Sonuncu ve Birinci Yeniçeriler
bekdasikodu.org

Tebliğler

İfşaat

Mektuplar

Saklı Tarih Arşivi

Yayınlar

Dava Belgeleri

Haber - Yorum

Cevaplar

Bekdaşi Kodu - bekdasikodu.org - Türk olmak adam olmak demektir.


Türk Olmak Adam Olmak Demektir.
back yaz

Kapitalizm İdeolojisiyle Mücadele Vakfı Gerekçesi 4:

İdeolojiler, ilk “tanrı-kral”lık hânedanlarından itibâren ortaya çıkmış –maskulen- “patron doktrinleri”dir. Maddi gerekçesi de, Tarım Devrimi’yle geçilen Üretim Ekonomisi mûcibince insanları, “rutin işler karşılığında, içgüdüsel beklentilerini karşılamak sûretiyle şartlı refleks kazandırılan ehlî hayvanlar” gibi kullanmak üzere çoğaltarak, -otokritiksiz- işçi olarak çalıştırmaktır. Yoksa, insanlığın oluştuğu yüzbinlerce yıllık tabulu anaerkil (feminen) topluluklarda, “ideoloji”den sözetmek mümkün değildir. Çünki “başlangıç” zonunda, –kaostan çıkmak için- yapmak zorunda kaldıkları ritmik hareketler meleke kesbederken, insanlarda, hem beslenme ve çiftleşmeye karşı bir çekiniklik (ve bunun kurallaşmış hâli tabular) husûle gelmiş, hem de ondan türeyen zihnî “sıralama melekesi”yle birlikte akıl (düşünce faaliyeti) ortaya çıkmıştır. Oysa Tarım Devrimi’yle zuhûr eden ideolojiler (patron doktrinleri), işgücü ihtiyacına binaen, insanların, akıllanmalarını ve bilinçlenmelerini durdurma pahasına çoğalmalarını öncelemiştir; ki bu ideolojilerin son şekli de Kapitalizm’dir. Bu sebepten dolayı insanlık, çoğalarak tüm Dünya’ya yayılmıştır ama, -rekabet ve paylaşım savaşlarında pek çok kayıp vermesine rağmen- bugün, Dünya’daki doğal kaynak rezervlerinin ve –kantitatif- üretim kapasitesinin de sınırlarına dayanmıştır. Demek ki artık bundan sonra, insan popülâsyonunu arttırmak üzere “kantitatif büyüme” ekonomisini devam ettirmenin, ve dolayısile de ideolojilerin (patron doktrinlerinin), hiçbir rasyonalitesi kalmamıştır.Ancak ne var ki, Kapitalizm’e gelinceye kadar binlerce yıl, muhtelif patronaj rejimlerinde hüküm sürmüş ideolojilerce, “düşünce ve davranışlar amaçlı olmalıdır” kanısı, insanların beynine kazındığı, hatta insanla ilgili bilim dallarında üretilen fikirler bile, bu kanıya istinâden üretildiği için, “tüketim ekonomisi” sorgulanamamakta, ve böylece de, peryodik savaşlara ve kıtlıklara/açlıklara mahkûm olunmaktadır. Bu öyle bir “beyin yıkama”dır ki, hiç kimsenin aklına, “insanlar gökten inmeyip de, veya Allah tarafından özel olarak îmal edilmeyip de, hayvanlıktan temâyüz ettiyse, amaçlı davranmakla (beslenme ve üreme peşinde koşmakla), akıllanma gibi bir kalitatif sıçramayı gerçekleştirebilirler miydi?” diye bir soru –bile- gelmemektedir. Bu yüzden de kapitalistler, “büyüme ekonomisi”ni, barış dönemlerinde “üreme özgürlüğü” sâyesinde rahatça sürdürürlerken, bunu savaş hallerinde dahî, hem silah üretimi şeklinde, hem de bilâhire ortaya çıkan yıkım tablosunu ve nüfus kaybını telâfi etmek gerekçesiyle –rasyonel(!) bir şekilde- devam ettirebilmektedirler. Böyle bir “hengâme”de yetişen her nesil de, bir önceki neslin taklitçisi olmaktan öte bir varlık (ilerleme) gösterememekte, hatta daha vahim bir durum olarak, din propagandalarının tesiriyle, Tarihî Devirler’deki “patronaj” zihniyetinin en muğlâk veya mistik olanlarını (dinleri) idealize ederek, bilinç kaybına uğramaktadır. İşte bu “patinaj” durumudur ki, Kapitalizm ideolojisinin devamını sağlamaktadır. Yani son tahlilde Kapitalizm, hem insanlığa “patinaj” yaptırarak, onun ilerlemesini engellemekte, hem de bu “patinaj”dan yararlanarak kendini güncellemektedir. Bunu yapabilmek için de, aklın tanımını gizleyip, akıllı insanların öne çıkmasını engelleyerek, iktidarların, “aklı kıt”lardan müteşekkil çoğunluğun oylarıyla belirlendiği bir “demokrasi” rejimini (veya oyununu) kullanmaktadır. Demek ki, Kapitalizm aşamasında ideolojilerin (patronaj doktrinlerinin), herkesin alıştığı (kanıksadığı) bir “yap-boz” oyununun tarifeleri veya tâlimatları hâline geldiği açıkça görülmektedir artık… Dolayısile de, akıllanmanın (bilinçlenmenin) durdurularak, biyolojik (hayvanî) çoğalmaya veya üremeye öncelik verildiği Tarihî Devirler’in evveline gitmek, yani tüm ideolojik şartlanmalardan kurtularak, anaerkil “başlangıç”ı bilince çıkarmak, “gerek şart” hâline gelmektedir.

Bir kaos neticesinde, canlılığın refleksif davranış biçiminden apayrı bir davranış şekli olarak, ritmik (titrek) hareketler yapmaya mecbur kalan primatlar, bu hareketlerin, yüzbinlerce yıl tekrarlana tekrarlana “meleke” kesbetmesiyle akıllanmış ve insanlaşmışlardır. Bunun böyle olduğunu biz matematikte, en soyut elemanlardan müteşekkil tüm kümelerin kümesini göz önüne aldığımızda, aynı zamanda bu küme elemanlarının, “iyi sıralanma” varsayımına (prensibine) uyduklarını da kabul etmek zorunda olduğumuzu, aksi taktirde paradoksa (Russell Paradoks’a) düşeceğimizi idrâk ettikten sonra anlamışızdır. Zira düşünmüşüzdür ki, madem “akıl yürütme” yaptıktan ve paradoks gördükten sonra kümeleri, -hayvanlardan farklı olarak- “iyi sıralanma prensibi” ile birlikte kabul etmek (ele almak) zorunda olduğumuzu anlıyoruz, o halde, hayvanlardan farklılaşırken (akıllanırken), ister istemez yapmak zorunda olduğumuz bir davranış biçimi de olmalıdır; zihinsel “iyi sıralanma prensibi”ne tekâbül eden… Müteakiben de anlamışızdır ki, “iyi sıralanma” prensibi, aslında “her kümenin elemanları, iyi sıralanıyor (sıralanmakta) olmalıdır” prensibi şeklinde ifade edilse, daha anlaşılır olmaktadır. Çünki realitede, insanlar ile bütün maddi (kütlesel)cisimler, ritmik, dalgalı, dairesel ve eliptik gibi farklı şekillerde de olsa, aynı “sinüzoidal” fonksiyon uyarınca devinmek zorundadırlar. Ayrıca her cismin bütün halleri de –zaman ve mekân farkından dolayı- birbirlerinden kesin olarak ayrılmaktadır. Yani bir cismin hiçbir hâli, başka bir hâliyle eşit(aynı) olamadığı için, bütün “hal”lerden müteşekkil kümelerin elemanları da, iyi sıralanmış olmaktadırlar. Bu genel kuralın dışına, sâdece Dünya’daki –refleksif olarak etkileşim hâlinde bulunan- canlılar çıkmıştır; refleksif etkileşimler (aksiyon-reaksiyon etkileşimleri) eşit olabildiği için… Ama bu “canlılar âlemi” de, sonlu sayıda elemanı hâvî, geçici (ölümlü) bir “ara form” teşkil etmektedir. Yani bir bakıma insanlık, ölümsüzlüğü yönetmek (tanrılaşmak) üzere, ölümlü canlılar âleminden, bir kaos neticesinde sinüzoidal (ritmik) hareketlere mecbur kalarak temâyüz etmiş gibi görünmektedir… Son tahlilde denilebilir ki insanlık, yaptığı soyutlamaların neticesinde –Matematik Mantığı’na vardığında- bir paradoksa saplanınca, veya doğrunun yanlış, yanlışın doğru olduğu bir “fikrî kaos”a düşünce ancak, bir “fiilî kaos”tan zuhûr ettiğini, ama Tarihî Devirler’e geçiş aşamasında da, bir “anti-tez” kıvrılması yaşadığını idrâk edebilmiştir. Ve bu sûretle de insanlığın, aklıyla, önce biyolojik varlığını çoğaltarak geliştirme (hayvanî konformizm) yoluna girdiğini, yani kalite farkıyla geriye (hayvanlığa) yöneldiğini, ve onun için de, Tarihî Devirler’deki insanların çoğunun şizofrenik, serdettikleri doktrinlerin de –paradoksal- zorbalık öğretileri (ideolojiler) olduğunu kavrayabilmiştir. Ve müteakiben de bugün, Tarihî Devirler’i aşma çabası içine girebilmiştir. Zira anlamıştır ki, patron doktrinleriyle (ideolojilerle), -tüketime ve çoğalmaya önem ve öncelik verilerek- aklın oluşumuna ters bir yola girildiği içindir ki, her türlü zorbalığa cevaz veren metafizik “tanrı” kavramları (veya mitosları), peryodik tekrarlanan çözümsüz çelişkileri (antagonizmaları) ve kaotik durumları aşmak üzere, zarûrî hâle gelmiştir… Burada, sözkonusu “meleke” terimiyle anlatılmak istenen kavram, her insanın istençli veya istenç dışı olarak (ıstırâr hâlinde) yapmaya mecbur olduğu, bedenî veya zihnî faaliyetleri ifade etmektedir. Bedenî Sayma (Ritm) Melekesi, “eşit zaman aralıklarıyla tekrarlanan davranışlar” demektir; ki en yavaş yürüyüş temposundaki zaman aralığını geçmemek şartıyla tekrarlanan her türlü hareket, ve çıkarılan bütün sesler de, bu kategoriye girmektedir. Bunun türevi veya mütekabili olan zihnî Sıralama Melekesi’nin ölçümleri ve formüler tanımı ise, -Nöroloji gibi- bilimsel dallardaki uzmanların katılımını da gerektiren, ayrı bir inceleme konusudur… Bedenî Sayma (Ritm) Melekesi’nin türevi olarak ortaya çıkan zihnî Sıralama Melekesi’nin oluşumunu müteakiben insanlaşan yaratıkta da, ilk düşünce disiplini olarak, “nedensellik mantığı” husûle gelmiş olmalıdır. Ve böylece de insan, tek bir nedene karşı refleksif tepki veren hayvanlardan farklılaşarak, nedenlerin de nedenini düşünen bir varlık hâline gelmiştir; tabiatıyla… Ama “lineer zaman” mevhûmunun ve –ateşin kullanımını sağlayan- “zamanlama” kâbiliyetinin oluştuğu bu süreçte, sık sık yapılan ritmik âyinler sonucunda da, insanlarda, çiftleşmeye karşı bir tutukluk, beslenmeye karşı da, topluluk rızası dışında yapılamayacak, yapılmaya tevessül edildiği taktirde ise, yutkunma refleksini –bile- felç edecek kadar güçlü bir çekinme hissi meydana gelmiştir. Ve bu duyguların sembolize edilerek örfî (töresel) yasaklar hâline getirilmesiyle de, “tabu”lar ortaya çıkmıştır. Çünki yapılan ritmik âyinler, insanlar arasında, bireylerin içgüdüsel eğilimlerini engelleyecek kadar güçlü bir “ritmik rezonans” ve dolayısile “birliktelikte iç çekim (kohezyon)” yaratmıştır; ki bu da, genellikle “ruh” diye adlandırılmıştır. Bu yüzden de, insan topluluklarındaki –cinsel eğilimlerini gizleyemeyen- erkek cins, ölü veya diri olarak dışlanmış, ve komüniteler, “sırf kadın (Amazon)” veya “baskın kadın (anaerkil)” toplulukları hâlini almıştır. Erkekler ilk defa, “Tanrıça Kültü” zamanlarında ve de kendilerini hadım ettirmek sûretiyle toplumsal itibar kazanabilmiş, ve tapınaklara kabul edilmişlerdir... Diğer taraftan, ritmik âyinlerin süreklilik kazanmasıyla insanlar, hem ateşi kontrol edebilmelerini ve avlanmalarda senkronize hareket ederek başarılı olmalarını sağlayan “zamanlama” yetisi kazanmışlar, hem de bu hareketlere –refleksif olmadığı için- anlam veremeyip yaklaşamayan yırtıcı hayvanlardan korunmuşlardır. Ama, yaptıkları âyinler neticesinde bu yararları sağladıklarını anlasalar bile, “ritm melekesi” gibi anormal (doğal olmayan) bir davranış biçimini, somut olay ve olgularla maddeten irtibatlandıramadıkları için, sözkonusu maddi sonuçları, metafizik bir sebebe bağlamaya mecbur kalmışlardır. Dolayısile de önce, elde ettikleri kazanımların, âyinlerinden hoşnut olan bir “ulu güç(ruh)” tarafından sağlandığına, inanmaya başlamışlardır. Bütün panteist topluluklarda, adlarına pan, uluruh, göktanrı vs. de denilse, kastedilen sembolik kavram aynıdır; yani “heryeri kuşatan bir esîrî varlık” anlamındadır. Ama nihayette, güçlenen “sıralama melekesi” sayesinde, somut olay ve olgulardan hareketle kurdukları uzun nedensellik zincirlerini, -idealizasyon sonucunda- zihinlerinde oluşan “metafizik benzer”lerine (mit’lere) bağlamayı düşünmüşlerdir; ki böylece de, Tarihî Devirler’in fikrî başlangıcı sayabileceğimiz, Mitoloji çağını başlatmışlardır. Bu yüzden de, en başta, yaratıcı vasfını haiz bir insandan (kadından) hareketle kurulan ilk nedensellik zinciri, onları, en büyük yaratıcı olarak, dişil bir Tanrı mitosuna götürmüştür. Zira, insanı meydana getiren (doğuran) bir ana idi; ki onu da doğuran, ve o doğuranı da doğuran diye ilâhire giden bir silsile sözkonusuydu. Dolayısile, bu analar silsilesinin en başında da, tüm insanlığın anası olan bir “ana tanrıça”nın bulunması iktizâ ederdi; nedensellik mantığının “indüksiyon metodu”na göre… Tarihî Devirler’in bu başlangıcı, Anadolu’da çıkan kalıntılardan, cihanşümûl bir örnek olarak açıkça görülmektedir. M.Ö. 8000’ler gibi bir geçmişte, Anadolu’daki anaerkil toplulukların ve amazonların birleşmesiyle –isimleri, ışıklılar anlamına gelen- Lûvî halkı ortaya çıkarken, aynı zamanda anatanrıça MA nâmına bir “tapınç kültü” de oluşmuştur. İşte bütün yaygın dillerdeki “ana” sözcüğü de, bu tanrıçanın MA isminden türemiştir; ki bu MA’nın, Frigya’lı ardılı KİBELE’nin ismi de, Batı Dünyası’nda hâlâ yaygın bir şekilde, kadın ismi olarak kullanılmaktadır... Ama ne zaman ki, Mezopotamya’nın geniş verimli arâzîsinde tarım üretimi, kitlesel (kastî) işbölümü düzeniyle patlama yapmıştır, işte o zaman, erkeksi (maskulen) becerilerin ve erkeklerin önem kazanmasıyla birlikte, –işçi ihtiyacına binaen- kadınlar da, “kuluçka tavuğu” misali bir “doğurma misyonu” yüklenip pasifize olmuşlardır. Bu şekilde, tanrı mitosları da, becerikli veya silahşör “erkek usta”lardan başlayarak kurulan nedensellik zincirleri dolayısile erkekleşerek çoğalmışlardır; aynı zamanda tanrıçaları da silikleştirip elimine ederek… Böylece, “tanrı-kral”ların hânedanlar oluşturarak hükümrân olmalarıyla birlikte, hem ideolojiler (patronaj doktrinleri) ortaya çıkmış, hem de ataerkil düzene geçilmiştir. Aslında Tanrı-Kral’ların öğretisi olan, ama sonradan “din” adıyla pekçok versiyonu ortaya çıkan ilk ideolojiler, insanların, çiftleşme ve beslenme içgüdülerine, muayyen kurallar dahilinde cevaz vererek,–şartlı refleksler kazandırılan- ehlî hayvanlar gibi kullanılmalarını amaçladığından, tabuları yıkmıştır. Ama bu ideolojiler, içgüdülere getirilen kısıtlamaların maddi sebebini açıklayamadığı için de, toplumsal disiplini sağlayabilmek üzere “tapınç kültü”nü şart koşmuştur; çeşitli ritüeller şeklinde… Ancak içgüdüleri frenlemek üzere ne kadar –beslenme ve çiftleşme husûsunda- kural konulsa da, “tapınç kültü” ile insanlar ne kadar itaate alıştırılmaya çalışılsa ve kuralları çiğnediklerinde onlara cezai müeyyideler uygulansa da, hiçbir ideolojik zihniyet, insanları, lezzet ve şehvet hazlarını hayatın gâyesi olarak görmekten –bilinçli ve irâdî olarak (gönül rızâsıyla)- vazgeçirememiş, ve de sâdece “kaçamak” yapmalarına yol açmıştır. Böylece de ideolojiler, şizofrenik bir kafa yapısının, ve ikircikli (iki yüzlü) yaşam tarzının meşruiyet kazanmasına, ve dolayısile toplumların istikrarsızlığına, başlıca sebebi teşkil etmiştir/etmektedir.

Son zamanlarda, yukarıda kronolojik olarak düzenlemeye çalıştığımız, “lineer zaman öncesi tarih”e ait, öyle bir “puzzle” bulunmuştur ki, “ana tanrıça” tapınç kültü bile ortaya çıkmadan önce, toplayıcılıktan avcılığa geçerken, “totemcilik” diyebileceğimiz devrimsel bir dönüşümün de yaşandığını göstermiştir; insanlığın öncülüğünü yapan bir halkta… Urfa-Göbeklitepe’de ortaya çıkarılan kalıntılar, M.Ö. 10-12 bin yıl öncesindeki bir yerleşik insan topluluğunda, hiçbir erkeksi (maskulen) veya kadınsı (feminen) tanrı işaretleri bulunamamıştır. Kaldı ki bu kalıntılarda, pan, uluruh veya göktanrı denilen yaratıcı “esîrî varlık”a ait izlere de rastlanmamıştır; ritmik âyinlerin emâreleri görüldüğü halde… Bu durum, toplayıcılıktan avcılığa geçişte, insanımsıları besin arama ve toplama derdinden kurtararak onlara zaman kazandıran, ve dolayısile de ritmik hareketlerinin meleke kesbetmesini hızlandıran, totem hayvanların (ve ağaçların) belirleyici olduğu bir ara formun bulunduğunu göstermektedir. Zira, sözkonusu kalıntılarda ilk göze çarpan karakteristik belirtiler, kuş ve kurt figürlerini hâvî taştan kazıklar (totem kazıkları) ile, yapıların daire (silindir) formundaki binâ şekilleridir; ki dolayısile de bu figürlerin, Dünya’da bulunmuş en eski totem simgeleri olması büyük ihtimaldir… Bugün bile birçok devletin armasında kullanılan “kuş”, Dünya’daki en eski ve en yaygın totem hayvanıdır; yumurtaları, kolayca toplanabilen, gıda değeri et’e yakın bir besin maddesi olduğundan dolayı…Türk boylarında ve Anadolu’dan göç etmiş Etrüskler’in temellerini attığı Roma İmparatorluğu’nda bayraklaştırılmış olan “kurt” ise, toplayıcılıktan avcılığa geçiş sürecindeki en önemli ve belirleyici bir totem olmalıdır. Çünki “toplayıcı otçul”luktan, “avcı etçil”liğe geçiş sürecinde, akıllanmak için sürekli ritmik âyinler yapmak zorunda olan insanımsılara, bu imkânı sağlamak üzere, etle ot karışımı –yarı sindirilmiş- bir besini, devamlı ve yaygın bir şekilde sunacak bir başka hayvan bulunamazdı. Kaldı ki, bu hayvanın kuzeni sayılabilecek çakal da, Mısır uygarlığında tanrılığa kadar terfî etmiş olan, bir Afrika totemiydi. Zira bu hayvanlar, parçaladıkları otcul hayvanların etlerini yiyip, kısmen sindirdikten sonra inlerine dönerek, enciklerini beslemek üzere kusmakta, ve sonra da yine avlanmak üzere –inlerinden- uzaklaşmaktaydılar. Bu fırsattan istifade eden o ilk –otcul- insanlar da, bu yarı sindirilmiş etleri kolayca hazmedebilmekte, ve böylece de, hem iyi beslenmiş, hem de et metabolizması geliştirmiş olmalıydılar. Kaldı ki, o sırada her iki “memeli hayvan”ın karşılaşması da, onların anlaşmalarına vesile teşkil etmiş olmalıydı.Zira, topluca ritmik hareketler yapan (oldukları yerde tepinen) bir grup yaratığa anlam veremeyip, onların karşısında şaşkın bir izleyici ve dolayısile de edilgen bir öğrenci durumuna giren kurtların, sayma (ritm) ve sıralama melekeleri kazanmış ilk insanlar tarafından, bir takım tenbihlerle (ritmik vurgulamalarla) yönlendirilmesi, hiç de zor olmasa gerekti... Üstelik kurtların -bağış gibi sunduğuı- “yemek servisi”, kuşların yumurtaları gibi zaman ve miktar olarak kısıtlı da değil, daha uzun süreler boyunca ve bolca yapılmaktaydı. Kaldı ki, kurtların tercihen yedikleri, otcul hayvanların “mide+bağırsak” gibi kısımları, yarı sindirilmiş bitkileri de ihtiva etmesi dolayısile, hem bol vitamin sunuyor, hem de otcul insanımsıların etcilliğe geçmesini kolaylaştırmış oluyordu. Nitekim, Türklerin kadîm komün yemeği “keşkek” de, et ve buğday(tahıl) karışımı bir bulamaç gibi olması hasebiyle, hem muhtevâ, hem de şekil bakımından bu “kurt kusmuğu”na çok benzemektedir. Zâten, Roma İmparatorluğu’nun kuruluş efsânesindeki, “Romüs, Romülüs kardeşleri emziren dişi kurt” sembolizminin arkasında da, böyle bir gerçeklik olmalıydı; yoksa bebeklerin kurt sütüyle beslenmelerinin, realiteyle ilgisi olamazdı… O halde Göbeklitepe’deki –M.Ö.10,12 bin’e tarihlenen- kadîm yerleşimlerin sâkinlerini, toplayıcılıktan avcılığa geçmekte olan tabulu ve totemli ilk (öncü) topluluklar olarak kabul edebiliriz. Bunların taştan inşâ ettikleri daire tabanlı silindirik binalar da, muhakkak ki, kafalarında tebellür etmiş ilk geometrik şekli ifade etmekte, yani elele tutuşup halka teşkil ederek yaptıkları ritmik âyinlerini aksettirmekteydi. Bu binaların içinde bulunan, totem (kutsal) hayvanlarını resmettikleri taştan kazıkların ise, sevinçle yaptıkları “şükran âyinleri”nin öznesi olmakla beraber, aynı zamanda onların “cinsel tutukluk” hallerini sembolize ve idealize eden, “tabu” nâmındaki “yasak tabelası” işlevini de gördüğü düşünülebilir. Ayrıca, rastlanılan domuz resimlerini ise, avcılığa geçişin başında, -çok bulunan ve kolay yakalanan- domuz yavrularının “yarı bağış, yarı av” şeklinde düşünüldüğünün delili olarak kabul edebiliriz… Göbeklitepe yerleşkelerinin zamanını, ineklerin henüz ehlileştirilmediği, ama buna mukabil kurtların ehlileştirilmeye başlandığı zaman aralığı olarak kodlayabiliriz. Çünki kurtlar sâyesinde et sindirimine başlayarak, “ot obur”luktan “et obur”luğa geçiş yaptığı anlaşılan o insanlar, avcılığa başlarken, bu hayvan dostlarını da yanlarına almış olmalıdırlar. Onun için de, ortaya çıkan ilk köpeklerin, avcı köpekleri, ve müteakiben de çoban köpekleri olduğu düşünülmelidir…Ayrıca kurtların, insanların çıkardıkları ritmik sesleri taklîden havlamayı öğrenerek köpekleşmiş olabilecekleri de, söylenebilir… Son tahlilde şu genel kuralı da tesbit etmeliyiz ki, paleontolojik araştırmalarda, insana ait olduğu sanılan bütün buluntular, insanın karakteristik özelliği olan “ritmik davranışlar” fenomeni ile birlikte düşünülmedikçe, doğru anlamlandırılamaz. Bu durum, matematikteki “tüm kümelerin kümesi” verisini, “iyi sıralanma prensibi” ile birlikte kabul etmedikçe nasıl ki paradoksa düşüyoruz, işte onun gibi açmazlar yaratır. Yani, lineer (kronolojik) bir zaman mevhûmunun bile oluşmadığı, onun için de devamlı ritmik hareketler (âyinler) yapmaya mecbur olan, “tarihin çok öncesi”ndeki insanlar, “sayma(ritm)-sıralama” melekelerini zihnine alarak aklını bir bilgisayar hâline getirmiş, ve dolayısile de devamlı ritmik davranışlar göstermekten kurtulmuş, bugünkü “oturaklı” düşünürün, “empatik” çıkarsamalarıyla anlaşılamaz. Dolayısile “panteist-zon” insanları üzerinde düşünüp onları anlamaya çalışanlar, her şeyden önce, dans etmeden, şarkı söylemeden yerinde duramayan gençlerle empati kurmalıdırlar. Ve de anlamalıdırlar ki, onların, seksi engelleyen ritmik davranışlarda bulunurlarken, aynı zamanda seks özlemini dile getiren sözler sarfetmeleri, “irade-içgüdü” diyalektik çelişkisinin (dalgalanmanın) tezâhürüdür. Sonra da çıkarmalıdırlar ki, tarihin çok öncesindeki (panteist başlangıçtaki) insanlar, bugünkü gençlerden çok daha “hoppa”ydılar… Ya da, bir “sıkıntı” ânında kendilerini, elleri (parmakları) ve ayaklarıyla tempo tutarken yakalarlarsa (şaşkınlıkla fark ederlerse), işte o zaman anlamalıdırlar ki, ilk insanlarla empati kurmuşlardır. Çünki ritmik hareketler, kaosa düşmüş bir primatı, insanlaştırarak kaostan çıkaran, ve bilâhire meleke kesbederek, her zaman ve her yerde devam eden, bir “kaostan çıkış (varoluş) parametresi”dir; ki en oturaklı insanda bile –bir sıkıntı hâlinde- tezâhür edebilir. Ritmik hareketlerin meleke kesbetmesiyledir ki (istençli veya istençsiz yapılır hâle gelmesiyledir ki), o yaratık, “akıllı insan” olmuş, ve de “lineer (düzgün akıp giden) zaman” mevhûmunu ve bilâhire “ölçülü zaman” kavramını yaratarak, kronolojik Tarihî Devirler’i başlatmıştır. Ritm melekesi edinemedikleri veya kazanamadıkları için, hem diğer insanımsı gruplarıyla “ritmik rezonans” bazında iletişim kuramayan, hem de yırtıcı hayvanlardan -hatta kendilerini hayvan gibi gören hemcinslerinden- korunamayan topluluklar ise, kronolojik Tarihî Devirler’e ayak basamadan yok olup gitmişlerdir; Neanderthal’ler gibi…

İnsanlaşılırken oluşan “akıl”ın, yaratılan ilk ve en büyük “artı-değer” olduğu, dolayısile bunun, “biyolojik faaliyetler dışı zaman” veya “rutin etkinlikler dışı zaman” kazanmadan, ve onun için de, bir nevî yatırım (veya bağış) sağlanmadan gerçekleştirilemeyeceği husûsu gâyet açıktır. Çünki mesela, hayatını “toplayıcılık”la kazanarak zar/zor idâme ettiren bir primat için de, bir “artık zaman” sözkonusu olamazdı herhalde... Kaldı ki, bir çeşit “şok” yiyip topluca kaosa düşerek, titrek (ritmik) hareketler yapmaya mecbur kalmış, ve bu yüzden de beslenme ve üreme içgüdülerine karşı tutukluk(fren) geliştirmiş, ve giderek bu tutukluk hallerini, “tabu” sembolizmi ile “toplumsal yasak” hâline getirmiş–insan adayı- primatın ise, yiyecek peşinde koşacak ne hâli, ne de vakti kalırdı zaten… Nitekim böyle bir başlangıçta, birçok hayvan, insanlaşmaya -beslenme konusunda- katkı (bağış) yapmış, ve buna karşı da, insanlar tarafından hem “totem” sayılıp kutsanmışlar, hem de bilâhire bir çoğu ehlileştirilmişlerdir. Ancak ne var ki, akıllanıp da hayvanları –ehlîleştirerek- hem hizmetkâr, hem de yiyecek olarak kullanmayı öğrenen insanoğlu, bir de Tarım Devrimi’ni gerçekleştirerek büyük bir yiyecek ve işgücü birikimi elde edince, en büyük hazinesi olan aklını, “artı-değer” olmaktan çıkarıp, metafiziğe (tanrısallığa) iteklemiştir; kendilerini ölümsüz sayan “Tanrı-Kral”ların kişilikleriyle başlayıp, muhayyel “tanrı” mitoslarına –mucizevî kişilikler (peygamberler) vasıtasıyla- “ipotek verme” şekillerinde devam ederek… Böylece de insanlık, hayvanlığını inkâr (negasyon) edip, beslenme ve çiftleşme içgüdülerine karşı direnerek (ve tabular ihdâs ederek) kazanmış olduğu aklını, hayvanlığını ihyâ etme (konforlu hayvanca yaşam) yolunda –kötüye- kullanmaya başlamıştır. Dolayısile de, aklın kazanımıyla gerçekleşen “Tarihî Devirler’e geçiş” fenomeni, bir inkâr (negasyon) olayı veya “anti-tez” kıvrılması hâlini almıştır. Nitekim bugün, Dünya’da en büyük yatırımın yapıldığı en yaygın iş kolları, “gastronomi” ile “seks” aktiviteleri üzerinde gelişmektedir; “serbest piyasa” prensibi mûcibince, başıboş bir şekilde... Ve bunları müteakiben de, insanlardaki “nedensellik” mantığını kaldırıp, onları hayvanî içgüdülerine mahkûm eden “narkotik madde”lerin (yani “uyuşturucu”ların) ticareti ve tüketimi artmıştır. Ve bu şekilde, Kapitalizm ideolojisiyle beyni yıkanan insanlık da, bugün, Uzay’ı biyolojik (hayvanî) varlığıyla –dolaşıp yayılarak- fethetmek(!) gibi olmadık (katastrofik) hayallerin peşine düşer hâle gelmiştir. Demek ki artık, “Tarihî Devirler” antitez’ini de inkâr ederek “sentez” aşamaya ulaşmamız, ve bunun için de, tabulu, totemli “başlangıç zonu”nu güncelleyerek, Tarih Sonrası’na geçiş yapmamız gerekmektedir. Bunu gerçekleştirmek için de önce, “nedensellik” illiyetini koparmasından dolayı son derece rahatsız oldukları için, “uyuşturucu”lardan hiç hoşlanmayan akıllı (ve iradî) insanları öne çıkarmamız lâzımdır; ki bu insanlar aynı zamanda, lezzet ve şehvet iptilâsıyla mücadelede de örnek ve öncü olabilsinler... Sonra da, -“gerzek” doğumlarını önleyen- sıkı bir “doğum kontrolu”yla birlikte, spor gibi disipline edilmiş “seks teknikleri” ile doğru ve yeterli beslenme reçetelerini ve imkânlarını da ortaya koymalıyız. Ama sanırım herşeyden önce, ilk atalarımız nasıl ki, -sonradan totem sayılan- bazı hayvan ve ağaçların gıda “bağış”ları sayesinde insanlaştılarsa,bilinçli olarak insanlaşma yoluna yeniden girmemiz için de, bazı insanların ideolojik saiklerle girdikleri “hayvanlaşma yolu”ndan elde ettikleri gelirlerinin bir kısmını bağışlamaları icap edecektir. Yoksa kapitalizmin “metâ sirkülâsyonu”na entegre bir şekilde “hayvanlaşma yolu”ndan ayrılabilmek, en azından “başlangıç” olarak mümkün değildir. Onun içindir ki biz, KAPİTALİZM İDEOLOJİSİYLE MÜCADELE’nin, muhtelif ideolojilere uyarak “konforlu hayvanlık” yolunda çalışıp para kazananların, “kefâret” olarak kazançlarının bir kısmını, insanlığı yeniden ayağa kaldırmak üzere vakfetmeleriyle başlayabileceğini düşünüyoruz.

Kaos, bir “başlangıç” olduğuna, yani hiçbir sebebi bulunamayacağına (olmadığına) göre, her kaos noktasından sonra, bizim bilgilenmek ve bilinçlenmek üzere yapacağımız yegâne iş, kaosu müteakip ortaya çıkan Kozmos’un kararlılaşma (determinasyon) süreçlerini anlamaya ve onun kanunlarını bulmaya çalışmaktır; ki ondan sonra da, Kozmos’la bütünleşerek, onun inisiyatörlüğüne soyunabilelim. Çünki biz(insanlık), müteselsil üç kaosun yarattığı, her biri, bir öncekinin kanunlarını inkâr (negasyon) ederek oluşmuş üç âlemin (kozmosun) sonuncusuna mensup, “sentez” konumunda bulunan varlıklarız. Dolayısile de, Evrensel Kararlılaşma deviniminin inisiyatörlüğüne adayız; tek aklı ve bilinci yaratacak bir sürecin sonundaki “transandant limit” noktasına kadar… Mesela Fizikî Kozmos (Evren), aslında bize, inceleyip anlamamız (kanunlarını ortaya çıkarmamız) gereken bir “kararlılaşma devinimi” tablosu sunmaktadır. Ama ne var ki ideolojiler, insanlığı (akıllıları) bu tablonun dışında, pasif bir seyirci konumuna oturtmakla birlikte, patronlara da -başlangıç kaosunun (Big-Bang’in) bile üstünde- metafizik bir objektivite veya “tanrısal mevkî” bahşetmektedirler. Yani ideolojiler, genel olarak insanlığın “ehlî hayvan”lar gibi güdülmesini sağlayan bir “düzen” tesis etmek üzere kurgulanmışlardır; başta “din” ideolojileri, ve en sonunda da Kapitalizm olmak üzere… Oysa Fizikî Kozmos’un içindeki bir noktada (Dünya’da), müteakip bir kaos daha husûle gelerek Canlılar Âlemi’ni doğurmuştur; Fizikî Âlem’in kanunlarını inkâr veya negasyon eden… Ama Canlılar Âlemi’nin içinde husûle gelen bir başka kaos neticesinde de, “insanlık” denilen ve canlılığın beslenme ve üreme prensiplerine (içgüdülerine) –tabularla- karşı çıkan bir negasyoner Akıllılar Âlemi meydana gelmiştir. O halde bu akıllılar, Evrensel Kararlılaşma’nın yarattığı diyalektik siklusun bilincine varıp, sentez aşamadaki Evren İnisiyatörlüğü görevini idrâk ederek gereğini yapmakla mükelleftirler. Ancak ne var ki, kapitalizm ve din gibi ideolojilerin güdümüne (veya dolduruşuna) girmiş bulunan insanlık bugün, kalitatif ilerleme (bilinçlenme) yolunda gideceğine, “kantitatif büyüme” yoluna sokularak, diğer faunaları ve floraları (diğer canlıların hayat sahalarını) daraltan ve hatta yok eden, anormal bir “primat faunası” hâline getirilmekle, balon gibi şişmekte veya şişirilmektedir; ergeç patlayacağı biline biline… Yani Kozmik Determinasyon’un veya Evrensel Kararlılaşma’nın insanlık (akıllanma) denilen sentez aşamasında, ideolojilerin aklı kötüye (oluşumuna ters) kullanması yüzünden, bir balonlaşma (anomali) meydana gelmiş veya getirilmiştir. O halde demek ki, ya akıllı insanlar bu balonu, ideolojileri geçersiz kılmak sûretiyle kontrollu olarak söndürecek, ya da o balon –gerzek dindarların da beklediği gibi- patlayarak, belki de insanlığın “kıyâmetini getirecek”tir; geçmişteki “Dünya Savaşları”ndan daha radikâl ve şiddetli olaylar yaratmak sûretiyle…

GENELGE:

Bu 4.Gerekçe’de de, tüm Dünya üniversitelerindeki –Kapitalizm ideolojisi tarafından ters yönlendirilmiş- bilimsel çalışmaları “allak bullak” edecek, ve de kafası çalışan akademisyenleri –Kozmik Determinasyon yönündeki- doğru yollara sevkedecek, bir çok keşfin ipuçlarını vermekteyiz. Çünki her şeyden önce “akıl” tanımını, bir primatın, içgüdüleri mûcibince beslenme ve çiftleşme peşinde koşarken, -her hayvan gibi- deneme/yanılma pratikleri yapmak sûretiyle akıllanarak insanlaştığı mugâlâtasından da, “Allah vergisi akıl” safsatasından da kurtarmış bulunuyoruz. Böylece de aklı eren insanları, tüm ideolojilerin tesirinden kurtularak –objektif- düşünmeye ve “bilimsel bilgi” üretmeye davet etmiş oluyoruz. Bu sûretle de, Türkiye’deki “tecrit edilmiş” durumdan kurtularak, fikirlerimizi paylaşacağımız enternasyonal bir “tefekkür plâtformu” oluşturabileceğimizi umuyoruz. Çünki bizimki gibi bir ülkede, kültürel veya dinsel manipülâsyona (güdüme) mahkûm olan “aklı kıt” çoğunluğun, -akıllı insanlara rağmen- tek bir organizasyon hâlinde iktidarı ele geçirebilmesi ancak, emperyalistlerce yapılmış bir “stratejik plân” kapsamında gerçekleşebilirdi; ki Türkiye’de de, böyle gerçekleştirilmiştir. Onun için de artık, Kapitalizm İdeolojisiyle, enternasyonal platformda ve en üst bilimsel seviyede hesaplaşmak “farz” olmuştur... Emperyalistlerce, ufak bir müdahaleyle uygulamaya sokulabilen böyle bir “stratejik plân” çerçevesinde, açgözlü gericilerin, iktidara geldiklerinde, devletin tüm kurumlarını “arpalık” hâline getirip, “suç ortaklığı” gibi –bozulamaz- bir anlaşmayla örgütlenerek, akıllı azınlığı bloke edecekleri, ve böylece kendilerine karşı çıkabilecek siyasî muhalefeti de, popülist politikalara ve dolayısile bir “kayıkçı dövüşü”ne mecbur bırakacakları da öngörülebilir tabii… O halde demek ki, mevcut muhalefet –seçimle- iktidara gelse bile, müesses gerici düzen (ve emperyalist mandaterliği) değişmeyecek, ve hatta, “laiklik” rötuşlarıyla daha da dayanıklı (uzun ömürlü) hâle getirilmiş olacaktır. Dolayısile anlaşılmaktadır ki, Türkiye’de, yönetim insiyatifi, Osmanlı’nın son zamanlarında olduğu gibi yeniden emperyalistlerin eline geçmiştir; ki bu süreç de, devam ettiği taktirde aynı şekilde, yani Ülke’nin dağılmasıyla sonuçlanacaktır. Zira bu sefer, bir Atatürk’ün çıkıp, “cihanşümûl” iddialı bir büyük “komünist ayaklanma”nın (Sovyetler Birliği oluşumunun) rüzgârından yararlanarak yapabileceği, bir “Milli Kurtuluş Harekâtı” da sözkonusu değildir. Çünki, tüm Dünya’yı heyecanlandıran “Sovyetler Birliği” olayı aslında, “insanlığın bilimsel(objektif) oryantasyonu”nu yaptığı iddiasıyla ortaya atılan “Diyalektik Materyalizm” ve “Tarihsel Materyalizm” gibi ideolojik teorilere istinâden uydurulmuş, siyasî “Komünizm” öğretisine dayanmaktaydı. Oysa, Diyalektik Antropoloji bilimi ile anlaşılmıştır ki, “Diyalektik Materyalizm” ve “Tarihsel Materyalizm” gibi edebî eserler, tamamen ideolojik (subjektif) bir Tarih Öncesi kurgusu üzerine inşâ edilmiş –yanlış- fikirlerden müteşekkildir… Bu arada şu noktayı da açıklamalıyız ki, Tarihî Devirler’in, Tarih Öncesi’nin antitezi (negasyonu) olduğunu açıkça göstererek inşâ ettiğimiz “Diyalektik Antropoloji” biliminin adını, daha önce kullanmış olanlar arasında, şayet bizimle aynı prensiplere istinâden çıkarsamalarda bulunan olduysa, o kişi ancak “isim babası” sayılabilir. Yoksa hiç kimse, subjektif veya ideolojik fikirleri için, bu ismin patentini almış sayılamaz; sâdece “spekülâtör/provokatör”lük yapmış olur... Nitekim, Diyalektik ve Tarihî Materyalizm denilen ideolojik teoriler üzerine oturtulmuş Komünizm öğretisi de, zorbalığa dayanan kof bir “ideolojik derleme” olduğunun idrâk edilmesiyle birlikte, durup dururken (kendini hiç savunamadan) çökmüştür; kendi eserinin (Sovyetler Birliği’nin) enkâzı altında kalarak… Romantik ve mütehammil bir halk olan Ruslar, aydınlarının “Batı hayranlığı” yüzünden sahiplendikleri Komünizm ideolojisinin çöküşü sebebiyle, büyük bir düş kırıklığı yaşayarak Kapitalizm’e rücû edince, tabii ki, onların yarattığı rüzgârla açtığımız, bizim “Milli Kurtuluşçuluk” yelkeni de, kısa sürede suya inmiş veya düşmüştür. Dolayısile de, -Batı emperyalizmine mâtuf- “mandaterlik kabûlü” tezi yeniden gündemimize girmiştir; dile getirilmese de, zımnî bir “rıza (tevekkül) paylaşımı” şeklinde…Zira aksi taktirde, tele-komünikasyon ve ulaşım araçlarının bu kadar geliştiği bir aşamada, emperyalistlerin, yeni yeni ortaya çıkan/çıkarılan milliyetçilik akımlarına yatırım yaparak, bizimki gibi -orta boy- ülkeleri ufalamaları, çok daha kolay ve kârlı bir “alternatif politika” olarak gündeme gelebilecek veya getirilebilecektir.

Babam yük.inş.müh. M.Orhan Güran, israrla ve esefle, “Ruslar, II.Bayezit zamanında bizden din âlimleri istediler, İslâmiyet’i öğrenmek için ama, gönderilen yobazlar önce içki yasağından söz edince, vaz geçtiler tabii..” diyerek –âdeta- yakınırdı. Yani Ruslar, Fatih’in büyük başarısına rağmen “yememiş”ler bizim “din” ideolojisini… Ama yüzyıllar sonra Rusların, Dünya’ya, cihanşümûl başarı diye sundukları “Sovyet İhtilâli”nin teorisini (Komünizm ideolojisini) de biz “yutmamış”, ve de muhayyer bir “Milli Kurtuluşçuluk” ideolojisiyle zaman kazanmaya çalışmışız; Atatürk sâyesinde… Nihâyette de bugün, Rusların anlayamadığı, ve bizim unuttuğumuz, “Bizans’ın Fethi”ndeki esas (cihanşümûl) dinamiği bilince çıkarmışız; İnsanlığın Bilimsel Oryantasyonunu yaparak… Gerçekten de, antik devirlerden gelip “pre-kapitalizm” aşamasına kadar ulaşan yegâne Dünya imparatorluğu Bizans’ın, veya Doğu Roma İmparatorluğu’nun, “ortodoksi” diye de adlandırılan ideolojisini çürütmek için, insanlığın kökenine kadar inmek gerekirdi. Zira Ortodoksi, “bütün ideolojiler hakkında karar yetkisi, devletin tekelindedir” gibi öylesine bir “resmî pragmatizm” zihniyetiydi ki, bir din (mesela Hristiyanlık) haddinden fazla yaygınlaştı mı, onu bile devlet, tekeline alıyordu. Yani, eğer Türkler araya girmeyip de, Araplar çok daha güçlenebilselerdi, Bizans İmparatorluğu’nun resmi dini [dinin temdîd (extension) ve tecdîd edilmiş hâli], İslamiyet de olabilirdi; diye düşünmek dahî mümkündür… O halde demek ki, Konstantinopolis’in alınması, Bizans’ın fethi anlamına gelmez; veya başka bir deyişle Bizans’ın fethi, Osmanlı’nın ordusuyla ve “din” ideolojisiyle gerçekleştirdiği -basit- bir olay değildir. Zira 1453’e gelinceye kadar –özellikle- Anadolu’daki halklar, yüzyıllar boyunca Abdalân (kademli erenler), Ahîyân (şerbetli ustalar) ve Bekdaşiyân (ayıklanmış ve devşirilmişler) dinamizmi ile nizâma sokulmuş, ve de heterodoks (laik) bir ahlâka kavuşturulmuştu. Onun içindir ki, Konstantiniyye’nin alınmasıyla Bizans İmparatorluğu’na fiilen ve resmen son verildiğinde, -büyük Hristiyan kitlelerinden, hatta Rumlardan bile- hiçbir “halk reaksiyonu” husûle gelmemiştir. Çünki sözkonusu teşkilatlanmalar, yüzyıllarca, insanlığın oluşumuna uygun olan, ve sayma/sıralama melekelerini test eden, doğru bir seçilim (inisiyasyon) sistematiğini, ve de bunun dinlerden bağımsız bir dürüstlük anlayışını veya “ahlâkî üstyapı”sını hayata geçirmişlerdir. Ama ne var ki, Osmanlı’nın, dejenerasyona ve gerileme sürecine girmesiyle birlikte, Bizansvârî Ortodoksi’yi İslamiyet adına tesis etmeye başladığı da bir gerçektir. Gerileme başlangıcının tarihi de çok nettir; ki bu tarih, sahih dedem İmam-ı Sultan Mevlâna Bekdaş Efendi’nin vefatını müteakip Şeyhülislâm’lık makâmının ihdâs edilerek, bu makâma İstanbul Kadısı –ünlü yobaz- Ebusuud Efendi’nin oturtulduğu tarihtir. İstanbul Kadısı sıfatıyla Ebusuud Efendi’nin de şahit olarak imzalamış bulunduğu, dedemin vakfiyesinin tarihi ise, 1534’tür… Bu kırılma noktasından veya dönemecinden sonra yaklaşık üç yüzyıl, Osmanlı İmparatorluğu’nda, “örfî ahlâk ve hukuk” ile “şer’î terbiye ve kanun” hükümleri, birbirleriyle çelişip/çatışıp durmuşlar, ve bu yüzden, aralarında iki sultanın da bulunduğu pek çok liderin ölümüne (îdâmına) sebep olmuşlardır. Bu sürecin sonunda da “Osmanlı”, diğer monarşilerden aldığı destekle, “örfî ahlâk ve hukuk” düzeninin muhafızları olan Yeniçeriler’i mağlûp ve imhâ ederek, hem İslâmi Ortodoksi’yi resmen tesis etmiş, hem de bir çeşit “Neo-Kolonyalizm” tarzında, Emperyalizm’le angajmana ve hatta entegrasyona girmiştir; bilâhire Osmanlı’dan kopan Arap ülkelerine de emsal teşkil ederek…

20.Yüzyıl başlarında Ruslar, bir “anti-emperyalist kalkışma” başlatınca, biz de Atatürk sâyesinde (ve Lenin’in de ferâsetiyle) buna katıldık ve –sâdece- zaman kazandık. Ama bu zaman içinde de, buradaki varlığımızın, kavmî ve dinî anlamda bir Türklük’le izah edilemeyecek kadar köklü ve anlamlı olduğunu kavradık. Zira Matematik Mantığı’ndan çıkardığımız Diyalektik Antropoloji çerçevesinde anladık ki, “totemci ve uluruhçu şâman”lık kültüründen gelen atalarımız, Anadolu’daki 10-12 bin yıl öncesine ait totemciliği de, 8 bin yıl evvelden gelen Tanrıça-MA kültünü de tevârüs edip insanlığın oryantasyonunu yaparak ve dolayısile doğru bir “insan seçilimi(inisiyasyon)” gerçekleştirerek bu Ülkeyi fethetmişler. Bunun canlı kanıtı ve şahitleri ise, politika gereği ve zorunluluğu yüzünden –üzerinde- İslâmi rötuşlar yapılmış olsa da, “Bekdaşiyân Alevî” halkların kültürü ve gelenekleridir. Yani demek ki, Atatürk sâyesinde kazandığımız zaman zarfında, Tarih Öncesi’ne kadar uzanan gerçek geçmişimizi idrâk etmiş, ve de insanlığın geleceğinin yol haritasını çıkarmış bulunuyoruz…Ruslar ise, “Sovyet Devrimi”nin heyecanı, ve müteakiben de baskısı sonucu olarak, hatırı sayılır bir “teknolojik bilgi birikimi” ile, ciddi ve caydırıcı bir “nükleer silah birikimi” kazandı. Ama “Sovyetler Birliği” yıkıldıktan sonra da, muhtelif halkların “federasyon” şeklindeki birleşmesinden teşekkül etmiş olan Rusya’nın bağımsızlığını korumak husûsunda bocalamaya başladılar; Sovyetler Birliği zamanındaki öğretilerin tesirinden kurtulamayarak… Oysa Sovyetler Birliği zamanındaki bağımsızlık kavramı, insanlığın birleşmesine giden bir sürecin –provokatörlerden- korunması anlamını taşıyordu; yoksa “milli bağımsızlık” gibi bir “geçici fenomen”i ifade etmiyordu. Onun için Rusların bugün, “Rusya Federasyonu’nun milli bağımsızlığı” gibi bir sevdaya düşmeleri, tam bir “küçükburjuva hayalciliği”dir. Yani Rusya olarak sen eğer, malların (sermayelerin) küresel sirkülâsyonuna entegre olduysan, ya “başınabuyruk” kalabilmek için “finans kapital” merkezini Moskova’ya getireceksin, ya da sıranı (haddini) bileceksin. Ama şunu da bileceksin ki, “finans kapital” merkezini Moskova’ya getirmen için, -Hitler gibi- bir “Dünya savaşı”nı göze alman, ve nihâyette de, bu savaştan muzaffer çıkman gerek…Yoksa senin, komünistleri ehlileştirip paketleyerek, parlamentonun (Duma’nın) bir köşesine koymuş olman, sana “finans kapital” açısından bir câzibe kazandırmaz… Rusların, Sovyetler Birliği zamanında yaptıkları birikimle, Kapitalist Dünya’da deneyebilecekleri tek bir “bağımsızlık yolu” vardır; ki o da, stratejik nükleer silahlarının korumasıyla kazanabilecekleri zaman zarfında, Dünya çapındaki bilimsel ve teknolojik gelişmelerin inisiyatifini (öncülüğünü) ele geçirmektir. Ama bunun için de, her şeyden önce, akıllı insanları ayıklayabilmek gerekir; ister finansman ve “tüketime özendirme” şeklinde olsun, isterse başka bir şekilde… Akıllı insanlar sâdece, yatırım ve tüketim özentiliği ile ayıklanabiliyorsa, o zaman Rusların da, bizim de hiçbir şansımız olamaz; bağımsız kalabilmek veya bir “bağımsızlık yolu”na girebilmek husûsunda… Çünki emperyalistler, hem bilimsel çalışmaları Uzaya çıkma (yayılma) istikametine yönlendirerek, bilimcilerin düşüncelerini ve kapasitelerini kısıtlamakta, hem de o çalışmaların teknolojisine yığılan yatırımları “döner sermaye” hâline getirip, oluşacak büyük kârlarla bilimcileri süflî bir konfora alıştırmayı düşünmektedirler; tamamen teslim alabilmek için… İşte bu noktada Rus düşüncesi de, Komünizm ideolojisinin dayandığı Diyalektik Materyalizm ve Tarihsel Materyalizm teorileri yüzünden bir çıkmaza saplanmakta ve âdeta paralize olmaktadır. Çünki mesela, Tarihsel Materyalizm’in, insanlığın doğuşunu izah etmek için kurgulanmış “İlkel Komünal Toplum” modelinde, insanların, serbestçe beslenip seks yaparak insanlaştıkları ve akıllandıkları ifade edilmektedir. Rus bilim adamlarının ve “sosyal antropolog”larının, bu “ilkel komünal toplum” modelini anlamak ve açıklamak için ne kadar uğraştıklarını ben biliyorum; filmini izlediğimden…Ama ne yazık ki, “parti” tarafından komünizm ideolojisinin ilkeleri dogmalaştırıldığı için, bu çalışmalar bir netice vermemiş, ve de Ruslar son tahlilde, kapitalizmin değirmenine “komünizm adına” su taşımışlardır. Çünki, insanlaşmanın, beslenme ve çiftleşme özgürlüğüyle gerçekleştiği şeklindeki –tabuları yok sayan- “ilkel komünal toplum” modelini kabul etmekle, bugün de akıllı insanların, “konforlu hayvanlık” olanaklarını geliştirmek üzere yapılacak yatırımlarla, ayıklanabileceği husûsunda kapitalistlerle zımnen anlaşmışlardır. Böyle bir anlaşma da, Kapitalizm ideolojisini en az, dincilerin “fakirlere, Âhiret’te Cennet” vaadi kadar tahkim etmiştir; ki zaten, genç kuşaklardaki Batı (Kapitalizm) hayranlığı da, tamamen bu aldatmacaya istinâden yükselmiştir. Kaldı ki, Marksizm Teorisi’nin temelinde, paradoksal Aristo Mantığı alışkanlığından kaynaklanan vahim bir hata da vardı: Çünki her şeyi “üretim ilişkileri” kavramıyla açıklamaya çalışan Marx, o yüzden, “emek = iş (mal ve hizmet üreten emek)” denklemini de mutlak eşitlik, yani özdeşlik olarak kabul etmişti. Oysa, emeği işe dönüştüren “modül” sıfır kabul edildiğinde, “insanlaşma emeği” diye bir “maddi vâkıa” da yok sayılmış olurdu; ki o zaman da, insanın, ya “gökten zembille inmiş” olması, ya da “bir metafizik kişilik(Allah) tarafından yaratılmış” bulunması iktizâ ederdi… İşte bu çelişkileri –kendine de- yutturabilmek içindir ki Karl Marx, kocaman kocaman kitaplar yazmaya mecbur kalmış, ama aslında bir “mugâlâta edebiyâtı” ortaya koymuştu.

Komünistlerin, insanlığın birliğini amaçlayan bir idealleri vardı; ki Rus komünistleri de, bunun için bir sembolik örgüt (Komünist Enternasyonal) bile kurmuşlardı. Şimdi onlar, “emek=iş” denkleminin modülünü bulup, “Marksizm” teorisinin temdîdini (veya “extension”ını) yapmakla birlikte, “insanlığın birliği” idealini de, “Tarihî Devirlerin Negasyonu” süreci (yolu) şeklinde realize edebilirler. Ve bu şekilde de, tüm insanlığı kapsayan ve bütün ideolojilerden bağımsız olan bir “ilerleme süreci”ni başlatabilirler. Ben, Rus komünistleri arasında, “insanlığın birliği” idealine (mefkûresine) gönülden inanmış, ve Sovyetler Birliği’nin çöküşü üzerine de, hüsrâna uğrayarak büyük bir hüzne kapılmış pek çok insanın bulunduğunu düşünüyorum. Ve aynı zamanda, onların bu hissiyâtını paylaşarak düşünen birçok bilimcinin de olması gerektiğine inanıyorum. Ama anlamadığım veya –olumlu- bir anlam veremediğim bir husus var ki, o da, Komünist Parti’nin, hiçbir şey olmamış gibi, ciddi bir “otokritik” yapamadan, eylemsiz/fonksiyonsuz ve edilgen bir “papet” gibi oturuyor olmasıdır. Bence bu durum, Komünizm İdeolojisi’nin, tamamen dogmatikleştirilip -âdeta- muska yapılarak, “ilerlemeci” veya “devrimci” geçinenleri pasifize etmek için kullanıldığının, yani Kapitalizmin –ilericiliği lânetletmek üzere- işine yarayan bir “sihirli mâlûmât” hâline getirildiğinin açık göstergesidir. Ama ben, bu duruma rağmen Rusya’da, özgür düşünceli, samimi ve akıllı insanların da bulunduğuna inanıyorum; komünist geçmişi olsa da, olmasa da… O halde bizim, behemahal onlarla iletişime geçerek, kendilerine, Kapitalizm İdeolojisiyle Mücadele Vakfı’nı birlikte kurmayı teklif etmemiz gerekir; hem Ülkemizde mâruz kaldığımız emperyalist ablukayı aşmak, hem de işe, enternasyonal seviyeden başlamak üzere… Bugün “internet” sâyesinde, sâdece paranın değil, fikirlerin de dolaşımı gâyet kolay ve hızlı yapılabilmektedir. Dolayısile bizim de ilk işimiz, bu vasıtayla, ideolojilerden kurtulmak isteyen akıllı insanlara bir an önce ulaşmak, ve de Tarihî Devirleri kapatacak olan bilgilerimizi onlarla paylaşmak olmalıdır. Yoksa, “insanlığın geleceği” ile ilgili bilimsel bilgilerimizi paylaşmak ve yaymak için, ideolojilerle beyni yıkanmış, ve dolayısile de emperyalizmin güdümüne girmiş –yetkili- kişilerden icâzet veya izin beklemek, “abesle iştigâl”dir. Kaldı ki, bu kadar yeni ve değerli bir sistematik bilgi ortaya konulduktan sonra, birileri, -teorik bütünlüğünü göz ardı edip- orasından burasından tırtıklayarak, bir takım ideolojilere malzeme yapsınlar diye kendi hâline de bırakılamaz. Zira, resmen korunmayan ve talep edilmeyen bir “orijinal bilgi”ye, “gerçekleştirme” veya “uygulama” inisiyatifi refâkat etmiyorsa, o bilgi, âtıl bir kütleye benzer; ve dolayısile, ya momentumu olmadığından hiçbir iş yapamaz (iş’e yaramaz), ya da her istikâmetten gelen impulslara (tesirlere) açık olarak savrulan (kullanılan) bir nesne (mâlûmât) hâline gelir. Kaldı ki ben, bir çok resmî (akademik) çalışmaları intihâl edilmiş bir kişi olarak, bilgi hırsızlığının –aklı kıt muhterisler vâsıtasıyla bulaşan- ne kadar yaygın ve hatta makbûl bir illet hâline getirildiğini de çok iyi biliyorum… Ama, “emperyalist beyin”ler de bunu iyi biliyor, hatta bizzat uygulamasını yapıyorlar tabii… Onun için, aklını ideolojilere rehin veya kiraya vermemiş tüm akıllı takipçilerime derim ki, şâyet KAPİTALİZM İDEOLOJİSİYLE MÜCADELE VAKFI kuruluşunu gerçekleştirmekte zorlanıyor veya engelleniyorsanız, mutlaka Ruslarla irtibâta geçiniz. Belki de onlar, fikir özgürlüğü bakımından bizden daha rahattırlar. O taktirde, inisiyatörlüğü Rusların alması, hiç de kötü bişey olmaz; ki zaten insanlığın birliği için, onlar da çok emek vermiş, ve çok bedel ödemiş halklardandır. Kaldı ki Rusların beni, 1970’lerden beri iyi tanıdıklarını da düşünüyorum; özellikle, İsmail Bilen’in TKP’lileri gibi resmî (Sovyet yanlısı) komünistlerin, ilericiliği temsil etmediklerini ispatlamak üzere, gereken özveriyi göstererek yıllarca hapis yattığımı –hiç olmazsa kayıtlardan- bildikleri için… Onun için de, “irtibat kurma” teşebbüsünüzün karşılıksız kalacağına pek ihtimal vermiyorum… Ve de düşünüyorum ki, 1920’lerde olduğu gibi, bir defa daha Ruslarla, Anti-Emperyalist çizgide omuz omuza gelmemiz mümkün, ve hatta elzemdir. Ama bu sefer, büyük bir kalite farkıyla; yani Tarihî Devirler’i kapatarak girilecek, “Tarih Sonrası”nı gerçekleştirmeye mâtuf uzun bir süreç dâhilinde, ve de istikrarlı bir şekilde… Çünki her iki ülke de, ya “Kapitalizm İdeolojisi (Emperyalizm) güdümünde bir demokrasicilik oyunu”na katılmak, ya da “yaptığı politik atraksiyonları ve hamâset edebiyatını, halka bağımsızlık nişânesi diye yutturup, Emperyalizmin dümen suyunda öncülük(inisiyatörlük) taslayan birinin diktatoryal yönetimi”ne katlanmak gibi bir ikilemle karşı karşıyadır. Onun için her iki ülkenin de, hiçbir ideolojik politikadan etkilenmeyecek derinlikteki bilimsel temellere oturmuş, stratejik bir “gelecek plânı”na ve “yol haritası”na ihtiyacı vardır; ki bu plân da ancak, KAPİTALİZM İDEOLOJİSİYLE MÜCADELE VAKFI gibi bir “internasyonal düşünce kuruluşu” tarafından gerçekleştirilebilir. Ülkedeki en akıllı insanların –objektif test ve sınavlar sonucu - ayıklanmasıyla oluşturulacak bu “DENİZ FENERİ” misali düşünce kuruluşu, giderek, anayasal teminatla, dokunulmaz bir “toplumsal unsur” hâline de getirilebilir. Çünki, insanın nasıl oluştuğu (Antropoloji) ve nasıl yaşaması gerektiği (insanî konfor) husûsları, ideolojik öğreti olmaktan kurtarılıp, objektif (bilimsel) bir şekilde ortaya konulduktan sonra, aklı eren insanlar bu bilgiyi özümseyerek bilinçlenip uygulayacaklar, ötekiler de onları (doğru insanları) taklîden terbiye olacaklardır. Böylece de çoğunluk, emekçileri hayvan gibi kullanmaya kalkıp, kendilerinde de tanrısal (serâzât) bir özgürlük vehmeden –“insanlaşma”dan bîhaber- patronların, şizofrenik kişiliklerini taklitten kurtularak, “tedâvüldeki(alınıp satılan) mal” olmaktan çıkacaklardır. Kaldı ki, böyle bir düzeni tesis etmek için, sâdece –hayvanlara has beceri olan kurnazlıkla ilgili- iki konuda, cezai müeyyide uygulamak da yeterli olacaktır; “hile” ve “yalan” konularında… Bu sürecin bir aşamasından sonra parlamentolar da, ülkenin (ve insanlığın) geleceğine mâtuf plân ve –bilimsel çalışmalarla ilgili- yönlendirme yapamayacak, ve de sâdece halkın “iâşe ve ibâte”siyle uğraşacaklardır. Ayrıca, herhangi bir “îcat”ın patent hakkı da, piyasalardaki taleple doğru orantılı olarak değerlendirilmeyecek, ve belirlenecek bir sınırdan sonraki getirisi, “toplumun hakkı” sayılacaktır. Böyle bir çerçevenin içine sokulan kapitalistler de, hadlerini bilip, “esnaflık” boyutlarının üstüne çıkmaya özenemeyeceklerdir. Bu örneğin yayılmasıyla da ülkeler, rekâbetçilikten (ve savaşlardan) kurtulup, stratejik insaniyet rotası üzerinde, yetiştirdikleri akıllı insanların kalite ve kantitesi nisbetinde sıralanarak, bağımsızlıklarını, “transandant limit (insanlığın birliği)” noktasına kadar muhafaza edeceklerdir. Çünki bir defa, akıllı insanların yaratacağı “artı-değer”, piyasalardaki taleple değil, insanlığın -Kozmik Determinasyon uyarınca- ilerlemesine yaptığı katkı nisbetinde, uluslar arası bir kurul tarafından değerlendirilecektir. Sonra da, her akıllı tarih insanı, Tarihî Devirler kapanıp herkes “Dünya vatandaşı” oluncaya kadar, aynı zamanda, içinde bulunduğu kültürü geliştirmekle, ve bunun için de her şeyden önce, kendi kültürünün, diğer kültürlere batan sivri taraflarını törpülemekle mükellef olacaktır.

Bir defa bu teşebbüs, Türkiye’deki “sosyo-politik kaos (belirsizlik)” ortamında yapılıyor olması nedeniyle, zamanlama bakımından çok isabetlidir. Kaldı ki bu çıkış, içine düştüğümüz zelil durumu dengeleyip, Dünya nezdinde itibârımızı yeniden ve daha nitelikli olarak kazanabilmemiz için de elzemdir. Çünki bu çıkışla, -değil hukuk- hiçbir mantık ve ahlâk anlayışının kalmadığı, ve patalojik (şizofrenik) bir davranış biçiminin kanıksandığı, dolayısile de her türlü ideolojinin ve ajanlarının “cirit attığı” bir ortamda, bilimsel soyutlamalarla insanlığın başlangıcına kadar gidip tüm ideolojileri çürüterek, fikrî ve şahsî bütünlüğünü ispatlayan insanlar da temâyüz etmiş olacaktır. Onun için aklı eren bütün genç takipçilerim ile, “fikrî tâkip”i bırakmadıkları için –zihnen- genç kalmış mâruf “Deniz Gezmiş”çilere ve “Mahir Çayan”cılara (yani 68’lilere) derim ki, bu çıkışımız aynı zamanda, toplumsal hâfızamızın ve dolayısile bütünlüğümüzün de ispatı demek olacaktır. Bilindiği gibi, her politik iktidara göre fikrini ve kişiliğini değiştiren “otokritik”siz şizofren –balık hâfızalı- insanlarla, ülkenin bütünlüğü ispatlanamaz ve de korunamaz. Çünki o taktirde, hem çoğunluk, kültürel bazda ayrışmaya ve dağılmaya başlar, hem de bunların yüzünden iktidarlar “dış manipülâsyon”lara açık hâle gelir. Onun için, ortaya koymuş bulunduğumuz bilimsel bilgi ve “gerçek tarihimiz” üzerinde, hiçbir memur ve politikacının, taktir (değerlendirme) yetkisine sahip olmadığını da düşünerek, re’sen harekete geçmenizi bekliyorum. Zira Türkiye’nin tarihî ve coğrafî bütünlüğünü, önümüzdeki stratejik “gelişme süreci” dâhilinde temsil edecek ve koruyabilecek, bir başka “inisiyatif”in çıkabileceğine de ihtimal vermiyorum.

Ali Ergin Güran: 18 / 03 / 2023