Sonuncu ve Birinci Yeniçeriler
bekdasikodu.org

Tebliğler

İfşaat

Mektuplar

Saklı Tarih Arşivi

Yayınlar

Dava Belgeleri

Haber - Yorum

Cevaplar

Bekdaşi Kodu - bekdasikodu.org - Türk olmak adam olmak demektir.


Türk Olmak Adam Olmak Demektir.
back yaz yaz2

TEİZM KAPİTALİZM VE TARİH’ İN  SONU

Yaklaşık yüz yıldır gâyet sağlam bir “sembolik mantık”a, veya “matematiksel mantık”a sâhibiz; ama hâla dînî  mugâlâtalardan kurtulamıyoruz; insanlık olarak… Bir bilim adamı çıkıp da demiyor ki: Bu din kitaplarındaki yazılar, “saçmalık”tan başka bir şey değildir; “ölçü”leri, “sâbite”leri ve metodolojisi belli olmayan böyle inanç sistemleri insanlığı, önünde sonunda açmaza sokar… Akademisyenler ve/veya kariyeristler diyemiyorlar, çünki, “velînîmet”leri olan kapitalist politikacılardan korkuyorlar… Diğerleri ise, uzmanlık alanlarına yoğunlaştıkları için insanlığı sürükleyen genel akımın farkına varmadıklarından, ve/veya devletlerinin koruması altında “ateist” olma lüksüne sâhip bulunduklarından suskun kalıyorlar… Besbelli ki din artık tamâmen, “politik istismar aracı” hâline dönüşmüştür. Yâni –daha doğrusu-, orijinindeki “Yahudi elitizmi”ne uygun olarak, seçkinlik iddiası güden zenginlerin (sermâyedarların), emekçileri kullanma aracı hâline gelmiştir artık din… Onun için “din”e, mahallî folklorik etkinlikler olmanın ötesinde bir önem ve değer atfetmek, dindarları da kariyer ve statü sâhibi yapmak, “günah” sayılmalıdır artık… Sembolik mantık’la düşünüldüğünde açıkça anlaşılmaktadır ki,  Tanrı, “varlıklar” kümesi içindeyse, diğer varlıklarla sıraya girmesi (yâni diğer varlıklarla kıyaslanması) gerektiğinden tanrılık vasfını yitirmektedir. Çünki, diğer varlıklarla “kâbil-i kıyas”  olmayan (yâni sıralanmaya girmeyen)  bir varlığın (yâni Tanrı’nın) –Russell Paradox gereğince-  “varlıklar” kümesi içinde bulunmasına imkân yoktur… Ama, “varlıklar” kümesi içinde bulunmadığını kabul ettiğimizde de, “zâten yok”tur…O halde, demek ki, peygamberlerin görüştükleri, müminlerin O’na müteveccihen saf tutup, ihtiram ve/veya tapınma gösterileri yaptıkları –dolayısile de kendileriyle kıyasladıkları- bir varlık olan “Allah” veya “Rabb” inanışı da, ateistlerin, “yok olan veya var olmayan tanrı” inancı da, aynı mantığa dayanan, ve dolayısile de aynı derecede makbûl (kabul edilebilir)  olması gereken zıt ve boş inançlardır. Onun içindir ki bu inançların taraftarları –kesinlikle- biribirlerini iknâ edemezler; ancak –biribirlerini- alaya alır veya lânetlerler… Ama tabii ki pek çok insan, çoğunluğa karşı “Ateizm”i savunacak kadar geniş bir bakış açısına, keskin bir mantıkî görüşe, medenî cesâret ve ortama sâhip olamaz. Onun için de, -Tanrı’nın, kıyaslanabilir varlık sayılmasından kaynaklanan- bir takım söylem ve ibâdet farklılıklarına sâhip olan “semâvî din”ler  arasında bölünüp biribirlerini yerler. Çünki, kavram olarak “muhteşem bir varlık” diye kabul edilen Tanrı, -kendisi hakkında- “ince elenmiş, sık dokunmuş” târifler, ve de ululuğuna yaraşan ibâdet ritüelleri talep etmektedir (çağrıştırmaktadır) ; ve insanlar da içinde bulundukları kültürün gerekleri çerçevesinde “yalakalık” yarışına çıkmaktadırlar…

Ayrıca, “matematiksel mantık”ın  kümeleri (setleri) arasında, sonsuz elemana sâhip öyle setler vardır ki, bunların limit elemanları, kümenin –diğer- elemanlarına benzemezler. Ama, transandantal (aşkın)  bir eleman olarak tespit edildiklerinde, kümeye dâhil olarak da düşünülebilirler; ki bu durumdaki kümeye veya set’e, “kapalı set” denir… Transandantal limit elemanının dikkat çekici özelliği, kendisine “en yakın” olan bir başka elemanın bulunmaması veya bulunamamasıdır. Çünki, kendisine yakın olan her elemanla arasında –daima- sonsuz eleman vardır. Bu özelliğiyle transandantal limit elemanı, yanına adam (veya peygamber) yaklaştırmayan, gerçek bir “tanrı konumu” gibi bir şeydir… Ancak ne var ki, matematiksel kümelerin kümesi içinde, transandantal limit noktaları çoktur. Onun için de bunlar benzetilse, benzetilse, mitolojinin (politeizmin) tanrılarının konumuna benzetilebilir… Fakat yine de, “en yakın” eleman (veya kul) kabul etmeyen bu limit elemanlarının konumu, Ortadoğu dinlerindeki “Tanrı” konumundan daha ciddi bir aşkınlığa sâhiptir… Fakat son tahlilde, bütün -sonsuz- kümelerin kümesini göz önüne aldığımızda, bu total kümenin limitinin hem içerde, hem de dışarıda olduğu, veya başka bir deyişle hem “var” hem de “yok”  olduğu sonucuna varırız (Russel Paradox)… Ki bu da bize, “tek Tanrı” kavramının veya mevhûmunun, ontolojik (yâni “varlıklar disiplini”yle ilgili)  olarak düşünülemeyeceğini ve tartışılamayacağını gösterir. Onun içindir ki, bu paradokstan kurtulmak üzere, “sembolik mantık” bize, elemanların (varlıkların)  sıralanmasını veya yönlenmesini bir ön şart (prensip) olarak dayatır. Ve böylece de, “Tanrı”lık konumunun “varlık” veya “yokluk” olmanın ötesinde, bir “yöneliş argümanı” şeklinde kavranılması gereğini vurgular… Yâni bir bakıma, îmânın, bir “Tanrı varlığı” üzerine  spekülâsyon yapmakla değil, bir “Tanrısal Yol”a girmekle kazanılabileceğini öğreten, Türk-Tarikat Sistematiği’nin “tevhidcilik” akîdesini   te’yid  eder…

Diğer yandan, fenomenolojik (yâni “olaylar disiplini”yle ilgili)  açıdan mütâlaa ettiğimizde, her kozmos, bir kaos’tan neşet ettiğine göre, ve kaos’ların da –rasyonel bir- nedeni sözkonusu olamıyacağına göre, nedensellik mantığına alışkanlığımız dolayısile “Tanrı” kavramını, “kaos”ların arkasındaki fâil olarak kabul ve târif etmek de mümkündür. Ama bu halde de, tarifsiz bir olayı (kaosu) meydana getiren “fâil-tanrı”nın kişiliği söz ve tartışma konusu olmaktadır… Onun için, yanına –bağımsız varlık veya kişilik olarak- hiçbir şey yaklaştırmayan “kaos”un bîzâtihi kendisini Tanrı –konumu- saymak, ve ondan neşet eden “kozmos”un oluşum dinamiğini ve rotasını (direksiyonunu) anlayarak, ona katılmayı (hatta onu yönetmeyi) düşünmek en mantıkî ve olgun “idrak” olacaktır; herhalde… Yâni son tahlilde demek ki, hangi açıdan (veya düşünce disiplininden) bakılırsa bakılsın, nesnel veya “varlıksal” bir tanrı kavramı, “absürt” bir kurgudan başka bir şey değildir. Anlamlı olan, Tanrı’ya yöneliş, veya “Tanrısal Yol”dur… İnsânî gelişme veya ilerleme de denilebilen böyle bir yönelişin argümanlarını veya rotasını –devamlı tashihlerle- doğru olarak tâyin  edebildikten sonra, nihâi hedefin (Tanrının) tahayyülâtının da hiçbir gereği yoktur zâten…

İnsânî oluşum ve gelişimi, “fenomenoloji”nin diyalektik kânûniyetine  göre ele alırsak her şeyden önce, insanlığın orijininde (ve/veya derûnunda)  bir “kaos”un bulunduğunu anlarız. Çünki bütün ilkel insan topluluklarında –sosyal ve psikolojik kalıntıları, belirtileri günümüze kadar gelmiş bulunan- çiftleşmeyle, beslenmeyle ilgili “tabu”lar vardır. Halbuki bilindiği gibi, -içgüdüsel- beslenme ve özellikle de çiftleşme etkinlikleri, “canlı”lığın  ana karakteristikleridir. Dolayısile anlaşılmaktadır ki insan, “canlı”lığı(nı)  inkâr (negasyon)  etmekle insanlığa (insan olmaya)  başlamıştır. Ki bu “inkâr”  da, insanı  ritmik davranma ızdırârına mahkûm eden bir “kaos” neticesi gerçekleşmiştir ve gerçekleşmektedir… Yâni  aslında insanlık, ritmik davranma ızdırârından ve/veya “ritm” melekesinden  kaynaklanan tabular ile hayvânî  içgüdülerden kaynaklanan beslenme ve çiftleşme (üreme)  ihtiyaçları arasındaki “diyalektik çelişki”  sâyesinde varolmuştur; ve bu çelişkinin yarattığı dinamizmle gelişmektedir. Ve onun içindir ki insan fizyolojisinde, hayvanlardaki  “açlık eşiği” ve “çiftleşme mevsimi” gibi, “tür”e mahsus “bio-matik” kontrol mekanizmaları ve/veya sigortaları  ortadan kalkmıştır. Onun yerini, “akıl” denilen ve –ritm melekesinden mütevellid-  “sıralama melekesi”yle disipline olmuş bir “düşünce” faaliyeti ile davranışların “feed-back”li etkileşimine dayanan bir “oto-kontrol” sistemi almıştır. Dolayısile aklın öncelikli görevi de, fizyolojik süreçlerin, ve son tahlilde metabolizma süreçlerinin kontrolu olmuştur; ki buna genellikle “meditasyon” adı veriliyor… Bu da demektir ki insan, -“panteist zon”da- insan oluncaya kadar uzun zamanlar süresince beslenmeden ve çiftleşmeden yaşamayı bir “mârifet” bildiği için (bu mârifetini ve mecbûriyetini de “tabu” kavramıyla sembolleştirip bilince çıkardığı için)  “irâde” dediğimiz özelliğini kazanmıştır; ve bugün de –meditasyonla- kazanmaktadır. Yâni –eskilerin “nefis terbiyesi” dediği-  “meditasyon”u bilmeyen/yapamayan bir insan, “panteist zon”u yaşayamıyor ve onun için de insanlıktan çıkıyor veya insanlığını  inkâr etmiş oluyor demektir aslında… İşte insanlığın bugünkü esas meselesi, hayvanlığı inkâr etkinlikleriyle -yâni sayma(ritm) ve sıralama melekeleriyle- kazanmış olduğu “akıl” ve “irâde” kredisini, kendisinin gelişme dinamiği olan “tabular-hayvânî ihtiyaçlar” çelişkisini – doğru- yönetmekte kullanabilmesidir…

“Akıl” ve özellikle de “irâde” kredisi, “panteist zon” dediğimiz, ateşin kullanımı  öncesinden günümüze kadar –zamanlar üstü olarak- sarkan ve ritmik davranışlarla, tabusal korkularla yaşanan “alacakaranlık” ve/veya “erginlenme” kuşağında kazanılmıştır ve kazanılmaktadır… “Tabular-hayvânî ihtiyaçlar”  çelişkisinin yönetimi de ilk defa, uzun yaşamış bir şâmanın gösterdiği mârifet ve icat ettiği usullerle ortaya çıkan “tanrı-kral” düzenlerinde (kitlesel işbölümü düzenlerinde) gerçekleşmiştir. Ama bu ilk tanrı-kral’lar, insanlaşma fenomeninde “tez” konumunda olan “panteist zon”un, ve bu “zon”un icâbı  olan tabuların inkârcısı konumundaydılar. Çünki tanrı-kral’lar,  insanlık fenomenindeki “anti-tez” aşamasının mimarlarıdır; ve aslında sâdece, panteist insan gruplarında panik yaratmadan, onların –tabusal- çiftleşme korkularını, ve lânetli (yasak)  besin maddeleri ile oruç (veya yemek yememe)  zamanları gibi handikapları(nı)  nasıl aşar da –onları- üretir (çoğaltır)  ve çalıştırırım diye düşünmektedirler/düşünmüştürler… Ama daha sonraları, büyük ve dayanıklı (kalıcı) tapınaklar, mezarlar vs. inşa ettirip uygarlığın temellerini atınca, halkın indinde “tanrı” sayılan bu kralların kendileri de kendilerini gerçekten –ölümsüz- birer tanrı sanmışlardır; ki bu savlarında, pek de haksız çıkmamışlardır. Çünki koydukları kurallar ve empoze ettikleri inançlar, ve de başlıca âmili oldukları "kişileştirilmiş tanrı" mitosu, -"görünmez"lik versiyonu ile- günümüze kadar gelmiştir; ve üstelik, yeni ufuklara doğru açılmamıza engel olmaya -bile- başlamıştır ... Bu konuda peygamberlerin rolü, yüzeysel bir “tashih” ve geçici bir “temdit” mesâbesinde  kalmıştır. Çünki son (yoz) tanrı-kral’lar, yaptıkları muhteşem âbidelerle, kurdukları muazzam işçi ve asker örgütleriyle öylesine  övünmüş (böbürlenmiş) olmalılar ki, “panteist zon”dan geleneksel olarak gelmiş tabusal yasakları tamâmen lüzumsuz görüp, sırf  “hayvânî (biyololik)  ihtiyaçlar” yâni “tüketim ekonomisi” yönünde plân ve program yapar olmuşlardır. Ve  böylece de, -“akıl” ve “irâde” kredilerinin tüketilmesi yüzünden- ortaya çıkan “fuhuş” ve “kıtlık” felâketleriyle, kurdukları düzenlerin yıkılmasına yol açmışlardır. Dolayısile peygamberler de, bozukluğun sâdece –tüketimdeki- plânsızlıktan ve ifrattan (aşırılıktan) kaynaklandığını düşünerek, “tanrı-kral” düzenlerini, Rabb veya Allah adını verdikleri “görünmez bir tanrı-kral”ın emirleri ve tehditleri ile tashih edebileceklerini zannetmişlerdir. Yâni aslında onlar da, târihî “anti-tez” konumunda kalarak tabuların “hikmet-i vücûd”unu anlayamamışlar, ve dolayısile de tabularla ilgili gelenekler unutulup kayboldukça, “akıl” ve “irâde”nin mutlak kaim veya “muktesep hak” olduğu sanısına kapılarak, “insanlık” fenomeninin iç dinamiği (motoru) olan “diyalektik çelişki”nin yerine, -gittikçe  mantıksızlaşan- tanrı emirleri ikâme etmeye çalışmışlardır. Ve böylece de bu günkü kaotik ortamın mimarları olmuşlardır… Çünki insana, kalıcı olarak “akıl” ve “irâde” bahşetmiş olan Rabb’larının emirleri kâbil-i tatbik olmaktan çıktıkça, Rabb’ın karşısına Şeytan adında bir –örtülü- şirk mercii çıkarmaya mecbur kalmışlardır…

O zaman denilebilir ki, paradoksal bir saçmalık olan Ortadoğu dinleri, nasıl oldu da bu kadar geniş kitleleri tesirine alabildi; ve hatta bir çok yerde ve zamanda devletlerin resmî doktrini hâline geldi?  Üstelik de uzun süreler, medeniyetin başını çeken ülkelerin dinleri olarak temâyüz etti?  Ve de Uzakdoğu’nun “Tanrısal Yol” anlamındaki terbiyevî  disiplinlerini geride (çekinik)  bıraktı?... Bu başarının sırrı, tamâmen mistik ve hatta büyüsel bir nedene dayanmaktadır: “Yazılı” olmasına… Çünki büyük kitlelerin okuma yazma bilmediği zaman ve yerlerde, -muhtevâsı ne olursa olsun- yazılı bir yapıt, halkın indinde, çook eskilerden, çook uzaklardan ve hatta gaipten gelen bir söz veya –okuyanın hoparlörlük yaptığı- bir ses kaydı gibi bir şeydi; ki o ifâdeleri yazmış veya söylemiş olan zât da, -sesini bu kadar uzağa iletebildiğine göre- mutlaka ulu bir şahsiyet olmalıydı… Demek ki tanrı-kral’ların, atalarından kalma yazılı  âbideleri varsa, “baldırıçıplak”ların da, kendilerine değer verip  çook uzak zaman ve yerlerden seslenen bir ulu tanrıları vardı artık… Ve de kendilerine, “tanrı-kral”ların zulmünden kurtulma yolunu gösteriyor, ve hatta müjde veriyordu âdetâ… Ortadoğu’nun kitaplı dinleriyle birlikte, “yazı”nın  “büyü” tesiri o kadar iyi anlaşılmıştı ki, “muskacılık”diye bir iş kolu, ve “Hurûfîlik” gibi bir “fal ve büyü tekniği” alabildiğine gelişmişti. Ki nitekim okur yazar sayısı artmış olsa da, -harflerin farklılığından dolayı- bugün dahî Türkiye’de, Arap alfabesiyle yazılmış her çeşit yazıya, “Kuran yazısı” denilerek bir nevi kutsiyet atfedilmekte, ve bu yüzden de “muskacı”lara, “üfürükçü”lere gelir sağlanmaktadır…  O halde Semâvî Dinler  adı yakıştırılarak yüceltilmeye çalışılan bu disiplinlerin, Hinduizm, Brahmanizm, Budizm gibi, “Tanrısal Yol” anlamındaki “düşünce-davranış” disiplinlerinden çok daha mistik olduklarından ve insanların beyinlerini, despotik (tanrı-kral’larınki gibi)  yönetimlere itaatkâr kılmak üzere şekillendirdiklerinden dolayıdır ki, resmen (otoritelerce)  gerçekçi sayılıp tasvip gördükleri artık anlaşılmalıdır. Çünki bu disiplinler, okuma yazması olan elitlerin, -ağır cezalarla müeyyidelendirilmiş- didaktik öğretileri ile, kişileştirilmiş bir tanrıya yönelik olarak yapılan, “ihtiram” anlamındaki ibâdetlerden müteşekkildir. Ve de -Uzakdoğu’nun “Tanrısal Yol” disiplinlerindeki gibi- insanların kendi kendilerini disipline etmeleri (yâni kendi ibâdet biçimlerini  veya meditasyon tekniklerini yaratmaları) anlamında veya yolunda hiçbir “yönerge”ye sahip değildirler. Sâdece Tanrı’nın –genellikle- Öbür Dünya’ya mâtuf korkutmaları ile müeyyidelendirilmiş(!)  bâzı ahlâkî  nasihatları hâvîdirler. Zâten peygamberler de, Tanrı’ya yaklaşma (veya “en yakın” olma)  imtiyâzını  sâdece kendilerinde görmekle insanlara, kendi çabalarıyla tekâmül etme yolunu kapamış ve onlardan, kendilerinin (ve haleflerinin)  mutavassıtlığına kayıtsız şartsız  inanmalarını ve uymalarını istemişlerdir… Demek ki, “Komünizm”in hatâsı ortaya çıktıktan –ve realitede geçerliliğini yitirdikten- sonra, alternatifsiz kalan ve ufku kararan insanlığın içine düştüğü –kaotik- kargaşayı fırsat bilerek, bugün tekrardan despotik iktidarlarını oluşturmaya çalışan bu zihniyet, yeni –ve açıkça deklare- din savaşlarına yol açmadan, mutlaka deşifre edilip aşılmalıdır; ve aşılabilir artık… Hem zâten sözkonusu din kitaplarının, yazılı klişeler veya “dogma”lar hâlinde olması da, -onları- okuyup anlayanlar arttıkça, bir nevî “tütsü” gibi  “mistik tesir” değerini (veya râyihâsını)  yitireceğini, dolayısile de -bir bakıma- başlangıçta, kısıtlı bir zaman süresince müessir olması için tasarlandığını (tasarlanmış olabileceğini) göstermektedir. Ki bu “üst sınır”  da, “tanrı-kral”, “peygamber-kral”, “halîfe-kral”  ve “kapitalist-kral” devirlerinin bitiş, veya tarihî devirlerin kapatılıp –tarih ötesindeki- küresel ve/veya evrensel insanlık cemiyetine geçiş sınırı olabilir…

M.S.  üçüncü bin yıla girerken insanlık, aynı zamanda “insâniyet” oluşumunun “SENTEZ” aşamasına da başlamış bulunuyor… İnsanlığın kaotik başlangıcı veya “TEZ” aşaması, bedenî (ritm)  ve aklî (sıralama) melekelerinin oluştuğu, “tabu”ların yâni beslenmeyle, çiftleşmeyle ilgili  fiilî  yasakların ortaya çıktığı, kökü “ateşin keşfi” öncesine dayanan, -zamanlar üstü-  “panteist zon” aşamasıdır. Bu kaotik başlangıç (Tez)  aşaması, “zamanlar üstü”, “zamansız” veya “her zaman”  yaşanan bir “kozmik hayat” olduğundan, bugün dahî  cemiyetlerin derûnunda, hem âyin, dans, müzik gibi “ritmik rezonans” etkinlikleri şeklinde, hem de  “yakın akraba”lar  veya “kan kardeş”ler  arasındaki, sırf sevgiye dayanan –rûhî- ilişkiler hâlinde yaşanmaktadır; ve de bu ilişkilerin –yazılı olmayan- kurallarının çiğnenmesi durumları, insanların vicdanî (veya melekî)  bir rezonans birliği (veya korosu) hâlinde, “fitne-fücur” kötülüğü olarak  lânetlenmektedir…

İnsanlığın  “ANTİ-TEZ”  aşaması ise, “ateşin keşfi veya kullanımı”  ile başlayan “kronolojik târihî devirler”den müteşekkildir; ki buna, “bilinçsiz akıl” aşaması demek de mümkündür… Bu aşamada tabuların yerine, -onları gevşeterek insanların üremesini ve iyi beslenmesini sağlayan-  içtimâi ve ahlâkî  kurallar ikâme edilmekle birlikte, plânlamalar genellikle biyolojik (hayvânî)  ihtiyaçlara göre yapılmış, dolayısile insanlar hayvanlıklarını –akılla- keşfettikçe de, kendilerini hayvanlıktan çıkaran tabuları ve o tabulardan kaynaklanan içtimâi, ahlâkî (ve daha sonra da dînî)  kuralları hiçe saymışlardır. Böylece de, “inisiyasyon” usûlleriyle seçildikleri için, tabulara uygun kurallar koyup uygulayabilen “tanrı-kral”lar ve peygamberler  devrinde uygarlıklar yükselmiş, onları hiçe sayanların arttığı zamanlarda da uygarlıklar yıkılmıştır. Ki onun için de, bu “tarihî devirler” hep, bir “yap-boz tahtası” şeklinde yaşanmıştır… Çünki bu “anti-tez(inkâr)”  konumundaki târihî  devirler boyunca insan, bir “memeli hayvan” olduğu halde, “panteist zon”daki –bedenî ve zihnî- çabaları ile, fizyolojik âyar ve kontrol mekanizmalarından kurtulduğunu (veya bu, türsel mekanizmaları kaybettiğini), dolayısile de sürekli “şehvetli” ve “obur” olabilen istisnâi bir hayvan hâline dönüşebileceğini idrak edememiştir. Böylece de tarih boyunca insanlar, bolluk ve refah devirlerinde baş gösteren “fuhuş” ve “oburluk” salgınlarını, geleneksel ve sezgisel olarak algıladıkları “tabusal fren”leri toplumlara, gâipten gelen tanrı emirleri şeklinde sunarak önlemeye çalışmışlardır. Ama inisiyatör karakterli irâdî liderler  çıkaramadıkları zamanlarda ve  toplumlarda da, bu “tanrı emirleri”,  düşünceyi –sâdece- kurnazlık mesâbesine indirgemiş azgın insanlar tarafından, “saf veya salak insanları uyutup idâre etmek üzere uydurulmuş boş sözler”  olarak anlaşılıp kaale  alınmamıştır. Ki bugünün “dindar kapitalist”leri de dinleri, aynı şekilde, yâni –insanlığın sebebi hikmeti olan- evrensel “tabu”larla alâkalı olmayan mahallî  veya sekter mavallar olarak anlamakta ve kullanmaktadırlar… Böyle olmasa, dînî doktrin ve ibâdetlerin tevhîdini düşünmeleri gerekirdi…

Ne var ki bugün artık dinlere de ihtiyaç kalmamıştır. Çünki içine girdiğimiz “SENTEZ” aşamada, “panteist zon”un ve aklın bilincine vararak, insanlığın gelişme dinamiğini doğuran çelişkiyi, açıkça ortaya çıkarmış bulunuyoruz. Bunu, “tabusal frenler-hayvânî ihtiyaçlar” çelişkisi diye adlandırmak mümkündür… İnsanlığın doğru düzgün bir rotada gelişebilmesi için bu çelişkinin, herkesin kafasında tebellür etmesi ve ayrımına varılması gerekmektedir… Tarihî  devirler boyunca insanların kafası, öylesine cinsel fetişler ve/veya  uyaranlarla doldurulmuştur ki, insanlar doğru dürüst düşünemez olmuşlar ve serseme dönmüşlerdir. Meselâ, birçok güzellik objesi (takı’lar, boyalar vs.) cinsel fetiş hâline, pek çok sevgi ve şefkat sözcüğü de (bebeğim, yavrum gibi)  cinsel uyaran hâline dönüşmüştür. Çünki insan, açlığı ve çiftleşme zamanını  bildiren –“tür”e mahsus- “fizyolojik eşik”lerini kaybettiğinden, her zaman “alış-veriş” ve “çiftleşme”  etkinlikleriyle uğraşır hâle gelmiştir. Onun için de, bir ucuz “manca”  kapma veya çiftleşmeye hazır bir karşı cins bulma arayışları, insanların beynini ambale etmiştir. Ve işte bu sıralarda da, bir sürü –doğal olmayan- cinsel dâvet ve/veya uyaran işâretleri, maddeleri ortaya çıkmıştır. Dolayısile de, insanların söz ve davranışlarından, -insânî- hayranlık ve sevgi duygusunu mu ifâde ettikleri, yoksa cinsel haz ve hayvânî tatmin mi aradıkları –çapkınlık müptelâsı  pratisyenler dışında-  anlaşılamaz olmuştur. Ki bu arada ergenliğe ulaşmamış veya yeni ulaşmış çocuklar ve gençler için “büyük”lerin ilişkileri, ders çıkarılması imkânsız olan birer muammaya dönüşmüştür. Ve üstelik, bu –absürt- konularda “edebiyat” yapmak da, başlıbaşına bir mârifet ve/veya sanatkârlık sayılmıştır. Halbuki bu “aşk edebiyâtı”nın başlıca amacı, insanların –“panteist zon”da- kazanmış oldukları seks tabusunu veya korkusunu, “sevgi” ambalajıyla izale etmeye çalışmaktan, ve de hayvânî  “şehvet hırsı”nı  sevgi kisvesi altında mâzur göstermekten başka bir şey değildir. Onun içindir ki artık, insanların biribirlerini aldatmaları ve sık sık “pişmanlık” duygusuna kapılmaları, yâni insanların yalancılıkları ve dengesizlikleri, sosyal hayatın bir gerçeği olarak görülmeye başlamıştır. Ki böylece de insanlar (veya insanlık), diriliğinden ve enerjisinden büyük kayıplar verir hâle gelmiş, dolayısile çeşitli psikolojik ve psikosomatik hastalıklar baş göstermiş, kalitatif ve kantitatif üretimde de büyük “fire”ler oluşmuştur. Kaldı ki, aynı sebepten pek çok insanın da cinsel kimliği kayma göstermiş, ve toplumlardaki cinsel dejenerasyon –hem de meşrûlaşarak- alıp başını gitmiştir… Bu “anomali”nin kaynağı, şüphesiz ki gizli “ensest”tir. Çünki “güzellik” mevhumu, “sevgi” ve “şefkat” kavramları, tabularla birlikte ritm melekesi (ve türevi olan sıralama melekesi)  tarafından yaratılmıştır; ve tabuların tarihî  devirler içindeki uzantısı da “ensest” yasaklarıdır… Buradan açıkça anlaşılmaktadır ki, ilk yerleşik düzenleri (uygarlıkları) kuran “tanrı-kral”ların ihdâs etmiş olduğu “aile” müessesesi, -bütün dînî baskılara rağmen-  “ensest” yasaklarını  koruyamaz hâle gelmiş ve dolayısile dinlerle beraber tarihî misyonunu tamamlamıştır artık… Bugün artık, bu kurumun –yozlaşmasıyla- insan beyninde biriktirdiği pislikleri, parazitleri temizleme zamanıdır. İnsanlığın “tez”  konumu olan “panteist zon”u bilince çıkarmış olmamız bize bu imkânı  vermektedir… Onun için bundan sonra yapacağımız  ilk iş, “tabusal frenler” ile “hayvânî ihtiyaçlar”  arasındaki diyalektik (yaratıcı) çelişkiyi yönetmek üzere, “Panteist Zon Kulübü” adını verdiğimiz ve “sosyal antropoloji laboratuarı”  işlevini de görecek olan eğitim kurumunu tesis etmek olmalıdır. Ve de orada genç insanlara, her şeyden önce, karşı cinsler arasındaki “sevgi” duygusunun, hayvânî “seks” hazzı (ve/veya şehvet hırsı)  ile ters orantılı olarak çoğalıp azaldığı, dolayısile seks etkinliğiyle  - yâni “sevgi” ve “şefkat” hislerini körelten bir etkinlikle -  sevinmenin ve övünmenin, herkese çok zararı dokunan bir “salaklık” olduğu, “aşk” denilen mevhûmun ise, -tarafları her konuda hemfikir yapan- sevgisel (melekî)  “rezonans” birlikteliği  ile –tarafları biribirinin hedefi (karşıtı) hâline getiren- “cinsel çekim” gücü arasındaki çekişmeden mütevellid bir serhoşluk hâli olduğu tatbikî bir şekilde öğretilmelidir… O zaman –henüz beyinleri yıkanmamış- o genç insanlar anlayacaklardır ki, ne kadar insanların sevgisini kazanıp, akıl ve irâde kredisi biriktirirlerse-belki cinsel ilişkiyi kolay kuramamaktadırlar ama- giriştikleri bütün seks etkinliklerinden, hem ağır bir spor müsâbakası yapıp başarılı olmuşcasına tatminli olarak, hem de en az zararla (bunalıma girmeden, pişmanlık duymadan)  çıkabilmektedirler. Ve üstelik, ileri yaşlarda cinsel potansiyelleri  azaldığında da anlayacaklardır ki, “sevgi” sözcükleriyle kurulmuş esprilere (veya yalanlara)  binâen yapılabilen “sululuk” veya “ensestvârî” denilebilecek düşük performanslı cinsel temaslar –aramak- büyük bir “zûl”dür; ve adam olana yakışmamaktadır. Çünki, cinsel yaklaşımlardan rûhî  tatmin (sevgi, şefkat vs.)  ummak beyhûde olduğu gibi, düşük performanslı cinsel ilişkilerden sonra taraflarda “saygı” dahî  kalmamakta, ve münâsebet ancak, “mürâîlik”ler karşılığı mal, mülk, para alışverişi  şeklinde yürüyebilmektedir… Böylece de müteakip kuşaklarda, gençlerin moralini bozan ve onlara kötü örnek olan yaşlı “cinsî sapık”ların azalmasına ve ihtiyar insanların –bir zamanlar olduğu gibi- yine  “bilge” ve “rehber” kişiler hâline gelmesine yol açacaklardır; ki uzaya açılma çağında insanlığın buna (sâdece tefekkürden ve meditasyondan zevk alan ihtiyarlara) çok ihtiyâcı vardır… Aksi halde görülecektir ki, insanlar için, seks etkinliklerine alabildiğine kapılıp alıştıktan sonra, yeniden dirilerek aklı, irâdeyi ve sevgileri kazanabilmek kolay olmamakta (hatta imkânsız hâle gelmekte)  ve kişi, ya bir “meslekî rutin”in kalıbına (ve statüsüne) saklanarak, ya da -şansı yâver giderse- “serbest pazar ekonomisi”nin kurallarıyla meşrûiyet kazanarak yaşamını sürdürebilen – ve “birey” vasfına sâhip olmayan- gizli bir toplum zararlısı (mutant) hâline dönüşmektedir… Yâni cinsel ilişkinin, insan aklına ve irâdesine zarar veren –reflekssif- bir etkinlik olduğu anlaşılmalıdır ve anlaşılacaktır artık… Ve bu arada, “aklım başımdan gitti” veya “aklımı yolda bıraktım” gibi halk deyişlerinin de, mecâzî bir edebiyat ibâresi olmanın çok ötesinde, önemli bir gerçekliğin ifâdesi olduğu idrak edilecektir artık…

İnsanlığı ilerleten “diyalektik çelişki”nin kanatlarından biri, -muayyen bir limit noktasında- aşılacak ve “çelişki” çözülecektir muhakkak ki… Ama bu, “tabu”ların aşılacağı (veya lüzumsuzlaşacağı) ve hayvanlığa –geri- dönüleceği anlamında olmayacaktır tabii ki… Bu “çözüm” aşaması, insanların bir eşikten sonra, -beslenme ve üreme gereksinimi olmayan- bir takım dayanıklı maddelerden îmâl edilmiş bedenlerle korunan, -aseksüel- bir “yüksek şuur” hâline geleceğini ifâde etmektedir… Ama bu gidişât muvâcehesinde baktığımızda görmekteyiz ki  “kapitalizm”, tesis etmiş olduğu “serbest pazar ekonomisi” düzeni ile insânî gelişmeye ters düşmekte, dolayısile de –fiks bir “insan” tipi üzerine kurgulanmış- dînî  dogmalarla örtüşen irticâi bir ideoloji hâline gelmektedir (hatta gelmiştir). Onun için “Kapitalizm”i, insanlığın en büyük “stratejik hatâ”sı  olarak düşünmek lâzımdır. Çünki yalnız dinler ve dindarlar tarafından değil, çok büyük bir  “bilimsel kisveli (istatistîkî verilere dayalı) spekülâsyon”  literatürü ve bunun uzmanları, ve ayrıca –oyunun kurallarına müptelâ olmuş- “kazanç kumarbazları” tarafından da desteklenmektedir… İnsanları zihnen de esir almış olan böyle bir köklü ideolojiye karşı, politik taktiklerle –ve hatta zor kullanmakla bile- başarı kazanmak mümkün değildir; ki nitekim “Komünizm” denemesinden de, ağır bedeller ödenmek pahasına bu imkânsızlık anlaşılmıştır… Bu noktadan sonra artık, insanlığı (insanlaşmayı)  yeniden diriltmek (sağlamak)  üzere, tabuları hatırlatacak panteist oyunlarla (veya âyinlerle) başlamak gerekmektedir işe… Bunun için de, her şeyden evvel Kapitalizm’in yarattığı “sosyal alan”ın veya “sosyal mekân”ın,  “korsan eğlencesi” , “belletme eğitimi” , ve “telkin tedâvîsi” şeklindeki komponentlerinin (koordinatlarının)  yerine ikâme etmek üzere, Panteist Zon Kulübü  çatısı altında, “doğaçlama oyun-eğlence”, “keşfederek öğrenme” ve “ritmik grup terapisi” gibi etkinlikleri, yâni müstakbel “sosyal alan”ın yeni komponentlerini filizlendirmek gerekmektedir… Ama bütün bu –bilimsel- işlere girişmeden önce, hem dincilerin hem de kapitalistlerin, “sıradan insan”ı  ve “halk”ı  tahrike yarayan saldırgan politikalarının, demagojik söylemlerinin “paradigma”larını (temel zımnî kabullerini) etkisiz hâle getirmemiz lâzımdır…

Önce dinciliğin temeline…  “Tanrı” kavramını  düşünmek ve anlamaya çalışmak, evrensel bir “insan hakkı”dır!.. Hiçbir kişi (peygamberler bile)  veya doktrin (dinler bile), bu hakka ipotek koyamaz veya bu hakkın patentini alamaz… “Akıllanma”nın başından beri, veya aklın îcâbı olarak üzerinde düşünülen bir “Tanrı”  da,  “beni anlamaya aklınız ermez, onun için gönderdiğim peygamberlerin söylediği gibi beni anlayın!” dediği –peygamberler tarafından- iddia edilen bir “kişi”lik olarak kavramlaştırılamaz. Çünki o taktirde “Tanrı” denilen şahıs, insanlara vermiş (bahşetmiş)  olduğu aklı, derecelendirmeye gerek duymadan –bâzı haller ve kişiler muvâcehesinde- kategorik olarak işlevli veya işlevsiz gören/kılan “mantıksız bir kişilik” sergilemiş olmaktadır; ki bu kabul edilemez tabii… Biz Türkler yüzyıllar boyu, Kuran’daki Allah’ı anlamaya çalıştık; ama “sünnet”leri hep “ihtiyârî” saydık. Çünki “Peygamber”in yaşadığı yer ve zamanın şartlarıyla, bizim yaşadığımız  yer ve zamanın şartları aynı değildi; ve de biz, onun bunun koruması altında hayatını idâme ettiren “kültür mantarı” gibi bir halk değildik. İnsanlığın fikrî ve fiilî  tevhîdi için uğraşan dinamik bir halktık. Ve onun için de küçücük bir “Osmanlı Beyliği”ni bir cihan devleti hâline getirdik… Kurduğumuz “Tarikat” sistematiği, “Allah”ı  anlamak ve anlatmak amacına hizmet ediyordu genelde… Şâyet  O’nu  lâyıkıyla anlayabilseydik,  bütün Dünya’ya da  anlatabilecektik; veya bütün Dünya’ya anlatabilseydik, kendimiz de lâyıkıyla anlamış olacaktık. Onun için savaşlarda (gazâ’larda)  yenilsek bile, hep bu tevhidci akideye sâdık kaldık; ve de her türlü cehd’i  gösterdik… Taa ki 1826’da, kalleş ve dönek pâdişah 2.Mahmut, gâvurların yardımıyla, halifeler silsilesine biat ettiğini ve bütün “sünnet”leri mecbûrî  yaptığını, halifeliğini îlân ederek bildirinceye  kadar… İşte ondan sonra, islâmiyetin “farz”larını da sorgulamaya alıp “Tanrı” kavramını yeniden düşünmeye başladık; ki bu durum da, imamlarımız (önderlerimiz) tarafından, “dînin zâhirden bâtına girdiği”, yâni “dînin, herkesin vicdânına sığındığı”  şeklinde (yâni Atatürk’ün laikliği gibi)  îlân edildi. Çünki “Saltanat”, saltanatını sürdürebilmek için hem Batılılara tertip ettirdiği -yeni- ordusunu, hem de, parçalandıktan sonra geriye kalan memleketi –sömürge olarak- emperyalistlere kiralamış, ve bu düzenlemeleri yapabilmek için de “Din”i, dogmatik bir “kilise”  mesâbesine indirgeyerek kullanmıştı… Aksi halde ülke, savaş ekonomisinden üretim ekonomisine geçecek, dolayısile kendileri de –ekonominin sosyolojik gereği olarak- iktidarlarını kaybedeceklerdi… Onun içindir ki, 2.Mahmut’un, -başta Kürtler olmak üzere-  Arap hükümranlığından bakıyye  biatlı halkların, “tarikat” adı altındaki cemaatçi (kilise tarzı)  teşkilâtlanmalarını  Istanbul’a taşımasıyla yaşanan “zillet” durumu, Türk aydınlarını dinden iyice soğuttu. Ve de onları, -eskiden olduğu gibi- dinlerin üstünde bir “Tanrı” kavramı geliştirmek üzere düşünmeye sevk etti… Bu arada, “Devlet” –borca gark olup-  su alan bir gemi gibi batarken, kırdan köyden gelerek zenginleşen biatlı dindarların, batan geminin  direklerine tırmanan fâreler gibi, yüksek mevki ve statülere tırmandıklarını gördükçe de kendilerini, -“kıyâmet geldi ve dînin hükmü kalktı” diyerek-  dinden de kurtaracak bir kurtarıcı (Halâskâr) beklemeye başladılar. Ki bu kurtarıcı, -1826’dan yaklaşık yüz yıl sonra- Halâskârgâzi Mustafa Kemal  olarak geldi, ve yozlaşmış hânedânı da, onların “İslâmî Kilise”lerini (yâni hilâfeti)  de ortadan kaldırdı… Ama emperyalistler, 2.Mahmut’la birlikte yaşamaya başladıkları tecrübeyi, ve ortaya çıkardıkları  mükemmel “sömürge modeli”ni unutmamışlardı. Ve hatta aynı modeli, bizden kopan Arap ülkelerinde de uygulamaya başlamışlardı… Mustafa Kemal Atatürk’ün kısa süren hayatı  boyunca, Dîn’in yozlaşma sürecinin, aynı zamanda onun aşılma süreci olduğu bilimsel olarak  anlaşılamayınca, Atatürk’ün ölümünden hemen sonra emperyalistler, yerli “biatçı dinci”lerle birlikte, “Genç Cumhuriyet”imize de aynı “2.Mahmut Modeli”ni  uygulamaya başladılar… Yine halk, “dogmatik sünnî”  bir  İslâmî  doktrinle boyunduruğa alındı; yine ordu NATO’ya kiralandı, ve yine memleket  varlıkları, alınan borçların ipoteği altına sokuldu; ki böylece de, Atatürk tarafından yenilenmeye (veya tamir edilmeye)  çalışılan devletimiz –yine borca gark olup- yine su alan bir gemi gibi batarken, kırdan köyden gelerek emperyalist işbirlikçiliğine  soyunan “biatlı dindar”lar, yine semirmiş fareler olarak geminin tepelerine doğru tırmanmaya başladılar… Dînin, “müsbet târihî misyon”unu tamamlamış bir olay olduğunun ispâtı, realitede, bundan daha açık nasıl tecelli edebilir ki?!.

Şimdi de gelelim kapitalizmin temeline…  İnsanın, kısaca “emek” adını verdiğimiz yapıcı etkinlikleri, aslında iki unsurdan müteşekkildir; ki bu husûsu, Batı’nın, “davranış”tan kopuk -tanrısal- bir “düşünce” veya “tefekkür”  idealizasyonu (veya saplantısı)  içinde yaşayan filozof ideologları (başta K.Marx olmak üzere)  anlayamamışlardır. Ve ondan dolayı da, kehânetlerinin gerçekleşmesi için, “güç” veya “zor” kullanmayı mubah saymışlardır.. Halbuki “emek” kavramı aslında, kısaca “” dediğimiz “üretici emek” ile, -“İnsânî Kozmos”u yaratan anlamında- “kozmik emek” diye adlandırdığımız “yaratıcı emek” bileşenlerinden müteşekkildir. Ve de formüler olarak  Emek = İş + “Kozmik Emek” şeklinde, veya daha da kısa ve notasyonel olarak  E = İ + (KE)  şeklinde ifâdelendirmek mümkündür. Ama buradaki “toplam”ın aritmetik anlamda değil, vektörel olduğu, ve tarif edilmiş olan “emek” alanında, “İ” komponentinin “apsis”i (yani kantitatif çoğalmayı),  “KE”  komponentinin de “ordinat”ı (yani kalitatif yükselmeyi)  temsil ettiği unutulmamalıdır… “Kozmik Emek”, en basit ritmik etkinlikler, yani en ilkel dînî  âyinler, muhtelif danslar ve çeşitli müzikler gibi insana “ritm” melekesini kazandırmış ve kazandırmakta olan bedenî faaliyetler ile birlikte –“sıralama” melekesinden mütevellid-  bütün yaratıcı sanatsal ve bilimsel  zihnî  etkinlikleri de kapsamaktadır… İnsanlar, kendilerini yapılandırdıkları veya kendilerinin –insânî- kalitelerini yükselttikleri bu “kozmik emek”leri  karşılığında hiçbir ücret almazlar. Ama bu faaliyetleri sırasında, beslenme ve çiftleşme –yani tüketim-  etkinliklerini durdurduklarından (yani tabusal oryantasyondan)  dolayı, hem bir “birikim değer”in oluşmasına yol açarlar, hem de bu etkinliklerle kazandıkları “insânî kalite”nin ve yaptıkları buluşların –sonradan- iş’lerine ve iş’lere yansıması  dolayısile, “verimlilik” ve “kalite”  olarak –önceden ölçülemeyecek büyüklükte-  “katma değer” yaratırlar. Ancak ne var ki, “insânî kalite” veya “yaratıcılık”, ortaya çıktığı sırada, -pazarda talep yaratacak şekillere sokuluncaya ve/veya zamanı gelinceye kadar- hiçbir şekilde doğru değerlendirilemez ve ücretlendirilemez… İşte, tüm insanlar tarafından biriktirilen ve yaratılan bu değerlerdir ki, “artı-değer” dediğimiz insânî potansiyeli oluşturur… Bir an için, bu potansiyel güçün, bir “hayvan”ın, veya dînî  terminolojide “Şeytan” diye anılan insanlık düşmanı bir yaratığın eline geçtiğini düşünelim… Bu formasyondaki bir kapitalist, yatırımını, tabii ki insanların –hayvânî- içgüdüsel arzu ve ihtiyaçları yönünde yapacak, ve bu arada  “tanıtım”, “reklâm” gibi kampanyalarla da, onların cinsel ve “mîde”sel  iştahlarını attırmaya, daha doğrusu azdırmaya çalışacaktır. Ve de böyle yatırımlar, kapitalizmin –kâr amaçlı- iç mantığı  uyarınca herkese, gâyet rasyonel ve mâsum bir tasarrufmuş gibi görünecektir. Dolayısile de insanlık, “fareli köyün kavalcısı”na  kapılmış çocuklar gibi uçuruma sürüklenecek, veya daha doğrusu hayvanlığa rücû  edecektir… O halde demek ki, “serbest pazar ekonomisi”  anlamındaki kapitalizm, tuzaklanmış bir “yol haritası” gibi kötü bir rehberdir aslında… Onun içindir ki, üretimde kullanılacak bütün “sermâye” birikimleri, insânî denetime, yâni kaliteli (inisiye)  insanların kontroluna tâbî  kılınmadıkça, insanlık için rahat ve huzur sözkonusu olamayacaktır. Çünki pazardaki talep potansiyeli, “insanlık yarârı”na ölçü yapılamayacağı için, malların “üretim önceliği” ve “kalite kontrolu” gibi, -yeni prodüksiyonlarda aranacak- “insanlık yarârı”nın da, bilinçli aklın denetimine bırakılması gerekmektedir. Yâni bu kontrolu yapacak olan insanların doğru olarak seçilebilmesi için, “kozmik emek”in de doğru ölçülmesi gerekmektedir. Ki zâten, Panteist Zon Kulübü adını verdiğimiz “sosyal antropoloji laboratuarı”nın aslî  görevi de, bu “ölçü”yü bulmaktır… Bütün “ölçü”lerin yaratıcısı olan ve hatta kendisi de –“ritm” melekesinden dolayı-  “Kâinât”ın “zaman” unsurunu ölçen bir “ölçü âleti” gibi çalışan insan için de, objektif değerlendirme yapabilen bir ölçü âleti veya mekanizması bulunabilir herhalde…

Yâni son tahlilde, realitedeki insânî gelişim bugün bize, hayvanla insan arasındaki kesin (kaotik)  farkı anlamamızı emrediyor veya dayatıyor. Ama insanlığın bu idrâka ulaşmasıyla hem dinlerin, hem kapitalizmin ortadan kalkacağı da açıkça görülüyor. Onun için de mesela, sihrî (büyüsel)  ve dînî  literatürde “ruh” diye adlandırılan “mugâlâta parametresi”nin, -nesnel bir değişken olarak- keşfedilmesinden, ve sonra da dînin metafizik kurgularının, çorap söküğü gibi deşifre edilmesinden çok korkuluyor. Çünki bu taktirde, insânî kalitenin –objektif- ölçüsü bulunabilir; ve de giderek kalitesiz bebek doğumları önlenebilir. Ki böylece de, hem Dünya nüfûsu kontrola alınabilir, hem de insanlar arasındaki her türlü istismârın kökü kazınabilir… Onun için, tarihî devirleri kapatacak olan devrimin, -silâhla ve/veya zor kullanmak sûretiyle- kişisel üretim araçlarına ve sermâyelere el konularak uygulanacak taktiklere ihtiyacı olmadığını, ve bunun, bilimcilerin ve gençlerin başı çekeceği küresel bir “zihniyet ve kültür devrimi” olacağını herkes iyi anlamalıdır… Ama din(ler)den kurtulmadıkça, kapitalizmin kılına bile dokunulamayacağı gibi, hiçbir ülkede (ve insanlıkta) köklü ve kalıcı bir iyileştirmenin mümkün olamayacağı  da unutulmamalıdır…

Manifesto mâhiyyetindeki  bu tebliğ, fikrî muhtevâ ve ifâde şekli olarak tam "43 yıl + 1 ay" da kompoze edilmiştir… Daha açıkcası, insanın hayvandan farkı nesnel bir kesinlikle anlaşılmadıkça kapitalizmin mahkûm edilemeyeceğinin hissedilmesinden 43 yıl,  ve buradan da,  din(ler)in “tanrı-kral”lar düzenine gerçek bir “anti-tez” oluşturamadığı için mantîken paradoksal olması gerektiği fikrine varılmasından 12 yıl sonra, bu –duygusal- hipotezler bu kadar somutlaştırılıp, net bir şekilde doğrulanabilmiştir…


Türk olup veya Türkçe anlayıp da, gereğini düşünmeyenler ve yapmayanlar utansın!..

 

Ali Ergin Güran- 12/03/08