Türk Olmak Adam Olmak Demektir.
back yaz

MEKTUP 3

İstanbul, 20.04.2006

Sayın…………………

Size, gelin “Küresel Kültür Devrimi’ni başlatalım ve yönetelim dedik/diyoruz.

“Küresel Aydınlanma” çağını açalım ve bunda inisiyatif alalım dedik/diyoruz.

Bunu derken de nazîre yaptığımız tarihî şahsiyet pek tabii ki Galile idi… Ve de onun “Aydınlanma”cılığını aşmak veya katlamak amacını güdüyorduk/güdüyoruz.

Ama bunu söylerken de aynı zamanda Atatürk’ün soyut bir ülkü olarak ifade ve işâret ettiği “muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkmak” hedefine varmak için hazırladığım somut bir programı anlatmaya çalışıyordum/çalışıyorum…

Bir defa şu husus iyi anlaşılmalıdır ki devamlı olarak ilerleyen bir gemiyi (Batı medeniyetini) hep onun dümen suyundan giderek geçmek mümkün değildir.

Bunun için her şeyden önce o geminin de kerteriz aldığı veya alacağı bir nokta tesbit edip, konumumuzla (şartlarımızla) o hedef nokta arasında spesifik bir rota çizmemiz ve ona göre hareket etmemiz gerekir.

Kaldı ki Batılılar çok pragmatik insanlar olduklarından pek de uzun vâdeli hedefler koyamazlar önlerine… Onlar daha çok, gördükleri (ve gördüklerine göre tasarladıkları) somut resimlere ve/veya modellere göre hareket ederler.

Dolayısiyle de rotaları hep yap-boz şeklinde olur/olmuştur.

Nitekim 16. yüzyıldaki “Aydınlanma”ları da pratik ihtiyaçların dayattığı ve gözlemlerin kışkırttığı bir model değişikliğinden başka bir şey değildir. Ve 2-3 yüzyıl içinde, zamanın izâfîliğinin anlaşılmasıyla onun da foyası çıkmıştır.

Çünki Galile aslında dinlerin “yer” merkezli evren modelini yıkmıştı; ama o modelin mitolojik yapısını (özünü) değiştirememişti. Onun için de, kendisinin ölümünden hemen sonra doğan Newton, yine mutlak elemanlardan (yâni mitlerden) müteşekkil bir “fizikî evren” modeli kurguladı. Ve bunu matematiksel izahlarla da destekleyerek ortaya bir nevi “Newton Mitolojisi” çıkardı. Ama Newton’un Makrokozmos için uydurduğu bu mitoloji -antik Yunan Atomcularının da katkılarıyla- Mikrokozmos’un (veya Atom’un) modellenmesinde öyle kötü bir örnek teşkil etti ki, Kuantum Teorisi aşamasında ortaya çıkan açık matematiksel formüllere rağmen, fizikçiler hâlâ bu formüllere uygun -ve anlamlı- bir model tasarlayamadılar.

Ve böylece de Galile’nin başlatmış olduğu “Aydınlanma” çığırı -son tahlilde- Newton’un fiziği ile Dekart’ın matematiği ve felsefesinin güdümünde, mutlakiyetçi yönetimlerin “emperyal sömürü düzeninin mitolojisi” demek olan “pozitivizm”i yarattı. Yâni amacına ters bir sonuca ulaştı… Ama “pozitivizm”le beynimizi öylesine yıkadılarki, Einstein’ın İzafiyet Teorisi’ni buluşunun üzerinden-yaklaşık- yüzyıl geçmesine rağmen hâlâ hem kâinatın üç boyutlu bir mekân olduğu zannını sürdürüyor hem de mitolojik “mutlak zaman” tanrısını (mevhûmunu) hayatımızdan çıkaramıyoruz. Sanki gözü olan bütün hayvanların aynı gördüğü tekbir doğal çevre varmış; sanki “suje”nin konumundan (davranışından) bağımsız olarak mevcut bir dış âlem bulunurmuş gibi… Yâni Hristiyan teslis inancına göre Tanrı insanı yaratmış ve bir de onun anlayıp yararlanacağı bir çevre yaratmış gibi… Yani bu Batılı zihniyet, “insan”ın mükemmel bir “Kâinat Modeli” olduğunu, bunun bütün kozmoslar için örnek alınabileceğini hiçbir zaman kavrayamadı; ve kavrayamaz da…

Aslında bu sonuç “Batı Rasyonalizmi”nin kaderiydi/kaderidir. Çünki bu fikriyâtın ve zihniyetin temel kabulleri (paradigması) Kalde-Bâbil Mitolojisi’ne dayanmaktaydı. Dolayısiyle de her ilerici çıkış kötülük Tanrısının gazabıyla başlangıca döndürülüyor ve her gelişme mahviyet ile sonlanıyordu.

Yâni Kalde-Bâbil ile birlikte İran ve Grek uygarlıklarını da kapsayan bir Mitolojik zihniyet, kendini (kökenini) bilmeyen, insanın “akıllı hayvan” olarak yaratıldığına inanan, dolayısiyle de ateşin kullanımı noktasında husûle gelmiş bir anti-tez’in doğurmuş olduğu “Tabular ile Beslenme ve Üreme İhtiyaçları” diyalektik çelişkisini -olumlu, verimli- yönetemeyerek hep “yap-boz” tarihi (ve talihsizliği) yaşayan bir “güdük insanlık” yaratmıştı. Ki bu çâresiz insanların zaman zaman kurtarıcı olarak görüp medet umdukları Ortadoğu dinleri de aslında aynı mitolojik zihniyeti (ve aynı paradigmayı) paylaşıyor ve de ilerici görünmek heveslerine rağmen “mitleri yıkmak” yerine “Tabuları yıkmak” şiarını kullanıyorlardı…

Bu zihniyetin yaşam modeli, bir toplumun (uygarlığın) kurulması, yükselmesi ve batıp yok olması “kısır döngü”sünü ifade ediyordu. Yâni Tabulara uygun geleneksel davranış disiplini mûcibince insanî inisiyatif yükselip, bir uygarlık ve üretim gücü yaratıyor, sonra da bu potansiyel (birikim) müteakip nesiller tarafından -ataerkil verâset hukuku mûcibince- beslenme ve üremeyle ilgili bir tüketim rekâbetinde (yarışında) harcanıp sıfırlanıyordu.Ve Ortadoğu dinleri de aynı senaryoyu vurgulayarak tüm insanlığın sonunun da böyle bir mahviyet ile geleceğini müjdeliyorlardı. Ki nitekim bu modelin tarihî çaptaki finali bugün gözlerimizin önünde (Irak’ta) cereyan etmektedir. Yâni batılı rasyonalist zihniyet, anavatanında (Irak’ta) mahşeri yaşamakta ve yaşatmaktadır.

Aslında tabular, başta ritmik hareketler olmak üzere tüm insanî davranışlar yüzünden, başta beslenme ve çiftleşme etkinliği olmak üzere tüm hayvanî faaliyet ve içgüdüsel eğilimlere karşı beliren bir isteksizlik hâlinin ifadesidir. Yâni tabular, insanlaşmanın gereği olarak fiilen ortaya çıkmış yasaklar olduğu halde sonradan, -akıllanarak- hayvanlığını keşfeden insanın “ikiyüzlü”lüğünü önlemek üzere ölümüne müeyyidelerle, korkunç şekillerin (fetişlerin) korumacılığına bağlandığı için mit gibi algılanmıştır.

Halbuki mitolojinin mit’leri, akıllanmış insanın muayyen şartlardaki (konjonktürdeki) değişmezliklerini, alışkanlıklarını ifade etmektedir. Dolayısiyle şartlar değiştiğinde mitolojik formatlara ve/veya eski alışkanlıklara uymaya devam etmek demek her türlü biyolojik ve sosyolojik hastalıklara dâvetiye çıkarmak demektir. Ki “din”in nass’ları veya dogma’ları da birer mit’den başka birşey değildir… Yani aslında insanlığın dûçar olduğu sosyo-psikolojik (virütik) boyutlu biyolojik hastalıklarının tedâvisi için de bâzı mit’leri veya dogma’ları yıkmak lâzımdır…

Demek ki artık insanlığın nihâi bir aydınlanmaya, tarihi devirlerin kısır döngüsünü geride bırakan geniş ve derin bir vizyona kavuşması için Kalde-Bâbil kaynaklı “mitoloji”yi tümüyle (bütün mitleriyle) yıkıp yürürlükten kaldırması gerekmektedir.

Bunun için de her şeyden önce Kalde-Bâbil Uygarlığı’ından evvelki Mısır ve Uzakdoğu kültürlerindeki dinsel sembolizmi anlamak ve “davranış disiplini”

anlamındaki “mistisizm”i çözmek gerekmektedir.

Çünki bilindiği gibi bu kültürlerde kullanılan dinsel semboller, mutlaklık, değişmezlik ifade eden “mit” karakterinde değildir. Bunlar aslında çok değişken objeleri, süreçleri ve olayları ifade etmektedirler. Buradaki Tanrılar bir sürü işlevi olan ve icâbında biribirlerine dönüşebilen ve/veya biribirinin yerini alan gâyet dinamik kişiliklerdir. İran ve Greko-Romen mitolojisinde olduğu gibi görevleri belli, oturaklı şahsiyetler değillerdir…Yâni bunlarda kullanılan semboller, panteist dönem insanının (meselâ Amerikan Kızılderilileri) objeleri ve kişileri, yaptıkları hareketlerle birlikte değerlendirip anması gibi bir ifade biçimidir. Dolayısiyle bu dinsel söylemlere mitoloji demek hiç de doğru değildir.

Bu kadîm kültürlerdeki dinî öğretilere ve “inisiyasyon” eğitimlerine baktığımızda “ritm”in çok önemli bir yeri olduğunu görüyoruz.

“Hinduizm”deki büyük Tanrı Şiva’nın aynı zamanda evrensel bir danscı olması, Göktanrı (Varuna)’ya giden yolun aynı zamanda dans tanrıçası olan Rita’nın adıyla anılması, Hindistan çıkışlı “tesbih çekmek” geleneği, Taoizm’in ritmik meditasyon usulleri ile kadîm Mısır’da davullar eşliğinde sürdürülen ritmik çalışma düzeni çok şâyân-ı dikkattir… İnsanı hayvandan farklılaştıran etkenin “ritm” olduğunu anlamış gibidirler…

Ancak nevar ki Batı rasyonalistleri bunlara -spesifik- bir anlam verememekte ve “olsa olsa bu da bir mitolojidir” diyip geçmektedirler…

Yâni Batı rasyonalizmi aslında Doğu mistisizmi’nin inkârı (negasyonu) üzerine kurulmuş, onun anti-tez’i konumunda olan bir zihniyettir.

Batı insanı, geçmişini unutmuş veya hâfıza kaybına uğramış bir kazâzede gibidir. Çünki o, “denizcilik” mesleğinin “müsbet seleksiyon” özelliği dolayısiyle, denizde boğulmaktan kurtulan seçkin (melekeleri güçlü) insan(lar) olarak hayata gözlerini açmış ve mesleğinin aynı zamanda eğitim ve seçilim gerçekleştiren bir inisiyasyon programı olduğunu anlayamamıştır.

Yâni batının denizci insanı, kendi muhayyelesinin mahsûlü olan Robenson gibi bir bireydir. Öyleki, kültürünü ve uygarlığını “akıllı birey” seviyesinde yeni baştan yaratmış olan ama “empati” duygusuna sâhip olmayan ve meditasyon (içine veya özüne bakış) yapamayan bir insan…

Onun içindir ki bu insan kendini Tanrı gibi görmüş (veya Tanrı’ları kendi gibi tasvir etmiş), diğer insanları da insan yerine koyamayıp, köle olarak kullanmakta bir beis görmemiştir. Halbuki Kadîm Mısır ve Uzakdoğu’nun dinsel sembolizminde Tanrı’lar çok defa hayvan olarak tasvir edilmiştir. Çünki Doğu insanın hayvanla olan farkını netleştirememiş (onların totem karakterini unutmamış) ve bir yandan aklıyla bu farkı sorgularken diğer yandan kendini hayvandan farklı kılan/kılacak olan davranış disiplinlerini (meditasyon) araştırmıştır.

Demek ki Mitoloji aslında, kendini (orijinini) bilmez insanların (bireylerin) uydurduğu bir düşünce sistemi ve alışkanlığıdır. Ve de “gerçek”lerden çok kendini beğenmiş, hatâ kabul etmez bireylerin, her şeyi (nesneyi, olayı, süreci) mutlaklaştırma “dilek”lerini ifade etmektedir.

Ama aynı zamanda ilk aklî düşünce sistemidir. Çünki gök cisimleri şablonu ile insanların yaşamı arasında bir analoji kurmuştur. Ki bu arada denizcilikte de çok faydalı olmuştur başlangıçta…

Onun içindir ki Batı’da Greklerde, Doğu’da da Perslerde mütekâmil şekillerini gördüğümüz bu düşünce sisteminin anavatanı “yıldız tapıncı”nın (sâbiilik) ve gökyüzü gözlemciliğinin (Ziggurat’lar) çok köklü ve yaygın olduğu Mezopotamya’dır besbelli…

Hem buradaki Kalde-Bâbil uygarlığı da aslında ilk Sümer uygarlığı ile Kadîm Mısır’ın yıkıntıları arasından zuhûr etmiş kendini bilmez (geçmişini unutmuş) insanların medeniyetidir. Dolayısıyla bu insanlar da akıllı olarak (tam teçhizatlı) yaratıldıkları ve bütün davranışlarını akılları ile karar vererek doğru yaptıkları/yapabildikleri kanısını taşımaktadırlar. Ve onun içindir ki pek çok gaddar Tanrı-Kral çıkarmışlardır. (Nabukadnezar veya Sargon gibi). Ortadoğu’nun İbrahimî dinleri de aynı akılla bunları eleştirmeye kalkmışlardır.

Demek ki bu Mitoloji’nin vârisleri olan Batı toplumları, sâdece kendini insan sayan, sâdece kendine âdil, kendine demokrat olan bir zihniyetin yâni insanlığı kedinden menkul bireylerin ürünü ve topluluğudur. Onun için de küresel ve/veya evrensel bir model olma özelliği söz konusu bile değildir bu toplumların… Ama buna rağmen Dünya’lıların efendisi olma iddialarından ve alışkanlıklarından da kolay kolay vazgeçmeyecekler gibi görünmektedir.

Ancak nevar ki iki noktadan zorlanmaya başlamışlardır artık… Birincisi fizik bilimindeki gelişmeler, ikincisi de uzaya açılmanın yaratacağı (yaratmakta olduğu) zihniyet travmasıdır.

Onun için artık insanlığın çıkış “Zon”unu yâni inkâr (negasyon) etmiş oldukları “Tez”i anlamak ve bir “sentez”’e varmak zorundalar. Aksi hâlde küresel bir mahviyet sözkonusu…

İşte biz bu noktada yâni “Doğu-Batı Sentezi”ni oluşturma noktasında gâyet güzel bir katalizörlük görevi îfâ edebiliriz/etmeliyiz.

Duruma müdahale için gerekli olan ipucunu bize “zaman” kavramı vermektedir.

Bilindiği gibi modern fizik bize, zamanın mutlak olmayıp görece bir kavram olduğunu açıkça göstermiştir.

Ama bugün hâla Kalde-Bâbil Mitolojisi’ndeki “Zaman” mevhumundan, daha doğrusu “mit”inden istihsal edilmiş bir zaman birimini (sâniye’yi) kullanmaktayız.

Bu mitolojiye göre “Zaman”, sabit bir hızla devamlı olarak akıp giden bir mevhum ve/veya değişmez (mutlak) bir “mit” dir. Öyle ki Grekler buna Kronos adını vermiş ve Kozmos (Kâinat)’dan da önceliği (Baba) olan bir üstün mevkiye oturtmuşlardır.

Kullanmakta olduğumuz zaman birimi (sâniye) ise, sözkonusu bu zaman akıntısı içinden alınmış “bir gün” uzunluğundaki kesitin, aynı mitolojinin 12,60 gibi kutsal sayılarına bölünmesiyle elde edilmiştir.

Ama bu şekilde elde edilen zaman aralığı, insanların alışık olduğu (meleke kesbettikleri) ritmik aralıklardan hiçbirine uymamaktadır. Dolayısiyle de insanların iletişiminde bozukluk yarattığı gibi, bu birime (sâniyeye) ayarlanmış âletlerin kullanımında da uyumsuzluk doğurmaktadır. Bu uyumsuzluk senkronize çalışmanın çok önemli olduğu uzaydaki faaliyetlerde daha da belirginleşmekte ve hayatî tehlikeler arzetmektedir. Buna rağmen bugünkü denemelerde insanların sâniye’ye alışmaları yâni bu menhus zaman birimine göre şartlı refleks geliştirmeleri öngörülmektedir. Bu öyle bir aymazlıktır ki, bu yolun sonunda, insanların sayma-sıralama melekelerinin dumûra uğramasıyla birlikte robotlara veya elektronik beyinlere esir düşmeleri kaçınılmazdır…

Artık biliyoruz ki Kalde-Bâbil Mitolojisinden sonra Grek Mitolojisine de geçmiş olan “mutlak zaman” miti, aslında, insanların kazanmış oldukları “ritm melekesi” dolayısiyle edindikleri bir “Zan” veya “mevhum” dur.

Çünki hiçbir hayvan, güneş, ay ve yıldızlar gibi gök cisimlerinin hareketlerini sürekli bir dikkat ile izleyemez; dolayısiyle de düzenli bir şekilde akıp giden bir “mutlak zaman” mevhumuna sahip olamaz.

Hayvanlar için anlamlı ve önemli olan, ışık ve ısı değişimlerindeki “eşik-değer” uyarılarıdır. (meselâ kuşların muayyen vakitlerde tünemeleri veya göçmeleri gibi…) Ve bir de, belli bir ışık veya ısı değerinin çağrıştırdığı şeylere karşı geliştirdikleri şartlı reflekslerdir önemli ve anlamlı olan… (meselâ günün belli bir vaktinde terbiyeli -veya şartlanmış- bir köpeğin sâhibine gazete almaya gitmesi gibi…)

Demek ki ışıklı gök cisimlerinin yer değiştirmesini veya bunların yarattığı gölgelerin değişimini “sürekli” görebilmek için bedenî sayma (ritm) ve zihnî sıralama melekelerine sahip olmak yâni insan olmak gerekmektedir.

Yâni “zaman”, aslında insanın yarattığı ve sosyal anlamı “ritmik hareket” demek olan somut bir kavramdır. Ki bunu, ritmik aralığını sonsuz uzatarak durdurmak da (yâni akort ve/veya koordine olarak devam etmesi gereken “toplumsal ilerleme”den vazgeçmek de), gittikçe kısaltarak hızlandırmak da (yâni toplumsal ilerlemeyi bir raddeye kadar süratlendirmek de) mümkündür.

Dolayısiyle insanların senkronize (eş zamanlı) çalışabilmeleri ve yaptıkları aletlerle de iyi geçinebilmeleri için ritmik bir zaman biriminin tesbiti gereklidir. Ki bu birim de, herhalde bütün insanların en hassas olduğu ortalama frekanstaki bir ritm aralığı olmalıdır; aynen ışık tayfındaki ortalama dalga uzunluğuna sahip turuncu renk gibi…

Zaman kavramının Küresel Aydınlanma’daki kilit konumunu böylesine idrak ettikten sonra ben, hiç vakit geçirmeden bunu tarihe kayıt düşürmek istedim. Ve onun için de tutabileceğim en kestirme ve pratik yolu seçerek B.M. Genel Sekreteri’ne hitâben mufassal bir mektup yazdım.

Kofi Annan’ın sekreterinden gelen cevabî mektuptan da, mesajımızın alındığını ve kayda geçirildiğini öğrendik. Ve ayrıca aynı mektuptan, örgütün (B.M’nin) gündemine alınması için önergemizin hangi prosedürü izlemesi gerektiğini öğrenmiş olduk…

Şimdi yapılacak iş “ritmik sâniye”nin hayata geçirilmesini hedef veya kerteriz alacak bir “tefekkür inisiyatifi”nin tebellür ettirilmesi ve/veya kurumsallaştırılmasından başka bir şey olmasa gerektir.

Böyle bir inisiyatifin sâdece amaç bakımından bile “Yeşiller”den üstün ve anlamlı olacağı âşikârdır. Çünki “Yeşiller”, Dünya’nın doğal dengesini korumak gibi “konservatif” bir tavır içindedirler. Dolayısiyle amaçları “eski güzel zamanların hayâli”nden başka birşey olamaz. Oysa bizimkisi, insanoğlunun düzenli bir biçimde yâni trajik ve katastrofik kazâlara, inkitâlara uğramadan uzaya açılmasını sağlamak gibi bir progressist uğraş olacaktır.

Kaldıki “ritmik sâniye”yi gerçekleştirmek doğrultusunda üretilecek fikirler biribirleriyle illiyetli dolayısiyle biribirini dâvet eden fikirler olacağından, Batı tipi bir düşünce kulübü veya kuruluşunun yaptığından (ısmarlama fikir üretiminden) farklı olarak tutucuları rahatsız ve geleceği inşa eden bir “tefekkür inisiyatifi” ortaya koyacaktır.

Böylece biribiriyle -mantikî- bağlantılı ve sürekli olarak üretilip her konuya yayılan fikirler de zorunlu bir şekilde “panteist zon”daki orijinine ve oradan da insanlığın orijinal “davranış disiplini”ne bağlanarak kendine bir alt-yapı yani bir davranışsal inisiyatif oluşturacaktır.

Bu davranış inisiyatifinin veya disiplininin, gençler için kurulacak Panteist Zon Kulübü adıyla müesseseleşmesi gerektiğini daha önce açıklamıştım.

Fikirsel inisiyatifin de meselâ “İnsani İnisiyatif Yönetimi” adıyla müesseseleşmesinin uygun olacağını düşünmekteyim. Çünki ritm melekesinin faaliyetinden dolayı insanlarda şu duygu, mevhum, kavram ve kaabiliyet’ler husûle gelmektedir: Vahdet hissi (veya Uluruh mevhumu), Güven duygusu, Zaman mevhûmu, Sevgi duygusu, Bedâhât hissi, Mekân mevhûmu (çizgi çizme becerisi), Tenâsüb duygusu, Tasarım kaabiliyeti ve Düşünce kaabiliyeti… Ve bunlarla birlikte beslenme’ye karşı isteksizlik ile Çiftleşmek’ten kaçış eğilimlerinin ortaya çıkması ve bunların Tabu olarak ifâdelendirilmesi…

Ama insanî inisiyatife karşı ateşin kullanımı noktasından itibaren ortaya çıkan “akıllı hayvan” anlamındaki anti-tez, beslenme ve üreme ihtiyaçlarının bilincine vararak bu hususta üretim ve muhafaza plânlaması ile tüketim usûlleri ihdas etmiştir. Ki böylece ortaya çıkan diyalektik çelişki de, geleneksel âdetlerle aklî plânlamalar arasında denge sağlayacak bir yönetim’i gerekli kılmıştır.

Tanrı-Kral’lar ve Peygamber’ler tarafından ortaya konmuş olan -diyalektik çelişkinin- yönetim biçimi, artık miadını doldurmuştur. Çünki insanlığın idâmesi için artık üreme (çoğalma) ihtiyacı kalmamıştır. Dolayısiyle de yönetilmesi gereken diyalektik çelişkinin aklî tarafı iyice erozyona uğramıştır.

Onun için de artık bu çelişki “davranışsal düşünsel yaratıcılık” ile “beslenme ve çiftleşme zevklerinde süreklilik ve tatmin arayışı” arasındaki, yönetilmesi güç bir “transandantal çelişki” anlamını kazanmıştır.

Bundan böyle artık Batı dünyasını, fikrî üst-yapı’dan, görmezden gelemeyecekleri en yeni ve çarpıcı fikirlerle, davranışsal alt-yapı’dan da gençlerinin çok hoşlanarak katılacakları panteist oyunlarla kumpasa alıp yontarak inceltmemiz gerekmektedir. Çünki aksi taktirde, “böyle gelmiş böyle gider” mantığıyla yâni insanlığın beslenme ve üreme problemlerinin önceliğine göre ayarlanmış bir mantıkla (veya “besicilik” anlamındaki ekonomik zihniyetle) insanlık ancak dinlerin müjdelediği (!) gibi bir son’a sürüklenecektir… Meselâ Büyük Piramit (Khufu veya Keops) zamanının Mısır’ında veya o muhteşem eserin inşâsı sırasında, davullarla vurulan (veya tutulan) çalışma temposunun ritmini çıkarabilmek için yapılacak laboratuar deneylerinin câzibesine hangi bilim adamı kapılmayacaktır.?!.. Ya da aynı zamanda hem meditasyon tekniklerinin denendiği hem de “grup terapisi” anlamına gelen bir “panteist âyin“e katılmak için hangi genç can atmayacaktır.?!..

Metodolojik anlamda fikir üretmek veya tefekkür etmek, daima dikkatli olunması ve ihtimam gösterilmesi gereken -zamanla mukayyet-bir olaydır. Çünki yeni yeni fikir kalıpları veya düşünce modelleri ortaya çıkarırken, bir yandan onun aksiyomatik ve mantıkî yapısını gözetmek, diğer yandan da teknolojiye ve tatbikâta geçişini düşünmek veya tasarlamak gerekir. Yoksa herhangi bir gerici de fikirlerinin arkasında durmakta ve -aslında- dogmalarının bekçiliğini yapmaktadır.

Onun için gerçek bir fikir adamı aslında bir “inisiyatör”den başka bir şey değildir. Ki buna bizim tasavvuf literatüründe çok haklı ve doğru olarak “Sahib-i Zaman” denilmiştir. Yâni zaman kavramı -daha o zamanlarda- insanla iç içe ve bir oluşum veya gelişim ile birlikte düşünülmüştür.

Bu “sahib-i zaman”lar inisiyatif kullanamadıkları, olayları yönetemedikleri durumlarda “kâhin” görevi görmüşler ve olayların alacağı şekil ve varacağı hedefler hakkında doğru öngörülerde bulunmuşlardır. Meselâ Hacı Bayram Veli hazretleri, “Kâhin sahib-i zaman”ların en ünlülerinden biridir… Hacı Bekdaş Veli hazretleri ise eylemli “sahib-i zaman”ların en ünlülerinden biridir…

Onun için benim bugün aradığım ve memleket olarak da şiddetle ihtiyaç duyduğumuz insan tipi bu tür bir “adam” dır işte…

Yoksa ortada fikir adamı geçinenlerin çoğu, durağan bir toplumun eko-sistem hâline dönüşmüş/dönüştürülmüş fikrî üst-yapı’sındaki kontenjan yaratıklarından başka bir şey değillerdir. Zaten sadece görevlendirildiği zaman ve de sâdece bıranşı (mesleği) dâhilinde düşünen insanları sâdece “hukuk” koordinasyonuyla çalıştırmak üzere kurulmuş bir düzen, ne bir fikrî üst-yapı, ne de bir düşünce vizyonu kazandırır bir ülkeye… Sâdece yönetimin başına Tanrı-Kral mukallidi bir “sâhip” davet eder.

Benim yalnızlığım sadece, böyle bir insana olan ihtiyaçtan kaynaklanmaktadır. Çünki şimdiye kadar “düşünce nöbeti”mi -hiç olmazsa bir süre- devredecek hiç kimse olmaksızın çalıştım. Onun için de daima, “Bütün Dünya’nın salakları bu ülkede mi ictima etmiş?” sorusu ile öfkelenip, “Benmiyim bu ülkenin en akıllısı ve tahammüllüsü?”sorusu ile endişelenerek sarsıntı geçirdim. Ki bu durum, zaman zaman ifadelerime ve/veya üslûbuma da yansıdı. Ama artık inanıyorum ki, bir takım kafası çalışan ve/veya kafasını çalıştırmaktan hoşlanan insanlar da, skolâstik tartışma ortamından bunalarak benim gibi düşünce metodları (veya metodoloji) veren birini arıyorlardır veya arayacaklardır.

Şimdiye kadar ortaya koyduğum metodolojik fikirler içerisinde ilerde kehânet değeri kazanabilecek olanların bulunduğunu, meselâ “ritmik sâniye” fikrinin bunlardan biri olduğunu fakat bilimsel gerekçesini açıkladığım için bunun kehânet değil öngörü sayılacağını biliyorum.

Ama ecdâdıma ve tarihimize duyduğum derin saygıdan dolayı, onlardan -genetik ve geleneksel olarak- devraldığım bir tefekkür-tatbikat inisiyatifini de başkalarına kaptırmak istemiyorum. Onun için âcilen, aklî melekeleri çalışır durumda olan yâni çağrışımlara ihtiyaç duymadan -metodolojik olarak- düşünebilen insanlar arıyorum.

Çünki aksi taktirde, böylesine olgunlaştırılmış bir fikriyâtın, bazı uyanık Batılılar tarafından kolayca kopyalanıp kullanılabileceğini -geçmişteki tecrübelerime istinaden- düşünüyorum.

Meselâ Batı Almanya’da politik sığınmacı olarak yaşadığım 1972-74 yılları arasında benden yürüttükleri ufak tefek (metodolojik olmayan) fikirlerle nasıl eylemler koyduklarını, ve hatta bir seferinde Amerika Birleşik Devletleri’nde büyük bir kampanya açıp beni de Türkiye mümessilliğine tâyin etmeye kalktıklarını hiç unutamıyorum. Ve de o zamandan beri, özellikle Amerikalıların, bizim yazar-çizer takımını hatta akademisyenleri -gâyet sığ olan- fikirlerine hak vermek sûretiyle (yâni onların gururlarını okşayarak) nasıl kullandıklarını büyük bir ilgi ile izliyorum…

Bununla birlikte -hatta buna rağmen- 1980 darbesinden sonra artık hapse sokulmam gerektiği yolunda -devletlûler indinde- bir konsensüs sağlanmasını müteakiben MİT’çİ diye anılan bir kişinin bana mektup yazarak, özetle “…belki Marmara’da veya Ege’de kaptanlık yapabilirsin hatta mangal gibi bir yürekle Akdeniz’e de açılabilirsin ama Okyanus’a açılmaya ne senin gücün yeter ne de memleketin insan malzemesi buna elverir…” demesini de hiç unutmuyorum. Ve gerçekçilik adına, “tam bağımsız irâde” demek olan Atatürkçülüğü böylesine yozlaştıranlardan da tiksiniyorum… Çünki “gerçekçilik” fikriyâtının alt-yapısında “yan gelip yatmak” davranışı da var… Onun için bu gerçekçi (!) Atatürkçüler düşünemezler ki Amerika burayı tamamen işgal etse bile, zamanı gelen evrensel fikirler de buradan çıkıp Amerika’yı fethedebilir…

TC. Devletinin bugün dışarıya karşı uygulamakta olduğu “tırsımış hayvan” politikası, işte böyle bir zihniyetin mahsûlüdür. Yâni inisiyatör karakterli gençleri katledip, üretken dimağları hapsederek ülkenin tarihi “iç dinamik” mecralarını mahveden dolayısiyle de mahalli ve arkaik -kültürel- dinamiklerin patlak vermesine yolaçan bir zihniyetin mahsûlüdür…

Onun için ben Türkiye’nin bu günkü durumunu 13. yüzyılın ikinci yarısındaki durumuna çok benzetiyorum. Yâni Doğu’da İran merkezli bir karargâh, Batı’da Bizans Devleti, ve Güney’de de Haçlı Şövalyeleri tarafından sıkıştırılan Konya Selçûkîlerinin son demlerinde uyguladıkları ona buna “peşkeş” çekme politikasını, bugünkü -resmî- dış politikamıza çok benzetiyorum. Dolayısiyle de aklı başında veya kendini bilen hiç kimsenin bugünkü yönetimde sorumluluk almayacağını/alamayacağını, başvezirliğe yükselen bir Süleyman Pervâne’nin halefinin ancak bir Saadettin Köpek olacağını gâyet iyi görüyorum.

Çünki bugün de artık Türkiye, “finansal-askeri güç” anlamındaki inisiyatifini kaybetmiştir. Bunu varmış gibi yaparak yâni blöf yaparak dış politikada atraksiyonlarda bulunmak tâbir caizse “diplomatik soytarılık” anlamına gelir…

Ama bu durum Anadolu Türklüğü’nün var oluşuna ters bir durum da değildir.

Yâni Türkler, Anadolu’ya istilâ orduları ile gelip güç politikası ile devlet kurmamışlardır ki finansal-askeri güç inisiyatifini kaybedince -Moğollar gibi- yok olsunlar…

Bilakis Türkler burada, esas itibariyle aynı mitolojiyi ve aynı zihniyeti paylaşan, biri Doğu’da diğeri Batı’da iki ezelî düşmanın yâni İranlılar ile Yunanlıların, güç politikalarıyla çekiştikleri bir alanda -kalitatif bir üstünlük gösterip- insâniyeti yeniden yaratarak varolmuşlardır.

Onun için bugün de Batı’daki “Amerikan Aslanı” ile Doğu’daki “İran Sırtlanı”nın kapışması durumunda, onlara uyarak veya onların söylem ve enstrümanlarına tenezzül ederek “Tırsımış Çakal” politikalarına sürüklenmemize hiç gerek yoktur.

Bizans’ın teritoryal bölgesi olan Anadolu’ya gelip de, sonradan Dânişmendiye diye anılan alanda ilk yerleşimleri kurduğumuz 11. yüzyıl başlarında, ve de Moğol istilâsına uğradığımız 13. yüz yıl sonlarında yaptığımız gibi burada insanlığı yeniden yaratarak varlığımızı ispat edebiliriz. Hatta insanlığın yeniden kazanılması yolunda tüm Dünya’ya örnek de olabiliriz… Aynen ilk insanların, güçlü vahşi hayvanların eko-sistem mucibince giriştikleri rekabetlere katılmayıp, onların anlam veremeyerek uzak durdukları ritmik âyinlerle insanlaşmaları veya akıllanmaları gibi…

Kaldı ki bu insanlığı göstermeye mecburuz da… Çünki jeo-politik konumumuz, “Rus Ayısı” gibi vahşi hesaplaşma ortamından düzenli (ve şerefli) bir şekilde çekilerek sırtını emin bir yere (Kuzey Kutbuna) dayamak gibi bir imkânı bize vermemektedir…

Demek ki artık 1950’lerden beri sürmekte olan “Dinci-Batıcı Kasaba, Varoş Tosuncukları” iktidarının sonuna gelinmiştir. Bu gün -Konya Selçukluları gibi- yıkılmakta olan bu iktidardır aslında… Çıkan büyük politik gürültü ise batan gemiyi terk etmekte olan küçük organizmalar ile son çapulları paylaşma kavgası veren görgüsüzlerden kaynaklanmaktadır…Konya Selçukluları nasıl ki, Büyük Selçuklu’ların akrabası oldukları dolayısiyle (Haçlılara karşı gösterdikleri kahramanlıkların da hesaba katılmasıyla) emir-ül müminîn sayılmaları gerektiği gibi, asla ispat edilmemiş bir iddiayla saltanat kurup, son zamanlarında Frank Şövalyeleri’nin ve Moğol’ların himâyesinde saltanat sürmüşlerse, “Dinci-Batıcı Tosuncuklar” da Hz. Muhammed’in tesis etmiş olduğu söylenen ve “Asr-ı Saadet” diye idealize edilen bir düzenin irşatçı silsilesinden (tarikat-marikat şeyhleri ile seyyitlerden) ders ve el aldıkları, dolayısiyle o saadetlû düzeni yeniden ihya edecekleri iddiasıyla iktidar olup Batı’nın teknolojik, askerî himâyesinde -zenginleşerek- saltanat sürmüş ve sürmektedirler… Böyle bir “çürüyüp çökme” durumunda politika yapmanın başka bir anlamı olabilir mi?!..

ABD ve AB kapitülâsyonları altında, söz konusu tosuncukları kalburüstü yapan öyle bir “menfî seleksiyon” sistemi kurulmuş ki, ben hükümlü kaldığım üç küsur sene zarfında, hayatım boyunca dışarıda (ve Üniversite’lerde) görmediğim kadar -ve seviyede- dâhi insana cezaevlerinde rastladım. Halbuki daha evvel tutuklu kalmış olduğum meşhur Nürnberg hapishanesinin hem eski (tarihî) hemde yeni bölümünde gördüğüm Alman mahkûmlardan hiçbirinin akıl ve ruh sağlığı yerinde değildi. Yâni onlar sağlam ve/veya kazanılabilir insanlarını hapse atmıyorlardı…

Sonradan düşünüp araştırdığımda anladım ki bizim bu insanlarımız ilk eğitim aşamasından itibaren hem dayatılan eğitim programları mûcibince hem de istihbârî bilgilere dayanılarak sistemli bir şekilde elimine edilip suçluluğa itilmekte, sonra da “kriminal” yaftası altında devletin normal seçkinleri (!) tarafından kullanılmaktadır. Yâni emperyalist dış mihraklar, memleketteki -asimilasyona yatkın- itaatkâr geri zekâlıları ayıklayıp yükseltiyor, bunlar da başları sıkıştıkça “dâhi kriminal”leri gayri meşru (gayri kanûnî) bir şekilde kullanıp harcamak suretiyle saltanatlarını sürdürerek ülkenin iç dinamiğini mahvediyorlar…

Bu da demek oluyor ki iktidar yalakalarının “Derin Devlet” diye ad takıp yakındıkları muhayyel organizasyon, aslında onları ayakta tutan, onların sebebi hikmeti olan bir menfi seleksiyon sisteminin meşruiyet görüntüsüne sokulamamış (veya çuvala sığdırılamamış) tezâhürlerinden başka bir şey değildir. Dolayısiyle de “Derin Devlet”i açığa çıkarma çabaları, bir paradoksu çözmeye çalışmak gibi beyhûde bir uğraştır.

Ben içerdeyken tanıştığım “dâhi kriminal”lerden bazılarıyla -içerde konuştuğumuz doğrultuda- dışarıda da ilişki sürdürmeye çalıştım; ama Devlet görevlileri (MİT’in meşhur başkanları) buna izin vermediler. Ve onları istedikleri istikametlere yönlendirmeye devam ettiler; Devlet imkânlarıyla çok câzip teklifler öne sürerek…

Yâni aslında ben sâdece, başlangıç için veya “kalkış atâleti”ni yenmek için kafası çalışan (aklî melekeleri güçlü) bir-iki adam arıyorum.

Yoksa -huyuna uygun- emir ve direktiflerle hareket eden (yönetilen) ve üstelik ücretsiz olarak ihtiyaçlarınızı da karşılayan pek çok insan bulunur hatta yanınıza -görevli olarak- gönderilir bu memlekette… Çünki sâhibini arayan çok insan vardır bu gibi ülkelerde…

Ama böyle bir örgütlenmeyle de ya tedhişcibaşı, ya dini (mistik) cemaat şeyhi ya da bir şirket veya devlet nâmına yönetici olursunuz… Ama hiçbir ilerici düşüncenin ve davranışın sahibi hatta taraftarı olamazsınız; söyleminiz ne olursa olsun…

Onun için şayet bu söylediklerime hâlâ daha akıl erdiremediyseniz, ama çevrenizde “adam” diye tanınmış kişiler varsa, lütfen bir iyilik yapın da beni onlarla tanıştırın diyorum son olarak…

Başka ne diyeyim?!…

Göstermelik “kontenjan aydını” veya “kontenjan Atatürkçüsü” olmayan herkes artık bu kadarını anlar ve gereğini yapar, diye düşünüyorum…

Ama mektuplarımı göndermiş olduğum Sn. Vural SAVAŞ, Sn. Mustafa ALABORA, Sn. Nejat ESLEN, Sn. Fikret OTYAM, Sn. Metin AKPINAR, Sn. Toktamış ATEŞ, Sn. Onur ÖYMEN ve de Sn. Tuncay ÖZKAN adındaki şahsiyetler arasından, fikir hayatımızın ağır topları konumunda bulunan Sn. Vural SAVAŞ, Sn. Nejat ESLEN, Sn. Toktamış ATEŞ’in ve Sn. Onur ÖYMEN’in “SESSİZ kalma” tavırlarından dolayı da acaba bir “Logofobi”mi söz konusu diye düşünmeden edemiyorum. İlk defa Kerim Sadi hocadan duymuştum bu hastalığı… Meslek sahibi veya uzman (spesiyalist) olan kişilerde belli bir yaştan sonra yeni veya meslek dışı olan bilgilere karşı, çocuklarda görülen “öğrenme korkusu”na benzer şekilde bir “bilgi korkusu” başgösterirmiş… Öyle ki bu kişiler, böyle değişik fikirleri ileri sürenlere karşı gâyet iltifatkâr olmak sûretiyle kendilerini korur ama asla (mesleklerine hâlel gelebileceği vehmiyle) o bilgileri öğrenmeye yanaşmazlarmış…

Yazdığım mektuplarda hayat pratiğim hakkında ayrıntıya girmemin sebebi ise, benim hakkımda doğru istihbarat alamadığınız ve/veya alamayacağınız husûsu ile ilgilidir.

Çünki şayet bizim istihbarat teşkilatları tefessüh etmemiş ve dezenformasyon şebekeleri hâline dönüştürülmemiş olsaydı, önemli mevkilerde bulunduğunuz zamanlarda -bile- bir siyasi partiyi “takiyyeci”likten kapattırıp, onun en sinsi takiyyecisinin en büyük “grup”a sâhip başbakan olmasını sağlamak gibi vahim bir hatânın yapımcısı veya teşvikcisi durumuna düşmezdiniz diye düşünüyorum.

Onun için de bu ülkede nâmuslu insanların ya derin bir insâniyet teorisinde anlaşmalarının ya da yüzyüze görüşmelerinin gereğini vurguluyorum…

Kaldıki yerli ve yabancı istihbaratçı şeflerinin benden hoşlanmamaları için önemli bir sebepleri de vardır; ki o da, benim kafamı, kurguladıkları hiçbir sistem ve senaryonun içine sokamamış veya sığdıramamış ve de beni -hiçbir şekilde- suç ortağı veya ahlâk sırdaşı hâline getirememiş olmalarından kaynaklanmaktadır.

Bu durum kafası çalışan ve/veya adam olanlar için şaşırtıcı olmamalı; bilâkis ibret vesilesi sayılmalıdır.

Çünki meselâ bu gün de benim hem silâhlanıp dağa çıkmış insanların, hem de -hiçbir insani çıkar yol göstermeden- onları yok etmeye çalışanların yanında olmamak gibi istihbaratçıların işine gelmeyen bir fikrî özgürlük ve kalbî ferahlık alanım vardır. Kim ne şekilde ve ne kadar sıkıştırırsa sıkıştırsın -siyâsi sorumluluğu olmayan “mehmetçik”den sarfınazar-taraflardan hiçbirine angaje olmayacak bir fikrî inisiyatif gücüne sahibim; ki bu güç hiç olmazsa kehânet ortaya koyar. Nitekim aynı güç, böyle bir çatışmanın çıkacağını yaklaşık otuz yıl önce yazılı olarak ortaya koymuş ve ağır ceza yüklenmiştir.

Ama ya siz?… Sâdece kavgadan hoşlanan -tarafsız- bir psikopat olamazsınız herhalde… O zaman zımnen de olsa bu silâhlı çatışmanın taraflarından birini tutmuş olmuyormusunuz?!… Ve bu şekilde de çatışmanın takiyyeci kışkırtıcısı durumuna düşmüyormusunuz?!… Hem de güçlü taraftaki fedâkâr savaşçıların, hiçbir zaman güçsüz taraftakiler kadar destanlaşma imkânına sahip olamayacağını bile bile… Yoksa insanları fiilî çatışmaktan kurtaramayan bir “tefekkür”ün en azından “skolastisizim” veya lâfazanlık, olduğunu/olacağını bilmiyormusunuz?!…

Anadolu gibi kritik bir bölgenin civarında sosyal entegrasyonu ve coğrâfî bütünlüğü sağlamaya kalkanlar, her şeyden önce bölge tarihini -hatta insanlığın tüm geçmişini- fikrî ve mantıkî bir süreklilik içinde kavrayabilmelidirler…

Halkların kendi aralarından seçtikleri kültürel temsilcileri (çeribaşı’ları) ile ancak danışma (veya talepkâr) meclisleri teşkil edebilirler.

Ama bir ülkenin insanî gelecek yolunda doğru yönetilmesi için, bütün halkların içinden ayıklanacak -ve de en yeni bilgilerle donatılacak- “insanî kalite” anlamındaki seçkinlere (inisiyatörlere) ihtiyaç vardır. Yoksa “parayla adam olunur” denirse önünde sonunda kastî bir halk -veya zümre- gelir tepeye oturur ve her türlü melâneti karıştırır.

Ali Ergin GÜRAN

İletişim:

e-mail :bilimedavet@hotmail.com

Telefon (Ali TÜMER) :0 212 347 40 61 (pbx)

Fax :0 212 347 40 62

Gsm :0 532 254 19 09

Telefon (Utku GÜNGEN) :0 216 711 57 61