âşina değildiniz... Ama koskoca bir Sovyetler Birliği'nin, yumuşak yumuşak göçertilmesiyle, Komünizm denilen “devrimcilik” iddiasındaki bir “teorik doktrin”in bile, kendini yenileyemeyen dogmatik bir fikriyât olduğu anlaşıldığında, niye uyanıp da, bundan bir ders çıkaramadınız?... Hem de Atatürk'ün, bu fikriyâtın (Komünizm'in) yarattığı Dünya konjonktüründe yolunu bulduğunu bildiğiniz (veya bilmeniz gerektiği) halde... Bu “Komünizm” bile kendini, atom bombalarıyla -dahî- koruyamadı da, sizler Atatürkçü'lüğünüzü “hukuk”la mı koruyacaksınız yâni?!.. Dindar bir Atatürk imajının (veya profilinin) zihinlere yerleştirilmesi ve resmiyet kazanması ile birlikte, “Atatürkçülük” denilen akımın da marjinalleştirileceği gâyet açıktır aslında; ve hatta -Lenin'in âkıbeti ortadayken- “görünen köy”dür. Ne kendinizi, ne de başkalarını aldatmaya kalkın göz göre göre... Ve de itiraf edin ki, “avâm”ın, âşinâ ve teşne olduğu vaaz üslûbunu ve “beden dili”ni iyi kullanan imamın biri, demokratik olarak başa geçip/geçirilip, borç paraya da gark edilince, ne olduğunuzu neye uğradığınızı anlayamadan, “dâva”nızı kaybettiniz. Dolayısile de, bazılarınız -bugünkü şartlarda- aynen Atatürk gibi söylem geliştirmeye ve tavır koymaya kalkınca, kodeste aldı soluğu... Bu, kazık kadar insanlar, -bir nevî- Don Kişot'luk yaparak mahkemelere düşmekle aslında, gençlerin önüne geçerek (ve/veya onların rolünü çalarak), onları passif bir seyirci kitlesi durumuna sokuyorlar; ve dolayısile de, “iç dinamik”lerin -Emperyalizm nâmına- gazını almış oluyorlar. Ve üstelik de, -yarattıkları vesilelerle- mevcut iktidâra meşrûiyyet (haklılık görüntüsü) kazandırıyorlar... Zâten bu ziniyetteki insanlar, “sosyalizm” veya “komünizm” modalarının geçerli olduğu eski devirlerde de, mahkemeye ve hapse düşmeyi, mücâdelenin parçası olan bir mârifet veya kahramanlık olarak görür, ve övünürlerdi. Ama bunun, bir taktik hatânın ve/veya yenilginin, ödenmesi gereken bedeli, ve de -hasbel kader- yaşanması ve ders çıkarılması gereken bir “deney” olduğunu bir türlü anlayamaz, veya “şuuraltı” menşeyli bir tür “şahsî menfaat” sâikiyle anlamazlardı. Çünki, “çekilmiş eziyet” birikiminin (!) beşerî vicdanda, karşılığı her iki taraftan da tahsil edilebilecek, bir “nemâ” olarak görüldüğünü ve/veya değerlendirildiğini, gâyet iyi hissedebiliyorlardı bu oportünist mahlûklar... Yâni, mücâdeleyi aksiyon güçleri kazandığı taktirde “kahraman” rolü ve pâyesi ile, reaksiyon güçlerinin galebesi hâlinde de, nâdim olmuş veya usûlünce kıvırtmış “mağdur” kisvesiyle -bir şekilde- tahsil edilebiliyordu, bu nemâ'nın karşılığı... Bunların arasında, kırk yıl önce mahkemede yapmış olduğu savunmayı -ne gibi bir hayrını gördüyse- hâlâ, bir “kutsal metin”miş gibi aynen saklayan, ve de övünç ve gururla herkese taktim ve tavsiye eden garip insanlara -dahî- rastlamışımdır... Yâhu artık birazcık yola gelin de, hiç olmazsa bundan kırk yıl kadar önce, Emperyalizm'in adamlarıyla pazarlık yapmayı, ve de her türlü kısır (demagojik) tartışmanın içine girmeyi kendilerine yediremeyip, -bilimsel soyutlamalarla daha genel (şümûllü) varsayımlara (hipotez veya postülatlara) ulaşarak, tedâvüldeki (!) fikirleri teorik seviyede aşmayı da başaramayınca- ölüme râzı olan, o eski “gençlik liderleri”nizin, veya “inisiyatör”lerinizin anısına saygılı davranarak, o zamanlardan beri kesintisiz olarak irâdî ve dikkatli yaşamak sûretiyle bütüncül bir fikriyât (veya bilimsel bir teori) geliştirmiş insanların önerilerine kulak verin...

 

Metodoloji'ye (veya fikir üreteci'ne) sâhip olmayan bir dogmatik fikriyât, artık insanlığa rehberlik yapamaz, ve de hiçbir zaman “hukuk”la haklılığını ispatlayamaz. Hatta silah zoruyla iktidâra gelip de, kendi hukûkunu dayatsa bile, Dünya konjonktürünün elverdiği şartlar -ve zamanlar- hâricinde geçerliliğini koruyamaz (bu husus “Sovyet” deneyi ile ispatlanmıştır.). Çünki bugünkü hukuk mantığı, Kapitalizm ideolojisinin mantığıdır; ve dolayısile de kapitalistler hangi “dogmatizm”e yatırım yapar veya borç verirse, o dogmatik -ve genellikle de dinsel- fikriyât o ülkede egemen olur. Bu hususta, Osmanlı Devleti'nin batırılışı ve ülkesinin dağıtılışı da, ibretlik bir olay olarak durmaktadır karşımızda... Koskoca Osmanlı Sultanları'nın bile, “dînî fikirlerle milleti bir arada tutar, -memleketi ipotek ederek- bulacağım borç parayla da idâre ederim” derken, ülkenin paramparça olarak çökmesine engel olamadıklarını nasıl unutursunuz?... Şimdilerde ise, sizlerin (Atatürkçü geçinenlerin) bir zamanlar, “din başka, bilim başka” gibi sloganlarla dillendirdiğiniz şizofrenik “laik”lik anlayışınıza göre, -mostralık da olsa- münâsip bir şekil ve dozda elzem saydığınız dincilik, uygun konjonktürde süratle organize olarak seçimle iktidâra gelmiş bulunmaktadır. Dolayısile de, ülkeyi ipotek ederek iktidarını sürdürme imkânına kavuşmuş olmaktadır, bu dinci şebeke... Emperyalizm veya Global Kapitalizm, bu fırsatı kaçırır mı hiç?!... Tabii ki, verecek borcu, alacak imtiyâzı, dayayacak borcu, -ucuz ucuza- kapatacak malı mülkü... En sonunda -kana doymuş sülükler gibi- iktidardan düşme raddesine gelince de, bu “dindar işbirlikçi”lerini, insanî mülâhazalarla (!), zengin iş adamları olarak, kendi memleketlerine dâvet edecekler... Ki böylece de, -biriken borçları ödeyemez duruma gelmiş olan- ülkemizi, demokratik (!) olarak “eşekten düşmüş karpuz” misâli parçalayacaklar. Çünki dogmatik “din” ideolojisinin yerine, yine aynı “itaat kültü”nden kaynaklanan, “Atatürkçülük”, “Ulusalcılık” filân gibi adlarla -mantık silsilesinin ip uçları ellerinde olan- diğer bir dogmatik ideolojiyi ikâme edeceklerdir; Ülke'nin ufak bir bölümünde, ve de yine bir “kurtuluş” tantanasıyla... Durum bu kadar, “kör kör gözüm parmağına” misâli açık iken, hâlâ fikir mücâdelesi, hukuk mücâdelesi yaparak halkı koruyor ve eğitiyorum diye avunanlar, ya çok gâfil, ya da çok hain insanlardır. Çünki böyle bir gidişâtta, ne söylenir ve ne yazılırsa yazılsın, hiçbir tesiri olamaz. Zira, “yemleme”yle güdümlenmiş bir sürünün, -zorbalıkla dahî olsa- mecrâsı değiştirilemez; kolay kolay...Ve de demokratik (!) olarak, kaderine veya mahvına doğru sürüklenir...

 

Demek ki, bir kapitalist düzenin, eleştiri yapmakla da, -hatta- zorla iktidâra gelinerek, tepeden inme didaktik öğretide bulunmakla da değişmeyeceği ve/veya değiştirilemeyeceği anlaşılabilmektedir, ve anlaşılmıştır artık... Kaldı ki zâten, geri veya gerici bir düzene karşı eleştiri yapmanın da çok komik bir davranış olduğu, böyle düzenlerin fiilen aşılması gerektiği, “eleştiri” metodunun ancak ilerici organizasyonlara ve inisiyatiflere karşı uygulandığı taktirde bir anlam ifâde edebileceği de çok açıktır... Buna rağmen meselâ, kadınların, dinsel vecîbedir diyerek biçimlendirdikleri baş bağlama şekillerine takılarak, bunu dînî mugâlâtalarla eleştirmeye ve hukûkî mülâhazalarla engellemeye kalkmak, nasıl ilericilik sayılır da, dinsel dogmaları kökünden sarsacak bir “ritmik saat” îcâdı nasıl görmezden gelinir anlamak mümkün değil... Halbuki, “ritmik zaman birimi”ne göre âyarlanmış bir “saat” âletinin sürüm'e sokulması, aynı zamanda “akıl nedir?” sorusunu da gündeme getirmek demektir; ki bu problemin çözüm süreci de, akıl dışı bir düzen(sizlik) olan Kapitalizm'in, çözülüş (yok oluş) süreciyle eş anlamlıdır... Kaldı ki, bu süreç dâhilinde aynı zamanda, dinlerin, kadîm “itaat kültü”nden bakıyye “ihtiram ritüelleri” anlamındaki ibâdetlerinin de fuzûlî ve yararsız olduğu, dolayısile de dinlerin, -politika aracı olmaktan çıkarılması için- Mistisizm'den (büyü tesirinden) arındırılarak folklorik düzeye çekilmesi gerektiği de açıkça anlaşılacaktır...

 

Diğer taraftan, Kapitalistlerin uydurup bize sokuşturduğu “lâiklik” kavramına da fazla güvenmemek ve îtibâr etmemek lâzımdır. Çünki onların, “Evrensel İnsan Hakları” diye lânse ettikleri kavram, her zaman ve şerâitte kendileri tarafından, pragmatik (çıkar amaçlı) mülâhazalarla içi doldurulan veya güncellenen değişken (kaypak) bir kavramdır. Ve onun için de, geri kalmış ülkelerin halklarına yutturulan, “ayrışma, parçalanma reçetesi” gibi bir şeydir. Zira bu geri ülkelerdeki halkın büyük çoğunluğu -zor şartlara dayanabilmek için- dindardır; dindar kalmışlardır. Dolayısile de onlar “insan”ı, -Allah'ın kelâmı olarak bildikleri- din kitab(lar)ında yazıldığı veya tarif edildiği gibi anlamaktadırlar. Fakat buna rağmen Batılı Kapitalistler, binlerce yıl önce yaşamış, “peygamber” denilen kişilerin ortaya koymuş oldukları “insan” tanımına dokunmamakta, ve hatta o tanımın yanlışlarından -sömürü için- yararlanmak üzere, “Evrensel İnsan Hakları” konseptinin içini, daha doğrusu buradaki “insan” unsurunun tanımını elâstik (flexible) bırakmaktadırlar. Halbuki, bu Batılı (Kapitalist) Dünya gerçekten ilerici ve samimi olsa, “insan hakları” kavramının içini doldurmak için, herşeyden önce “insan”ın ve dolayısile de “akıl”ın tanımını yapması, veya -en azından- bu tanım üzerine bilimsel bir çalışma başlatması gerekirdi. Ama bu yapılmamakta, ve dolayısile de geri kalmış ülkelerdeki insanlar, kendilerinin ne olduğunu din kitaplarından öğrenen(!) garibanlar ile, “insan” tanımını, Batılıların -hukûkî ve ekonomik mülâhazalarla- uydurduğu reçetelerden çıkarmaya çalışan işbirlikçiler olarak ikiye ayrılmaktadırlar. Ve daha da vahimi, insanlar kendilerini, hem din kitaplarında yazıldığı gibi anlayan, hem de dışarıya “İnsan Hakları” bildirgelerinin çizdiği profildeki gibi gösteren “şizoit”ler hâline gelmektedirler... Yâni son tahlilde, Batılıların bizimki gibi ülkelere sokuşturmuş olduğu “lâiklik” prensibi aslında, kolay manipüle edilebilecek, şizofrenik insanlar yaratma reçetesinden başka bir şey değildir...

 

Netice-i kelâm olarak derim ki, “ritmik zaman birimine göre âyarlanmış saat” yapmanın gerekliliğine kafalar yatıncaya kadar, entellere lâf (veya ukalâlık) malzemesi teşkil eden teorik yazılarıma (Tebliğ'lere) ara veriyor, ve “akkoyun, karakoyun ayrışması”nı da hızlandırmak üzere, “ayıpları, yanlışları gösterip ta'ân eylemek” şeklindeki -geleneksel- ifâde usûlüne dönüyorum... Çünki, yayınlanmış olan “Manifesto”ya karşı anlamazdan gelenler, veya işi pişkinliğe vuranlar, her türlü sövgüye müstehaktırlar... Batı'dan öğrendikleri metodolojiye istinâden, -ve de oralardan aldıkları kredi (borç) garantisiyle- bütün fikirleri “arz-ı hâl” sanıp, herkesi kendi objesi (veya kobay'ı) gibi görerek ahkâm kesmeye alışmış (alıştırılmış) konformist oportünistler arasından, -inisiyatif alarak- nemâ'sını toplayabileceği “ritmik saat” konusunda irâde koyacak, tek bir “girişimci” bile çıksa, gam yemeyeceğim...

 

Ali Ergin Güran: 15/01/10