ÜNİVERSAL CEHÂLET ÜZERİNE …
Geçenlerde bir akademisyen –televizyonda- çıkıp, “ben fizik uzmanıyım” dedi … Daha önce de bir üniversite hocası, “benim uzmanlık alanım matematik” demişti… Eskilerin, “bu kadar cehâlet ancak tahsille mümkündür” dedikleri bu olsa gerek… Çünki, “bilimsel teori”nin ne demek olduğunu, yâni ölçülebilir veya sıralanabilir unsur ve elemanlardan müteşekkil, ve de bunların izâfe edileceği sâbite ve orijinlere sâhip aksiyomatik sistemlerdeki düşüncenin nasıl bir şey olduğunu bilmeyenler, dolayısile bilim adamı niteliğinde olmayanlar ancak, “uzman”lık gibi, tekniğe ve zenaate ait terim ve ünvanlara özenirler…Yani hesap(calculus) uzmanlığı, -herhangi bir- makine uzmanlığı, “iç hastalıkları” uzmanlığı, bilgisayar uzmanlığı, ayakkabı uzmanlığı(veya ustalığı) sözkonusu olabilir ama matematik uzmanlığı, fizik uzmanlığı vs. çok abes bir yakıştırmadır…Çünki bilimde, mütehassıs olmak değil “allâme-i küll” olmak, yani “bütünün âlimi” olmak sözkonusu olabilir ancak…Çünki bir defa, sırf laboratuar çalışmalarına veya deneylere bağlı(bağımlı) bir bilim düşünülemez; bütün deneysel verilerin ve kazanımların mutlaka bir teoriye oturtulması gerekir…Sonra da bütün teorik meseleler aslında –biribirleriyle bağlantılı olan- konjonktürel(bütüncül) meselelerdir… Dolayısile, bir teoride bir problemi çözüp yeni bir hüküm(teorem veya kânun) çıkarırken, evvelce çıkarılmış bütün hükümleri de göz önünde bulundurmak gerekir… Onun içindir ki teorik keşif veya buluşlarda, ufak bir problem dahi çözülmüş olsa, onunla bağlantılı olan bütün diğer hükümler de yeniden zikredilir. Ve bu durum da, teoriden anlamayanlar tarafından lüzumsuz tekrarlar gibi görülebilir… Çünki insanlar genellikle, çağrışımlardan ve tek bir nedensellik zincirinden oluşan tek boyutlu, yâni lineer(doğrusal) veya zamansal düşünceye alışıktırlar; ve de “hikâye etme” veya kronolojik olayları “nakletme” şeklindeki bu “sözsel düşünce”de tekrarlar gereksiz ve hatta sıkıcıdır…
Demek ki “bilimci” denilebilecek bir adam, her şeyden önce “teorik” yani çok boyutlu ve zamanlar üstü düşünebilme yetisine sahip olmalıdır. Bu da demektir ki, bir teorisyen mutlaka,
-bir çeşit- meditasyon yapabilmeli ve kendini aksiyom ve sâbiteler gibi durağan kılabilmelidir. Çünki birçok parametreyi aynı anda göz önüne getirebilmek mümkün değildir ama, onları vücûdun muhtelif âzâlarına tekabül ettirerek aynı anda –hepsini birden- içinde hissetmek mümkündür. Tıpkı bir kompozitörün yaratacağı müzik parçasını, bir ressamın çizeceği resmi, bir seferde bütünüyle his ve idrak etmesi gibi…Böyle bir yaratıcının karşılaşabileceği en büyük güçlük, bir bütün hâlinde kavradığı eseri veya çözümü, notaya dökerken, tuvale geçirirken ve de “notasyonel” veya “yazı dili” olarak ifâdelendirirken uymak zorunda olduğu “zamanlama” disiplinidir. Çünki kavramları, onlara tekâbül ettirdiği simgeler vâsıtasıyla kayda geçirirken, tekâbüliyetleri veya sıralamaları unutma (veya kaydırma) rizikosu vardır… Meditasyon, –en genel anlamda-, melekeleri sağlam olduğu için sayma(ritm) ızdırârına kapılmadan sâbit durabilen güçlü insanların, hiçbir “dış etki”ye ve “çağrışım”lara tepki vermeksizin yaşadıkları dingin bir “içe bakış” veya “murâkabe” hâlidir… Yâni gerçek bir bilim adamının, bir teoriyi bilmesi demek aslında, bütünüyle onu içinde hissetmesi demektir. Öyle ki şâyet, teori hakkında bir yanlış anlama sözkonusu ise, vücûdunun rahatsızlanarak bunu belli etmesi, üzerinde uğraştığı bir problem çözüm yoluna girdiyse bedeninin büyük bir huzur duygusuyla bunu önceden bildirmesi demektir. Yâni bu da, teorinin metodolojik âhengi (veya tenâsübü) ile vücûdun fizyolojik akordu biribirini kontrol edip besliyor demektir; ki buradan da, teorisyenin dışarıdan “taktir”e ve “tastik”e ihtiyâcı yok anlamı çıkmaktadır…Teorisyen anlamındaki böyle bir bilim adamlığının –asgarî- kıstası ise, o bilimcinin, hiçbir yerden alıntı yapmadan, tamâmen “orijinal telif” olarak, teori hakkında bir ders kitabı (öğreti kitabı) yazabilmesidir…Kaldı ki bir bilimcinin, herhangi bir bilim dalında iddia sâhibi olabilmesi için de, o daldaki –en az- üç, dört teoriyi avucunun içi gibi bilmesi, yâni onları, benliğinde –bir ruh gibi- hissetmesi gerekir… Ancak bu taktirde, dişe dokunur bir problemi çözebilir veya bir –yeni- hüküm ihdâs edebilir… Yoksa bir “işlem operatörü” olarak, bir teorinin gıycuğunda(kıyısında, köşesinde) bir takım yeni hesaplamalar yapabilir; ve bununla da “ben bilim uzmanıyım” diye övünebilir. Ama herkesin yapabileceği böyle çalışmaların(“travay”ların), bilimsel literatürde hiç de önemli bir yeri ve/veya değeri yoktur…Dolayısile bunlar daha çok, “politika”nın tesir sahasındaki çalışmalardır…
Bu kriterler muvâcehesinde bakıldığında görülecektir ki, bizim üniversitelerimizdeki gerçek bilim adamlarının sayısı –en iyimser tahminle bile- iki elin parmaklarından daha fazla değildir. Çünki anlı şanlı üniversitelerimizde bile, kimsenin uğraşmaya tenezzül etmediği meseleleri, -literatürde bulunmamasını fırsat bilerek- “bilimsel tez” konusu yapıp, ve mesela Aristo zamanının “hesaplama”larını, orijinal matematik tezi olarak kabul ettirip, “bilim doktoru” ünvânı kazanmak gibi –yıllar önce hayretle şâhit olduğum- vakalar, sıradanlaşmıştır artık... Ve bu da demektir ki, birdenbire –plânsız, programsız olarak- şehirlere üşüşen açgözlü köylüler, ülkede genel bir irtifa kaybına sebep oldukları gibi, onların, çocuklarını üniversiteli yapma hevesi de, -son tahlilde- üniversiteleri ortaokul seviyesine düşürmüştür. Bu seviyenin(veya seviyesizliğin), kendi kendine yükselmesi(veya düzelmesi) mümkün değildir. Çünki teorisyenlik, ya orijinal bir “problem çözümü” veya “hüküm vaz’ı”, ya da o konuda “orijinal telif” bir kitap yazmakla anlaşılabiliyorsa, böyle bir çalışma yapabilecek pozisyona veya statüye nasıl getirilecektir liyâkatli kişiler?.. Hocaların seçimine bırakılacaksa, hiçbir kariyerist bilimci –hele ki bizimkiler- hiçbir zaman kendisinden liyâkatli olan (veya olduğunu hissettiği) birine geçit vermeyecektir…İşte bunun içindir ki, yüksek öğretimde de hamle yapabilmek için artık, meditasyon eğitimi ve inisiyasyon seçilimi, bir ön şart hâline gelmiştir. Yoksa bilim adamlığı kisvesiyle başları tutmuş olan “cehâlet oligarşisi”, hiçbir zaman kendilerinden kaliteli, evsâflı gençlere geçit vermeyeceklerdir. Ve bunun için de “dogmatizm”in her türlüsüne, ve bu arada dinlere sıkı sıkıya sarılacaklardır… Onun için bu yeni aşamada, “şizofreni” ile mücâdele bâbında, “din” diye bir ayrı düşünce kategorisi de bırakılmamalıdır; ve bırakılamayacaktır da…
Çünki aslında “din”, doktrin olarak bir “ontoloji teorisi”, peygamberler de, meditasyon yapabilen “inisiye” kişiliklerdir… Teorilerine, “her şeyi bilen ve yapabilen bir yaratıcı” anlamında bir “Tanrı” kavramını, “aksiom” veya “prensip” olarak almaları, bugün dahi itiraz edilemeyecek doğru bir tesbittir. Çünki bütün “kaos”ların sebebi olarak böyle bir varsayım kabul etmenin –mantîken- hiçbir sakıncası yoktur; hatta nedensellik mantığına olan alışkanlığımızı tatmin etmek husûsunda faydası bile vardır… Peygamberlerin “meditasyon” hâlini, “Tanrı ile irtibat” olarak yorumlamaları da, pek zararı olmayan, hatta o zamanlar, Tanrı-Kral’lara nazîre olarak görülüp, onları halkın gözünden düşürdüğü için -zamanın pratiğinde- faydalı bile sayılabilecek olan bir anlayışı aksettirmektedir. Ama aynı zamanda bu hâli, “Tanrı tarafından seçilmiş(kayırılmış) olmak” şeklinde nitelendirerek, diğer insanlara bunu -âdeta- yasaklamak ise, meditasyon tekniklerinin gelişmesini engelleyerek, teoriyi pratikten koparıp öğretinin dogmatikleşmesine(dolayısile despotikleşmesine) yol açan bir “kral zihniyeti”nin spekülâtif bir tasarrufu gibi görünmektedir… Bununla birlikte peygamberlerin, insânî varoluşun, bir davranış biçimine(ibâdetlere) bağlı(indeksli) olması gerektiğini düşünmüş veya hissetmiş olmaları ise onların, -Doğu’dan ve/veya insanlığın orijininden kopmadıkları için- Batılı filozoflardan ve hatta “pozitivist bilimci”lerden çok daha derin âlimler olduklarını göstermektedir… Ancak ne var ki, ibâdet(tapınma) denilen zorunlu davranış biçimlerini, -vahşî kabilelerin ritmik tepinme şeklindeki âyinlerini dışlayarak- bir “ihtiram seremonisi” halinde kurgulamış veya geleneklerden derlemiş olmaları, peygamberlerin “tanrı-kral” mitosunu aşamadıklarını göstermektedir. Nitekim Yakup(İsrael) peygamberin, Rabb’ının insana dönüşmüş hâliyle karşılaşıp onunla güreşe tutuşması, Musa peygamberin Rabb’ının, kendisine, kavmini seçkin kıldığını (kayırdığını) bildirmesi, İsa peygamberin, Tanrı’nın oğlu sayılması, ve de bütün peygamberlerin mutlaka Tanrı ile yüz yüze görüşmüş olmaları, “Tanrı” kavramının o zamanlardaki insanların anladığı gibi (kral şeklinde) kurgulandığını göstermektedir. Ve böylece de, kendisine yalakalık yapılmasından hoşlanan tehditkâr bir tanrı imajı çizilerek, onun nâmına zorbalık ve zulüm yapma imkânına açık kapı bırakılmış olmaktadır. Halbuki firavunlarla ve/veya tanrı-kral’ların uyanık taraftarlarıyla karşılaşıldığında, “her şeyi bilen ve yapabilen yaratıcı” anlamındaki Tanrı, gâyet mantıklı olarak zaman, mekân ve şekilden münezzeh olan “kapasitesi çok yüksek bir enerji mihrâkı” gibi tasvir edilmiştir; ve edilmektedir…Ama buna rağmen, ibâdet seremonilerinin farklılığı yüzünden, kadîm devirlerdeki tanrı-kral’lar, “kavl-i mücerred”deki izdüşümleriyle bile birleştirilip, tek bir transandantal(aşkın) Tanrı kavramında anlaşılamamıştır. Dolayısile de, tek bir Tanrı’ya inandıkları iddiasını güden insanlar, seremonik ibâdet ritüelleriyle bölünüp –ironik ve hatta tirajik bir biçimde- biribirlerini yer hâle gelmişlerdir. Ki bu didişmelerde, çelişkileri ve husûmetleri arttıranlar da genellikle, “yaranma-kayırma” ilişkileri ile oluşup, huydaş menfaat şebekeleri hâline dönüşen “din adamları” zümreleri veya silsileleri olmuştur. Çünki peygamberler “meditasyon” hâlini, “Tanrı ile irtibat kurmak” olarak yorumlayıp, bunu sâdece kendilerine has bir seçilim(inisiyasyon) ve/veya Tanrı’nın tercihi olduğu iddiasını güdünce, yaratıcı “teorik düşünce” dinamizmi sükût etmiş, dolayısile de dinsel hükümler kemikleşerek, şüphe götürmez “dogma”lar hâline gelmişlerdir…
Bu kadar değerli (inisiye) insanların, yâni peygamberlerin, bu kadar iyi niyetle ve –zamanına göre- gâyet doğru olarak inşâya başladıkları bir “ontoloji teorisi”nin didiklenip, birçok “ezber parçası” şeklinde bayraklaştırıldıktan sonra, insanları biribirine düşürür hâle gelmesi/getirilmesi çok hazîn ve ironik bir âkıbettir. Ve de peygamberlere veya onların anısına yapılan büyük bir haksızlıktır herhalde… Onun için, bugün Tanrı’nın bütün insanlara bir “emr-i vâki” olarak kabul ettirmiş bulunduğu zorunlu ibâdet biçimini (ritm melekesini) anladıktan veya idrak ettikten sonra artık peygamberleri tarihî kişilikler, dinleri de folklorik çeşniler olarak saygın bir şekilde muhâfazaya alıp, “düşünce-davranış” etkileşimiyle gireceğimiz bir “Tanrısal Yol”da bilim yapabilir, veya bilimsel bir yolda Tanrı’ya ulaşmak amacıyla çalışabiliriz… İnsanlık, dinlerin ortak kehâneti olan “kıyâmet”ten kurtulmak için, dinlerden –dolayısile kapitalizmden- kurtulmak gerektiğini artık anlamış olmalıdır… Binlerce yıl önceki ıssız Dünya’da yaşamış olan peygamberlerin, üreme(çoğalma) hevesleri ve direktifleri –ve bununla örtüşen kapitalizmin “kâr hırsı”- uyarınca çoğalmaya devam ettiğimiz taktirde, uzaya açılamadan Dünya’yı batırarak kendi ipimizi çekmiş(yani intihar etmiş) olacağımız anlaşılmıştır herhalde… O halde “kör, kör gözüm parmağına” şeklindeki bir aymazlıkla, “metafizik” düşünce alanları kurgulamanın, “mistik” dünyalar hayal etmenin ve de şüphe götürmez hükümler (dogmalar) kabul etmenin hiçbir haklı gerekçesi olamaz… Kaldı ki, dînin –hâlâ- hangi ihtiyâca cevap vermekte olduğu da açıkça anlaşılmıştır artık…Bu, insanların bilinçsizlikten dolayı kapıldıkları “pişmanlık” duygusunu karşılayan “teselli(günah çıkarma) ihtiyacı”dır…Halbuki, “pişmanlık” denilen duygunun, bir nevi “çocukluk hastalığı veya yanılsaması” olduğu açıktır. Çünki bir “birey”in, kararlı ve irâdî olarak giriştiği herhangi bir etkinlikten pişmanlık duyduğu görülmemiştir; hatta tam tersine, çok defa ölümü dahî göze aldığı görülmüştür…(Tabii ki burada, karar vererek(!), bir takım “sarhoş edici” maddelerle –irâdenin motoru olan- melekeleri bozmak, veya “kumar” gibi spekülâtif yatırım ve şans oyunlarıyla melekeleri ipotek altına sokmak sözkonusu değildir)… Ve üstelik, insanın –haksızlık yapmayan- daha güçlü irâdelere tâbî olmak gibi, “melekî rezonans”tan mütevellid toplumsal bir özelliği de vardır… O halde demek ki insan, irâdî olarak yapıldığını ve yapılabileceğini sanıp da yapamadığı, veya önceden tasarladığı gibi götüremediği(yönetemediği) etkinliklerden sonra –herkes yapıyor da ben niye yapamıyorum diye vahlanarak- pişmanlık duymakta, ve önceleri şanssızlık olarak yorumlayabildiği böyle haller tekerrür edince de, kendisine garez olma ihtimâli üzerine kurgulayarak varsaydığı bir metafizik gücün(tanrısının) gazabından korunmak için, - günah çıkarma ve af dileme mercii olarak- ona teslim(ve kul) olma duygusuna kapılmaktadır. Ki böyle bir “hâlet-i rûhiye” de insanı, -giderek- yaptığı işlerin sorumluluğunun, kendisini himâye eden büyüklerin üzerinde olduğunu düşünerek rahatça haylazlıklar yapan bir “yaramaz çocuk” psikolojisine, yâni sorumsuzluğa sürüklemektedir… Aslında böyle bir şaşkınlığın sebebi, içgüdüsel etkinliklerin,
-özellikle de seksin- irâdî olarak yapılamayacağını, bilince çıkaramamaktan kaynaklanmaktadır. Çünki -mesela Sümerler’deki- Tanrı-Kral’ların tapınaklarda yaptırdıkları seks eğitimlerinin ve de peygamberlerin üreme(çoğalma) telkinlerinin tesiriyle insanlar, -uzun bir tabusal dönemden sonra- seks yapmayı en büyük mârifet ve olgunluk belirtisi saymışlardır. Sonra da, o tür etkinliklerle bol bol övünüp biribirlerini gaza getirdikleri için, “seks işinin bilinçli ve irâdî bir şekilde yapıldığı” şeklindeki kollektif bir yalanda “zımnî mutâbakat” sağlamışlardır. Yâni “hayvânî içgüdü”den kaynaklanan ve de sonunda büyük bir “haz ödülü” sunan –cinsel- çekim gücünü, “irâde” yerine koymuşlardır; ki bu yalan ve/veya yanılsama da, binlerce yıllık bir “edebiyat” literatürü ile pekiştirilmiştir. Halbuki aslında “irâde”, ritmik davranma ızdırârından ve/veya ritm melekesinden neşet edip, bütün içgüdülere karşı, -önceleri “tabu” denilen- fiilî bir “fren gücü” oluşturan, ve sonra da aklî “sıralama melekesi”ne bağlı düşünce faaliyeti ve ahlâkî kurallarla korunan bir “insanlaşma dinamiği”dir…Onun için bilinmelidir ki, cinsel organlarda belirecek en ufak bir kıpırtı, akıntı veya kaşıntı, “ön beyin”in korteks denilen üst tabakalarındaki kavramsal sıralamaları, ve de bunlarla “feed-back” etkileşimi içinde bulunan “ritm melekesi”ni bozar; ve dolayısile de irâdeyi zayıflatmaya başlar. Ki bundan dolayı da insanlar doğru karar veremez, zamanlama yapamaz hâle gelirler. Ve de çok defa, “şartlı refleks” şeklinde oluşan cinsel haz beklentisi ile, mantıkî ifâde, davranış ve ilişkiler çelişir; daha doğrusu zıtlaşırlar… Ama ne yazık ki pek çok insan, irâde-içgüdü çekişmesi demek olan ve insana sarhoşluk veren bu “ergenliğe geçiş” hallerine(flörtlere), ileri yaşlara kadar takılıp (veya tutulup) kalırlar, ve de böyle “dalga geçme” hallerinin müptelâsı olurlar…İşin en acıklı yanı da, bu hallerin “câhil kadınlar” kültüründe, “erkekleri etkileyerek şahsiyet(!) kazanmanın en etkili ve kısa yolu” şeklinde anlaşılıp zımnî mutâbakatla meşrûiyet kazanmasıdır... Halbuki bu hallerin, insanı sürüklediği akıl ve irâde zaafiyeti bakımından, --alkolizmden de öte- uyuşturucu müptelâlığından hiçbir farkı yoktur. Üstelik ne hazindir ki, bu hallerin cinsel –ve/veya rûhî- tatminle de bir alâkası yoktur; bilakis tatminsizlikle ilgisi vardır… Buna benzer irâde zaafiyetleri, sindirim ve metabolizma bozukluklarında da -bir dereceye kadar- yaşanır tabii ki… Demek ki insanların, her şeyden önce –hayvânî- seks etkinliği ile, insânî veya irâdî faaliyetlerin nerede başlayıp nerede bittiğini çok iyi tesbit edip ona göre davranabilecek şekilde, yüksek bir bilinç kazanmaları gerekmektedir artık…Ve bu seviyedeki bir bilincin ancak “meditasyon” teknikleriyle kazanılabileceği de artık çok açıktır…Yoksa, bugün bu idrâka ulaşamamış insanların, dindar olmaları da, dinsiz olmaları da hiçbir şey değiştirmeyecek, birileri –örtüler altında- günah işleyip pişmanlık duyarak –tanrılarına- tövbe etmeye, diğerleri de şanssızlığa(!) uğrayıp feleğe küfretmeye devam edeceklerdir… Onun için, insanın gittikçe artan bir şekilde bilinçlenip irâdî hâle geleceği(gelmesi gerektiği) uzaylı olma sürecinde, böyle bir yanılsamadan mutlaka kurtulunması gerekmektedir. Bunun için gerek(olmazsa olmaz) şart, teorik düşünebilen ve de meditasyon yapabilen insanların –objektif bir seçilimle- ortaya çıkarılıp yetiştirilmesidir. Çünki sözünü ettiğimiz “gizli sarhoşluk” halleri, Dünya’daki rutin çalışma hayatı içinde –büyük çapta da olsa- belki sâdece “iş gücü” potansiyelini düşürmektedir; ama rutin işlerin robot ve bilgisayarlara devredileceği, dolayısile de insanların zamanlama ve sıralama yetisinin çok önem kazanacağı uzayda, her türlü sarhoşluk hâli, kabul edilmez kusur ve affedilmez suç anlamına gelecektir; herhalde…Önümüzde gâyet somut bir “uzaya açılma” hedefi ve/veya “avam proje”si vardır… “Dünya” gemimiz batmadan veya batırılmadan önce bu projeyi hayata geçirmek başlıca görevimiz olmalıdır herhalde… Bu kadar açık bir yola ve/veya “görünen köy”e rağmen, birtakım “dogma”lara takılıp “kıyâmet”i bekleyenler –kapitalistler gibi menfaatperest olmasalar bile- insanlığa ihânet içindedirler; ve de bunun hiçbir kutsal mâzereti –mantıken- yoktur…Gerisi “lâf-ı güzaf”tır…Çünki, aklın-mantığın olmadığı yerde Tanrı kavramı da, dolayısile kutsallık da sözkonusu olamaz… Kaldı ki dinlerin “kıyâmet” kehânetini, gerçek bilim adamlarının “dogmatizm”e başkaldırmaları ve inisiyatif almaları şeklinde, “Hz. İsa’nın hem Doğu’dan, hem de Batı’dan geleceği” kehânetini, Doğulu ve Batılı bilim adamlarının - “mistisizm” ile “rasyonalizm” ayrışmasından kurtularak- anlaşmaları şeklinde, “Öbür Dünya”ya geçiş kehânetini de, tarihî devirleri kapatıp –global plânlamaların aynen tarih (daha doğrusu arşiv) belgesi olacağı- bir “Tarih Ötesi Toplum”a geçiş olarak yorumlamak da mümkündür…
Biz Türkler bilincimizin yüksekliğini, irâdemizin gücünü hep, yeryüzüne yayılmakla gösterdik… Bugün ise artık yaygın bir hegemonya, bilinç ve irâdenin göstergesi değil, angarya ve zulmün tezâhürü olarak görülmektedir. Ki bu kadar nüfus, bu kadar âtıl iş kapasitesi varken, böyle bir görüş doğrudur da… Onun için bugün biz Türkler de artık, uzaya çıkış doğrultusundaki kalitatif(dikey) yarışta yerimizi almalı ve yükselmeye çalışmalıyız. Ve hatta bunun için îcâbında, periferik safralardan bile kurtulmalıyız. Yoksa, Kürt zihniyetinin simgesi olan “köy ağası” taassubu veya muhâfazakârlığıyla hiçbir kazanç elde edemez, sâdece kendi kendimizi yeriz…Halbuki, uzaya doğru –kalitatif- bir çalışmayı, sâdece İstanbul gibi bir metropolden bile başlatsak, belli bir irtifâdan sonra bütün Dünya’nın buraya odaklanması kaçınılmazdır…Kaldı ki böyle bir çalışmaya “araç-gereç teknolojisi” ile başlama gereği de yoktur…Esâsen uzay gemileri ve istasyonlarından önce, olabildiğince
-istekli- uzay adamı yetiştirmek, ve dahası, yeni bir “uzay zihniyeti” geliştirmek lâzımdır. Çünki insanlık, uzayda kapitalist ve dinci zihniyetlerin iflâs etmesiyle beraber –ancak- birliğe ve vahdete kavuşacaktır. Ve bunun için de, bir uzay yaratığının bize saldırması gerekmeyecektir. Hem zâten, -teorik olarak- uzayda bizden başka, bizimle iletişim kurabilecek-şuurlu- bir varlığın bulunması da olası değildir…”Uzaylı yaratıklar” kurgusu, yeni bir açılım için mutlaka kârlı bir rekâbet unsurunu ve/veya askerî çatışma zorunluluğunu ön –şart- gören kapitalist zihniyetin, normal gelişmelere taş koyan kurnaz muhayyelesinin ürünüdür. Ama ne çâre ki, sonsuz seçenekli sonsuz fırsatlar sunan bir ortamda(uzayda), rekâbeti vazgeçilmez sayan kapitalizmin de, ihtiyaçları ibâdet karşılığı olarak –lütfen- karşılayan bir “kralımsı tanrı”nın dininin de, sonu gelmiş olacaktır; her şeye rağmen…
Ali Ergin Güran-21/12/07