CANER GÜÇAL’A CEVAP (3)
Sevgili Caner, ben okuma becerisini kazandığımdan beri, yani ilkokulun ilk sınıflarından itibâren Atatürk’ün, Ankara’daki Güven Park’da yazılı olan ünlü vecizesi üzerinde düşünmeye başlamışımdır…Okuldan çıkınca çok defa oynamaya gittiğimiz bu parktaki kocaman heykelli âbidenin üzerinde yazılı olan, “Türk Övün Çalış Güven” şeklindeki vecize önceleri bana, sahip olduğum talebe zihniyeti yüzünden yanlış, veya özensiz tertiplenmiş bir ifade olarak görünmüştü. Çünki o zamanki kafama göre, insanlar önce çalışırlar ve büyüklerinden (veya öğretmenlerinden) taktir, taltif ve/veya övgü alabilirlerse, ondan sonra övünebilirlerdi. Yoksa, büyükleri tarafından övülmemiş olan bir kişinin kendi kendine övünmesi, boş bir “böbürlenme” veya “üstünlük taslama” tavrından başka bir şey olamazdı; ki bu da hem ayıptı, hem de “megalomani” gibi bir marazi hâlin göstergesiydi…Dolayısile Atatürk’ün bu vecizeyi, “Türk, Çalış Övün Güven” şeklinde tertiplemesi gerekirdi diye düşünüyordum. Ama öte yandan, Atatürk gibi bir şahsiyetin bu kadar basit bir formülâsyonda sıralama hatası yapabileceğini de kafam almıyordu…Onun için de bu mesele, yaşım elliye dayanıncaya kadar kafamı meşgûl etti ve bir türlü vuzûha kavuşamadı… En sonunda bana “evreka! evreka!” dedirten olay bir karı-koca kavgası sırasında vukû buldu ve kafamdaki ampulü yaktı…Şöyle ki:
Ben gençliğimden beri herhangi bir konuda bir problem çözdüğümde veya bir meseleyi açıklığa kavuşturduğumda veya daha doğru bir bakış açısı yakaladığımda, içimde büyük bir sevinç duyar ve etrafımdaki insanlarla da bu coşkumu paylaşmak isterdim. Ve çok defa, her ilişkiden kâr beklemeyen art niyetsiz insanların, bu âyinime katılmalarını da sağlardım… Sonradan, İnsan(Emek) Bilimi’nin teorik yapısını kurunca, herhangi bir buluş veya keskin görüşün, çok diri veya güçlü bir meleke faaliyetinin ürünü olduğunu, dolayısile maksat hâsıl olduktan sonra da melekelerin –dönen bir volan gibi- bir süre daha etkinliğini bir nevi “sanatsal gösteri coşkunluğu” şeklinde devam ettirdiğini (ettirmesi gerektiğini) anladım. Ki bu durumu insanlar, içlerinde büyük bir “sevinç” hissi olarak algılıyorlar, ve melekelerin –bir nevi- rezonans hâli olarak da, bu sevinç duygusunu biribirlerine aktarabiliyorlardı…Ben bu “sevinç duyma” veya “kendi kendine sevinme” hâlini hiçbir zaman “övünme” olarak nitelememiş, daha doğrusu “övünme”nin kötülüğüne şartlanmam dolayısile bu, “kendimden hoşnutluk” hâlime, “övünme” sözcüğünü yakıştıramamıştım… Fakat birgün, benimle uzun yıllar evli kalmış ve benim sevinçli hallerime –muhtelif beklentilerle- uyum göstermiş bir kadıncağız, bir sevinçli ânımda, “amma da kendini övüyorsun!” gibi ithamkâr bir tavırla karşı çıkınca mesele aydınlığa kavuşmuş oldu… Çünki etrafta ikimizden başka kimse yoktu, ve ben ondan –rutin dışı- hiçbir şey istemiyor, sâdece önümdeki yazılarımla konuşur gibi bir sevinç gösterisinde bulunuyordum…İşte o zaman anladım ki bu kadıncağız, övünmem için ya kendisinin beklentilerine de cevap vermemi, ya da bâzı “büyük”lerin taktir ve taltiflerine mazhar olmuş olmamı (dolayısile kendisinin de bundan nasibdâr olmasını) gerekli görüyordu. Yâni benim ilkokul talebesiyken anladığım ve de bir bezirgânın anlayabileceği gibi anlıyordu “övünme” kavramını… Ya güçlülerin, otoritelerin icâzetine bağlıyor, ya da bir “avanta” veya “menfaat” karşılığına… Halbuki Atatürk, bu kavramı “çalışma”nın önüne koymakla, “övünme”yi “kendi kendine sevinme” gibi anladığını göstermiş oluyordu. Ve de mealen, “Türk!.. önce içinde sevinç duymalısın, bu sevincin(melekelerin) gücüyle çalışmalı ve yapacağın insânî birikim dolayısile de kendine güvenmelisin.” demek istiyordu. Ki buradan, herkesin melekelerinin sağlam olamayacağını da göz önüne alarak, her şeyden önce Türk’ün, melekeleri sağlam bir “adam” olmasını –ve adamlık sırasına göre sıralanmalarını- istediğini de çıkarabiliriz…
Diğer yandan, benim hem 27 Mayıs 1960, hem 12 Mart 1971 ve hem de 12 Eylül 1980 askerî müdâhalelerinin hepsinde de ağır cezâlar aldığım, “27 Mayıs”a gelinirken DP’nin partizan savcılarının gayretleriyle 3 yıl hapis, “12 Mart”tan hemen sonra askerî mahkeme tarafından 6 yıl, 11 ay hapis, “12 Eylül”den üç yıl sonra da, yine askerî mahkemeler mârifetiyle 17 yıl hapis ve 3 yıl sürgün cezalarına mahkûm edildiğim, ve üstelik hem yurt içinde hem de –o zamanlar “Hür Dünya” diye taktim edilen- Batı Avrupa’da, “komünist”lik suçlamasıyla muhtelif sürelerde hapis yattığım(uzun olanı 38,5 ay) ve de böyle bir istisnai, hatta biricik hayat serüvenimle –kendi kendime- övündüğüm doğrudur. Çünki onlar beni “komünist” diye cezalandırdıklarını sandılar ama, komünizm çöktüğü halde ben en ufak bir moral bozukluğu dahi yaşamadan hatta daha da zihin açıklığına kavuşmuş bir halde çalışmalarıma devam ettim ve ediyorum. Ve üstelik, bu bâdirelerde birlikte olduğum hiç kimseyle de, şahsî kavgalı(dâvalı) bir duruma düşmedim…Fakat benim atlattığım bu bâdirelerden dolayı, biryerlerden taltif veya ödül beklemem sözkonusu –bile- değildir. Bana göre büyük bir ders ve imtihan olan bu serüvenimi muhtelif vesilelerle yazmamın sebebi, dikkatleri çekip soru sorulmasını sağlamaya çalışmaktan ibârettir. Çünki normal olarak, böyle bir hayat mâcerasının, hem gazetecilerin hem de entelektüellerin ilgisini çekmesi gerekir diye düşünmekteyim… Onun içindir ki, benim biyografimi isteyen web sitesine de bu hususların yazılmasında yarar gördüm; ama tabii ki burada da engellemelerin olabileceğini ve gereken ilginin gösterilmeyeceğini bile bile…Çünki bizim MİT(Milli İğtişâş Teşkilâtı) uzun yıllar boyunca en yakınıma kadar adamlar sokarak beni sorgulamış ve hem kendince gerekli olan istihbâratı almış hem de pazarlık bilmeyen karakterim yüzünden, -ve de soyutlamalardan veya yaratıcı tefekkürden anlamadığından- hakkımda menfi bir “ön yargı”ya kapılmıştı. Dolayısile “Medyatik Entel Oligarşisi” dediğim güruhu gâyet kolay etkileyebilir ve benden uzak durmalarını sağlayabilirdi; ki nitekim uzun süredir de öyle yapmaktaydı…Ama ne olmuşsa olmuş ve geçen sene Toktamış Ateş adındaki akademisyen, bu engellerden kurtularak veya –bir nevi- elçi gibi gönderilerek beni, muhâtap alacağını beyanla taltif(!) etmişti…Fakat o sefer de ben “enteller kulübü”ne girmeyi, kısır skolastik tartışmaların, –bilimsel- bir yararının olamayacağını belirterek reddettim. Ve de dedim ki, şâyet teoride bir eksiklik veya izah zafiyeti görüyorsanız söyleyin de hemen tamamlayıp düzeltelim. Yoksa, anlamlı ve yapıcı bir şekilde bir araya gelebilmemiz için her şeyden önce, insanla ilgili bütün bilimsel branşların gözden geçirileceği bir laboratuarın, yâni Panteist Zon Kulübü’nün kuruluşunu gerçekleştirmeliyiz… Yani demek ki bu şekilde ben, ayağıma kadar gelmiş olan –avâmî anlamdaki- övünme imkânını peşînen tepmiş oldum…O halde benim öyle patalojik veya “âvamî” övünmelerle alâkam olamaz ve olmamaktadır… Zâten bunun, İEB’nin teorik yapısı itibâriyle de mümkün olamayacağını anlaman gerekir…
Aslında benim yaptığım, -kendimi acındırmadan- bâzı düşünen insanların ilgisini çekerek, onları MİT’in blokajından kurtarma çabasından başka bir şey değildir… Buna karşılık MİT ajanları da benim için, “kendini övüyor, kendini beğenmiş, herkesi küçük görüyor vs.” şeklindeki ithamlarla bir karalama kampanyası yürütmektedirler…Ama işin esâsını anlayabilenler anlıyor ki, gerici ve tutucuların, “ortak akıl” dedikleri müşterek niyet ve eğilimlerinin izdüşüm odağı, bizim “Panteist Zon Kulübü” projemize kesinlikle karşıdır. Çünki, muazzam paralar harcayarak Batı’dan popüler bilgileri, öğretileri yüklettikleri, ve ayrıca güncel modalarla jargonları bellettikleri, ve sonra da Batı’lı devletlerin ve şirketlerin yöneticilerine yamak yaptıkları çocuklarının –genellikle- geri zekâlı veya “embesil” olduklarının anlaşılmasından korkmaktadırlar. Yâni bizim kuracağımız gençlik kulüplerinin içinden gerçek değerlerin süzülerek çıkacağından, ve bunların bütün Dünya’nın dikkatini üzerlerine çekeceğinden, dolayısile de memleketin –Emperyalist işbirlikçisi olarak yürüttükleri- iktidarını ellerinden kaçıracaklarından korkmaktadırlar… Çünki Batı’ya eğitime gönderdikleri çocuklarının çoğunun, -hele ki dinci olanlarının- kazandıkları “kendine güven” duygusu, aslında hipnotik bir “dolduruş”tan başka bir şey değildir. Kişilik (veya meleke) gücü sınanmadan, ölçülmeden gönderilen bu çocuklar oralarda genellikle örflerine, âdetlerine kapanarak yaşayabilmekte, fakat Batılıların bu garip “folklör”e karşı duydukları tecessüsü ise –traji komik bir şekilde- kendilerine(kişiliklerine) gösterilen ilgi zannetmektedirler. Üstelik, böylesine boş bir güven ve övünç hissiyle yurda döndüklerinde, vatandaşlarının gösterdikleri “gurbetten dönen hemşeri” ilgisi de onları bir kat daha şişindirmektedir. Dolayısile, bilgi ve beceri donanımının kat kat üstünde bir övünç(böbürlenme) duygusuyla meşbû olan bu insanlar vâsıtasıyla da memleket hızla –Batı’ya- teslimiyete ve yokolmaya doğru sürüklenmektedir. Çünki, böylesine boş bir güven duygusu o insanlarda “otokritik” diye bir şey bırakmamakta, dolayısile de sırtlarını sıvazlayıp –genellikle- İngilizce hitâbederek kendilerine iş veya görev veren herkesin peşinden gitmektedirler; ördek yavrusu misâli… Halbuki biz, Panteist Zon Kulübü’nde, başkalarının taktirleri, taltifleri ve/veya dolduruşlarıyla değil, kendi kendine sevinen (yâni Atatürk’ün anladığı gibi övünen), ve de bu sevincini başkalarına da aktararak bölüşen “inisiyatör” karakterli gençler yetiştirmekle bu kötü gidişâtı durdurabilir ve hatta tersine çevirebiliriz…Onun içindir ki, MİT destekli “medyatik entel oligarşisi” bizi görmezden gelmeye çalışmakta… Ama aynı “oligarşi”nin mensupları, Panteist Zon Kulübü zemininde oluşacak olan yeni –insânî- zihniyetin ışığında, kendi zihniyetlerinin psikopatalojik yapısının deşifre olacağından da korkmaktadırlar; haklı olarak… Çünki “tüketim toplumu”nun yarattığı, tüketici kredileriyle alışkanlıkların, tutkuların esîri edilmiş bu “huy”sal yaratıklar (veya “mutant”lar, ya da “cin”ler), insanlığın orijinal “kültür” ortamında yetiştirilecek “adam”lar karşısında, ya yaşam şanslarını yitirecekler ya da insânî kisveye bürünmek ve/veya insan gibi davranmak zorunda kalacaklardır…
Şimdi gelelim, senin sık sık dile getirdiğin, ve bana ince ince dokundurduğun “örgüt” ve/veya “örgütlenme” meselesine… Bilindiği gibi insanlar, birey olarak “feed-back”li düşünce-davranış etkileşimi içinde bulunan sibernetik organizmalar ise, toplumlar da “kitlesel davranış” ile “toplumsal zihniyet”in “geri-besleme”li etkileşim hâlinde olduğu canlı organizmalardır. Dolayısile de toplumlar için daima bir örgüt ve/veya örgütlenme sorunu sözkonusudur. Ki bunlardan, bir ülke çapındaki yönetim örgütüne de “devlet” deniyor…Eğer bir toplumda, kitlesel davranış biçimleri (meselâ üretim ilişkileri) değiştiği halde genel zihniyet (veya “dünya görüşü”) değişmiyorsa, o devlet yıkılır veya değiştirilir. Yok şâyet toplumsal zihniyet –dışarıdan gelen veya inisiyatörlerin yarattığı bir akımın tesiriyle- değişiyor da, kitlesel devinim atâletini muhafaza ediyorsa, devlet yine yıkılır veya değiştirilir.
İşte bu değişimleri gerçekleştirmek üzere ortaya çıkan oluşumlara biz “örgüt” diyoruz. Ama aslında bunlara “örgütlenme” dememiz icap eder. Çünki bu olay, bir nevi mayalanma(fermentasyon) gibi bir şeydir… Ayrıca “örgüt” terimine hakkını veren bir kavram daha vardır; ki o da “mafyöz” oluşumlardır… Bunlar biyolojideki “mutant”lara benzer yaratıklar olup, ancak –raconlarının anlamlı olacağı- bağnaz ve çâresiz insanlardan müteşekkil toplum kesimlerinde kendilerine hayat sahası bulabilirler… Yâni bunlar, esas amaçları –topluma yayılmak değil- kendilerini yaşatmak olan menfaat şebekeleridir. Eğer topluma yayılmaya kalksalar, ya kendileri ya da toplum ölecektir. Çünki bunlarda, insânî gelişme veya ilerleme gibi bir amaç ve endişe yoktur. Yâni bunlar aslında, toplumların “sosyolojik ur”larıdırlar…
Başta “devlet” olmak üzere bütün ideolojik, sosyolojik ve dinsel örgütlerin veya örgütlenmelerin ortak yanı, “racon” da dense, “tüzük” de dense, “kânun” da dense zımnî veya yazılı bir “sözleşme”ye dayanması ve bu sözleşmelerin de, ölüme kadar varan cezalarla müeyyidelendirilmiş bulunmasıdır…Yâni son tahlilde bütün bunlar, birer “terörist” örgüt veya örgütlenmelerdir. Öyle ki bunlar gerçekten de, giderek, hem güdülen amaç şablonunun(programın), yaşanan sürecin muayyen aşamalarında değiştirilmesini (geliştirilmesini) isteyen akıllı bireylerin, hem de verdiği(kabul ettiği) sözlerin arkasında durmaya muktedir olmayan insancıkların imhâsı pahasına yaşayan zulüm mekanizmaları hâline dönüşebilmektedirler… Böyle ideolojik ve dinsel örgütlenmelerde ve devletlerde casus, hain, zındık, kâfir, büyücü vs. diye öldürülenlerin büyük çoğunluğunun, aslında mâsum insanlar olduğu artık gâyet iyi bilinmektedir… Çünki “söz”, insanların, hayvânî(içgüdüsel) menfaatlerinin bilincine vardıkları bir aşamanın mahsûlüdür aslında…Dolayısile sözcüklerin gerçek anlamları –genellikle- nesnelerin isimleriyle, insanlar arasındaki paylaşım ve alışverişlerin ifâdeleridir. Duyguları –doğrudan- ifâde etmek için uydurulmuş sözcükler, bütün dillerde üçü, beşi geçmez; “iyi”, “güzel”, “hoş”, “sevmek”, “mutluluk” gibi… Onun içindir ki, duyguları ihsâs edebilmek ıstırârıyla, sözcüklere mecâzî (metaforik) anlamlar yüklenerek “edebiyat” yapılmıştır… Demek ki, insanları biribirine çeken, toplumsal kohezyonu sağlayan, dolayısile bireylerde birlik(benlik) ve güven duygusu yaratan, bazı sanatçıların “insan sıcağı” diye nitelendirdikleri “beraberlik” ve/veya “mensûbiyet” hissinin türevlerinin, yâni melekelerin rezonansından husûle gelen ve insânî yaratıcılığın kaynağı olan duyguların, sözsel veya sözcük(kelime) karşılığı yoktur aslında... Çünki gerçekten de toplumsallaşma ve/veya örgütlenme olayı, “söz”ün icâdından çok önceleri ritmik âyinlerle, insanımsıların beslenme ve çiftleşme menfaatlerinin hilâfına başlamıştır. Onun içindir ki, -sâdece- “sözleşme”ye dayanan bütün örgütlenmelerde yönetim ve/veya iktidar, son tahlilde daima bir menfaatperest zümrenin eline geçmekte, dolayısile de ritm melekesinin diriltici gücüne muhtaç insanlarla, sıralama melekesinin güdümünde yeni yeni buluş ve görüşler ortaya koyan inisiyatörler likide edilmekte veya “sustalı maymun” hâline getirilmektedirler…
O halde demek ki bugünkü “devlet” örgütlerinin, son Tanrı-Kral’ların yönetim düzeninden, bugünkü ideolojik örgütlenmelerin de -Tanrı Kral’lara isyan etmiş olan- peygamberlerin “cemaat düzeni”nden esasta bir farkı yoktur…Nitekim peygamberler veya onların halifeleri de, yeteri kadar güçlendiklerinde krallıklarını, sultanlıklarını ilân etmişler, son zamanların komünist partileri de, bir hükümet darbesi ile devleti ele geçirip –esasta bir şey değiştirmeden- onu sâhiplenmeye çalışmışlardır… Ama başarılı olamayan pek çok peygamber ve devrimci lider de, mevcut devletler tarafından “infaz” edilmişlerdir… Bugün artık açıkça anlaşılmaktadır ki, sırf “sözleşme”lere dayanan örgütler ve devletler, “mafyöz örgütler” ve “kânun devletleri” olmakla –son tahlilde- yanlış ve eksik kuruluşlardır…Kaldı ki sırf sözleşmelere dayanılarak oluşturulmaya çalışılan ilerlemeci, devrimci örgütlenmeler, komünikasyon araçlarının bugünki seviyesi muvâcehesinde mümkün de değildir. Çünki mevcut devletler, kendilerine rakip olarak gördükleri –ve son tahlilde de aynı kalitedeki bir hasımlığın ifâdesi olan- böyle örgütlenmeleri kısa sürede deşifre ve imha edebilmektedirler. Hatta bugün artık bütün devletler, tek bir baskın devletin alt örgütleri gibi bir duruma da sürüklenmektedirler. Ki bunların ortak karakteristiği, “Siyonist” veya “Yahudi tarzı” örgütlenme olmalarıdır. Yâni kendilerini Tanrı’nın seçkin kulları sayıp cemaat dayanışması sağlayarak zenginleşmeyi hedef ittihaz eden bir “elitizm”e karşı, bugünkü “devlet” anlayışı da son Tanrı-Kral’lar zamanındakiler kadar savunmasızdır… Yahudi yurdu “İsrail”in yeniden kurulmaya çalışılması, Kalvinist İsviçre’nin müreffeh hâli, Püriten ve Evangelist “Anglo-Sakson”ların yönetimindeki büyük devletler, -ve bunlar arasındaki sıkı dayanışma- bunun şüphe götürmez delilleridir…Yâni burada sözkonusu olan esas itibâriyle, Davut peygamberden, Süleyman peygamberden beri, herhangi bir şekilde çapul sâhibi olmuş bir “kast” zümresinin, “çeribaşı”larını kral yapmak sûretiyle kurdukları ve şedît kanunlarla müeyyidelendirdikleri bir “serbest pazar” düzenidir. Ki bu araya bizim, topladıkları “iane”lerle kapitalistleşip iktidarı ele geçirdikten sonra, insanımızdaki “kölelik” genlerini faaliyete geçirecek biçimde bir “sadaka düzeni” tesis eden “Tayyip elitizmi”ni de katmak lâzımdır. Yâni Tayyip rejimi aslında “ılımlı İslâm” değil apaçık bir “Yudeo-İslâm”dır; ki şimdiye kadar görülmemiş bir İslâmî yozlaşmayı ve gericiliği(irticayı) ifâde etmektedir. Çünki iktidara gelmeleriyle birlikte, yönetici zümre olarak zenginleşmeleri, ama buna mukâbil devletin ve halkın büyük çapta borçlanmaları, ve buna rağmen en ufak bir vicdan azâbı duymamaları, kendilerini Tanrı’nın seçkin kavmi olarak gören Yahudilerle aynı “elitist” zihniyeti paylaştıklarını –ve/veya en azından kazançlarını, yaptıkları ibâdetlerin karşılığı olarak gördüklerini- göstermektedir. Nitekim, Hristiyan gericiliği olan Püriten ve Evangelist’lerle geliştirdikleri sıcak ilişkiler ve İsrail’e karşı her hâlükârda hayırhah davranmaları da, bunun diğer açık delilleridir…
Aslında “sözleşme”li örgütlenmeler hiçbir zaman benim hoşuma gitmedi… Hem “devlet” örgütü tarafından –kendine benzerliğinden dolayı- kolayca teşhis ve bloke edilebileceğini düşündüm, hem de onların cezai müeyyidelerinin büyük haksızlıklara ve hatta zulüme yol açacağını hissettim. Ve gerçekten de sonradan anladım ki, bir gruplaşmaya –hele ki başında melekeleri güçlü bir inisiyatör varsa- katılan insanların çoğu, “insan sıcağı”nı duymak için, “mensûbiyet duygusu”nu tadıp kendini, özgüven sâhibi bir şahsiyet gibi görmek(hissetmek) için geliyor… Yâni melekeleri muhtel olan birçok insan o gruplaşmalara, bir nevi terapi olduğu için, kendinde bir iyileştirme sağladığı için katılıyorlar. Onun için bunların bir “sözleşme”yi –herkesle, her zaman- aynı şekilde anlamaları ve verdikleri sözün arkasında durmaları mümkün değil… Bu açıdan bakılınca anlaşılıyor ki, uyruklarına -rûhî tedâviyi kapsamayan- en ileri eğitim imkânlarını sağlayan devletler bile son tahlilde zulüm mekanizmaları hâline dönüşebiliyorlar; en azından toplumun bir kesimi için… Çünki bu insanlar için, muhtelif mûhitlerdeki tesirlere göre refleks göstermeleri veya şartlı refleksler kazanmaları, yâni oralara uyum sağlamaları –yani mürai, hain, casus vs. olmaları- kaçınılamaz bir durum… Onların iletişiminde “söz”ün ifâde ettiği anlam nisbeti %10 dolaylarında… İletişimin esâsını jestler, mimikler, ses tonlamaları, mahalli ve meslekî alışkanlıkların, dürtülerin(reflekslerin) ifâdesi olan jargonlar oluşturuyor; ki buna da “beden dili” diyorlar…Ve ondan dolayı da, bizimki gibi ülkelerde yazılı iletişim (veya okuma alışkanlığı), eser miktarda… Halbuki bir “sözleşme”nin mantığına veya teorisine uygun davranabilmek için, hiçbir dış tesirden etkilenmeden aklî “sıralama melekesi”nin îcâbına göre tefekkür etmek lâzımdır. Ki bunun için de, meditatif bir tefekkür yetisine, yâni yüksek bir meleke gücüne sâhip olmak gerekir. Ancak bu şekilde kişi, önüne çıkan engelleri –rotasını kaybetmeden- aşma yollarını bulabilir; ve içinde bulunduğu düzeyde (mevcut aksiyomatik sistemde) karşısına çıkacak olan geçit vermez dirençleri de, soyutlamalarla –derine inerek- bulacağı yeni yollar(aksiyomatik sistemler) vâsıtasıyla aşabilir…Ve de böyle bir –inisiyatör- insan, değil yalnız kendi ülkesindeki, bütün Dünya’daki insanların ilmî tecessüsünü ve/veya ilgisini çeker; ve geniş kitlelerin desteğini alır… Ama şâyet bir lider(!) veya çeribaşı, “benim mesai arkadaşlarım benim beden dilimden anlamalıdır” diye şart koşuyorsa, ve de öyle bir “kastî menfaat şebekesi” bir ülkenin yönetimini eline geçiriyorsa, o ülkenin –güçlü devletlere peşkeş çekilen- bir sömürge olması kaçınılmazdır. Çünki “beden dili”, tabuların hükümrân olduğu, yâni hiçbir “menfaat”in sözkonusu olmadığı “Panteist Zon”da anlamlıdır ve de –kişiliklerin gelişmesi ve temâyüz etmesi bakımından- yararlıdır; dolayısile, bu iletişim türünü, menfaatlerin paylaşım merkezi olan “Hükümet” kadrosu içinde sürdürmeye kalkmak, bütün “sözleşme”lere, kânunlara ve –son tahlilde- halka karşı “takiyye” ve/veya hîle yapmak anlamına gelir. Ki böyle bir durum da, o ülkedeki rejimin yasal adı ne olursa olsun, aslında o ülkede bir “menfî seleksiyon sistemi”nin teessüs etmiş olduğunu –dolayısile de çürümenin, çözülmenin başlamış bulunduğunu- gösterir…Böyle yozlaşma ve çürüme hallerinde, herhangi bir “sözleşmeli örgütlenme”nin durumdan vazife çıkararak, bir hükümet darbesi ile devleti ele geçirmesi mümkündür; ve hatta –yazılı olmayan “örfî hukuk”a göre- meşrûdur da… Ama bu hamleyi, yine sâdece yazılı “sözleşme”lerle veya kânunlarla, ilerici bir atılım veya devrim hâline getirmek mümkün değildir…
Bir örgütlenmenin veya devlet örgütünün, diri ve sağlıklı olması veya hayâtiyetini sürdürebilmesi demek, her şeyden önce teorik düşünebilme yetisine sâhip –melekeleri güçlü- insanların(gençlerin) seçilimini sağlayan ve diğerlerini de bu inisiyatörlerin peşine bağlayan bir “düşünce-davranış sistematiği”nin tesisi demektir. Ki zâten, insanlığın oluşum diyalektiğinden de bu tabloyu açıkça görmek mümkündür:
Panteist Zon’un tarih öncesi kısmında(ateş öncesinde ve göçebelik zamanında), oluşup oluşup kaybolan panteist gruplardan(insâniyet çekirdeklerinden) biri, pek çok uygun şartın bir araya gelmesiyle bir yerde –meselâ Mezopotamya’da- kökleşip dal budak salıyor… Grubun inisiyatörü, şâmanı veya büyücü lideri, Tanrı-Kral hâline gelmekle birlikte, kurulan ilk büyük uygarlıklardaki krallar da tabiatiyle “inisiyasyon” eğitimi ve sınavlarıyla –râhipler kastı içinden- seçiliyorlar…Bu kadîm uygarlıkta kazanılan “artı-değer”in tümü, çoğunlukla zahîre olarak Tanrı-Kral’ın tasarrufunda bulunuyor… Dolayısile zahîre ambarları kompleksleşerek, “kral sarayı” ve “tapınak” işlevlerini de kapsayacak şekilde genişliyor…İnsanlığın dikey(kalitatif) olarak geliştiği, daha doğrusu zuhûr ettiği(ortaya çıktığı) bu “Tez” hâlinde, toplumsal “artı-değer”in en mütekâmil(inisiye) insanların tasarrufunda bulunması, ve de sâdece -tapınak, sunak, mezar gibi- insânî yaratıcılıklarda kullanılması gâyet doğal ve olması gereken bir durum…Ama insanlığın geleceğine yön verecek ve insanlığa yol gösterecek olan –Piramitler gibi- muazzam kalıcı eserlerin ortaya konabilmesi için de, bir “kitlesel işbölümü düzeni”nin kurulması gerekiyor; ve bundan dolayı da, farklı mesleklerin, ve bu mesleklerin “üst-yapı”sı olarak ortaya çıkan farklı huy ve zihniyetlerin yüzünden, bir “kastlar sistemi” ortaya çıkıyor. Ki bundan sonra da insanlarda genellikle, “inisiyasyon” seçiliminin gereği olan, ferâset ve basîret değerlendirilmesi anlamındaki “liyâkat” yerine, meslekî beceri değerlendirmesi anlamındaki “ehliyet” aranır oluyor. Dolayısile, becerilerin babadan oğula –hem genetik, hem de öğreti şeklinde- iletilebildiğinin anlaşılması üzerine de, krallara ve râhiplere dahi şâmil olacak şekilde “ataerkil verâset hukûku” doğuyor. Ve böylece de, inisiyasyon usullerinin yozlaşıp yaratıcılığın duraklaması ve bununla birlikte kastlar arası pazarlarda “takas” usûlünden “para”ya geçilmesiyle, insanlığın temelini atmış olan “kurucu Tanrı-kral’lar” devri kapanıyor…
Bundan sonraki, o kadîm uygarlıklarda yaratılmış bulunan insânî değerlerin tüm insanlığa yayılması ve biribirini etkileyerek “kararlı” hâle gelmesi süreci de, gâyet mâkûl bir “anti-tez” olarak görünüyor…Yüzeysel(veya yatay) gelişim de diyebileceğimiz bu süreç, “para”nın tedâvüle girmesine paralel olarak gelişmiş ve aynı zamanda, “tekel” olarak kralın tasarrufunda bulunan toplumsal “artı-değer”in paylaşılmasına, dolayısile de Tanrı-Kral’lar devrinin kapanmasına yol açmıştır. Çünki, toplumsal “artı-değer”in kolayca taşınıp saklanabilen eşdeğeri olan “para”, kendisine sâhip olan herkese, -bir nevi- tanrısallık gütme, dolayısile de krallarla rekâbete girme şansını vermiştir. Ki peygamberler de böyle bir “sosyo-ekonomik zemin” üzerinde türemiş ve Tanrı-kral’lara kafa tutabilmişlerdir… Bu şekilde parayı arttırmak, başlıbaşına bir amaç hâline gelince de, sermâye sâhipleri, insanlardaki hayvânî(içgüdüsel) eğilimleri tahrik etmek sûretiyle talep yaratmayı ve buna göre üretim yapmayı, tanrısallığa giden kestirme yol saymışlardır. Ve böylece de “Tanrı” kavramı, argümanları süratle değişen, dolayısile insanlığın yönünü şaşırtan ve pek çok peygambere dâvetiye çıkartan muğlâk bir kavram hâline gelmiştir. Çünki hayvânî eğilimleri azdırarak tanrısallık kazanan kişilerin tanrıları, -mantîken- insanların hayvânî ihtiyaçlarını kabul eden, dolayısile de tabuları doğrudan savunamayıp sâdece –Öbür Dünya’daki Cehennem’le müeyyidelendirdiği- ahlâkî nasihatlarla insanları doğru yolda tutmaya çalışan kararsız bir varlık hâline dönüşmüştür… Halbuki, insanlığın oluşum süreci bütünüyle göz önüne alındığında Tanrı kavramı, “insânî gelişmenin veya gidişâtın rotası” anlamında olması iktizâ etmektedir…
Bugün artık, “yüzeysel veya yatay gelişim veya yayılım” adını verebileceğimiz “anti-tez” sürecinin de sonuna gelinmiştir. Çünki gelişen iletişim araçlarıyla, Dünya’daki bütün insanlar biribirleriyle çok “içli-dışlı” olmuşlardır. Artık herhangi bir eserin veya fikrin yayılamaması diye bir endişe veya ihtimal –teknolojik bakımdan- sözkonusu olamaz. Sâdece, bilim adamlarının aymazlığı dolayısile Dünya’da küresel bir “gericilik-tutuculuk” mihrâkının oluşup “sansür” uygulamasına geçmesi ihtimâli ciddi bir tehlikedir…Kaldı ki, aynı gelişmiş komünikasyon araçları vâsıtasıyla, para da –servetleri kaçırmaya, gizlemeye yarayan bir araç olarak- ortadan kalkmakta veya sâdece bir rakam(nominal değer) hâline indirgenerek bâzı merkezlerde(bankalarda) toplanmakta, dolayısile de “toplumsal artı-değer” kadîm uygarlıklarda olduğu gibi –zâhire şeklinde değil de, sayısal büyüklük olarak- tek bir yerde birikmeye başlamaktadır. Üstelik bugün, meslekî veya teknik beceriler de bilgisayarlara ve robotlara devredilmekte olduğundan, Tanrı-Kral’ların îcâdı olarak günümüze kadar gelmiş olan –meslekî- kast sistemi de ortadan kalkmaktadır. Yâni artık insanlığın yeniden –kalite farkı ile- yaratıcılık aktivitelerine ve enstitüsyonlarına dönmesi, dolayısile de insânî kalitede ferâset ve basîreti gözeten bir inisiyasyon seçilimini veya bir “liyâkat” sistematiğini gündeme getirmesi gerekmektedir… Ama ne var ki gerçekte bugün, insânî yaratıcılık duraklamaktadır. Çünki bu yoğun iletişim ortamında, bir nevi “sanal ensest” furyası yaşanmakta, ve –internet ortamında- biribirine çok yakınlaşarak âdeta akraba gibi olmuş insanlar genellikle biribirlerinden “lâfzî seks”, “tele-rontgencilik” ve “pornografi” talep etmektedirler. İnsanları “sekso-manyak”lığa ve/veya “sekso-patajoji”ye götüren böyle bir gidişâtı lâfzî telkinlerle veya ahlâkî öğütlerle önlemek mümkün değildir. Ki nitekim –dinî organizasyonlar hâricinde- hiç kimse, internet sohbetlerinde ahlâkî konu ve kurallardan söz etmemektedir. Zâten yeni kuşaklarda, cinsel kısıtlamaların, eski insanların –belki o zamanlarda lüzumlu ama- şimdi gereksiz olan taassubundan kaynaklandığı şeklindeki bir kanaat gittikçe yaygınlaşmaktadır… Onlar nedensellik mantığının dikte ettiği bir anlayışla, “mâdem Tanrı bizi cinsel organımızla birlikte yarattı, niçin bu organı da istediğimiz gibi –ve kadar- kullanamıyoruz?” diye düşünmektedirler. Ve de “aşk” adını verdikleri ve gâyet meşrû buldukları, “sevgi+seks” karışımı kompleks bir olay vâsıtasıyla, “ensest” ilişkiden başlamak üzere bütün cinsel sapıklıkları –zımnî bir mutâbakatla- meşrûlaştırmaktadırlar.Ki bu husustaki dînî mugâlâtaları da hiç inandırıcı bulmamaktadırlar. Çünki, insanların cinsel eğilimlerinin fiilî engeli veya freni, onların davranışsal etkileşimlerinin içinde –ritmik rezonans unsurları olarak- bulunmaktadır. Ve de “tabu” adıyla anılan bu frenlerin, lâfla(sözle) –ikna olunacak bir şekilde- anlaşılması mümkün değildir; hatta herhangi bir dînî ve ahlâkî “didaktik öğreti” yoluyla dahi, tabusal frenlerin gerekliliği –içe sinecek bir şekilde- idrak edilemez. Tabu denilen “içgüdü karşıtı fren”lerin, insanlaşmanın, akıllanmanın bedeli olduğu husûsu ancak, –ilk insanlar gibi- bir davranışsal etkileşim içinde yaşanarak anlaşılabilir…Onun için artık insanlık, ikinci defa –kalite farkıyla- ve küresel olarak “dikey gelişim”in yaşanacağı ve insanların “uzay yaratığı” hâline dönüşeceği bir “sentez” aşamaya –bilinçli olarak- geçmek durumundadır. Yâni “toplumsal artı-değer”i yeniden yaratıcılık için kullanmak, ama bu sefer tapınak, sunak, mezar gibi yapıtlara değil, Tanrısal-Yol’un uzaya çıkış etapındaki keşiflere yönlendirmek zorundadır…Bunun için de her şeyden önce, fuhuş ve cinsel sapıklık ile oburluğu(obezite’yi) önlemek üzere, insanlığın sebeb-i hikmeti olan “tabu”ları bilince çıkarmaya çalışmak durumundadır…Aksi halde, bir yanda “obez”ler ve “aç”lar artarken aynı zamanda gıda stoklarının büyümesiyle, diğer yanda da fuhuş ve cinsel sapıklığın tırmanmasına rağmen, “cinsel fetiş” anlamındaki mal stoklarının artmasıyla doğacak sosyo-ekonomik krizler insanların başına bela olacak, ve onları yönetilemez felâketlere sürükleyecektir…
Önümüzdeki “sentez” sürecini fiilen ve bilinçli olarak başlatabilmek için atılacak –sâdece- iki adım vardır. Ki bunlardan birincisi, inisiyatör karakterli insanların(gençlerin) ayıklanabilmesi ve diğerlerinin de bunların rehberliğine bağlanabilmesi için Panteist Zon Kulüpleri’nin kurulması… İkincisi ise, kitle iletişim araçlarıyla yapılan tanıtım ve reklamların denetim altına alınarak, zararlı veya faydasız görülen ürünlerin yaygın tanıtımının –kamu nâmına- yasaklanması, ve de tüketim kredisinin kaldırılması sûretiyle spekülâtif kazançların önlenmesidir. Ve bu arada da, “Pazar ekonomisi” zihniyetinin empoze etmiş olduğu, “geniş talep yaratan ürün faydalıdır” anlamındaki inanç ile “borç yiğidin kamçısıdır” şeklindeki kanaatin yıkılmasıdır. Ve böylece de herkese, “tükettiğinden daha fazla değer yaratabileceği” bilincinin ve sevincinin kazandırılmasıdır…
İşte benim uzun yıllar boyunca yaptığım araştırma ve incelemelerim neticesinde vardığım en mütekâmil örgütlenme biçimi budur; ve de Panteist Zon Kulübü bunun gerek(olmazsa olmaz) şartıdır. Ki bu zâten, -evrensel- insanlık oluşumunun veya örgütlenmesinin ilk adımıdır. Çünki Panteist Zon Grupları, ateş öncesinden beri her zaman ve her yerde –kişisel menfaatlerden ârî- kankardeşlik, arkadaşlık. dostluk grupları olarak, oluşup oluşup dağılmaktadırlar. Özellikle gençlik çağında saf olarak yaşanan bu “grup” hayatının, galat bir kurgu olan “komün” hayatı ile alâkası yoktur¸çünki burada herhangi bir menfaat ve dolayısile paylaşım problemi sözkonusu değildir… Bu “panteist grup”ların ömürleri birkaç ay da sürse, birkaç yıl da sürse, iki-üç kişiden ibâret de olsa, 20-30 kişiden de oluşsa önemli değildir. Önemli olan husus, insanların en büyük fedakârlıklarını ve yaratıcılıklarını, böyle bir grup hayatına borçlu olduklarıdır. Çünki “şurada burada, oluşup oluşup kaybolan kantiteler” kavramı, çok soyut ama temel(evrensel) bir kavramdır. Böyle kantiteler, -en genel anlamda- “kaos” ile “kozmos”un irtibâtını, veya kaos’tan kozmos’a geçişi sağlayan ara oluşumlardır. Yâni salt muğlâklık veya “muamma”lık demek olan kaos ile, her olayı determine olmuş kozmos arasında böyle bir ara bölge veya geçiş bölgesi daima vardır. İnsan aklı bu bölgeyi –olasılık mantığıyla- anlayıp kontrol edebilmekle ancak kozmosa hâkim olabilir ve onu kazalardan, krizlerden koruyup, kurtarabilir. Ki meselâ fiziğin meşhur Kuantum Teorisi de, “Büyük Patlama” denilen fizîkî kaos ile kâinat denilen fizîkî kozmos arasındaki, böyle bir ara bölgenin teorisidir… Aslında, insanlık âleminin kaosu da, aynen fizîkî âlemin Büyük Patlama’sı gibi hâlâ devam etmektedir… İlk defa -bir şekilde- “şok” yiyerek ritmik tepinmeler hâlinde âyinlere başlayan –panteist- insanımsı gruplarından itibâren her zaman ve her yerde(bütün toplumların içinde), kânûnen nazar-ı îtibâra alınmaz(yâni görünmez) bir biçimde zuhûr eden “panteist grup”lar, ritmik rezonans(veya rûhî birlik) hâlinde oluşup oluşup dağılmışlar ve bireylerin kişiliklerini yapılandırmışlardır; ve yapılandırmaktadırlar…Fizîkî kozmosun yapı taşları “atom”lar ne ise, insânî kozmosun(yâni toplumun) yapı taşları da bunlardır; veya bu gruplarda kişilik kazanarak, teorik düşünebilen ahlâkî, mantıkî bireyler hâline gelen insanlardır… İşte şimdi bütün mesele, bu kozmik zuhûratları bir enstitüsyon hâlinde kontrola alabilmek ve “birey-insan”ları tereddüde mahal bırakmayacak bir şekilde teşhis ve tefrik edebilmektir. Yâni aynı zamanda, bu oluşumları –bir laboratuar çalışması hâlinde- gözlem altına ve incelemeye alarak, insanlığın “düşünce-davranış” sibernetiğini bilince çıkarmaktır…Böylece artık, “insânî âlem” hakkındaki teorileri, “panteist grup”larda inisiyatörlüğünü ispatlamış kişilere yaptırmak, veya bu kişilerin anlaşma yolu olarak teorileri istihsâl etmek bilinçli bir tercih olacaktır. Ki bu sûretle, binlerce yıllık kastî düzenin –“kıyâmet”lere doğru- açtığı derin mecrâlar uzerinde oluşmuş bulunan akademik labirentler (yâni davranışdan kopuk tefekkür teamülleri) de aşılmış olacaktır.
Aslında –zımnen de olsa- insanın, tanrısal bir “sâbit mevki”den (yâni mutlak bir objektiflikle) olay ve nesneleri incelediğini ve/veya düşünce faaliyetinin davranışlardan bağımsız olarak sürdüğünü varsayan, ve böylece ezberci talebe ile yaratıcı talebeyi ayırt edemediğinden –ve ezberci talebelerin hocalarına sadâkatinden- dolayı da değişmez metodlara ve dogmatizme mahkûm olan akademiler(üniversiteler), eski zamanların medreselerinden ve keşiş okullarından çok daha konservatif yuvalar hâline gelmişlerdir artık… Çünki dinî okullar eğitim müfredatlarında “ibâdet” adı altında bâzı davranış disiplinlerine de yer verirlerken, “üniversal bilgi” öğretisinde, bu öğreti ile ilgili hiçbir davranış disiplinine yer verilmemektedir. Ve böylece de üniversitelilerin, tarikatların “zikr” âyinlerine dadanmış veya politik fraksiyonların “slogan” âyinlerine alışmış birer dînî veya siyâsî mümin hâline gelmelerine yol açılmış olmaktadır. Yâni son tahlilde üniversiteler yapıları itibâriyle, hem bilimi “teknik” ve/veya “pozitivist” klişelerin, şablonların bilgisi hâline getirmekte hem de insanların –bu bilgilerden bağımsız olan- bâzı davranış disiplinlerinin heyecanlarına kapılarak, bunların üzerinde ütopik, metafizik ve/veya mistik düşünceler geliştirmelerine yol açmaktadırlar. Ve böylece de dinlerin, dindarların, veya politik “despotizm”in “ek dersler” okulu hâline indirgenmektedirler…Onun için de güçlü devletler, üniversitelerdeki yetkin bilim adamlarından –lâyıkı vechile- yararlanabilmek için artık onları, üniversitelerin dışında, bâzı özel fonlarla bir araya getirerek çalıştırma yollarına başvurmaktadırlar. Ama tabii ki, kendi pragmatik beklentilerini destekleyen çalışmalar yapmaları için… Yâni yeni bir düşünce alanı veya yeni bir ufuk açabilmeleri için bilimcilerin mutlaka, üniversite dışında, bâzı özel ilişkilerin içinde bulunmaları gerekiyor…Zâten aynı branştan olan bilimcilerin, yaratıcılıklarını geliştirmek üzere bir araya gelebilmek için icat ettikleri “yaz okulları” müessesesi de, bu gerekliliğin icâbı olarak ortaya çıkmış bulunuyor…O halde demek ki, binlerce yıllık –geleneksel- kastî düzenin enstitüsyonları(müesseseleri) insanları sıkmakta, bunaltmakta ve yaratıcılıklarını yok etmektedir artık…
Onun için benim, kırk yıllık bir “düşünce ve pratik” etkinliğinden sonra ortaya çıkardığım “örgütlenme” biçimini iyi düşünmeli ve anlamalısın…Kaldı ki zâten sen de, benimle aynı pratiklerin içinden geçmiş ve mahalle çocuklarına, gençlik gruplarına elebaşılık(inisiyatörlük) yapmış, yâni “panteist zon” grupları içerisinde kişiliğini, irâdeni geliştirmiş birisin. Onun içindir ki, İnsan(Emek)Bilimi’nin teorik yapısını yadırgamadın ve kendini bu yapıya “âşinâ” buldun… Şâyet gençlik gruplarında elebaşı(inisiyatör) olmanın –kolay kolay söze dökülemeyen- şartlarını hatırlayıp, bir de o ilişkilerin içindeki “tehdit” unsurunu süzdükten sonra bilince çıkarabilirsen, mutasavver Panteist Zon Kulübü’ndeki aktiviteleri yönlendirecek kriterleri ve yönergeleri de formüle edebileceksin. Veya en azından, benim yapacağım formülâsyonları yadırgamayacaksın…Hem zâten tereddüt edeceğimiz spesifik konularda uzmanların da yardımına baş vuracağız…Ancak endişem şu ki, “sözleşmeli örgütlenme” biçimine ve “kânun devleti”ne olan alışkanlığın yüzünden, İEB’nin hayata geçirilmesi veya uygulanması düşüncesini veya tasarımlarını ciddiye almakta güçlük çekiyorsun…Bu konuda söylediklerim sana şaka gibi geliyor; çok defa… Ki bu hususta Milli İğtişâş Teşkilâtı’nın korosu da, işi gürültüye getirmek için ne lâzımsa yapıyor…Halbuki bugünkü Dünya’da Yahudi’lerin, Protestan’ların ve “Yudeo-İslâm”cıların, “zengin-dindar elitizmi”ne dayanan örgüt(devlet) ve örgütlenme biçiminden başka ciddiye alınacak hiçbir örgütlenme biçimi, teoride dahi kalmamıştır artık… Bugün –Sovyet deneyinden sonra- komünizm bile, alay konusu yapılarak, “kapitalizme giden en zor yol” diye târif edilmektedir… Bu târiften hareketle “Milli Kurtuluşçuluk”u da, “kapitalizme köle(Pazar) olmanın en zor yolu” diye tanımlamak mümkündür… Yâni zamanında çok ciddi bir şekilde düşünülerek yapılmış sözleşmelere dayanan ideolojik örgütlenmeler ve örgütler(devletler) dağılmış ve çökmüştür artık…Geride kalanların da yaptıkları, ya soytarılıktır ya da yeni arayışlardır…Bugün bizim “Milli Kurtuluşcu”ları diriymiş gibi gösteren başlıca uğraş veya etken, kapitalizme köle olmanın en zor yolunu seçen son halkın(Kürtlerin) heveslerine karşı çıkmalarıdır.Ki çok yazık ve nâfile bir çabadır… “Milli Kurtuluşcu”luğumuzu yenilemek için 27 Mayıs 1960’da yapılan hamlenin, ve ondan sonraki –seni de çok mağdur eden- trajik “22Şubat1962”, “21 Mayıs1963” teşebbüslerinin âkıbeti ortadadır. Kaldı ki, en ciddi ve katı “sözleşmeli örgüt” olan ordunun, 12 Eylül 1980’de gösterdiği mârifetle(!) bize, “kapitalizme köle olmanın en zor yolu”nu başarıyla(!) ikmal ettirdiği de bir vâkıadır… Ben bütün bu olayların içinde hem bir denek hem de bir deneyci olarak bulundum. Kâh gökyüzüne çıkıp âlemi seyrettim, kâh yeryüzüne inip kendimi âleme seyrettirdim… Ama meditasyon(içe bakış) yeteneğimden, daha doğrusu yetimden dolayı olsa gerek, hiçbir zaman bir örgütlenmenin güdümüne girmedim. Hatta Sovyetler Birliği’nin çökeceğini, 1974 sonbaharında –yurda döner dönmez- ilk defa ben açıkça ifâde ettim… Fakat nevar ki, yine de, Moskova bağlantılı komünistlerin, Ankara mahreçli “Milli Kurtuluşçu”ların, Newyork odaklı demokratik devrimcilerin tasallutundan, ve kumpaslarından kurtulamadım. Onun için de, bağımsız varlığımın ispatı ve tescili olmak üzere bir sözleşme (Komünist Parti programı ve tüzüğü) hazırlayıp buna, beş kişinin daha imzâsını aldım. Bunun neticesinde de sâdece, “gizli örgüt kurmaya tevessül etmek” ten ceza aldım. Yâni aslında, ortada örgüt mörgüt yoktu; sâdece nâmusu kurtarma çabası vardı. Ki nitekim, hazırladığım sözleşmeye(tüzüğe) imza atanlardan bir-iki’si ajan, bir-iki’si mâcerâperest oportünist çıktı… En temiz olanı da, depresyona girdi ve katatoni geçirdi… Sonradan imza attırdığım beş kişiyi ise, Devlet re’sen himâyeye alıp bütün dâvâlardan muaf tuttu…Zaman zaman sözkonusu ettiğim “devlet müdâhalesi”ni, “MİT müdâhalesi”ni, -paranoyakça- subjektif bir takıntı sanmamalısın. Bu husus, bütün sezgilerimizden bağımsız olarak, teorinin dayattığı mantıkî bir çıkarımdır. Çünki İEB teorisine göre, nasıl ki ilk insanlar ritmik âyin yapmak sûretiyle hayvanları yönlendirip, onların kaçmasını veya itaat etmesini sağladılarsa, bugün de “yaratıcı tefekkür” sâhibi, yâni melekeleri sağlam dürüst bir insan, bütün kurnaz(hîlekâr) mahlûkları, ya kaçırtarak ya da itaat ettirerek kontrola alabilir. Ama böyle bir mahlûk, hem itaat eder gibi görünüp, hem de kaçak davranıyor ve kurnazlık yapıyorsa, bunun arkasında mutlaka bir güçlü mihrak vardır diye düşünmek, nedensellik mantığına göre –çok defa- doğru çıkıyor. Kaldı ki insan uzun yılların tecrübesiyle, yanına gelenleri, kendisinin bazı davranışlarına karşı gösterdikleri tepkilere istinâden öylesine kategorize edebiliyor ki, araya giren dış tesirleri anlamaması ihtimâli çok azalıyor... Çürüyen bir devletteki “menfî seleksiyon” sistemi de –genellikle- böyle, yâni bir takım “adam”ların çevresine toplanmış insanların ayartılarak, menfaat karşılığı kullanılmasıyla oluşuyor…
Demek ki bugünkü “örgütlenme” fikrime ve iddiama gölge düşürecek hiçbir teşebbüsüm ve yenilgim yoktur geçmişimde… Soyutlama yapamayıp da, “ritm melekesi”nin teşhis ve tesbîti gibi daha temel kabullere ulaşamamış ve aynı aksiyomatik temellerde(meselâ “apriori varolan düşünce” bazında) kalmış olsaydım, başkalarına bir özür ve/veya özeleştiri borcum olabilirdi belki…Ama artık anlamalısın ki, ismi ne olursa olsun, temas etmiş olduğum bütün sözleşmeli örgüt ve örgütlenme biçimleri –beni zor durumlara düşürmüş olsalar bile- benim objem ve/veya fenomenim olmuşlar, ve de bana bugünkü tecrübe birikimimi ve bilincimi kazandırmışlardır… Onun için rahatça söyleyebiliyorum ki, “Panteist Zon Kulübü”nde “oyun-eğlence” programıyla başlatılacak bir örgütlenme biçimi mutlaka bütün Dünya’yı fermente edecek(dönüştürecek) bir örgüt yaratabilir ve yaratacaktır… Ve onun içindir ki, bizim MİT dâhil bütün örgüt ve örgütlenme biçimleriyle alay etmek ve onların “konspirasyon” taktikleriyle dalga geçmek hakkını kendimde görüyorum. Hele ki içkiliyken, böyle bir gösteri yapmak, bana büyük keyif veriyor…Bu konuda beni anlamalı ve -sözleşmeli örgütleri fazlaca ciddiye alıp, onlara gereksiz yere saygı duysan bile- şu kadarcık eğlenceyi bana çok görmemelisin. Çünki bir defa, istihbârat örgütleri arasındaki “gizlilik” endişesi ve yarışması, bugünkü “komünikasyon araçları” muvâcehesinde bana komik geliyor. Sonra da, en büyük –global- örgüte karşı, “muhâberât gizliliği” endişesi taşımanın, bugünkü Dünya nizâmının değişmezliğini kabul etmek gibi bir anlama geleceğini düşünüyorum…
Aslında bugün ülkemizin içinde bulunduğu fiilî durum gâyet açıktır; ama faillerin konumu çapraz(asimetrik) vaziyette olduğundan kafaları karıştırmaktadır. Halbuki dikkatlice bakarsak anlayabiliriz ki, bugün iktidarda olan “Biatlı Kürt-İslâm” Zihniyeti, 1826 kıyâmetinden sonra, son Osmanlıların mârifetiyle, yâni onların bazı Kürt aşiretlerinin yönetici veya “çeribaşı” ailelerine, kardeş hânedân muamelesi yapmaları, Doğu’da Kürtlerden askerî birlikler(alaylar) oluşturmaları, İstanbul’un âsâyişini Kürt bekçi ve zaptiyelerine havâle etmeleri ve üstelik de, en gerici Kürt tarikat şeyhlerini İstanbul’a doldurmaları yüzünden Türk toplum yapısının asimilâsyona uğramasıyla husûle gelmiştir… Doğu’daki bugünkü ayaklanma ise, etnik Kürt halkının “asabiyet”inin veya “etik disiplin”inin faaliyete geçmesinden/geçirilmesinden başka bir şey değildir… 1960’ların sonundan itibâren, üniversite talebelerinin öncülüğünde başlatılmak istenen ayaklanma teşebbüslerinden sonra –kesinlikle- anlaşılmıştır ki, bu ülkede artık “Türk asabiyeti” kalmamıştır. Onun için bu ülkede de artık Türklük, kendini –sâdece- fikir plâtformunda gösterebilecektir. Ve dolayısile “Kürt asabiyeti”nin etkinliği de, son tahlilde Türklüğün fikrî “anti-tez”ine destek mâhiyetindedir…”Kürt asabiyeti”nin, iktidardaki “Kürt-İslâm Zihniyeti” ile anlaşması veya zımnî mutâbakata varması, hiçbir zaman Türklerin ve Türkiye’nin hayrına olmayacaktır. Çünki Kürt “biatçı”lığının islâmiyeti getirdiği “Yudeo-İslâm Gericiliği” noktasında, küresel kapitalizme eklemlenmeyi amaçlayan böyle bir zihniyet ile, kapitalizme köle olmanın en zor yolunu(Milli Kurtuluşçu’luğu) tekrardan deneyen bir ütopizmin uzlaşması/uzlaştırılması demek, Kürt muhibbi “Son Osmanlı”nın hortlatılması çabalarından başka bir şey değildir…Bu noktadaki en büyük tehlike ise, bu “Kürt asabiyeti”nin karşısına, aynı derecede diri olan “Lâz, Çerkes ve Arnavut” asabiyetinin, Türklük nâmına çıkarılması şeklinde tertiplenecek bir provokasyonda aranmalıdır…Unutmamalısın ki kurnaz Osmanlı, son zamanlarda baş gösteren Türkmen (meselâ Kozanoğlu) isyanlarında hep bu etnik gruplardan tertip ettiği savaşçıları kullanmıştır…
Dünya çapında tarihî bir inceleme yaptığımızda görüyoruz ki, en keskin savaşçı halklar, asabiyetleri (etik disiplin enerjisi) tükenince veya yatışınca mûnisleşmekte ve , ya mistik bir dindarlığa ya da katı bir akılcılığa yönelmektedirler… Bunun Doğu’daki örneği, vahşi bir savaşçılık orijininden gelip, mütevekkil Budist râhipler hâline gelen Tibet Halkı’dır… Batı’daki örneği ise, aynı derecedeki vahşi bir geçmişten sonra, Kalvinist, pozitivist ve “para”cı olan İsviçre Halkı’dır…Oysa bugün biz Anadolu Türkleri, bu iki “uç”un sentezini oluşturmak durumundayız; hem coğrâfî hem de tarihî pozisyon ve birikim itibâriyle…Dahası, biz onlardan fazla olarak uzun ve büyük bir impararorluk geçmişine de sâhibiz. Dolayısile, tarihimizi ve birey olarak kendimizi iyi anladığımızda, halkların çocukluğundaki ve bireylerin gençliğindeki “asabiyet”in nasıl aşılabileceğini de en iyi biz çıkarabiliriz ve çıkarmalıyız.. Ve zâten de, Doğu’nun mistisizmini çözüp, Batı’nın pozitivizmini aşmak üzere, bunun ilmini yapmaya çalışmıyormuyuz?!..
Son olarak İEB’nin aksiyomatik “püf noktası”nı bir daha vurgulamalıyım ki, bilim adamıyım diye geçinen hiç kimse kaçacak veya arkasına sığınacak bir bahâne bulamasın artık...”Ritm Melekesi” adını verdiğimiz ritmik davranma ızdırârı(zarûreti), konformistlerin zımnî kabul olarak ihsas ettikleri gibi, insanların isteğine bağlı olan ihtiyârî bir tercih değildir; fiilî bir vâkıadır. Yâni insanlar eğlence olsun diye dansla, müzikle uğraşıp, jest olsun diye elleriyle, ayaklarıyla yaptıkları ritmik hareketlerle sözlerini destekleyerek, sıkıntılı suskunluklarını telâfî etmeye çalışmazlar. Bilakis, sıkıntıdan kurtulmak ve mutlu(sıhhatli) olmak üzere –çok defa- gayri ihtiyârî olarak böylesine ritmik davranışlara yönelirler. Onun için, insanın “ritmik hayvan” olduğu hükmü bir iddia değil bir vâkıadır; ki zâten biz de, rûhî ve zihnî sıhhatimizi, “ritm” ve “sıralama” melekelerimizi –ister istemez- çalıştırarak korumakta, ve bu katıksız(pure veya salt) ibâdet biçiminin bilincine vardığımız için de Tanrı’ya şükretmekteyiz. Ve de bütün dînî-ahlâkî öğretilerin, bu bilinçle izah edilebildiğini görmekteyiz… Yâni aslında iddia makâmında bulunanlar, insanın “akıllı hayvan”a dönüşüp “söz”ü icat etmesinden beri, beyinleri geleneksel ve dinsel öğretilerle yıkandığı için, “her davranışın, akılla karar verilerek yapıldığı” önyargısına kapılmış olan konformist insanlardır. Onun için, bu önyargı sahipleridir ki iddialarını, yâni insanların “ritm melekesi”ni çalıştırmadan da yaşayabileceğini ispat etmekle yükümlüdürler… Ben eminim ki, bunu ispâta kalkıştıklarında, sonuç olarak sâdece, Çinlilerin bile keşfedemediği korkunç işkence usûllerine ulaşacaklardır…Ancak nevar ki, konformist-kariyerist bilim adamlarını (akademisyenleri), böyle bir deneye râzı edebilmek pek mümkün değildir. Çünki onlar bu kanılarına olan güvenlerini, binlerce yıllık geçmişe sâhip bir “genel zımnî mutâbakat”tan almaktadırlar. Yâni burada sözkonusu olan esas mesele, tarihî bir “paradigma”nın değişmesi veya değiştirilmesidir… Halbuki bütün insanlığın bir felâkete doğru gittiğini görseler ve anlasalar bile konformist-kariyerist bilim adamları bunu, dinlerin “kıyâmet” kehânetine veya “kader-i ilâhi”ye yoracak kadar bu paradigmaya saplanmış durumdadırlar. Yâni onların bilim anlayışları, tarihî derinliklerde bir yerde dinle mutâbakat hâlinde bulunmaktadır. Çünki onlar, “pozitivizm”e olan saplantılarından dolayı sâdece “insânî kozmos”un(nedensellik mantığına bağlı sözleşmelerin, anlaşmaların) bilimini yapabilmekte, dolayısile “insânî kaos”a giden yollarda, bir yandan zorbalaşan yöneticilere “kanûnî zor” kullanma reçeteleri hazırlarlarken, diğer yandan dinlerin, dincilerin mistik görüşlerini –zımnen de olsa- paylaşmak zorunda kalmaktadırlar…Onun için bizim, Panteist Zon Kulübü gibi bir laboratuar teşkil edip, oradaki aktiviteler içinden seçkin(inisiye) insanların, başta “ritm melekesi” olmak üzere, melekelerinin gücüyle temâyüz ettiklerini herkese göstermemiz ve/veya kanıtlamamız gerekmektedir. Ki bu noktada ben, yaşadığım hayat pratiğinin kazandırdığı tecrübelerle, insan seçiliminin kriterlerini (ve yönergelerini) ortaya koyabilecek ve Panteist Zon Kulübü’nü, otantik panteist hayata paralel bir şekilde çalıştırabilecek bir bilince sâhip olduğumu düşünmekteyim… Aksi halde, entelektüel plâtformda kalacak bir tartışmanın, bütün skolastik tartışmalardan daha üst seviyede bir “deli gömleği giydirme yarışması”na dönüşeceğine inanmaktayım. Çünki içinde bulunduğumuz konak, tüm insanlık tarihinin aşılmakta olduğu bir limit noktasıdır…
Bütün bu mülâhazalardan sonra kolayca anlayabilirsin ki, bir “adam”ın etrafında oluşan “panteist grup”un üyeleri daima değişse, gidip gelseler ve yenilenseler bile, sözkonusu –çekirdek- adam, teorik sürekliliğini ve tutarlılığını devam ettirebiliyorsa, o “örgütlenme” mayası yaşıyor(faal) demektir…Aslında ben uzun yıllar boyu, “insânî kaos” ile “insânî kozmos” arasındaki ara bölgede, “panteist zon”da yaşadığım için, “zaman” bana göre pek de ilerlemiş veya geçmiş değildir. Kaldı ki o sıralarda, bizim toplumumuzda(kozmosumuzda) da zaman, kalitatif bir ilerlemenin değil, peryodik(devrî) tekrarların ifâdesi olarak geçiyordu. Ama, normal “zaman” kuşağının dışında yaşadığım, ve o yüzden de hiçbir “kantitatif birikim” yapamadığım, hatta biyolojik peryodlarımı bile kaale almadığım, hatta bu arada kendi çocuklarımın bile, reflekssif alışkanlıklarla yaşayan “cin”lere –taklid yoluyla- uymalarına, ve onların “kast”larına girmelerine göz yummak zorunda kaldığım “panteist zon” hayatımda, yaptığım fikrî soyutlamalarla çok derinlere inerek, geniş bir tarihî perspektif ve objektivite kazandığıma inanıyorum…Onun için artık bugün biz ölsek bile, kalan yazıları okuyan –melekeleri güçlü- bir insan, Atatürk’ün bıraktığı yerden devraldığımız –fikrî- inisiyatifi aynen devam ettirebilir diye düşünüyorum…Ancak şu noktada endişe duyuyorum ki, Panteist Zon Kulübü’nü –gereği gibi- çalıştırabilmek, dolayısile İEB’ni realize edebilmek için, bizim yaşlarda ve aynı tecrübelere sâhip birilerinin bu yazılarla buluşması gibi bir “istisnai rastlantı”nın da gerçekleşmesi gerekmektedir. Hatta böyle bir rastlantı gerçekleşinceye kadar, başka ülkelerdeki yabancı insanların da, aynı teoriyi –yeniden- keşfetmeleri mümkündür… Onun içindir ki ben, ölmeden önce Panteist Zon Kulübü’nü kurup, ona ilk hareketi (veya dinamizmi) kazandırmayı çok istiyorum; aksi halde “gözüm açık” gideceğimden korkuyorum…Bu ilk hareketi başlattıktan sonra da, nasıl olsa kurulan “sistematik”, kendi kendini tahrik ve kontrol ederek “oto-mobilite” kazanır diye düşünüyorum…
Ali Ergin Güran-21/11/07