II. ABDÜLHAMİD’İN KÂBÛSU “BEKDAŞİ SIRRI”
VE/VEYA “İSTANBUL 1826”NIN RÖVANŞI HAKKINDA
Yukarıdaki mektuplarda “evlâdım” olarak hitap ettiğim insanlar aslında Konstantiniyye veya Constantinople (yâni İstanbul) fâtihlerinin evlâdı’dır.
Ben, aşağıdaki soyağacı şemasından da göreceğiniz gibi, sorumluluk alma sırası gelmiş olan bir kuşağın ekber ve elyak (en büyük ve liyâkatli) evlâdı olarak vakıf mütevellisi seçildiğim için yaşayan herkese evlâdım demek hakkını elde etmiş bulunuyorum. Yoksa bu “protokoler söylem”in muhâtapları arasında benden yaşlı insanlar da mevcut olabilir.
Şecere’nin Mevlâna Bekdaş Efendi’den başlatılmasının sebebi, onun hem Yavuz Sultan Selim’in yoldaşı hem de yegâne veliaht Şehzade Süleyman’ın hocası ve imamı olarak Türk-Tarikat Sistematiğinde mümtaz bir mevki işgal eylemesinden ve dolayısiyle sonraki zamanlarda ailenin daha doğrusu sülâlenin ve hatta onların İstanbul’da kurdukları dergâhların mensuplarının Bekdâşî olarak anılmasından kaynaklanmaktadır. Yoksa Bekdaş Efendi’nin atalarının Dânişmendiye kökenli oldukları, İstanbul’a Fatih’le birlikte girdikleri ve bu yüzden de Haliç’in kuzeyinde bugün Hasköy diye anılan bölgeyi “Has” olarak, Karaköy ve Tophane diye bilinen bölgeyi de “müstahkem mevki” ve işyerleri olarak tasarruflarına aldıkları, müteakip kuşaklarda ise buraları imar ederek “vakıf”lara dönüştürdükleri, ayrıca Bursa’da da yerleşik (ve vakıf sahibi) bulundukları iyi bilinmektedir.
Demek ki İstanbul’daki “Bekdâşi”liğin ana kolunu, İmam-ı Sultan Mevlâna Bekdaş Efendi ile ırsî râbıtası olan insanlar yâni isimleri aşağıdaki -kaba taslak- soyağacında yazılı bulunan şahıslar teşkil etmektedir. Diğerleri ise bunlarla dergâh yoldaşlığı içinde bulunmuş kişilerdir.
Yâni İstanbul efendilerinin ve çelebilerinin Bekdâşiliği, Hacı Bekdaş Veli Hazretleri ile alâkalı değildir. Zaten Türk-Tarikat Kuruluşu’nun Kavliyûn ve Şurbiyûn kollarına mensup olan bu kişilerin kendilerini, Seyfiyûn kolunun (yeniçerilerin) pîri ve mücerret (evlenmemiş) bir şahsiyet olan Hacı Bekdaş Veli ile irtibatlandıracak kadar câhil ve densiz olamayacakları da âşikârdır…
Kanûnî(!) Sultan Süleyman’ın siyâset olarak Avrupa’yı istilâ hevesine kapılması, iktisat olarak da hem Avrupalılara “kapütilâsyon” anlamında imtiyazlar verip hem de ekalliyetlerin (ve bilhassa Yahudilerin) spekülâtif kazançlarına göz yummak yolunu seçmesi yüzünden, hocası İmam-ı Sultan Mevlâna Bekdaş Efendi ile ihtilâfa düşmesinden sonra Bekdâşîler ile Sultanîler arasında stratejik bir çelişki ortaya çıkmıştır.
Çünki bu noktadan sonra Osmanlı Hânedânı kendine bağlı ve mutlak yetkili bir “Şeyhülislâm”lık kurarak, tıpkı Batı’nın feodal kralları ile Arapların Emevi ve Abbasi hânedanları gibi mutlakiyetçi bir karaktere bürünmüş ve dini de tamamen dogmatik bir kilise veya mezhep mesâbesine indirgemiştir. Dolayısiyle de İslâmiyetin “Tevhid” ilkesine sıkı sıkıya bağlı olan ve “şeriat”ı yere (geleneklere)ve zamana göre yorumlayarak uygulayan Tarikat mensupları (Bekdâşîler) ile arası açılmıştır.
Savaş stratejisinin gereği olarak -Saltanat tarafından- dayatılan bağnaz (dogmatik) din anlayışı ve fikse edilmiş resmî ibadet şekilleri “şeriat” olarak kabul edilse bile, Tarikat’ın yüksek mertebedeki şahsiyetleri buna uymayı -prensip olarak- reddetmişler ve ihtiyarî saymışlardır. Çünki yatay plânda ibâdet farklılıklarını (Heterodoksi’yi) kabul eden Tarikat erenleri aynı zamanda düşey sıralamadaki bilinç derecelerine göre yaratılmış farklı -rafine- ibâdet (meditasyon) anlayışlarına ve şekillerine de saygılıydılar. Ve resmen kabul edilmiş olsa bile hiçbir “şeriat” türünün bir yaşam biçimi olarak herkese dayatılamayacağına inanmaktaydılar. Onlara göre, insanın kendini bilmesi, iyi tanıması ve doğru (veya iyi) kullanması kadar Tanrı’yı hoşnut edecek hiçbir davranış biçimi olamazdı. Ve bunun da başlıca kriterleri, kişinin -hangi nedenle ve ne şekilde olursa olsun- nefret uyandırmaması, müzmin hastalıklara ve onulmaz iptilâlara dûçâr olmamasıydı… Çünki Tanrı, insanların “ibâdet”lerine veya “tâzim” ritüellerine muhtaç değildi.Bu ritüeller, kitlesel birlik ve güven duygusu doğurması bakımından önemliydi. Yoksa kişi olarak sâdece “şükretmek” bile, Tanrı ile irtibâtın veya “vahdet”in göstergesi olabilirdi… Yâni Batıdaki din savaşlarının mücbir neticesi olarak ortaya çıkmış bir “laiklik” kuralına bizi muhtaç etmeyecek seviyede -tevhidci- bir din anlayışına sâhip idiler… Ve ondan dolayı da saltanatçılar tarafından “sünnet” karşıtı olmakla suçlanmışlardı. Halbuki Tarikat erenleri genellikle, gidişâtı aksatmadığı zamanlarda ve ihtiyarlıklarında, Hz. Peygamber’e olan hürmetlerinden dolayı onun sünnetlerini aynen uygulamışlardır…
Ama buna mukabil ehli tarik de, saltanat mensuplarını “kopuk”lukla yâni yoldan çıkmakla ve “mürteci”likle itham etmişlerdir. Ki nitekim Tevhid ilkesine göre hareket etmeyip dogmatizme saplanan Osmanlı’nın, dini St. Muhammed Kilisesi gibi bir hristiyan mezhebine benzemekle birlikte, zihniyeti de “Batıya özenen İslamî taassub” şeklinde bir antagonizma doğurmuştur. Ve böylece de Osmanlı, “Batı ile eşdeğer karşıtlık gütmek” gibi bir açmaza sürüklenmiştir.
Yaklaşık ikibuçuk asır süren ve resmî tarihlere bile “duraklama ve gerileme devri” olarak geçen zaman boyunca başta bizim Bekdaşi’ler olmak üzere Türk-Tarikat Sistematiği ile Saltanat ve Saltanatçılar (yârân ve bendegân) arasında sürekli sürtüşme olmuş ve bunun çatışmaya dönüşmesi hallerinde de yeniçeriler, Seyfîyûn geleneklerine uyarak daima Tarikatçıların yanında yeralmıştır. Ki bu çatışmaları, “ganimet ve gasp ekonomisi” ile “üretim ekonomisi” arasındaki çelişkinin tezâhürleri olarak ifade etmek de mümkündür… Sosyolojik olarak da, Kanunî(!) ile başlayan “şavaşarak yaşama” veya “savaşarak cihat” stratejisinin dayattığı resmî (dogmatik) din ve ibâdet anlayışı ile “ehli tarik”in yaşamaya ve yaşatmaya çalıştığı tevhidçi din veya içtihadçı şeriat anlayışının çelişkisi şeklinde izah etmek gerekir. Ki nitekim şeriatta içtihad yaratmak veya içtihad kapısını açık tutmak için yapılan tarikat ayaklanmalarında duyulduğu söylenip -sadece- yeniçerilere mâledilen ve de gerici bir istekmiş gibi tanıtılan “şeriat isteriz(!)” âvâzeleri bunun en bâriz delilidir…
Onun içindir ki “İstanbul 1826”dan sonra resmî bir din ve ibâdet anlayışı süratle Devlete hâkim olmuş ve Atatürk’ün âhır ömründe Batı’dan alıp alelacele Anayasa’ya koydurduğu “Laik Devlet” ilkesine rağmen insanlar, dini açıklamaktan ve yorumlamaktan menedilmişlerdir. Ve de “ya dindar ya da dinsiz olmak” ikilemiyle karşı karşıya bırakılmışlardır. Böylece de ortaya “içten dindar dıştan dinsiz” veya “dıştan dindar içten dinsiz” olan şizofrenik insan tipleri çıkmıştır…
Halbuki 1826 yılına doğru gelinirken saltanat-tarikat zıtlaşmalarında artık padişahların “hal”li ve hatta idamı bile kabul edilebilir bir çözüm olarak görülmeye başlamıştı. Ki böyle bir gidişâtın meşruiyet kazanması hâlinin “meşrûtiyet” ve hatta “Cumhuriyet” rejimi olduğu/olacağı da âşikârdı…
Onun için “İstanbul-1826” vakasını, sadece Yeniçeri Ocağı’nı kaldırma/yoketme olayı olarak değil, Cumhuriyet’e doğru giden süreci inkitâ’ya uğratma operasyonu olarak anlamak lâzımdır.
Nitekim yeniçerilerin hunharca yok edilmesinden sonra Türk-Tarikat Sistematiği’nin bütün dergâhlarına da elkonulmuş, şurbîyûn kolunun bütün düzeni ve yönetimi değiştirilmiş ve bu arada Tarikatın sözü dinlenen ileri gelenlerinin vakıfları müsâdere edilip kendileri ya sürgüne gönderilmiş ya da “kalebent” anlamında hapse atılmıştır. Ve bu arada da, Arap ve Kürt şeyhlerinin riyâsetinde icra-i faaliyette bulunan Tarikat adında ne kadar -biatlı- gerici cemaat varsa İstanbul’a doldurulmuştur…
Bu olay aslında Dünya’da (tarihte) emsâli bulunmayan bir “sosyal-soykırım” dır. Onbinlerce insanın katledilmesi pahasına, bir “gelişmiş yaşam tarzı”nın bütün delilleriyle birlikte ortadan kaldırılması teşebbüsüdür. Ve bu rafine yaşam tarzının adında Türk sıfatı yeraldığından dolayı da , tüm Batı âlemi ve onun anlı şanlı âlimleri ve tarihçileri, sırf Türk sözcüğüne karşı edinmiş oldukları fobi yüzünden bu olaya sessiz kalmışlardır. Ama “Nizam-ı Âlem” kurmaya kalkmış, yâni bugünkü ifadesiyle global bir insanlık düzeni tesis etmek için uğraşmış olan bir -toplumsal-irâde, hânedan da olsa bir ailenin (Osmanlının)entrikaları ile yok edilemezdi. Nitekim yok edilemedi de…
Konstantiniyye’nin, Dânişmendiye asıllı Türk fâtihlerinin torunları, bütün baskılara rağmen akidelerini ve sahip oldukları vaklıfların “evrâk-ı müsbite”lerini muhafaza etmeye muaffak oldular.
Çünki onlar, -hayvan asâletine benzeyen- genetik tevârüs ile mal-mülk mirasçılığına dayanan feodal veya aristokratik anlamdaki bir asâlete değil, toplumsal anlamdaki, insanî hedeflere, ve ufuklara bağlılık anlamındaki yüksek bir asâlete sahip sebatkâr insanlardı. Hatta onların asâlet anlayışı, “kapitalist burjuva” anlamındaki bir seçkinciliği (elitizmi) aşan ve evrensel insanlık kriterlerine dayandırılan bir anlayışdı. Ki bu da, Atatük’ün “karakteri yüksektir” diye nitelendirdiği Türklüğün “Ebedî Devlet” kavramını yaratan “toplumsal bilinç”ini gösteriyordu.
Onlar sadece, üzerinde “katma değer” yarattıkları topraklara sâhip olabiliyorlar ve bunları da ancak vakıf şeklinde evlâtlarına devrediyorlardı. Ki böylece de her nesil atalarından sadece tasarruf ve nemâlanma hakkına sahip olduğu mülkleri devralabiliyordu.
Dolayısiyle “faiz”in ve hayvanî “kurnazlık” becerisine(!) dayalı “serbest rekâbet” denilen olayın sözkonusu olmadığı böyle bir sosyo-ekonomik düzende, en liyâkatli yöneticinin (mütevellinin) ortaya çıkması/çıkarılması da vazgeçilemez şart hâline gelmekteydi.
Böyle bir düzen de, bu gün artık “bilimsel kurgu”sunu yapabildiğimiz “tarih ötesi insanlığı”nın global düzeninden başka bir şey değildi aslında… Ve zamanı gelmediği içindir ki büyük saldırılara uğramıştı. Çünki Türk-Tarikat Sistematiği’nin oluşturduğu düzen, liyâkatli insanların titizlikle seçilip yükseltildiği bir “ebedî devlet” tarafından yönetilen Nizam-ı Âlem projesinin tatbikatı anlamındaydı. Yâni “tarih sonrasının global toplumu”nu amaçlayan bir projeydi bu …
Bu düzen aynı zamanda din kurucularinın (peygamberlerin)da arzu ettikleri bir -ideal- düzendi; ama neyazık ki ancak onların “öbür dünya” diye niteledikleri “tarih ötesi” zamanlarda gerçekleşebilecekti. Ve bu da demekti ki, din, tarihi misyonunu tamamlayıp lüzumsuzlaştıktan sonra ancak küresel bir insanlık düzeni kurulabilecektir… (Öte yandan Batı’nın komünist ütopyacıları da faizsiz, rekâbetsiz böyle bir insanlık düzeninin özlemini dile getirip yarım yamalak plânlamalarla denemelere girişmişlerdi; bizim “evlâd-ı fâtihân”ın büyük sıkıntılar çektiği zamanlarda…)
Kopuk (Kanûnî) Sultan Süleyman’dan itibaren Osmanlı Hânedânı, Türk-Tarikat Sistematiğinin kontrolünden çıkmış ve padişahlar saray entrikalarıyla seçilir hâle gelmişti. Ki nitekim Sultan Süleyman’a -ehli tarik tarafından çok sevilen- değerli oğlunu öldürtüp yerine “Sarhoş Selim”in geçmesini sağlayan entrikaları bu dönemin başlangıcı saymak mümkündür.
Bu olayı müteakip geçen yaklaşık ikibuçuk asırlık zaman içinde Osmanlı Sultanları, tayin ettikleri Şeyhülislam’lar vasıtasıyla dogmalara dayalı bir şeriat hukuku yaratıp memleketi onunla yönetmeye çalıştılarsa da “ehli tarik” yaptıkları zorlamalarla ve ayaklanmalarla yine de içtihat kapısını tam kapattırmamışlardı. Zaman zaman yeni şartlara göre şeriatta (yâni hukukta) değişiklikler, iyileştirmeler yapabiliyorlardı. Ki bu şekilde de aynı zamanda Devletin tepesine çok sert kafalıların veya ahmakların getirilebilmesi de önlenmiş oluyordu.
Ama 1826’daki meşum olaydan sonra “şeriat”ın dogmalara sıkı sıkıya bağlanmış bir klişe hâline gelmesiyle birlikte, komaca akılla hareket eden sert kafalı insanların ve sultanların seçilmesi de kural hâline geldi. Çünki iç dinamiklerin kontrolu tamamen kalkmış ve Osmanlı Devleti dış dinamiklerin oyuncağı durumuna indirgenmişti
Halbuki “ebedi devlet” anlayışı Türklerin toplumsal bilincinin eseriydi. Ve de evrensel bir “devlet” tanımı veriyordu. Ki buna göre devlet “insan” organizmasının sosyolojik bir kopyasıydı: Herkesi becerilerine göre mesleki organlara yerleştirmekle beraber beyin takımına da en liyâkatlilerin seçilmesi gerekiyordu. Bu seçilimler (seleksiyon) doğru yapıldığı taktirde bir devletin ölmesi mümkün değildi. Yâni insanî etkinliklerden daha fazla zevk alan biyolojik (hayvanî) ihtiyaçların giderilmesini ise “def-i hâcet” etkinliği olarak gören bireylerin ayıklanıp yükseltildiği ve her etkinliğini hayvanî zevklere indekslemiş olan, veya hayvanî hazlara ulaşmak için şartlı refleksler kazandırılmış bir şekilde (Pavlov’un köpeği gibi) yaşayan insanların kontrol altına alındığı bir toplumda solidaritenin çözülmesi ve/veya devletin ölmesi olanaksızdı. Ve ölümsüz bir devlet de bir yerde tabii ki küresel veya cihanşümûl olacaktı.
Demek ki son tahlilde panteist geleneklerin ve ruhun (ritmik rezonansın) belirlediği Türklük bilincinin yarattığı toplumsal bir formasyondu devlet bizim için… O halde Türklüğü adam (birey insan) tanımıyla bir tutmak ama devleti bu tanımdan türetmek gerekiyordu; ki buna göre de bir devlete vatandaşlık bağı ile bağımlılıktan Türklük kimliği tarif etmek yanlış ve haksızlık oluyordu.
Çünki bir defa devleti -zımnen- “feodal” veya “kapitalist burjuva” anlamlarında kabul edip Türklük yaratmak büyük bir yanlıştı. Sonra, bir askerî zaferin devlet yarattığını zannederek onun üzerinden spekülatif bir Türklük tanımı uydurmak da, köklü bir devlet kurma geleneğine sahip Türklere yapılan büyük bir haksızlıktı.
600 yıllık Osmanlı Devleti bile ebedilik iddiasını Hânedan’ın ürettiği döllere değil Türk-Tarikat Sistematiği’nin düzenleyici iyileştirici etkilerine borçluydu. Nitekim bu hânedan, 1826’dan sonra tamamen denetimsiz kalınca süratle büyük bir yozlaşmaya uğrayarak Batılıların kuklaları hâline geldiler.
Ama İstanbul’un Dânişmendiye kökenli Türk fatihlerinin çocukları Tarikat geleneklerine ve akidelerine bağlı kaldılar. Ve ondan dolayı da yaklaşık beş asırlık vakıflarına ait “evrâk-ı müsbite”leri bana kadar ulaştırdılar…
Aşağıya koyduğum soyağacı şeması 1945 yılında -benim gözlerimin önünde- babam (Orhan) ve babaannem (Hayrünisa) tarafından yeni harflerle güncelleştirilmiş tek şecere örneğidir. Burada, özellikle 1826’dan önceki kuşaklar ve isimler bakımından büyük eksiklikler sözkonusudur. Çünki büyük orijinal şecere kaybolmuş veya o meşum vaka sırasında gasp olunup imha edilmiştir. Ama o boşlukları da nüfus kütüklerinde yapılacak titiz bir araştırmayla doldurmak mümkündür.
Soyağacı şemasında adı geçen kişilerin büyük çoğunluğu, bendeki evrâk-ı müsbitelerden de, atalarının ne kadar büyük vakıflar bıraktıklarından da habersizdirler. Hatta bunlar arasında atalarından -herhangi- bir vakıf kaldığını hiç bilmeyenlere bile rastladım ben…
Bunun sebebi şudur:1826’dan sonraki -satılmış- padişahlar, tarikat ehli’nin vakıf mülklerine el koyduktan sonra bir de bu vakıflara ait evrakların ve orijinal vakfiyelerin peşine düşmüşler; evrakları tahrif veya yok etmek üzere… Öyle ki meselâ II. Abdülhamit 1826’dan yarım asırdan fazla zaman geçtikten sonra, artık evrak-ı müsbite’si ortaya çıkmaz zannıyla bir camiyi alenen gasbetmiş ve zimmetine geçirmiştir…
Onun için de bizimkiler, sarayla veya siyasette etkili olan ideolojik akımlarla yakın ilişki içine giren kişilerin ailelerinden saklamışlar bu evrâk-ı müsbiteleri…
Bana anlatılan kadarıyla ilk olarak II. Abdülhamit, Bekdaşî sülâlesine bir cemîle olsun diye Zihni Efendiyi Nafıa Nâzırlığına getirip paşa yapınca onun ailesinden gizlemişler evrakları… Ve çok da iyi yapmışlar… Çünki bu Zihni Paşa’nın torunları “paşazâde”liği o kadar çok benimsemişler ki yaklaşık yüzyıl sonra dahi (12 Mart 1971’de) bir paşanın ricalarını kıramayıp Zihni Paşa’dan kalma köşkü darbecilere, işkencecilere -gizlice- kiralamışlar. Tarihe Ziverbey Köşkü diye geçen bu köşkü gizlice kiralayanların, paşalara karşı sır saklayabileceklerini düşünmek abes olur herhalde…
Daha sonra “Jön Türk” ve “ittihadçı” adlarıyla ortaya çıkan Batı hayranlığı ve mason markacılığı akımlarına bulaşanlardan da gizlenmiş sözkonusu evrâk-ı müsbite… Öyleki babaannemin büyük âbisi Sinop kalesinde -Abdülhamid’e hakâretten- yıllarca (5 yıl) hapis yatarken onun kardeşlerinin çocukları Batıcılık modasına uyup yoldan çıkmaya başlamışlar. Bunun üzerine Babaannemin en küçük ağabeyi mühendis Hayri Bey, kendilerinden çok küçük olduğu için şüphe duyulmayan ama aynı zamanda Rüştiye mezunu uyanık bir insan olan biricik kızkardeşine emânetleri (orijinal vesikaları) devretmiş. Üstelik kızkardeşi Hayrünisa’yı, Fatih Sultan Mehmet’in meşhur hocası Molla Güranî soyundan olan Galata-Beyoğlu mıntıkası emniyet âmiri Ahmet Suphi Güranî ile evlendirmek suretiyle “evrak-ı müsbite”yi hem İttihatçı eğilimli evlâda hem de II. Abdülhamid’in taharrilerine karşı emniyete almış. Çünki görücü usûliyle yapılmış kısa ömürlü evliliğinde Hayrünisa Hanım, kocasına karşı gâyet mesâfeli ve ketum davranmış. Ve de onun 1908 devriminden sonra ittihatçılar tarafından Hâkim yapılarak Antakya’ya ve Halep’e sürgün edilmesi üzerine çağrılarına icâbet etmeyerek kendisini boşattırmış.
Dolayısiyle bu yüzden de, şeceredeki birçok aile kolu daha bilgilendirme hususunda devre dışı kalmış.
Cumhuriyete gelindiğinde ise Atatürk’ün çok yakınlarına kadar ulaşmış bazı kişilerden ve onların yakın aile çevrelerinden de uzak durulmuş. Çünki meşhur şarkıcı Âkile Artun ile ünlü çocuk doktoru Sâmi Ulus’un simgelediği bu çevreler, önce Atatürk’ten fazla Türkçü kesilerek ırkçı söylem ve efsânelere kapılmışlar, sonra da Amerikan muhibbi olarak yollarına devam etmişlerdir.
Küçükken bazılarını tanımış olduğum bu insanların -belki samimî olarak inandıkları- ateşli ideolojilerinin, sonradan kimlerin eline (önderliğine) geçip de nasıl Amerikan emperyalizminin güdümüne girdiğini aşama aşama ve hayretle izledim. Ve de Babaannemin ferâsetine ve basiretine hayran kaldım.
En son olarak da İnönücü olan ve hatta İsmet İnönü tarafından mebus yapılan akrabalardan gizlendi bu ata yâdigârı evrak-ı müsbite… Ki hiç unutmam Vâhit Bey nâmındaki bir eski CHP mebusunun -biraz da saygısızca yazılmış- ısrarlı mektuplarına karşı ben cevap verdirmedim Babama…
Bütün bu gizliliklerin, saklılıkların sadece mistik bir “mahremiyeti koruma” geleneğinden kaynaklanmadığını, bunun amacının -son tahlilde- orijinal bilgilerin her nesildeki en bilinçli ve iradeli insanlar vasıtasıyla geçici cereyanlardan korunarak bu belgeleri fâtihlerin ve/veya Türk Sivil Toplumu kurucularının cihanşümûl niyetlerine uygun olarak izah edebilecek kişilerin eline ulaşmasını sağlamak olabileceğini çok sonraları anladım. Çünki onlar aslında fetih yapmış yâni realitede mârifet göstermiş insanlardı; ve dolayısıyla ileriye mâtuf düşünceleri de -hiç olmazsa niyet olarak- realiteye oturmayı amaçlardı… Dolayısiyle böyle bir zihniyeti sürdürecek olanların, hiçbir politik ve ideolojik akımın taraftarı olmamaları veya kendi kendilerinin taraftarı olmaları gerekirdi…
Ama böyle bir idrâka ulaşmamda ise başrolü Babaannem oynadı; ve Babam da onun yardımcılığını -biraz da ayak sürüyerek- yaptı ancak… Ki bu arada kulaktan dolma bilgilere sahip olup da sezgileriyle bir şeyler çıkaran bazı akrabalardan tehditler aldı/almış, ve hatta fiilî darp olaylarına mâruz kaldı/kalmış Babaannem… Onun için de hiçbir zaman genetik anlamda bir soy-sop asâletiyle övünmemiş/övünememiş ve de aristokratik bir statü iddiasında bulunmamış/bulunamamış. Yâni aynen kendinden evvelki kuşaklardaki bilinçli ataları gibi, güçlü statükocuların, konformistlerin tasallutlarına karşı daima bir “savunma cehdi” içinde yaşamış… Zaten aldığı geleneksel tarikat terbiyesinde de kendini beğenmişliğe yer yokmuş/yoktu.
Bu hususta Babama karşı, onun uygun olmayan evliliğini devam ettirmesi üzerine takındığı tavrı çok iyi biliyorum.
Kendisi Demokrat Parti’nin iktidar yıllarında Menderes’in İmam-ı Sultan Mevlâna Bekdaş Efendi’nin Ayvansaray’daki türbesi ile Karaköy’deki mescidini yıkıp üzerlerinden yol geçirmesine fena içerlemiş, aynı yıllarda Vakıflar Bankası’nın kurularak vakfiye şartları hilâfına faizciliğin dayatılmasına da büyük tepki göstermişti. Hatta bir ara, birikmiş olan vakıf parasını faizden kurtarmak için, o sıralarda vakıf kurarak eğitim işlerine el atan kapitalist Vehbi Koç’u örnek göstermem üzerine bir talebe yurdu yapımı için öneride bulunmuş, ama “Vakıflar” idaresinden “vakfiye şartlarına uygun değildir” mealinde bir red cevabı almıştı.
80 yaşından (1962’den) sonra ise bütün bu olumsuz gidişâtın da etkisiyle kendi kendini emekli etmiş ve 1964’de geçirdiği trafik kazasından sonra evden hiç çıkamaz hâle gelmişti…
Ama buna rağmen mütevelliliği ve kutsal saydığı emânetleri (vakıfların evrakını) kimseye devretmeyi düşünmedi Babaannem… Onun için de, ilgilenememek yüzünden sebep olabileceği zararları karşılamak üzere yalısını bile vakfa bağışlamayı düşündü ve bu hususta her iki oğlundan da taahhütnâme aldı.
Ancak ben araya girip de ecdât yâdigarı vakıflarla ilgilenmenin benim için şeref ve zevkli bir görev olacağını bildirmem ve kendisini ikna etmem üzerine rahatladı ve yalıyı vakıflar idaresi denilen bataklığa gömmekten vazgeçti.
Ama bununla birlikte görünen liyâkat (tahsil, bilgi, toplumsal statü vs.) bakımından yüksek durumda olan büyük oğluna (Babama) da, zayıf irâdeli olduğu için ecdât yâdigârı emânetlere hiçbir şekilde dokunmaması gerektiğini telkin ve vasiyet etti. Ki bu suretle her ikisi de, “evrak-ı müsbite”nin benim tasarrufuma bırakılması üzerinde -zımnen- anlaşmış oldu.
Onun için Babam, annesi 1969’da vefat ettikten sonra dahi söz konusu evrâka elini sürmedi. Ve hiçbir vakıf için mütevellilik isteğinde bulunmadı. Kendisi bu hususta derin bir mistik saygı ve korku taşıyordu. Çünki vakfiyelerde “yanlış” yapacak olanlar hakkında edilen beddualardan çok etkilenmiş ve bunun ispatı gibi gördüğü Menderes’lerin âkibetinden de dehşete düşmüştü.
Benim o sıralarda -siyasi nedenlerden- mahkemelerde sürünmem ve mahkûm olduktan sonra da yurtdışına kaçmam dolayısiyle de Babam “evrak-ı müsbite”nin sâdece bekçiliğini yaptı.
Ve en sonunda da Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün uyduruk bir idâri kararla koymuş olduğu on yıllık “mürûru zaman” süresini geçirmemek için benim ısrarımla sâdece “İmam-ı Sultan Vakfı”nın mütevelliliğini resmen üzerine aldı; ve kısa bir süre sonra da öldü.
Babam “12 Eylül” darbesini müteakiben vefat ettikten sonra,ben yine mahkemelerde -siyasi etkinliklerden dolayı- sürünmeye başladım;ve en sonunda (1984’de) yine mahkûm olarak hapse girdim.
O sıralarda etrafımda bulunan dar kafalı (ve kasıtlı) insanlar, soyağacımdan ve ecdâd vakıflarından bahsedince, benim siyasi alanda güçlenmek için bir asâlet pâyesi edinmeye çalıştığım zehâbına kapılıyorlar ve hiç de hoş karşılamıyorlardı. Onun içindir ki hapisten çıktıktan (1987’den) sonra dahi meramımı anlatamadım ve vakıflarla uğraşmak imkânını bulamadım. Halbuki ben politika yoluyla bir ikbal arayışında değildim; sadece gerçeği, veya doğru yolu ararken profesyonel politikacıların tasallutuna uğramış biriydim…
Aslında ben özellikle hapisteyken, bütün bilgi ve fikirlerimin tevhîdini veya metodolojik birliğini kavramıştım. Ve dolayısiyle de ecdâdımın asâletinin, mülkiyet ve sömürü tarzına bağlı geçici bir tarihî kategori olmadığını, onların asâlet ve necâbet anlayışının, insanlığın stratejik hedeflerine yönelik evrensel bir seçilim (veya inisiyasyon) programına bağlı ve tüm insanlığa şümüllendirilebilecek daimi bir asâlet anlayışı olduğunu yâni asil (insanî) düşünce ve davranışlar sıralaması olduğunu anlamıştım.
Ama bu idrâkimi, pratikten ortaya çıkacak mücbir sebeplere istinâden kademe kademe açıklama süreci bugünlere kadar sürdü geldi.
Yâni aslında Devletin vakıflar idaresiyle uğraşamadığım ve/veya cebelleşemediğim zaman süresince ben, memleketin içine düştüğü durumu ve fatihân ecdâdımın hâlisâne niyetlerini idrak etmiş oldum.
Onun için herkes emin olmalıdır ki fatihân ecdâdımızın istek ve niyetleri doğrultusunda emânetleri korunmuş ve fikriyâtları geliştirilerek yaşatılmıştır.
Bundan sonra yapılacak iş, bir araya gelip güçlenerek vakıflarımızın emlâkını tümüyle geri alıp kendi iç hukukları mûcibince ilelebed -elyak- evlâtlarımızın yönetiminde yaşatılmasını sağlamak olmalıdır.
Bu işin püf noktasını, her kuşaktaki en liyâkatli evlâdın seçilmesi meselesi teşkil etmektedir. Çünki bu seçilim doğru yapılmadığı taktirde suistimal ve inkıraz kaçınılmaz olur.
Şimdiye kadar mütevelli seçilimlerinin pek de yanlış yapılmadığı, “evrak-ı müsbite”nin korunmasından bellidir.
Ama bu seçilimler geleneksel usullerle ve sezgilerle yapılmıştır genellikle… Meselâ Babaannemin beni bu konuda elyak bulması, -kendi ifadesine göre- daha çok beni küçük ağabeyi mühendis Hayri Bey’e benzetmesi yüzünden olmuştur.
Fakat Babamın, benim “çok akıllı” olacağımı öngörmesi ve fikirlerime değer vermesi daha gelişmiş bir usulle gerçekleşmiştir: Kendisinin ölümünden 1-2 yıl önce ifşa ettiğine göre, Babam beni daha dört yaşındayken bir nevi inisiyasyon imtihanından geçirdikten sonra bu kanaate varmış… Önce ritm melekesinin çok güçlü olduğunu anlamış; sonra da o yaşta rahatça analoji yapabildiğimi fark etmiş… Ondan sonradır ki okula başlayınca devamlı matematik problemleri sormak sûretiyle beni metodoloji (matematik) eğitimi almaya yönlendirmiş…
Halbuki artık bundan sonra liyâkatli mütevelli seçilimini, son bilgilerimizin ışığında sistematik bir usülle gerçekleştirmeliyiz. Ve böylece de bütün memlekete hatta insanlığa -fatihân atalarımız gibi- örnek olmalıyız.
Bunu başarabiliriz çünki, Alparslan’ın Malazgirt Savaş’nı göze almasına sebep olan -Roma’ya karşı- direnişi gösterenlerle, Anadolu Selçukîlerinin Haçlılar karşısında -bile- tutunabilmelerini sağlayan desteği verenlerle, Osmanlı Beyliği’nin muazzam çapta bir Nizâm-ı Âlem denemesine kalkışmasını sağlayanlarla, ve de son olarak Gazi Mustafa Kemal’e ilk mevzileri ve yığınakları kazandıranlarla aynı çekirdekten çıkma, aynı damardan gelmeyiz. Yâni Anadolu Türk Sivil Toplumu’nu oluşturan Türk-Tarikat Sistematiği’nin, zihniyetinin taşıyıcıları, fikriyâtının geliştiricileriyiz.
Hernekadar, yabancıların “muhteşem”, bendegân takımının “kanûnî” dediği Kopuk Sultan Süleyman, Şurbiyûn kolumuzu kapûtülâsyonlarla vurup Seyfiyûn kolumuzu “nâfile Savaşlarla harcama” stratejisine kurban durumuna getirdikten sonra, Kavliyûn kolumuzu da Şeyhülislâm’a mahkûm ettiyse de; bendegânı tarafından Adlî sıfatına lâyık görülen gâvur Sultan II. Mahmut ise gâvur parası ile Hilâfet sancağını -ilk defa- kullanarak Türk-Tarikat Sistematiği’ni tümden ortadan kaldırıp yerine gâvur tipi orduyu gâvur usûlü ekonomiyi ve gâvur zihniyetine göre din ve felsefeyi ikâme etmesiyle birlikte bir çok milletin emperyal birlikten (ve/veya ittihad’dan) kopmasını sağladıysa da; en sonunda zuhûr eden Kürt ve İngiliz muhibbi II. Abdülhamit de her ne kadar uygulama alışkanlıkları bugünlere kadar gelen bir “istikrarlı çöküş” politikası icat ettiyse de biz, vakıf mülklerimizle, gayet insanî olan hukukumuzla ve aklın bilincine varmış mütekâmil bir fikrîyatla merâmımızı gelişmiş tüm insanlara anlatabilecek ve kabul ettirebilecek bir durumda bugünlere kadar gelmiş bulunuyoruz.
Gazi Mustafa Kemal önderliğinde yaptığımız “huruç harekâtı” veya “çemberi (kuşatmayı) genişletme harekâtı” neticesinde kazandığımız zaman ve zemin üzerinde kendimizi toparlayabildik tabii ki… Ama artık Lozan Antlaşması’nın, sadece “ateşkes” sınırlarını belirlemekten öte bir anlamının kalmadığını, ve hatta bu sınırların bile güneydoğu’da müzmin bir silahlı çatışmayla, Ege’de de fiili sürtüşmelerle tartışılır hâle getirilmeye başlandığını anlamalıyız.
“Lozan”ın hükümleri bütün taraflarca elbirliği ile aşındırılıp anlamsızlaştırılmıştır. Bizim taraftan “Lozan”ı aşındırmaya başlayan ilk sorumlu kişi ise Lozan Kahramanı İsmet Paşa’nın ta kendisidir. Onun için kimsenin kimseye diyeceği bir şey yoktur.
Ama bundan sonra artık kendimizi -yeniden- ispat sorunu vardır. Ve bu yapılamadığı takdirde de yokolma tehlikesi vardır. Çünki Batılı emperyalistler artık etno-kültürel ve dinsel kastları, cemaatleri -kendine alışmış- koloniler hâlinde yetiştirip Devletimizin başına musallat etmektedirler. Onun için Türklük, etno-kültürel bir tanımla devletini koruyamaz. Çünki diğer kast, kabile ve cemaatlerin seviyesine düşürülmüş bir “Türk” kavramının, devletin adını belirleyecek bir ayrıcalığı kalmaz. Kaldı ki acze düşmüş bir devlete mensubiyet dolayısiyle de kimse o devletin adıyla övünmez. Feodalite bile bütün kahramanlığına rağmen tarihte kalmış kültürel bir kategoridir artık. Ayrıca Türkler hiçbir zaman “pazar” anlamında teritoryal bir bölge (vatan) sahibi olmamışlardır; ki burjuva anlamındaki bir tanıma sokulabilsinler… Veya bundan sonra “global kurtlar sofrası”nda bir Pazar sahibi olabilsinler…
Aslında Türkler “ebedî devlet” anlayışını da doğuran tarih ötesi (üstü) bir tanıma sahiptir; ki o da “insanları biribirine kırdırmadan doğru inisiyatörleri öne çıkaran dolayısiyle de kolayca devlet kurarak örnek kültürlerin ve uygarlıkların oluşup gelişmesine yolaçan dinamik bir halk”tır. Çünki diliyle, gelenekleriyle “panteist zon”a olan bağlılığını (irtibatını) müşahhas olarak sürdürmektedir.
Tarikattan kopmuş, yoldan çıkmış bir padişah (Süleyman), tepemize “Şeyhülislâm” oturtarak, Tevhid yolunu kesmeye çalışsa da, gâvur padişah II. Mahmut dini tamamen resmîleştirerek St. Muhammet kilisesi hâline getirip Tanrı nâmına “mutlakiyet” tesis etse de, kendini bilen insanlar, kendi gibi insanları seçerek Tanrı’nın hoşnutluğunu kazanıp tarihî belgeleri, bilgileri ve yükselen bilinçleriyle, mürteci de, mürted de, mülhid de olmadan günümüze kadar geldiler/geldik.
II. Mahmut’un ve II. Abdülhamid’in ahvâdı gibi ne “yavşamış İslâm” yaftasına lâyık(!) görüldüler, ne de Araplar gibi “ölümüne öfkeli intiharcı müslüman” çaresizliğine sürüklendiler. Tevhid prensibiyle düşünüp davranarak dinden bilime geçme yolunu buldular/bulduk.
Onun için bugün artık Allah’ın hoşnut olacağı insanları (inisiyatörleri) bilimsel yöntemlerle seçip ayıklayarak onların önderliğinde, hem gaspedilmiş haklarımızı, mülklerimizi hem de karalanmış itibarımızı geri almamız mümkündür.
Ki bu arada “Türk-Tarikat Sistematiği”ne ve “Türk Sivil Toplumu”na karşı yapılmış Dünya’daki en büyük (kalite ve kantite olarak) soykırımlardan biri olan “İstanbul-1826” olayını da gündeme getirip tarihimizi yeniden yazmalıyız.
Bu konuda milyonlarca Türk’e, mezarı bile bulunmayan atalarının (yeniçeri, esnaf, zenaatkâr vs.) âkibetini hatırlatmalı, ve de bu haklı dâvâda bütün Türklerin katılımını sağlayıp, Ahmet Cevdet Paşa gibi hânedan yalakası tarihçilerin iddianâmelerini çürüterek hâlen tarihçi geçinenleri ciddiyete davet etmeliyiz.
Ve böylece de Tarihimizden aldığımız büyük dersle, Dünya’da ilk defa, sâdece halkın üzerinde yaratılmış intiba, zan ve beklentilere istinâden -geçici de olsa- hükümdarlık yapma veya hükümet etme devrine son vermeliyiz.
Çünki seçkin insanlar, mutlaka bilimsel bir inisiyasyon sınavından geçerek bireyliklerini (adamlıklarını) ispat etmiş olacaklar, dolayısiyle de hem görevleri süresince -kişisel olarak- hiçbir dînî ibâdetle mükellef olmayacak, hem de “hayvanî (biyolojik) lüks konformizmi” anlamındaki ihtiyaç konularıyla insancıkları beklentiye sokarak oy toplayamayacaklardır. Yâni “inisiye” anlamdaki bu seçkin insanlar, kurnazlığın hiçbir türüne tenezzül edemeyecek ve dolayısiyle de kimseyle rekâbete girmeyecek kadar doğru-dürüst adamlar olacaklardır…
Onun için bu “Küresel Kültür Devrimini gerçekleştirme programı”na başlangıç olmak üzere, aslında kuzenlerin kardeş vakıfları ve mülhak vakıflarıyla birlikte birçok vakıftan müteşekkil olan ve İstanbul’dan başka Tokat, Sivas, Bursa ve Manisa gibi illere de yayılmış bulunan “Bekdâşi Vakıfları”nı TC. Devletinden, daha doğrusu bu devlete musallat olmuş Türk kisveli sürüngen ve kemirgenlerden kurtarmaya çalışmalıyız.
Şayet -çok pahalıya patlayacağı için- geri vermemekte direnirlerse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gitmeliyiz.
Avrupa hukukçuları gâyet tabiî ki bu vakıfları bize verecektir. Ama Avrupalılar da bu şekilde Türkiye’nin iç yüzünü ve tarihini öğrenmiş olacak ve kendileriyle pazarlığa oturanların aslında insan kılığına girmiş bir takım sürüngen veya kemirgenler olduklarını anlayacaklardır.
Ki bu arada, entegre etmeye uğraştıkları ülkenin (Türkiye’nin) içinde de kendilerinde bulunan dükalıklar gibi özerk bölgelerin bulunduğunu üstelik bu mülklerin “Faiz”i ve “rekâbet”i tanımayan komünizan bir iç hukûka sahip olduğunu da hayretle müşâhade edeceklerdir. Ve böylece, büyük bir düş kırıklığı yaşayan Avrupalı “komünist ütopya”cılar da -en az 500 yıllık- gerçek bir insanî düzeni somut olarak önlerinde göreceklerdir.
Ve de herkes tarafından anlaşılacaktır ki, 15 Haziran 1826’da başlayan “Türk Sosyal Soykırımı”nı gerçekleştiren suç ortakları, yâni Avrupa’nın sermâyedarları ile bizim Osmanlı sülâlesi ve onların bendegân çocukları, bu olaydan sonra yazdırdıkları düzmece Osmanlı Tarihi ile 180 yıldır bütün Dünya’yı kandırmaktadırlar.
Çünki Batılı zihniyet kendisinden gayrısını insandan saymamak gibi bir önyargıya sahiptir. Ve son Osmanlılar da, insanlığa örnek olmuş ve bu arada kendi sûlâlesini de adam edip yola getirmiş Türk Sivil Toplumu’nu yok sayma nankörlüğüne sapmıştır… Yâni bu iki mihrak Türk Sivil Toplumu’nu reddetme noktasında -zımnen- mutâbıktırlar… Ben bu kanıya, eskilerden gelen telkinlere kanarak varmadım. Bilâkis Batılıların modern düşünce disiplinlerini tâkiben ileriye doğru giderek geçmişi yeniden keşfettim.
Başlangıçta sâdece metodolojik (matematiksel) bakmayı veya görmeyi öğrenmiş, biraz da Fizik bilgisine sahip olmuştum.
Batı felsefesine, sosyolojisine, psikolojisine, antropolojisine (vs.) böyle basit bir techizatla girdim. Ve de bu branşlarda matematiksel mantıkla inceleme yapıp fizik bilgimle analojiler kurarak gezindim. Ama ilk başta hayretle fark ettim ki Batılı bilimciler, insan olacak yaratığın, deneme-yanılma usûlüyle öğrenip bilgi sahibi olarak hayvanlardan farklılaştığına inanıyorlar… Yâni bir serbest rekâbet ortamında, ihtiyaçlarını gidermek için daha fazla gayret gösteren bir hayvan, çalışmalarının semeresi olarak insanlaşmıştı onlara göre … Dolayısiyle de -herhangi bir şekilde- ileri gitmiş olan bir halkın, üstünlük sıfatı kazanması ve diğer halkları hayvan gibi kullanması onun en tabii hakkıydı…
Halbuki basit bir ihtimalî hesapla bile çıkarılabilirdi ki bir “eko-sistem”de hiçbir yaratığın diğerlerine nazaran çok daha fazla deneme-yanılma işlemi yapabilme şansı yoktur (matematiksel olarak ihtimal dışıdır). Ama nevar ki “rekâbet” kavramını dokunulmaz kılmış bir ideoloji böyle -bilimsel- körlüklere sebep olabiliyordu…
Onun için ben, kendi faunasını ve hatta bütün “eko-sistem”i aşabilecek bir hayvanın ötekilerden kategorik olarak farklı olması gerektiğini, böyle bir farklılığın da ancak bir kaotik ortamdan neşet edebileceğini öngördüm. Ve garip bir tesadüf eseri olarak da benzer bir kaotik ortamı -cezaevinde- yaşadım.
Dolayısiyle de böyle bir kaos ortamının insanlara, hayvanlar âleminde anormal sayılacak bir davranış biçimini (ritm melekesini) kazandırdığını ve bütün insanî fonksiyon ve becerilerin de bundan doğduğunu çıkardım… Böylece de insanlığın çıkış noktasına varmış oldum.
Daha sonra insanlığın ana kollarından biri olan Ortaasya insanının çıkışını ve/veya Türklüğün türeyişini göz önüne aldım; ve Anadolu’da Türklüğün mayalanışını düşündüm. Ve en sonunda da bunun içinden çıkmış soyumun beş asırlık belgelerinden ve söylentilerinden gelen bilgilerin cihanşümûl deşifrasyonunu yaptım..
Yâni son olarak İstanbul Bekdâşîlerine derim ki soyumuz, Osmanlı’ya da yol gösteren Anadolu Türklüğünün ana koludur. Anadolu Türklüğü, orta Asya Türklüğünün bir önemli dalı, Ortaasya’da türemiş insanlar da başlangıçla (panteist zon ile) irtibatı kaybetmemiş insanlığın bir ana damarıdır.
Onun için aşağıdaki soyağacı şemasında akrabalarına rastlayan herkes böyle bir dünya görüşüyle ve de bütün insanlığı kapsayan vakur bir asâlet anlayışıyla düşünsünler ve ondan sonra -isterlerse- gelsinler de, hem şeceremizi tamamlayıp, yazılacak doğru tarihin içine oturtalım hem de tüm Türklük ve insanlıkla birlikte hakkımızı arıyalım. Ve son tahlilde de Doğu’nun Mistisizm’i ile Batı’nın Rasyonalizm’inin karşıtlığını -yani aslında bir diyalektik çelişki olan bu karşıtlığı- senteze ulaştıralım.
Ve de Türklüğün bu coğrafyada istilâcı bir güruh veya bir “etno-kültürel mozaik” parçası olmadığını bilâkis, çeşitli kültürleri bağrında barındıran köklü bir zemin olduğunu ispat edelim.
Ve böylece de Atatürk’ün “Ne mutlu Türküm diyene…” sözünü yeniden ve bir daha yıpranmamacasına anlamlı kılalım…
Bu “çağrı” benim için hem ailevî bir vecibe hem de sosyolojik tarihi bir görevdir.