Oktay Sinanoğlu’ndaki Zihniyet Kayması Üzerine Tahlil
Oktay Sinanoğlu Batılı evrenkent (üniversite) çevrelerinde matematiğin, doğanın spesifik bir özelliği mi olduğu yoksa insan zihninin uydurduğu bir tenasüp anlayışımı olduğu hakkında bir tereddüt ve tartışma bulunduğunu ifade etmektedir.
Halbuki bu tartışma konusunu biz, yaklaşık 45 yıl önce İstanbul ve Ege evrenkentlerinde çok daha basit ve keskin bir şekilde ele almış ve dünya görüşümüzün hatta zihniyetimizin temel taşı hâline getirmiştik… Şöyleki, matematiğin temel teorisi ve matematiksel mantığın da doğuş ortamı olan Kümeler(eski adıyla cümleler, gâvurcasıyla da setler) teorisinde, Russell Paradox’tan kurtulmak üzere Well-Ordering Principle (iyi sıralanma prensibi) gibi bir temel varsayım (axiom) kabul edilmekteydi.Ve biz bu varsayımı “Tanrı mı bütün nesne ve/veya objeleri sıralamış yoksa bizmi(insanlarmı) bunları sıralıyoruz” şeklinde bir dilemma haline getirmiştik. Ki bu ikilem 20-25 yıl süresince kafamda takılı kaldı… Ama en sonunda üç küsur yıl yaşadığım mahpusluk hayatımın ikinci yılı içerisinde sözkonusu ikilemin anlamını çözdüm:
İnsanlar, “insanlaşma kaosu” içerisinde varolurken ritm (sayma) melekesi kazanmışlardı. Yani insanlar her zaman ve her yerde ister istemez ritmik hareketlerde bulunmak ıstırarı içindeydiler. Dolayısiyle de devamlı olarak nesneleri/objeleri sayıp sıralama işlemi yapmaktaydılar. Ki böylece de “zaman” ve “mekân” mevhumuna sahip olmaktaydılar.
İnsanın bu özelliğini kaotik bir nedene bağlamak da mümkündü, nedensiz bir olay olan “Kaos”u Tanrı müdahalesi olarak kabul edip, Tanrı’nın bir emri veya “emr-i vâki”si şeklinde izah etmek de olasıydı. Ki bu durumda bütün objeleri, insan Tanrıyla birlikte veya Tanrı insan vasıtasıyla sıralamış oluyordu. Yani bizim mutasavvıfların anladığı gibi Tanrı ile insan arasında kategorik bir ayrım gözetilemez ve Tanrı kavramı kişileştirilemezdi. Çünki Tanrısal bir tezâhür olarak insan, bedenî ritm (sayma) melekesi vasıtasıyla zaman mevhumunu yaratıyor, ritmik davranışların “feed-back” etkileşimi yoluyla zihinde, daha doğrusu beyin fizyolojisinde oluşturduğu “sıralama melekesi” ile de mekân duygusuna sahip oluyordu. Ve “feed-back” etkileşimi halinde bulunan bu iki meleke(bedenî ritm ve zihnî sıralama melekeleri) sâyesinde de insanlar hem ordinal ve kardinal özellikleriyle sayıları, hem bunlardan türetilen ölçüleri hem de tahayyülü tatbikâtına sibernetik olarak bağlı bulunan “Teori”leri yaratıyorlardı. Ki böylece de çevrelerini ve giderek kâinâtı şekillendiriyorlardı.
Yoksa
bütün hayvanların, davranış biçimleriyle beyin fizyolojisi arasında “feed-back”
etkileşimi vardı; ama bu,sâdece “deneme-yanılma” metoduna ve “kurnazlık”
becerisine
yetiyordu. Aynı cinsten de olsalar, her hayvanın kabul edeceği teorik
düşüncelere kâfi gelmiyordu. Çünki davranışları reflekssifti… Dolayısile
hayvanlar kurnazlık yapmaya ve biribirlerini yanıltarak rekâbet etmeye
mecburdular. Onlar kapalı bir “eko-sistem”in veya onun bir “fauna” sının,
biribirini yiyen ve zincirdeki boşlukları doldurmak üzere tahavvül eden
yaratıklardı.
Ama
insan, “eko-sistem”i aşmış ve devamlı olarak tekâmül eden bir yaratıktı. Çünki
insanlar, “deneme-yanılma” metoduna mahkûm olmayan, sâdece düşünerek doğru
etkinlik yolları bulabilen varlıklardı. Onun için de insanları “deneme-yanılma”
metoduna ait ince kurnazlıkları öğreterek yetiştirmek ve onları biribirleriyle
reflekssif olarak (hasmâne bir şekilde) rekabete sokarak
Ayıklanmaya (seleksiyona) tâbi tutmak kozmik vâroluşa ve gelişmeye
yapılabilecek en büyük kötülüktü.
İşte bu kötülüğü bugün, “Kapitalizm” denilen ideolojik zihniyet yapmaktadır: İnsanları bol bol üremeye teşvik edip sonra da onları kendi zihniyetlerine alıştırma yolunda -rekabetle- biribirlerine kırdırmaktadır.
Halbuki
bilim öğrenilmez, bilim yaratılır. Onun için de bilim veya düşünce öğreterek
veya anlatarak bilim adamı devşirmeye çalışmak gâyet yanlış ve zararlı bir
yoldur. Bu yolu
tutanlar, bilim kisvesi altında ideoloji yaymaktadırlar. Ki, öne sürülen yeni
tekliflere ve ortaya çıkan yeni tesirlere karşı mâkûl kararlar alabilen
elektronik beyinlerin bile sâdece yeteri kadar sayma-sıralama işlemi yapabilme
kapasitesine ihtiyaçları olduğunu bilenler için (ve tabii ki O. Sinanoğlu için)
bu, insanların beynine paket programlar yerleştirmek gibi açık bir saldırıdır…
Aslında bilim yapacak olanların seçilimi, bir davranış disiplini içinde, ritm melekesi güçlü olanlar arasından yapılmalıdır. Gencecik insanların -Brian Arthur’un “Erken Getiriler Teorisi” mûcibince- şarkıcı, danscı, mühendis vs. olarak devşirilip ‘kavruk insanlar’ şeklinde yaşlanmalarına göz yumulmamalıdır.
İşte bu yüzdendir ki Oktay Sinanoğlu’nun bilimsel vaazlar vererek adam kazanmaya, daha doğrusu memlekete adam kazandırmaya çalışmasını gâyet yanlış buluyorum. Ve de onun veya yakınlarının birtakım densizliklere muhatap olmasına da çok üzülüyorum. Bireyliğini(adamlığını) ispat etmemiş bazı kast ve kabile mensûbu yaratıkları muhatap alarak niye kendini nâhoş durumlara sokuyor diye üzülüyorum… Çünki peygamberler bile sâdece vaazlarla yola getiremedi kitleleri; ayrıca mecburi davranış disiplinleri veya ibadet ritüelleri ihdas etmek lüzumunu hissettiler; yoksa ancak bir şâir veya bir şovmen mesâbesinde kalırlardı diye düşünüyorum…
Diğer taraftan, kendisine Nobel ödülü alma yolunu açmayan bilimcilere veya akademisyenlere karşı sitemkâr tavra girmesine de şaşırıyorum… Çünki Dünya’daki ödül piyasasının başını tutmuş olan bilim veya akademi lordlarının, ideolojik kirlenmeden muaf olabileceklerine nasıl ihtimal verebiliyor diye hayret ediyorum…
O. Sinanoğlu, Batı felsefesi ve/veya düşüncesi ile bizim Tasavvuf arasındaki farkı unutmuşa benzemektedir… Bilindiği gibi bizim Tasavvuf’ta çeşitli meditasyon ve inisiyasyon usûlleri ve imtihanları da mündemiçtir… Bu cümleden olarak, kendini diğer insanlara -kobay gibi- izlettirmek, onların gözünden görmek ve bu şekilde total bir insâniyet bilgisine ve bilincine ulaşmak vardır. Onun için derviş, “gâh inerim yeryüzüne, seyreder âlem beni…” der; ve de “pazarda halvet kurmak” sûretiyle inisiyasyon imtihanını verir.
Halbuki
Batı’lı âlimler muayyen bir eğitimi alarak ve biribirleriyle rekabet ederek
seçilirler; daha doğrusu seçilime(seleksiyona) uğrarlar; ve sonra da korunaklı,
mümtaz bir mevkiden -hâmileri olan hükümdarlar tarafından- güdülen insanlık
hakkında ahkâm keserler. Onlar rekabet mücadelesi ile “emperyal fauna”nın
tüketim zincirinde üstün bir statü kazanmış olduklarından, bütün insanların
kabul edebileceği teorik fikirler üretmeye yâni -objektif- bilim yapmaya müsait
değillerdir. Kaldı ki dar branşlar içerisinde çalışmaya ve düşünmeye mahkûm
edildiklerinden, güdülen insanlığın serencâmı hakkında bile tevhîd-i efkâr yapamazlar.
Buna bağlı olarak da davranış disiplinleri dejenerasyona uğradığından, özel
hayatları dokunulmaz hatta bilinemez hâle gelir/getirilir…
Yani bizim mutasavvıflar, insanlığın bir davranış disipliniyle başladığını
dolayısile insanların seçilimine, davranış etkileşimi içindeyken başlanması
gerektiğini biliyorlarmış gibi görünmektedirler.
Ama bugün biz artık, insanlığın bir “ritmik davranış disiplini” ile başladığını ve bu disiplinin, zamanlar üstü bir -panteist- zon aktivitesi olarak bugün de muhtelif anlamlar yüklenmek sûretiyle, çeşitli biçimlerde (dînî âyin, müzik, dans vs.) sürdüğünü, dolayısile adam olacak çocukların da , ideolojik kirlenmelerden arındırılmış bir “panteist zon” etkinliği içinden seçilebileceğini, hiçbir mistik yoruma yer bırakmayacak şekilde gâyet iyi anlamış bulunuyoruz.
O. Sinanoğlu’nun bunu anlamaması ve de adam olacak gençlerin oyun, âyin, meditasyon etkinliklerinden süzülerek ayıklanacağı bir “Panteist Zon Kulübü” zincirinin oluşturulmasına destek vermemesi mümkün değildir. Çünki böyle bir durum, kendisinin pek de fazla etkilenmediği kanısında olduğu Amerikan ikliminden mütevellid ciddi bir zihniyet kaymasıyla izah edilebilir ancak…
Yoksa, Avro-Amerikan Uygarlığı’nın havada durduğunu, bu insanların ayaklarının tarihî bir zemine basmadığını, uygarlıklarını -Robinson gibi- temel kültür ve uygarlıklardan kopuk olarak inşa ettiklerini, onun için de Mısır’ın ve Uzakdoğu’nun, “ateş öncesi”nden gelen düşünce-davranış sistematiklerini anlaşılmaz olarak görüp “Mistisizm” adıyla kurguladıklarını, ve bununla birlikte bu kadîm uygarlıkların vârisi olan halkları da küçümseyerek -zorla- kendilerine benzetmeye çalıştıklarını, halbuki bu halklarla olan karşıtlıklarının aslında bir “diyalektik çelişki” olduğunu, dolayısile de bütün uzlaşmazlıkların bir sentez aşamada çözülebileceğini, hatta böyle bir sentezin ipuçlarını bizim tasvvufî geçmişimizde görmenin de mümkün olduğunu, bu çelişki düşünce bazında çözülemediği taktirde, Batı uygarlığının da önünde-sonunda aynen “Sovyet” deneyi gibi çökeceğini, O.Sinanoğlu çapında olmasa bile her Türk düşünürü anlayabilir sanırım…
Ankara, Maltepe’deki
çocukluğumun elebaşısı ve
İstanbul Üniversitesi’ndeki gençliğimin idolü
Oktay Sinanoğlu’na saygılarımla…13-09-2006
Ali Ergin GÜRAN