Sonuncu ve Birinci Yeniçeriler
bekdasikodu.org

Tebliğler

İfşaat

Mektuplar

Saklı Tarih Arşivi

Yayınlar

Dava Belgeleri

Haber - Yorum

Cevaplar

Bekdaşi Kodu - bekdasikodu.org - Türk olmak adam olmak demektir.


Türk Olmak Adam Olmak Demektir.
back yaz yaz2

ÖRFΠ HUKUK ve “SİYÂSET”

Şer’î  veya kânûnî  hukuk (veya Roma Hukûku)  aslında, yazılı  hükümleri ve cezâları  hükümdarlar veya âyan(seçkinler)  meclisleri  tarafından belirlenen bir “egemenler hukûku”dur. Çünki, doğadaki “nedensellik”  mantığını  taklîden, insanlara “şartlı refleks”ler  kazandırarak –onları- hayvan gibi gütmeyi amaçlayan bir düzenektir bu –yazılı- hukuk… Bu hukuk mûcibince kaleme alınan, “Hamama giren terler.” veya “Ateşi tutan yanar.” gibi  maddelerle insanlar  genellikle, yapmamaları  gereken etkinliklere göre şartlanırlar; ve hatta –“terbiye” denilen- “şartlı refleks”ler kazanırlar… Ama içlerinden bazı  açıkgözler de, böyle maddeleri boşa çıkaracak şartları yaratarak sınıf atlar  ve/veya  seçkinler arasına katılırlar. Ki böyle bir “seçilim” de, toplumu süratle çürüten bir “menfî seleksiyon” anlamına gelir… Çünki bir defa, tarif edilmiş bir fiilin bütün sebeplerini –peşînen- ön görebilmek ve tesbit edebilmek mümkün değildir. Sonra da tanımlanmış etkinlik veya olayların, nedenlerinin nedenlerini bulmak, ve onları değiştirmek sûretiyle kânun maddesini geçersiz kılmak mümkündür çok defa… Yukarıdaki örneklerden hareketle meselâ, hamamın ocağını  söndürerek hamama girmekle terlemekten, ateşi uzun bir sopanın ucuyla veya maşayla tutarak yanmaktan kurtulunabilir pek âlâ… Her ne kadar,  mer’î  kânûnun ceza öngördüğü nedenleri geçersiz kılan nedenler veya parametreler için de  cezâi  müeyyide ihdas etmek düşünülse bile, böyle bir müeyyide tertip edilinceye kadar  “deveyi hamuduyla yutmak” veya “malı götürmek”  mümkündür çok defa… Kaldı ki, her hâlükârda cezâî müeyyideye bağlanması gerekli bir suç olan hırsızlık bile, egemenlerin kararıyla “vâsıtalı vergi” veya “paranın âyârı” (yâni bugünkü terminolojiyle enflâsyon ve kur âyârı)  kisvelerine büründüğünde suç olmaktan –kayıtsız şartsız- çıkabilmektedir… Hatta ne hazindir ki böyle bir hırsızlık, varlığı  ipotek altına sokulmuş geri ülkelerin –taşeron- aydınlarına da, “ekonomi bilimi(!)”  adı altında benimsetilebilmektedir… Halbuki insâniyetin bir nedeni yoktur. İnsan ne bir robot veya bilgisayar gibi programlanmış bir âlettir, ne de “hayvan” gibi  “eko-sistem”in  nedensellik  zincirine bağlı/bağımlı  bir varlıktır… O, bir “kaos”tan –“ritm melekesi”yle-  neşet etmiş bulunan, ve de “vahdet-i mevcûdât”ı  gerçekleştirmek veya forme etmek gibi Tanrısal –ve ön görülemeyen- bir amaca hizmet etmekte olan çok parametreli bir fenomendir…

Onun için aslında halkın ve insanlığın hukûku veya “insânî  hukûk” -cezayı, ortaya çıkan sonuca göre biçtiği için- insanları ve özellikle de yöneticileri “otokritik” sâhibi olmaya doğru iten “örfî hukuk”tur… Biz tek bir hânedanla, çok uluslu koca bir ülkeyi  altı asır boyunca bir arada tutup yönetebildiysek, işte bu “örfî hukuk”  sâyesinde yönetebildik. Çünki bu hukuk, “Roma Hukûku”nun ve “Şeriat Hukûku”nun aksine, zorba seçkinlerin değil, “inisiyasyon” imbiğinden geçmek sûretiyle –insânî  kalite olarak- seçilmişlerin yaptığı hukuktu, yâni esas itibariyle Türk-Tarikat Sistematiği’nin hukûkuydu… Ki bu hukûkun teminâtı  ve/veya yaptırımcısı da, Tarikat Sistematiği’nin “seyfîyûn” kolu, ve sonra da “Yeniçeriler” idi…

Osmanlı, “beylik”ten  “saltanat”a  geçerken, “inisiyatör”lüğü bırakıp, hükümranlığı  –kendisine- “muktesep hak” olarak görmeye başladı; ve o yüzden de Romalı’ların, Emevî’lerin, Abbasî’lerin kânûnî veya şer’î  hukûkunu ülkede –mutlak- hâkim kılmaya yâni Devlet’i, “din devleti” hâline dönüştürmeye çalıştı; doğal olarak… Ancak kânûnî (şer’î)  hukûkun, hükümdâra (egemenlere)  mutlak olarak itaat eden bir yaptırım gücüne ihtiyâcı vardı… Halbuki “Yeniçeri” organizasyonu, hem inzibâtî hem de muhârip kısım olarak, Türk-Tarikat Sistematiği’nin “seyfîyûn” kolundan geliştirilen ve Türklerin geleneksel “insan sarraflığı” usûllerine göre oluşturulan bir güçtü… Onun için de-doğal olarak- insânî kaliteyi ve insânî  gelişmeyi kontrol etmekle ve dolayısile de “örfî hukûk”u gözetmekle kendini görevli sayıyordu… Hem zâten, “yeniçeri” bireylerinin kafaları da, “şeriat”  vaazları veren medreseli mollalar tarafından değil, “Tarikat”ın  “kavlîyûn”  kolunun mevlânaları ve efendileri tarafından –dergâhlarda- insânî değerlere göre forme ediliyordu…

Onun içindir ki, Doğu Roma Fâtihi 2.Mehmet’le  birlikte “saltanat” hâline gelen  Osmanlı da, diğer saltanatları taklîden kendine göre kânunlar yapmaya başladı. Ama Fâtih’in vaz ettiği ilk kânunlar bir “anayasa” mesâbesinde olup esâsen egemenleri, yâni “monarşi”yi bağlayıcı nitelikteydi… Kânûnî hukûka geçme hevesini büyük bir şevkle ve açıkça ortaya koyan ilk pâdişah –lâkâbından da anlaşılacağı  gibi- şüphesiz ki Kânûnî  Sultan Süleyman’dır. Kendisi, babasının, son halifeyi ve kutsal emânetleri İstanbul’a  getirmesinden ve dedesinin B.Yezid olan isminden de heveslenerek halife olmayı ve dolayısile Emevîler  gibi bir  “din devleti” oluşturmayı stratejik bir karar hâline getirmiş olmalı… 1.Süleyman, kafasına göre uygun gördüğü ve “Şeriat”a uydurduğu kânunları yaparken, mutlak itaatkâr –yeni- bir askerî ve inzibâtî  güç oluşturmaya  kalkmamıştır ama, babasından devraldığı muhteşem “Devlet hazînesi”ni  harcamak pahasına “cihangir”lik taslayarak –Ordu’yu sürekli olarak sefere çıkarmak sûretiyle- doğabilecek büyük reaksiyonları  önlemeyi de başarmıştır… Hem zâten, yazdırdığı “kânûnî hukuk”a –kendisinin de-  uyacağını  belirtmesine rağmen, sıkıştıkça “örfî hukuk”a göre fetva vermekten de çekinmemiştir… Mesela, hiçbir zorbalığa ve teröre başvurmadığı ve işlerini, piyasa (veya para)  ekonomisinin mantıkî  kurallarına göre –usûlet ve suhûletle- yürüttüğü halde Esther Kira  adındaki “Yahudi iş kadını”nı, toplumda fesata yol açtığı gerekçesiyle, “ibret-i âlem”  olmak üzere astırmıştır. Ki onun soyadı  sonraları, Arapça “îcar”ın karşılığı olarak telâffuz edilmeye başlanmış ve hatta “Türk dili” lûgatına bile girmiştir…

1.Süleyman’dan sonra Osmanlı’nın  sosyo-ekonomik târihini, “Kânûnî Hukuk” ile “Örfî Hukuk”un çatışması (çelişmesi)  târihi olarak görmek, ve “mutlak itaatkâr” bir ordu özlemi içindeki pâdişahlar ile, -halkın çıkarlarını ve insâniyeti gözeten- yeniçerilerin kavgasını  da bu çerçevede  mütâlaa etmek lâzımdır. Çünki Osmanlı’nın “ekonomi-politik” gidişâtının ana rotasını bu çelişki belirler. Bu çelişme ve çekişme yüzündendir ki, 2.Osman, 3.Selim gibi pâdişahlar bile “siyâset” edilmişlerdir… Genç Osman adıyla mâruf olan 2.Osman, dedesi Kânûnî  Süleyman’ın yolundan giderek, bir “kânûnî  mutlakiyet” rejimi  kurmak üzere kendine mutî  bir ordu teşkil ve tertip etmek hevesine kapıldığı için (1622’de),  3.Selim de, her bakımdan Avrupa “mutlakiyet”lerini örnek aldığı için (1808’de)  “siyâset” edilmişlerdir… Ancak, Fransız kralı 16.Lui’nin ardından, “îdam edilen ikinci Osmanlı sultanı” olarak ortaya çıkan siyâsî tablo, Avrupalı  emperyalistleri öylesine endişelendirmiştir ki, yegâne veliaht olduğu halde –îdamdan kıl payı kurtularak- “Taht”a çıkmayı başaran 2.Mahmut’u, hem para hem de silâh olarak yardıma boğmuşlardır. Tabii ki gizli-kapaklı bir şekilde, ve de “Memâlik-i Müttehide”nin parça parça dağıtılmasına göz yummak şeklindeki bir “zımnî mutâbakat” karşılığında… Ve  böylece de, cihanşümûl Türk kültürü ve medeniyetinin teminâtı olan “örfî hukuk” ve onun yaptırım gücü (Yeniçeriler), hunhâr  bir şekilde ortadan kaldırılmış(1826), ve dolayısile de Osmanlı Devleti, Hânedân’ın –hiç olmazsa bir kısmının- Kânûnî’den beri özlemini çektiği, Halife tarafından yönetilen bir “din devleti”ne dönüştürülmüştür…

Böyle bir “tarihî  kopma noktası”na gidiş sürecinde görülen, ve hele ki Batı’ya satılarak zafer kazanmış bir hânedânın adamlarına yazdırdığı “tarih”ten aksettirilen, “Yeniçeri” silüetinin “gerici”liğinin, gâyet subjektif ve izâfî bir değerlendirme olduğu âşikârdır. Hatta bunu, “kuyruk acısı” çeken –yozlaşmış- bir hânedânın iftirâsı  şeklinde yorumlamak da mümkündür. Nitekim bundan sonraki yüzyılın, gerek otokratik, gerekse meşrûtî (âyân meclisleri ile)  olsun, tam bir “kânûnî  mutlakiyet” rejimi altında, Avrupalılığa özenen seçkinlerle, Arap-Kürt biatlılığına öykünen halkın ayrışması ve insanların kafalarının (zihniyetlerinin)  çatlaması süreci olarak yaşandığı, ve “çöküş yüzyılı” olduğu da bir gerçektir. Çünki, iç dinamikler bastırılıp, onların –yüzlerce yılda oluşmuş- menfezleri (müesseseleri) de tahrip edilince millet, kimlik bunalımına girmiş ve Avrupalı’lık özentisine sürüklenmiş bir “seçkinler” gürûhu eliyle ve de dışarıdan dikte edilen kanun maddeleriyle güdülen bir koyun sürüsü hâline getirilmiştir. Ekonomik sömürü denilen olay, bu durumun bir neticesidir; sebebi değil… İnsanlığın –ilk- oluşumunun, parasal yatırımla, sermâyeyle gerçekleşmediği hiçbir zaman unutulmamalıdır… Yabancı sermâyeyle kalkınma fikri, tam anlamıyla bir “kapitalist (emperyalist)  acenta”  fikridir…

Örfî Hukuk bizi, sâdece siyâsî ve ekonomik yanlışlara karşı değil aynı zamanda fikrî (sosyal)  yanlış ve gericiliğe karşı da korumuştur, yüzyıllar boyu… Çünki şeriat hükümlerine (yâni kânun maddelerine)  hâkim olan bilgili insanlar arasından da öyle kişiler çıkmıştır ki, “Kânûnî veya Şer’i  Hukûk”un cezâî  hükümlerinin açıklarını  bulmak sûretiyle işlevsiz hâle getirerek yönetimi dinlemez ve hatta yöneticilerle alay eder olmuşlardır. Dolayısile de bu -âlim- zâtlar, mevcut kânunların hükmü ve mantığı  mûcibince  ve de efkâr-ı umûmiyeyi tatmin edici bir biçimde mahkûm edilip cezâlandırılamamışlardır. İşte bu durumlarda verilen mahkûmiyet kararlarında, -iftira mâhiyetinde görülebilen kişisel isnatlardan sarfınazar-  en iknâ  edici  ithamları da, “örfî hukuk”tan  alınan, “toplumda fitne çıkarıp fesata ve tağşişe yol açmak”  şeklindeki savlar teşkil etmiştir… Mesela, 1494’de  Molla Lütfî  ve 1539’da  Bayezit Camii  imamı “Oğlan Şeyh” ,  ulemânın “şer’i hukuk”a  göre emin olamadığı, fikir birliğine varamadığı yargılama süreçlerinden sonra, ancak insanlara “örfî hukuk”un  kazandırmış olduğu “vicdânî kanaat”e binâen îdam cezâsına çarptırılabilmişlerdir. Çünki özellikle Oğlan Şeyh (İsmail Ma’şûkî), gençliğinin verdiği cinsel gücünün dürtüsüyle, peygamberlerin –bu hususta- vermiş oldukları açıkları da kullanarak öyle bir şehvet salgınına (epidemisine) yol açmıştır ki, İstanbul’un  çevresindeki yerleşimlerin büyük bir kısmı, günlerini “oturak âlemi” ile geçiren, ve de çok eşliliği mârifet ve yarış (hatta nisbet)  konusu hâline getiren “Tekke Köy”lere dönüşmüşlerdir… Anlaşılan, genç Şeyh Efendi, -bir çok peygamber gibi- cinsel gücüyle övünmüş ve cinsel hazzın, dînî emirlere uyanlar için “Tanrı’nın bir ödülü” olduğunu beyânla, insanları cinsel ilişkiye teşvik ve hatta tahrik etmiştir. Çünki, onun gibilerinin akîdesine göre cinsel ilişkinin, dînî (Şer’i)  şartlar mûcibince (nikâhla filân)  yapıldıktan sonra hiçbir sakıncası yoktur; veya -teorik olarak- sakıncası olmaması gerekmektedir…

Aslında kânûnî (şer’î)  hukûkun temel zaafiyeti, helâl(meşru) kazanç ve helâl(meşru) cinsel ilişki târifi ve ayrımı yaparak, bunları limitsiz olarak makbul ve meşrû saymasından gelmektedir. Ki bu yanlışlık da peygamberlerin, binlerce yıl boyunca “tabu”ların etkisini (insanlarda yaratmış olduğu korkuyu ve tutukluğu)  kaldırıp –meşrû usûllerle- insanları  üretmeye(çoğaltmaya)  çalışan “tanrı-kral”ların tesirinde kalarak “tabu”ları anlamamalarından, ve insanları “akıllı hayvan” olarak görmelerinden kaynaklanmaktadır. Yâni cinsel ilişkiyi, insanlaşmanın îcâbı olarak (prensip olarak)  yasak kabul etmeyip, akılla, ahlâkî kurallarla ve terbiyeyle kontrol edilebilecek hayvânî bir etkinlik veya fonksiyon şeklinde anlamalarından kaynaklanmaktadır; sanki terbiye ile hayvanları, çiftleşmekten vazgeçirmek mümkünmüş gibi… Halbuki, tüm insanlığın kazancı olan “artı-değer”in, tek bir insanın elinde (hatta tasarrufunda)  bulunması da, hayvânî “cinsel hazz”a –alabildiğine- müptelâ  olunması da, bir toplumu ifsat etmeye kâfî gelen sebeplerdir. Çünki aklî ve cinsel etkinliklerin gücü ve verimi, biribiriyle ters orantılıdır… O halde demek ki, biz de Emevî’ler ve Abbâsî’ler  gibi “Şer’î Hukûk”a bağlı bir hilâfet devleti olsaydık, yâni şehevî  azgınlıkları “Örfî Hukûk”a dayanarak “infâz”  etmesek ve Yavuz Sultan Selim Han gibi uçkuruna hâkim sultanlar yetiştirmeseydik, hiçbir şekilde tek bir hânedanla altı yüzyıllık ömre ulaşmış bir Osmanlı Devleti’ni ortaya çıkaramazdık… Ayrıca şunu da rahatça söyleyebiliriz ki, bugünün Türkiye’sindeki “tesettür(veya türban)”  tartışması da  aslında, insânî gelişmenin başlıca âmili olan “tabu”larla, hayvânî  “çiftleşme”  ihtiyâcı arasındaki diyalektik çelişkinin, peygamberler (ve din adamları)  tarafından anlaşılıp yönetilememesinden kaynaklanmaktadır… Her zaman ve her yerde  dolaşıp, genç (toy)  erkeklere –muz misâli- “ben sana özel(helâl) bir meyveyim (veya haz objesiyim), beni  soy ve hiç kimseyle paylaşmadan ye!” gibi tahrik edici mesajlar veren kadınlar kadar, fuhuşa dâvetiye çıkaran bir başka etken bulabilmek çok zordur. Çünki “tesettür”ün esâsı –erkeklerden- gizlenmek ve cinsel ilişkiden kaçınmak prensibine dayanmaktadır… Onun için, her zaman erkeklerin gözü önünde dolaşarak, ve hatta onlara sürtünerek –cinsel ilişkiden- kaçınmak diye bir iddia, sözkonusu bile olamaz/olmamalıdır. Dolayısile, “pazarda tesettür” modası aslında kadınlara, dişiliklerini kullanarak zahmetsiz –ve mâsum(!)- bir şekilde kişilik edinme veya taslama imkânı  kazandırmakla birlikte dîni de, toplumu ifsât edici (gerici)  bir ideoloji  hâline  dönüştürmektedir. Çünki şehir hayatında yolunu bulamayan donanımsız ve -kendine- güvensiz erkek çocuklarının dîne yönelmelerinin başlıca sebeplerinden birini de bu, basit bir jargonla (dînî terminolojiyle)  kolayca konuşulup anlaşılabilen, örtülü “cennet meyveleri” teşkil etmektedir… Çünki yasak ve günah olan bir fiili, kolayca helâl (ve meşrû)  hâle dönüştüren, veya yasak (günah) ve helâl gibi zıt kavramları, insanı şehvetin zirvesine çıkaracak kadar biribirine yaklaştırdığı için insanların, “tabu”lardan gelen tutukluklarını ve korkularını  aşmalarını kolaylaştıran  bir mûcizevî  reçete gibidir dinsel jargon; kadın-erkek diyaloğunda… Aslında, cilve veya işve yapmayan yâni “nötr” duran bir açık –giysili- kadın kadar, adama “tabu”ları hatırlatan ve kendine getiren bir başka etken bulabilmek çok güçtür... Buna mukâbil, cilve yapıp göz süzen “tesettür”lü bir kadın kadar da baştan çıkarıcı fâil yoktur herhalde… Onun içindir ki, şehir hayatına yabancı veya câhil olan kadınlara –“cinsel içgüdü” enerjilerini kolayca ve mâsumâne bir şekilde “kişilik” hologramına dönüştürdüğü için- çok câzip gelen “tesettür” modası vâsıtasıyla irtica, “medenî”leşmekte olan ve/veya şehirlere göç alan ülkelerde  rahat bir şekilde iktidâra gelebilmekte, ve toplumları  resmen de ifsât edebilmektedir…

Aslında Osmanlı Hânedânı’nın son pâdişâhı Vahdettin de –Gâzi Mustafa Kemâl sâyesinde-  siyâseten “infaz” edilmiş sayılmalıdır… O’nun, bir gâvur gemisine sığınıp kaçarak canını  kurtarmış olması, “siyâset”in bir “şekil” farklılığından başka bir şey değildir… Sultan Vahdettin’i de “siyâset” ettikten sonra, Atatürk’ün liderliğinde  Cumhûriyet’e  geçtik  ama, “Şeriat” hukûku yerine –aynı mentaliteye dayanan-  “Roma” hukûkunu ikâme etmekle, ve de âyân meclislerine “Millet” sıfatını yakıştırmakla, “ilerleme”cilik adına hiçbir  iyileştirme yapamadığımızı  ancak yeni yeni anlamaya başladık. Çünki hukuk, esasta, yine aynı “kânûnî hukuk” idi; ve halka seçtirdiğimiz milletvekilleri de aslında yine –yeni liderlere göre kendilerini âyarlamış- “âyân” idiler… Dolayısile, Atatürk’ün irâdesinin yaydığı “devrimcilik hevesi”  gücünü yitirince, “kânûnî hukuk”un düzenbazları, kendilerini halka seçtirebilmek için –yine- geleneksel “âyân”ın  “Şeriat” söylemlerine döndüler. Çünki didaktik (veya ezberci) öğreti ve “taklîdî  pratik”  şeklindeki klâsik eğitim tarzıyla toplumda inisiyatör (lider) karakterli insanları öne çıkaran bir “müsbet seleksiyon” sistematiği tesis edebilmek mümkün değildi. Tahsil, “bellemek” sûretiyle ikmal edildikten sonra, yâni bir takım bilgi ve beceriler hıfzedildikten sonra insanlar, bütün güçlerini, -yazılı- kânunları boşa çıkararak menfaat sağlamak üzere yapılması gereken kurnazlıklar üzerine yoğunlaştırmaktaydılar… Şâyet Batılılar “kolonizasyon” politikasına son vermiş olmasaydılar, 2.Dünya Savaşı’ndan sonra -Sovyetler’e iltihak sözkonusu olmadığı taktirde- aynen Hindistan gibi, Uzakdoğu ve Afrika ülkeleri gibi resmen, bir koloni ülkesi hâline gelecektik. Onun içindir ki 2.Dünya Savaşı’ndan hemen sonra, “metazori” bir şekilde, apartopar demokrasiye(!) geçmek sûretiyle, “âyân” ve “âyân” mukallidi karışımı düzenbaz bir zümreyi, “seçkinler”imiz olarak Batı’ya sunduk… Batılılar bunların, “Şeriat” söylemleri ile Roma Hukûku’nu uygulamaya çalışan, kendi dillerini ve ilimlerini belleyip tekniklerini ve yaşayış tarzını taklit eden düzenbazlar olduklarını kısa sürede anladı. Dolayısile de bu ilkesiz ve karaktersiz kadrolar arasında, “kendilerine yaranma yarışması” şeklinde bir ihâle açtı. Ki böylece de, 2.Mahmut döneminden sonra, -Atatürk’ün kazanımlarını harcama pahasına- ikinci defa Batı’ya satılmış olduk…

Yolu İsmet İnönü  açmış olsa da, bu satışın baş tezgâhtârı, Amerikan okulu mezunu ve “âyân” çocuğu Adnan Menderes’tir; tabii ki… Âyân kompleksi’nden kaynaklanan, -gizli- pâdişah hayranlığı  ve “havass” (ve vakıf mülkiyeti)  düşmanlığı ile meşbû  olan Menderes, hem tarihî vakıflar tarafından örülmüş İstanbul’un “kültürel alt yapı”sını  mahvetmekle, hem de ülkeyi “koloni ekonomisi”ne göre “dizayn” etmekle, son büyük fesat ve tağşişin elebaşısı olmuştur bu ülkede… Onun için de, “örfî hukuk”a göre  gâyet meşrû bir şekilde “siyâset” edilmiştir… Zâten mahkemede gösterilen –kadın külotu gibi- delillerden ve “Bebek Dâvâsı” gibi dâvâ başlıklarından da anlaşılacağı gibi kendisinin, toplumda “fitne-fücur”a ve “fesat”a yol açtığı besbellidir… Ayrıca, sonradan açıkça anlaşılmıştır ki kendisi, nâm ve iktidar sâhibi adamların karılarını ayartmak gibi –Dâvûdî- bir “psikopataloji”ye de sâhiptir… Ancak ne var ki “örfî hukuk”, -yeni bir terminoloji ve kurumlarla- kavram olarak bilince çıkarılamadığı ve uygulamada genellikle gayri kânûnî bir “kalkışma” şeklinde tatbik edildiği için, “kânûnî hukuk”un tadına varmış ve ömrünü kânûnî bilmeceler  çözmek ve düzenbazlıklar yapmakla geçirmiş olan kurnaz kişiler ile geleneksel (dinsel) söylemlerin ve “şer’i hukuk”un bağımlısı “âyân” takımı, kuzu postuna bürünerek haklılık ve hatta mazlumluk iddialarını –yükselen bir tonda- sürdürebilmektedirler…

Tabii ki bugün artık, Türk-Tarikat Sistematiği’ni  otantik yapısıyla ihyâ etmek mümkün değildir; hatta faydası ve anlamı da yoktur böyle bir işin… Ama o sistematiği de tâyin etmiş olan daha derin târihî  ve/veya insânî  gerçeklerden hareketle, Panteist Zon Kulübü gibi müesseseleri  tesis etmek mümkündür… Ve  böyle bir “transformatör” vâsıtasıyla da, toplumu/toplumları, insânî (veya Tanrısal)  rotaya oturacak bir şekilde forme etmek gâyet kolaydır. Ama şu da bir gerçektir ki, hiçbir zaman açıklayamıyacağı ve hatta –baskı karşısında bile- îtiraf edemiyeceği, gizli bir “özel hayat”a  veya gizli bir “ben”e  sâhip olan şizofrenik psikopatlar, “insan”ın ilk oluşumunu da tahkik etmek üzere, bir laboratuar (sosyal antropoloji) çalışmasıyla birlikte yapılması düşünülen insânî seçilim (ayıklanma, seleksiyon)  programına kesinlikle yanaşmamakta, daha doğrusu yanaşamamaktadırlar. Çünki, orijinal “insan” formasyonu, doğru olarak açıkça ortaya çıkıp yaygınlaştıkça, kendilerinin anormallikleri anlaşılacak veya deşifre olacaktır… (Tabii, buradaki “insan formasyonu”ndan kastımız, bir “kalıp” veya “form” değil, bir formlaşma veya formdan forma geçiş deviniminin iç kânûnîyetidir.)… İşte İnsan (Emek) Bilimi’nin ve/veya Panteist Zon Kulübü  projemizin tartışma gündemine alınmamasının/alınamamasının başlıca sebebi budur. Ve de ne yazıktır ki bu gerçek, aynı zamanda, medyatik aydınlarımızın “patalojik profil”inin tespiti (ve ispâtı)  anlamına gelmektedir… Halbuki kısaca bahsetmek gerekirse, mesela Panteist Zon Kulüpleri’nde, “inisiyatör” olarak temâyüz eden kişilere, çevrelerinden gördükleri teveccühle orantılı olarak bir “puan” veya “not” değeri yüklenebilir; ve bu kişilerin genel seçimlerde kullanacakları “oy” pusulaları da, sözkonusu puan miktârınca -katlı- değerli sayılabilir. Ve ayrıca genel seçimleri, salt “menfaat ve tüketim paylaşımı” anlamından çıkarmak için, siyâsî parti kurma imtiyâzı da, sâdece bu “inisiyatör” karakterli insanlara tanınabilir… Ama tabii ki bu ön tedbirler de, “örfî hukuk”u, “kânûnî hukûk”a yedirmek (veya yüklemek) için kâfi değildir. Bir de, realiteden çıkacak sonuca binâen tedbir almak lâzımdır… Dolayısile, bir seçim döneminde başarısız olduğu halde istifa etmeyip ikbal düşkünlüğü gösteren liderlerin (ve avanelerinin) – dönem sonunda- mutlaka cezâlandırılmaları için de  kânûnî  düzenlemeler yapılmalıdır… Ayrıca iktidar partisi başarısızlığı, -“istifa” müessesesini sûistimâl etmek sûretiyle- “halef-selef” şeklinde başa geçirdiği bir çok elemanıyla paylaşmak kurnazlığını  gösterdiği taktirde, hem bütün sorumluların cezâlandırılmaları, hem de o partinin süresiz kapatılması için kânûnî düzenlemeler de yapılabilir… Bu düzenlemelerden, –son tahlilde- anlaşılır ki, bir insanın ülke yönetiminin başında kalabilmesi için, genel seçim başarısı ile birlikte genel bir seçkinler desteği de şart hâle gelmektedir/gelecektir. Yâni başka bir deyişle, ülke yönetiminin başında bulunan bir kişinin, işler kötüye gittiğinde yerinde kalabilmesi için mutlaka –geniş bir mutâbakatla- yerine bir başka adayın çıkarılamaması şartı aranacaktır. Ki böylece de Türkiye’miz –herkesin açık rızâsıyla- başarıya ve gelişmeye mecbur, ve hatta mahkûm olacaktır. Ve bu şekilde “eğitim”i,  “insânî  oryantasyon”a göre yeniden düzenleyerek Kânûnî Hukuk’u, Örfî Hukuk’u  da kapsayacak şekilde şümûllendirdiğimiz taktirde ülkemiz, hem yolsuzluklardan hem de “derin devlet”ten kurtulmakla birlikte  aynı zamanda, Dünya’daki –rekâbet ve husûmete dayanan, çok dinli- “kapitalist konjonktür”ü aşma yönünde, gerçek bir “inisiyatif” de başlatmış olacaktır…

Görüldüğü gibi bugün yine “kânûnî  hukuk” canbazları işbaşında… Roma kânunları  ile Şeriat kânunları arasındaki -fikir tartışmaları gibi görünen- demagojik münâkaşalar aslında toplumu ifsâta yönelik bir –hayvânî- menfaat kavgası… Çünki, kânûnî hukuk çerçevesinde yapılan kavgaların aslında, -dış mihrakların taşaronluğu anlamında da olsa-  egemenlik ve “sömürü” paylaşımı kavgası olduğu artık besbellidir… Yâni bugünki “kayıkçı döğüşü”nün tarafları, 1826’dan sonra zuhûr eden Batı hayrânı bir azınlık ile hilâfetçi çoğunluk şeklindeki ayrışmanın mahsulleridir aslında… Halbuki buradaki Türk varlığının bekâsı, Osmanlı’nın resmen, hilâfetle yönetilen “din devleti” olmasından, yâni 1826’dan önceki hâlimizi –derinliğine- anlayıp onu bilimsel olarak ihya etmemize bağlıdır. Çünki en azından, altı yüzyıl sürmüş bir “Ebedî Devlet” ve “Nizâm-ı Âlem” iddiasının içinde, evrensel doğrular da vardır herhalde, diye düşünmek lâzımdır… Onun için şâyet Türk toplumu, vicdânî hassasiyetini ve dinamizmini (yâni spesifik mevcûdiyetini)  tamamen yitirmemişse, ve silâhlı kuvvetlerdeki “seyfîyûn” rûhu da ölmemişse -bu gidişle- mutlaka, bir “kalkışma”  daha yapılacak, ve sorumlular yine –Roma hukûkunun “Sezar”larına ters gelse de- “siyâset” edilecektir… Bu husustaki, “Menderes’i acındırma ve mazlum gösterme çabaları”nın da hiçbir yarârı olmayacaktır… Gönül istiyor ki artık “siyâset” sözkonusu olmadan, lâyık olduğumuz insânî düzene –ve rotaya- geçelim… Veya, yine bir “siyâset” gerçekleşecekse, bu son olsun!...

 

Ali Ergin Güran- 08/02/08