CANER GÜÇAL’A CEVAP – 2
Sevgili kardeşim, bir takım “geri zekâlı”lardan müteşekkil masonik ve “heterodoks” çevrelerin sitemize gönderdikleri “abuk-subuk” mesajlarla iletişim kurmaya tevessül etmelerine karşı, -biz bunlara mı lâyıkız, bizi böylemi anlıyorlar gibilerinden- üzüntü duymanı ve öfkeye kapılmanı anlayışla karşılıyorum. Ama bunların –tepki şeklinde de olsa- muhâtap alınmasını hiç uygun görmüyorum. Çünki bunların gâyet seviyesiz insanlar olduğunu ve bizim “geleneksel öğretilerin ve dinlerin bukağılarından kurtulma” çabamızı, “din karşıtlığı” ve “ateizm” gibi bir kayıkçı döğüşünün ve şımarıklığın(züppeliğin) ve de son tahlilde bir “antagonizma”nın içine çekmek istediklerini gâyet açık olarak görüyorum…Bunlar, okuduklarını anlayabilen veya anlayamadıklarının bilincine varabilen iyi niyetli insanlar olsalardı, bizim –yazdıklarımızdan- Masonlukla da, Alevîlikle de, cemaatçilik anlamındaki Bekdaşîlikle de hiçbir alâkamızın olmadığını –sorgulayarak da olsa- kavrar ve rahatsızlık vermezlerdi diye düşünüyorum… Onun için belki de diyorum, locasından atılmış masonların –üstadlarına yaranmak için- genellikle yaptıkları iş olan ispiyonluğun, “soğuk savaş” yıllarında çok revaçta bulunan “casusluk” ve/veya “psikolojik savaş” gibi çeşitlerinin taarruzu karşısındayız… Locasından atılmış olup, bizi de yakından tanıyan bir “mahlûk” tezgâhlıyor olabilir bütün bunları…Dolayısile de sâkin olup, metodolojik bir şekilde bu konuları yeniden teşrih etmeliyiz diye düşünüyorum…
Aslında masonlar ile dindarları, “düşman kardeşler” olarak anlamak lâzımdır. Bunların biribirlerini düşman gibi göstermelerine –yâni kayıkçı döğüşüne- aldanmamak gerekir. Çünki masonlar da aynen dindarlar gibi, insanlığın “kıyâmet” denilen bir felâketle sona ereceğini öngören(ve/veya vaazeden) antagonist bir paradigmaya bağımlıdırlar. Onların bazılarının, dindarlarla farklılık noktası olarak gösterdikleri “ateizm” ise, bir nevi züppelik olmanın ötesinde anlamı haiz değildir. Çünki zâten mason ateistlerin çoğu da, dinlerin tanrısını reddetmekle birlikte, aynı zamanda Kâinat’ın bir yüce mimarına inanmaktadırlar… Aslında masonlar, Türk-Tarikat Sistematiği’nden çok etkilenmişler ve hatta görüp anlayabildikleri kadar onu taklit etmeye de çalışmışlardır. Mesela tanrı kavramını devamlı olarak sorgulayıp geliştirmek ve de “Tanrısal Yol”u aramak eğilimleri bizden esinlenmedir. Çünki dinlerdeki tanrı kavramı birer “dogma”dır; ve onu başka argümanlarla tahayyül etmeye çalışmak yasaktır… Ama inisiyasyon ritüelleri, gösteriş yaparak özendirmek ve biraz da gözdağı vererek korkutmak üzere uydurulmuş, ve insanlarda mensûbiyet duygusu yaratmaya yönelik olarak kurgulanmış seremoniler hâline indirgenmekle, tamamen ters amaçlara hizmet eder şekle sokulmuştur. Çünki inisiyasyon terbiyesi ve imtihanı aslında, insânî kalitenin seçilimi ve ayıklanması demektir; kapitalist babalara biat ve benzetme telkinleri demek –hiç- değildir. Yâni bu noktada Türk-Tarikat Sistematiği usullerine tamamen ters düşmekte ve prensipte, -alevî de denilen- heterodoks cemaatlerin ritüelleriyle benzeşmektedirler… Dindarlardan ayrıldıkları nokta ise sâdece, politik taktiklerle ilgilidir: Masonlar insanlığın zengin elitler mârifetiyle idâre edildiğini ve edilmesi gerektiğini –mertçe- öne sürerlerken, diğerleri halkın da rızâsının (veya çoğunluk oyunun) alınması gerektiği gibi bir “mahcup düzenbaz” söylemini benimsemişlerdir. Onun içindir ki masonlar, hem çoğunluğun oyunu kazanmış olan iktidarlara, hem de tepeden inmeci yöneticilere rahatlıkla(düşünce ve inanç zâfiyetine uğramadan) destek vermişlerdir. Ama zengin olmadan yöneticiliğe soyunan dindar halk çocukları ise, halkın oylarını –bir şekilde- toparlasalar bile, çok defa masonların desteğini de aramak ihtiyacını duymuşlardır; demokratik(!) meşrûiyet kazanmak için…Yani masonlar ile din istismarcıları daima sıkı bir işbirliği içinde olmuşlardır; ve de masonlar, kitlelerin oyunu alabilecek karizmatik kişileri iyi kullanmışlardır. Çünki masonlar aslında yüksek(kaliteli) dindarlardır; ve de görevleri, insanlığı, kendi “kapitalist krallık”larında ve kendi rehberliklerinde kıyâmete götürmektir.
Masonlarla dindarların antagonist paradigmasında, “ateş öncesi” insanlığa, yani bizim “panteist zon” dediğimiz kavrama yer yoktur. Onlar insanların akıllı varlıklar olarak yaratıldığına inanırlar; din kitaplarında yazıldığı gibi…Ve “antagonizma” denilen çözümsüz çelişki de bu boşluktan kaynaklanmaktadır… Çünki Tanrı-Kral’lar ve peygamberler, “ateş öncesi”nin gelenekleriyle, ritmik âyinlerle yaşayan insan topluluklarını “vahşi” diye niteleyip insandan saymamışlar, icra ettikleri dans ve müzik etkinliklerini, kendilerini(melekelerini) diriltmek için değil de, Tanrı’yı hoşnut etmek için akılları ile karar vererek yaptıklarını zannetmişler ve onun için de zaman zaman insanlarda –ve kendilerinde- gördükleri olağanüstü ferâsetli, basiretli ve diğerkâm davranışları, metafizik bir varlık olarak kurguladıkları “melek”lerin rehberliğine (ve yardımına) yormuşlardır. Yani insanlarda
-dirilikle ilgili olarak- zaman zaman görülen yüksek insânî meziyet ve hasletlerin aslında “ateş öncesi” devirden bir rezonans olayı olarak gelen ritmik davranışların türevleri olduğunu mantıken havsalalarına sığdıramamışlar, dolayısile de bunu, zaman ve mekândan münezzeh olarak hüküm süren rafine ve seyyal bir metafizik varlığa(melek) atfetmişlerdir. Ki gerçekten de, feraset, basiret ve diğerkâmlık gibi hasletler , “insânî dirilik” ile alâkalı olduğu için hiçbir insanda devamlı olarak bulunmamaktadır… Ayrıca bu üstün hasletlerin cinsiyetle de alâkalı olmadığını anlayıp, melekleri cinsiyetsiz saymışlardır…
Yani aslında onların “melek” dediği metafizik varlık, bizim “panteist zon grubu”ndan veya böyle bir grubun “inisiyatör”ünden başka bir şey değildir. Ve bütün inisiyatörlerin (meleklerin) çıkış noktası veya orijini de, metafizik bir “öbür dünya” değil “ateş öncesi” zonudur… Ama, ferasetli, basiretli insanların geleneksel seçilim(inisiyasyon) usûlleri, vahşi denilen insancıkların –hiç olmazsa Ortadoğu’da- küçümsenmesi yüzünden unutulunca insanlık, Tanrı-Kral’lardan kalma ahlâk kuralları ile bunları tashih etmek üzere ortaya atılmış metafizikle bağlantılı dînî mugâlâtalara mahkûm oldu tabii ki…Çünki ahlâkî kurallar ile onlardan türemiş bulunan hukûkun dayandığı, “aksiyom” mesâbesinde hiçbir temel kabul veya varsayım mevcut değildir. Hatta “postülat” mesâbesinde olanların bile ömürleri gâyet kısadır… Onun içindir ki insanlık, kendini(yaptıklarını) ahlâkî ve hukûkî gören güçlüler ile, ahlâksız ve haksız diye itham edilen güçsüzler arasında ikiye bölünmüştür aslında… Bu mücadeleyi ahlâksızlar kazanırsa, dinlerin tanrısı derhal müdahale edecek ve “kıyâmet”i koparıp insanlığa son verecektir… Ama şâyet mücadeleyi ahlâklı ve hukûkîler kazanırsa, bu sefer de onların lideri, kendini tanrı sanmak ve zulmünü arttırmakla birlikte, her şeye kâdir olmadığına üzülüp yalnızlığa da dayanamayarak, kendi ile birlikte insanlığı da intihara sürükleyecektir.(Buna Hitler Sendromu da denilebilir)…İşte dinsel (ve masonsal) paradigmanın antagonizması –basit anlatımla- böyle bir şeydir; ve de her hâlükârda insanlığın –tekâmülünün bir noktada durmasıyla veya durdurulmasıyla- son bulacağı hükmünü dayatmaktadır. Yâni o kafaya göre Şeytan, -Tanrıyı bıktırmak şeklinde de olsa- mutlaka amacına ulaşacak ve çok kıskandığı insanı ortadan kaldıracak veya kaldırtacaktır… Şeytan ile mücadele ettiklerini söyleyenlerin, teslimiyetçi mantıkları böyle işte…Ama bugün Dünya’yı yöneten kapitalist zihniyet, “kriz yönetimi” adı altında, şeytanın bile aklına gelmeyecek öyle bir taktik keşfetmiştir ki, bu sûretle, kendi ahlâkının ve haklılığının (dolayısile de varlığının), güçsüz kitlelerin varlığına indeksli olduğunu kavrayarak, hem –av konumundaki- bu mazlum insan rezervini korumak, hem de haksızlığı ve ahlâksızlığı onlar üzerinden tarif etmek yolunu tutmuştur. Ki böylece, insanlık âlemi içerisinde de, hayvanlar âlemine benzer şekilde, -kendisinin tüketim zincirinin en üstünde bulunacağı- bir “eko-sistem” yaratmıştır. Ve bu şekilde de insanlığın sönümlü bir sinüzoidal eğri (veya titreşim) mûcibince, tedrîcî olarak –geleneksel yaşam biçimi içinde farkına varılmadan yozlaşıp çürüyerek- yok olmasını garanti altına almıştır.
Halbuki bizim, İEB açısından görüp anladığımıza göre insanlık “ateş” kalkanını ve aracını keşfetmeden önce, çiftleşmeden sakınıp kıt kanaat beslenerek ritmik tepinme şeklinde yaptıkları âyinlerle vahşi hayvanlardan korunmuş ve aklî melekelerini(zaman ve mekân mevhumlarını) edinmiştir. Yâni insanlık, aseksüel olarak, ve de kutsal “totem” hayvanlarının ve bitkilerinin verdikleriyle beslenerek varolmuş, ve böylece canlılığın bu iki karakteristiğine karşı çıkmakla da ölümsüzlüğe aday olmuştur.
Onun için bundan sonra insanlığın tutturması gereken ana rota da, “görünen köy” gibi âşikârdır…Yâni aslî hedefimiz, aseksüaliteyi, överek ve özendirerek yaygınlaştırıp, doğumları kontrol altına almakla birlikte beslenmeyi de gâyet rafine hâle getirerek, -daha ileride bilincimizi cansız maddeye intikâl ettirmek üzere- uzay varlığı hâline dönüşmektir… Unutmayalım ki –Dünya çevresine uydular yerleştirmek suretiyle- uzayın kapısını ilk aralayanlar kapitalistler olmamıştı. Kapitalistlerin tesis etmiş oldukları devletler karşısında varolmaya çalışan bir “anti-kapitalist devlet denemesi(SSCB)”nin pratisyenleri olarak çalışan bilimciler olmuştu; bu kapıyı ilk defa kurcalayarak açanlar… O ilk çıkışın öngörülemeyen sonuçlarından en çok yararlananlar kapitalistler olduğu halde, bundan sonra yine de, yeni çıkışlara veya hamlelere hiçbir zaman öncülük etmeyeceklerdir. Çünki onların zihniyetinde, yatırılan sermayenin geri dönüş hesâbı yapılamıyorsa, böyle bir yatırım rasyonel değildir; veya düpedüz akılsızlıktır… Buna göre şâyet insanlık ilk baştan itibaren “kapitalist akıl” ile mücehhez(veya ma’lûl) olsaydı, Dünya’da bize geçmişimizi ve/veya kimliğimizi hatırlatacak –değil piramitler gibi muazzam eserler- hiçbir iz bulunmayacaktı; ve hatta insan, ne gibi bir varlığa dönüşeceğini bilmediği için hayvanlığından bile vazgeçmeyecekti diye düşünmek mümkündür. Çünki “kapitalist akıl”, akıllanmaya, bilinçlenmeye karşı olan paradoksal bir fenomendir. Onun için de, mâziye doğru –ters- bir “bilimkurgu” yapmak ve ileriye mâtuf olanlardan çok daha dehşetengiz senaryolar yazmak olasıdır… O halde demek ki bugünkü gün, bilimcilerin, sanatçıların ve her türlü ferâsetli insanın, -geleneksel ve dinsel bukağılardan kurtularak- “kapitalist zihniyet”i ortadan kaldıracak bir “Küresel Kültür Devrimi”ni gerçekleştirmeye başlamaları günüdür.
Ali Ergin Güran- 25/07/07