CANER GÜÇAL’A CEVAP (4)
Sevgili Caner, yine telefon sohbetinde kafama bir takım sorular soktun. Ve de ben bu soruların cevabıyla uyandım bu sabah… Bir teori veya bir “aksiyomatik sistem” dâhilinde düşünebilen insanlar için, “kafa karışıklığı” veya “hüküm çıkarmada kararsızlık” gibi durumlar sözkonusu olamaz. Çünki böyle bir durum ortaya çıktığında bu, ya teorinin aksiyomatik temellerinin sağlam olmadığı, yâni bazı temel varsayımların tartışılabilir olduğu, ya da düşünceye duyguların karıştığı anlamına gelir… Bugün alevî-malevî diye tantanası yapılan heterodoks dînî oluşumlara gıcık alıp da, düşünce rotasını veya metodolojiyi kaybederek evhamlara kapılmamalısın.
Türk-Tarikat Sistematiği dediğimiz oluşum, adam seçme-ayıklama veya “inisiye” etme teknikleriyle Orta Asya şâmanizmine –yani son tahlilde panteist zon’a- bağlanan, dolayısile Diyâr-ı Rûm’un (yani Anadolu’nun) “dâr-ül harb” olma özelliğinden de yararlanmak sûretiyle, islâmiyetin “ibâdetler” kısmında israrlı veya dayatmacı olmayan bir “düşünce-davranış” sistematiğidir. Buradaki öğreti, İslâm fıkhına(hukûkuna) uygun, ve İslâmî doktrine (Kuran ve hadislere) saygılı olsa da, esas itibariyle Ortodoks(Sünnî) islâmiyette olduğu gibi bir “tanrı miti”ni değil, Hinduizm ve Budizmde olduğu gibi bir “Tanrısal Yol”u kurgulamıştır. Onun için de önünü, ufkunu ve bilime geçiş yolunu hep açık tutmuştur… Hilâfetle, saltanatla özdeşleşen Sünni İslâm ise, Tanrı’yı –kral benzeri- bir “mit” olarak kurguladığı için “Dogmatizm”e gömülüp veya kapanıp insanları(mensuplarını), sâdece “intihar” yoluyla kendilerini(isteklerini) ifâde edebilir hâle getirmiştir… Halbuki Türk-Tarikat Sistematiği’nin hiçbir zaman klişe bir doktrini olmamıştır; ve olamaz da… Çünki burada “mârifet” denilen öyle yüksek bir mevkî veya mertebe vardır ki, buraya ulaşabilenlerden, herkesin görüp yararlanabileceği mârifetler göstermesi, iyileştirmeler yapması beklenir. Bu noktada mistik palavralara yer yoktur… Onun için de amacı insanlara, insanlığa iyilik yapmak olan böyle birinden, bir eski(klişe) doktrine bağlı kalması beklenemez herhalde…
Mesela Hacı Bekdaş Velî, böyle bir “mârifet ehli” şahsiyettir. Çünki bir defa, Moğol istilâsı sırasında (1243’den sonra), tarikat sistematiğinin seyfîyûn kolunu teşkil eden, şehir inzibatlarından(“seğmen”lerden, “orta”lardan, “bölük”lerden) adam devşirerek onlara bir nevî “gerilla harbi” yaptırmıştır… Kaldı ki “nefesinin kuvveti” sâyesinde, yaklaşık yüzyıl sonra, ufacık Osmanlı Beyliği’ne –tarihte bir ilk olarak- “Yeniçeri” adında daimî bir düzenli ordu teşkil etme ilhâmını vermiştir… Ayrıca, mesela Yunus Emre de böyle bir mârifet ehli “birey-insan”dır. Çünki onun nefesi de, muhtelif uzunluktaki “dörtlük”ler olarak, yüzlerce yıldan beri –hem de taklîden çoğaltılarak- gittikçe genişleyen bir alanda, insanların zihnî irtibâtını ve mutâbakatını sağlamaktadır…
Tabii ki “Tarikat”a giren herkesin “mârifet” mertebesine yükselmesi sözkonusu olamaz… Pek çok “ehl-i tarik” de “çile”lerden “inisiyasyon” imtihanlarından dönerek alt mertebelerde, yani “tarikat” ve “şeriat” mertebelerinde kalmıştır… İşte bunlardır ki, esnaf ve zenaatkârlar için “tâlim-terbiye” usûlleri, halklar(cemaatler) için de –geleneklerine uygun- ibâdet ritüelleri ihdas etmişlerdir. Ve onun içindir ki, kendilerine alevî diyen pek çok cemaatin ibâdet biçimleri, hatta efsânevî öğretileri biribirine benzemez… Ama hepsi de, Hacı Bekdaş Velî’yi, Yunus Emre’yi ve diğer tarikat erenlerini “pîr” olarak tanır; ve de bunların “yüzü suyu hörmetine” biribirlerini fazla hırpalamazlar… Yoksa, -sâdece- ibâdet ritüellerinin farklılığı bile, öyle küçük(sekter) köy cemaatlerinin biribirini yemesi için yeterli sebeptir…
Yâni bu mülâhazalardan anlamalısın ki, Türk-Tarikat Sistematiği’nde korkulacak bir karanlık veya “mistisizm” yoktur… Dolayısile ona –bir ucundan da olsa- duhûl etmiş bulunmak, övünülecek bir şeydir aslında…Çünki –son tahlilde- gösterilecek bir “mârifet”le, öyle aydınlık bir bilimsel yol açılabilir ki, Dîn’in bütün nass’ları(dogmaları) lüzumsuz ve hatta anlamsız hâle gelebilir. Ki zâten biz de bunun için çalışıyoruz…Sen sanırım “tarikat” teriminin sana çağrıştırdığı kötü anlamlardan korkuyorsun; ve beni uyarmaya çalışıyorsun… O kötü anlamlara, o yoz yorumlara bizi hiç kimse sürükleyemez artık… Görmüyormusun ki, bir takım hain ve salaklar, zamanında her biri birer “panteist zon kulübü” olan “tekke köy” bakiyelerini, uydurdukları mistik doktrinler altında “alevi” adıyla birleştirip karanlık emellerine âlet etmeye çalışırlarken, biz Türk-Tarikat Sistematiği’ni, bütün mistik muğlâklık ve sapmalardan kurtararak İEB olarak yenilemeye çalışıyoruz; değil mi?!..
Tarihimizle bir bütün olduğumuzu ve olmamız gerektiğini hiçbir zaman unutmamalıyız…Tarihimizde, –meş’um 1826 olayı açıklığa kavuşturulduktan sonra- bizi “redd-i miras” yapmak zorunda bırakacak hiçbir kötülük yoktur aslında…Şu nokta iyi anlaşılmalı ki, 1826 olayının meş’um gölgesi üzerimizde olmasaydı, biz bugün –geleneklerimizle iç içe olarak- Japonya gibi, hatta ondan da ileri düzeyde bir ülke konumunda olacaktık…Ama yine de –zaman ötesinde kotarılmış- öyle bir mârifet gösterilebilir ki, tarih yeniden yazılır ve “1826”nın sürmekte olan bütün kötülüklerinden kurtulunur..
Ali Ergin Güran-07/12/07
Mütemmim Not: Köklü Pers stratejisinin –Şia- yorumunu bir yana bırakırsak, hükümdarlardan ve hükümetlerden bağımsız (heterodoks) olan bütün İslâmî topluluklar için Hz. Ali bir “mit” değeri taşımaktadır… Yâni “alevî” denilen topluluklar bu ismi, Hz.Ali’nin rızâsı olmadan, hatta onun arzu ve eğilimlerinden bağımsız olarak benimsemişlerdir. Çünki bu topluluklar Hz.Ali’yi, “mazlum kahraman”ların pîri gibi görmüşlerdir; hem de, zulmü kendi yoldaşlarından –veya din kardeşlerinden- gördüğü için değeri bir kat daha artmış olarak… Halklardan yükselen “Alicilik” akımları, zaman zaman Osmanlı’yı da zorladığı içindir ki, bir taraftan kanlı te’dip operasyonları yaparlarken, diğer taraftan da şehzâdelere ve hatta padişahlara Bin Yezid (Yezidoğlu) ismini vermişlerdir. Ama buna rağmen –şehirlerde bile- halk arasında, “seni gidi yezidoğlu yezid!” gibi bir azarlama ve aşağılama tavrı veya üslûbu sürüp gitmiştir… Yâni son tahlilde denilebilir ki Osmanlı, İran’ın stratejik emellerine râm olmamak için böyle durumlara mecbur kalmıştır…(08/12/07)