Sonuncu ve Birinci Yeniçeriler
bekdasikodu.org

Tebliğler

İfşaat

Mektuplar

Saklı Tarih Arşivi

Yayınlar

Dava Belgeleri

Haber - Yorum

Cevaplar

Bekdaşi Kodu - bekdasikodu.org - Türk olmak adam olmak demektir.


Türk Olmak Adam Olmak Demektir.
back yaz yaz2

1826’DA –YOLDAN- KALMIŞTIK…

15 Haziran 1826’da, bir dönek hâin pâdişah (II.Mahmut)  mârifetiyle “iç dinamik”ler  zorla “sükût” ettirilip,  Batı’nın “yaşanmış”lıklarını  tekrarlamak (veya taklit etmek)  şeklindeki bir “anakronik” hayata mahkûm edildiğimizden beri –tam 182 yıldır- kaotik bir ortamda yaşamaktayız… Sâdece Istanbul’da on binlerce insanın katli, on binlerce dükkân ve îmâlâthânenin kapanması/kapatılması, ve de Türk –oymacılık- sanatını ve mîmârîsini aksettiren yüzlerce ahşap konak, yalı ve sarayın kundaklanması (hatta yağmalattırılması)  pahasına gerçekleştirilen “1826” olayı aslında, Osmanlı  Devleti’nin –sebebi hikmeti olan- kendi ordusunu (Yeniçerileri)  imha etmek sûretiyle intihar etmesi olayıdır. Çünki, “Seyfîyûn” geleneğinden geldikleri için aynı zamanda dâhilî düzeni koruyup kollamakla da mükellef olan Yeniçeri Ocağı’nın ilgâsından sonra Devlet, iç dinamikleri, yâni doğaçlama oyunları, beceri gösterilerini (yâni davranış özgürlüğünü), ve de bunlardan neşet eden sosyal ve siyâsî  talep ve  nümâyişleri (yâni fikir ve ifâde özgürlüğünü) koruyup gözeten  müstakil karakterini kaybetmiş, çağdaş hayatın gereği olan öğreti ve belletilerin dışarıdan alındığı, ve Saltanat’a tam itaatkâr –olmak üzere Batılılar tarafından tertiplenen- bir ordu zoruyla dikte edildiği bir kolonyal yönetim hâline dönüşmüştür. Dolayısile de, zamanla değişen insan davranışlarına binâen kronik olarak geliştirdikleri fikirlerle toplumu ilerleten “inisiyatör” beyinler, sistematik olarak imhâ edilir hâle gelmiştir. Ve bu arada “politika” kavramı da, “iç dinamiklerin yönetimi”  anlamından çıkıp, sâdece dış dinamiklerin tesirlerine ve yabancı devletlerin isteklerine istinâden yazılan senaryolar ve –bunlara göre- hazırlanan tertipler ve oynanan oyunlar şekline indirgenmiştir. Çünki halk, kânûnî (şer’î)  bir mutlakiyet rejimi  demek olan “Hilâfet”in sultası altında, tamâmen edilgen bir hâle getirilmiştir…

Zıpçıktı  Halife:

Aslında “Halifelik” yönetimi, Emevî’lerde, Abbasî’lerde ve diğer hânedanlıklarda olduğu gibi Osmanlı’larda da çok büyük bir zorbalık ve korkunç bir terör baskısı sonucunda tesis edilebilmiştir. Ve üstelik Osmanlı, tamâmen dış güçlerden aldığı destekle –yâni onların çıkarları doğrultusunda- halifelik ünvânına tâlip ve sâhip olabilmiştir… Mora isyanları devam ederken, isyancı Rumların baş destekçileri olan İngilizler’le  Fransızlar, aynı zamanda, III.Selim’in  îdâmı sırasında (1808), canını zor kurtardığı için endişe içinde yaşayan sultan II.Mahmut’la da,  “kadîr-i mutlak”  hükümdarlık (yâni halîfelik)  husûsunda zımnî  bir anlaşma içine girmişlerdi… Tabii bunun için de, her şeyden önce, hükümdâra tam itaatkâr yeni bir ordunun teşkil edilmesi, ve dolayısile  “seyfîyûn” geleneğinden olan halkçı “Yeniçeri” ordusunun  ortadan kaldırılması gereğini, her iki taraf da –en az bugün bizim anladığımız kadar- biliyordu herhalde… Ama bir halk ordusunu, yine halka kırdırmak (veya halkla beraber kırmak) için, Yeniçerilerin bulundukları –düşünülen-  bütün meskûn mahalleri, hem karadan hem de denizden ateş altına alan bataryaların ve gemilerin (veya “komuta”larının)  kimlere ait olduğu husûsu, hâlâ kimse tarafından tam olarak bilinmemektedir. Çünki tarihteki en korkunç ve emsalsiz bir “devlet intihârı”  olayı hakkında,  Osmanlı Hânedânı ile İngiliz, Fransız ve Rus devletleri arasında varılan zımnî bir mutâbakata binaen, -yâni suçluluk telâşı  içinde- hiçbir doğru enformasyon ve “kronik” tesbite müsaade edilmemiştir. Çünki ortada, insanların havsalasının alamayacağı kadar büyük bir vahşet ve de –çok kısa sürede paylaşılan muazzam menfaat ve memleketler şeklindeki- büyük bir yağma vardır… Mesela, 15-16 Haziran 1826’dan hemen sonra Mora isyânı başarıya ulaşmış ve  Yunanistan diye bir ülke doğmuştur… Ruslar Batıda Edirne’ye, Doğuda Erzurum’a kadar gelmişlerdir (1828)… Fransızlar Cezayir’i  ilhâk etmişlerdir (1830)… Bu arada Mısır hidivi  Mehmetali Paşa’nın oğlu olan İbrahim Paşa komutasındaki Mısır ordusu, Osmanlı’nın “cedid” ordusunu iki defa mağlûp ederek Kütahya’ya kadar gelmiştir… İbrahim Paşa’nın niyeti, Istanbul’a kadar gidip, 1517’de Mısır’dan alınan kutsal emânetleri –haklı olarak- geri götürmek, ve bu sûretle de Osmanlı’nın “zıpçıktı halîfe”sini dımdızlak ortada bırakmaktı… Ama ne var ki, ilk Osmanlı Halifesi’ni herkesten önce Rusya tanımıştır. Ve de karadan Edirne’ye  ve Erzurum’a  geldiği yetmiyormuş gibi, bir de denizden, Istanbul’u –ve Halife’yi- korumak üzere donanma göndermiştir… Sarıyer-Büyükdere  önlerinde demirlemiş olan bu muazzam Rus donanmasının –gemi ve amiral isimlerini de ihtiva eden- mufassal karakalem resmini, bizimkiler, Osmanlı’nın ihânet belgesi olarak çerçeveletip duvara asmışlardı; dün gibi hatırlıyorum… Ruslar, İngilizlerin baskısı sonucu 1833’de –yapılan “Hünkâr İskelesi” antlaşmasıyla- bir çok kazançlar elde ederek geri çekildi; ama İslâm dünyasının birliğini (tevhîdini) sağlamak iddiasıyla ortaya çıkan “Osmanlı Halifesi”, hiçbir zaman İngiliz, Rus ve Fransız elçilerinin –salon- oyuncağı  olmaktan öte bir varlık gösteremedi. Çünki bu “Halife”, sözkonusu yabancı devletlerce, sâdece işgâl ve boyunduruk altına alınan İslâm ülkelerinde doğabilecek reaksiyonlara karşı, halkları yatıştırıcı bir uyuşturucu ilâç gibi kullanılmak üzere desteklenmiş ve/veya ortaya çıkarılmıştı. Yâni Osmanlı Halîfesi’nin “Tevhid”  akîdesi, “esâret altında dîni yaşamak” öğretisinden başka bir şey değildi aslında… Mesela, mücâhit Osmanlı’lar “Cuma”yı  farz saymazlarken, -yabancı devletlerin oyuncağı olan- “zıpçıktı Halife”nin Osmanlıları, Cuma namazlarını, daha çok, Halife’ye biat gösterileri (selâmlık)  anlamına gelmek üzere mecbûrî  saymışlardır… Demek ki 1826 yılında ortaya çıkan sonuca göre, en son ve en mütekâmil din olan İslâmiyet’le de, “Monoteizm”in  ideali olan “tevhid dîni” veya “dinlerin (ve insanlığın) tevhîdi”  gerçekleştirilememiştir aslında… Ve dolayısile İslâmiyet de içine kapanarak, bir cemaat dîni (veya kilise) hâline indirgenmiştir… Onun içindir ki, “1826”nın gâlipleri, (yâni Osmanlı sülâlesi, Âyan çocukları ve biatlı Kürt aşiretleri)  başlarına “halîfe” adını verdikleri bir “kilise papazı”nı geçirerek, Batı’nın güdümünde “icrâ-i ibâdet” ederlerken, onların “Bekdâşi” adını taktıkları, “Türk-Tarikat Sistematiği” yoldaşları da mağlûbiyetlerini, dînin zâhirden çekildiği (bâtına girdiği) şeklinde yorumlamışlardır. Ve de büyük bir tevekkül ve vakâr içinde, tamamen ihtiyârî  bir ibâdet anlayışını  benimsiyerek, dînin hükmünün –tümüyle- ortadan kalkacağı “Kıyâmet” gününü beklemeye başlamışlardır… Ama aynı sıralarda kurnaz Osmanlı, “tevhid”den vazgeçip “dogmatizm”e (nass’cılığa)  sapmış –yani bir bakıma kiliseleşmiş- olan İslâm anlayışının halîfeliğini, “selefî”lik akımlarına karşı koruyabilmenin pek de mümkün olamıyacağını anladığı için, aynı zamanda “Türkçülük” de gütmeye başlamış, ve bundan dolayı da, bütün tarihî başarıları sülâlesine (Hânedân’a)  ve bu Hânedân’ın Türklüğüne bağlayan bir “cönk” yazdırmıştı; sanki himmet sâdece, efsânevî  ve/veya “anonim kişilik”ler olan (yâni soyu sopu belli olmayan)  “derviş”lerden, gayret ve ceht de  yalnız Osmanoğulları’ndanmış gibi… Ve aynı zamanda, bu “Türkçülük” modasıyla, “Yeniçeri Ocağı”nı –“ırklarüstü”lüğünden dolayı- bir kat daha kötülemek imkânını elde etmişti Osmanoğlu… Böylece de, yerli ve yabancı müttefikleriyle başlattığı “gericilik” akımından sonra, bir de “bölücülük” fesatının tohumlarını atmıştı son Osmanlı, bu topraklara…

Mürteci de, Mürted de, Mülhid de Olmayacaksın!

Halbuki Türk-Tarikat Sistematiği, bütün geleneksel kurum ve kuruluşlarını kaybetmiş olsa da, yâni tamâmen “yer altı”na girmiş bulunsa da, çok sağlam bir “düstur”a (anayasa’ya)  dayanmaktaydı: “Mürteci de, mürted de, mülhid (Allahsız=Ateist)  de  olmayacaksın!” şeklinde idi bu düstur… Ki bu üç “mim” noktası, insanlara doğru yolun “kerteriz”lerini veriyordu… Gerçekten de onlar “cihat” yaparlarken, yâni “iç dinamik”lerden kaynaklanan inisiyatif ile Dünya politikalarını belirlerlerken “sünnet”leri ihtiyârî saydıkları gibi, pâdişah mârifetiyle esâret altına düşürüldüklerinde de, mecbûrî  bir Sünnî (Arabî, Dînî) hayat yaşamayı zûl addettiler; ve bunu “mürtecî”lik olarak nitelediler… Ayrıca “Muhammed ümmetinden, İsa meşrebindeniz”  deseler de hiçbir zaman –başka memleketlere gidenler bile- Hristiyanlığa dönmeyi düşünmediler… Ve de “Allah”  kavramını yeniden irdeleyip anlamaya gayret ettiler. Çünki tefekkürde de “tevhid”ci bir zihniyete sâhiptiler; yâni tek bir Tanrı’nın, kategorik ve/veya aksiyomatik olarak farklı düşüncelere sâhip –dinci ve bilimci diye- iki ayrı insan tipi yaratmış olabileceğine  inanmıyor, ve Avrupalıların aksine, din ile bilimi ayrı düşünmüyorlardı… Halbuki “1826”dan sonra Osmanlı’nın –dış güçlerin himâyesinde- ikâme ettiği irticâi  din anlayışı ile insanların (teba’nın) kafası, dünyevî ve dînî düşünce olarak ikiye  bölünmüştü; Hristiyanlarınki gibi… Tarikat erenleri bu “kafa çatlaklığı”nı ve sebep olduğu yozlaşmayı, “âhır zaman” belirtileri veya “kıyâmet” alâmetleri olarak anladılar, ve Dünya’nın -fizîkî- sonunu beklemeye başladılar. Çünki o sıralarda bilim, dini izah edebilecek kadar gelişmemişti; dolayısile de, yaklaşmakta olduğunu hissettikleri büyük tarihî  dönüşümü (daha doğrusu tarihî devirlerin kapanışını)  başka türlü anlamlandıramıyor ve/veya yorumlayamıyorlardı… Ama biz, onların düsturuna uygun olarak yola ve düşünmeye devam ettiğimizde, yâni “mürteci”liğe düşmeden, “mürted”liğe dönmeden, “Tanrı” kavramını –yeni bilimsel buluşlarla- irdelediğimizde anladık ki, dinleri de izah ederek aşabiliyoruz… Ve bu arada, onların metafizik bir “Öbür Dünya”ya geçiş kalkışması şeklinde anladıkları “Kıyâmet” olayını da, târihî  devirleri kapatarak, doğru düzgün bir rotada ilerleme aşamasına (tarih ötesine)  geçmekte olan insanlığın, “intikal sancısı”  olarak izah edebiliyoruz. Çünki Türk-Tarikat Sistematiği’nin kabul ettiği “tevhidcilik” anlamındaki din, “Tanrı” kavramını  “elemantal” olarak değil, “argümantal” olarak, yâni “Tanrısal Yol”  şeklinde  ele alıyordu. Dolayısile de “ehl-i tarik”,  üç  “mim noktası”na düşülmediği (yâni mürtecî, mürted ve mülhid olunmadığı)  taktirde -şeklî, terminolojik ifâde ve izahlar ne olursa olsun-  mutlaka selâmete erileceğine inanıyordu. Ki işte bizi de bu inanç motive etti, ve doğru yönlendirdi; ve de “erenler”in  “Kıyâmet” için öngördükleri bir tarihte (20. yüzyılın sonunda) bizi bu bilince ulaştırdı… Halbuki “nass”lara ve “sünnet”lere sarılarak dogmatikleşmiş bir din, önce tevhid ilkesinden uzaklaşarak bir cemaat dini hâline gelir, yâni “kilise”leşerek bir nevî “mürted”liğe  yol açar, sonra da ortaya çıkan ruhbanların (imamların)  öğretileriyle “Tanrı” kavramının elemantal îzahlarına gömülerek (yâni ister istemez soyut “eleman”a nitelikler yükleyerek) “şirk”e  sürüklenip,  “politeizm” gibi bir “mülhid”lik  yaratmış olurdu… Nitekim “1826”dan sonra ortaya çıkan “hilâfet dîni” de, aslında böyle yapmış oldu. Ve yaratıcı önderlere ve/veya inisiyatife gerek duymayan böyle bir “din” anlayışıyla da insanlık, Rabb ile Şeytan arasında şaşırıp kaldı… Halbuki birer soyut eleman (yâni nokta)  hâlinde düşünülerek, “Şeytan” ve “Rabb” noktalarından geçen bir “doğru” tasavvur edip, bunun üzerindeki “Rabb’a  yönelik gidişât”ın muharriki olan diyalektik çelişkiyi (“tabular-hayvânî ihtiyaçlar” çelişkisi)  çıkarabilseler, sözkonusu “şirk”ten de, gizli “mürted”likten de (yâni kilisecilikten de), “mürteci”likten de kurtulur, ve bilimsel –argümanlarla- bir “Tanrısal Yol”a girebilirlerdi. Ancak ne var ki, aslında “gizli kilisecilik” demek olan “hilâfet ve biatçılık”  dini, ve onun papazları (halife ve imamları), “Tanrı”ya bir sürü –insânî- nitelikler yüklemek sûretiyle kazandıkları, “insanları bu olumlu niteliklerin karşıtlarından (Şeytan’dan)  koruma” misyonundan, ve de - en önemlisi- bu misyonun kendilerine verdiği “zor kullanma” imtiyâzından vazgeçememişlerdir/vazgeçemezler. Ve onun için de, -Dîn’in  iç mantığı  mûcibince- Tanrı ile iletişimin kesilme noktası demek olan Peygamber’in ölümünden sonra, -gerçek- ilerleme ve yükselme devirleri hâricindeki “hilâfet” ve hatta “imâmet” dinciliği, açıkça, Tanrı’nın gıyâbında ve O’na rağmen hükmetmek, yâni zulmetmek anlamına gelmiştir; ve çok büyük bir günah olmuştur. Ve de “örfî hukuk” mûcibince, yönetimleri ve doktrinlerini, ortaya çıkan neticeye göre değerlendirme alışkanlığı kazanmış olan Türkler, bunu çok iyi anlamışlardır. Dolayısile de Araplar gibi, düşülen kötü durumları, “Rabb’ın eğitimi” olarak açıklayıp, her türlü zillete katlanmayı fazilet bilen “İsrailiyât”a  sapmamışlar (dönmemişler), ve “son dinden ancak bilime geçilir” diyerek, daima bilimden çıkış yolu aramışlardır… Onun içindir ki Türk-Tarikat Sistematiği, “1826” katliamı  ve zûlmüne rağmen, -intikam saikiyle de olsa- bir iktidar mücadelesine girmeyerek, fiilen imamlığa (postnişinliğe)  son vermiş, ve böylece de herkesi, mimlenmiş kerteriz (düstur)  noktaları muvâcehesinde –yolda- serbest bırakmıştır… Halbuki Halâskâr Gâzi Mustafa Kemal, 1924’de Halifeliğe fiilen ve resmen son vermiş olsa da, Osmanlı’nın uşak ve halayıkları, Âyan takımının çocukları ve yanaşmaları, ve de biatlı (Sünnî)  Kürt aşîretleri efrâdı tarafından benimsenmiş ve özümsenmiş olan, “Hilâfet”in “mürtecî”, “mürted”  hatta –şirkçi anlamında- “mülhid” ve dolayısile de ifsatçı din anlayışı, günümüze kadar –yükselerek- sürmüş, gelmiştir. Çünki aslında, “biatçı dindarlık” zihniyeti aşılamamıştır. Sâdece kaderin bir cilvesi olarak, ilk Osmanlı Halifesi’ne (II.Mahmut’a) meşrûiyet ve güç kazandıran Rus Çarlığı’nın hainliğini, Bolşevik İhtilâli vâsıtasıyla Rus emekçileri telâfi ederek, Hilâfet’in ilgâsına vesîle ve destek olmuşlardır… Ama sonradan Rus komünistleri havlu atınca da, aynı “Hilâfetçi dindarlık” zihniyeti avdet etmiştir.  Öyle ki, bugün bu “hilâfet ve biat” dinciliği, emperyalizmin mârifetiyle yeniden memleketin başına belâ edilmiştir/edilmektedir… Onun için bugün artık, “1826”nın maktullerinin ve mazlumlarının çocukları ile, helâl süt emmiş “ana-baba evlâdı”  toparlanıp, üzerlerine yığılmış “ölü toprağı”nı  silkeleyerek, tarihî büyüden (veya lânetten)  kurtulmalı, ve emperyalizmin güdümüne aldığı –biatçılığa alışmış- “onun-bunun çocukları”na hadlerini bildirmelidirler. Ki bu “had bildirme” işlemi de, onların ibâdet ritüellerine, dinsel sembollerine karışmak ve fikrî safsatalarına karşı çıkmak şeklinde değil, bütün Dünya gençliğinin “düşünce-davranış” sibernetiğini belirlemek üzere inisiyatif almak anlamında olmalıdır. Ve böylece de, dinsel davranışların ve mugâlâtaların merkezîleşmesi ihtimâli ortadan kaldırılarak, -tasavvur ve ümit edilebilecek- “hilâfet” müessesesi de, diğer bütün “kilise”ler de ebediyen tarihe gömülmelidir… Kendilerini Rabb’ın seçkin kavmi olarak görmekle birlikte aynı zamanda her türlü zillete katlanmayı da –Rabb’ın cezâsı diye- fazilet sayan Yahudiler ise, destek aldıkları gerici (Protestan) kiliseleri kaybettikten sonra, nasıl olsa “Narsisist-Mazoşist çelişki”leri içinde yok olup gideceklerdir…

Atatürk  Mâsumdur…

Son zamanlarda, uzun süre yurt dışında, sürgünde yaşamış olan Osmanlı Hânedânı  mensuplarına karşı duyulan –acımayla karışık- ilgi ve sempati gittikçe artmaktadır. Bu ilgi ve sempatiyi sâdece, halk fakirleşirken dindarlıkla zenginleşen/zenginleştirilen bir gürûhun, Tanrı’larına (veya Mâbutlarına) karşı  duydukları borçluluk hissini tatmin için, “Peygamberin kaymakamı”  anlamındaki bir makâmın (Hilâfetin)  eski sâhibinin çocuklarına yaranmaya çalışmalarıyla açıklayamayız. Kaldı ki bu eğilim, bu kadar mâsum(!) olsa bile, bir takım –mâlûm- dış mihraklarca, bu eğilimden güçlü bir “odak”  istihsal edilmesi, ve de başlangıçta olduğu gibi, İslâm Dünyası’nı gütmek üzere kullanılacak bir  “Halife”  yaratılması hiç de zor olmasa gerek… Tarihimizi iyi bilmez  ve ona sâhip çıkmazsak, tabii ki “emperyalizm tarafından güdülmek ve sömürülmek” gibi bir “mâkûs tâlih”i  yenmemiz de sözkonusu olamaz…

Her şeyden önce şu nokta iyi anlaşılmalıdır ki, Osmanlı Hânedânı’nı  sürgün etmekle  Atatürk, mâsûmiyetine zerre kadar halel getirmiş ve en ufak bir zulüm yapmış değildir. O Hânedan mensupları, -sürgün hayatında- II.Mahmut’tan  itibâren dedelerinin, bu millete ve yerleşik Türk kültürüne veya medeniyetine revâ gördükleri zulüm ve tahrîbâtın kefâretini (o da ancak bir kısmını) ödemişlerdir sâdece… Mesela bugün –bu ülkedeki- kendini Türk sanan insanlar, aynı zamanda biatlılar gibi davranıp genç yaşta Hacc’a gidiyor, ve “Cuma”ların müdâvimi oluyorlarsa, Batılı zihniyetini evrensel zannederek, onların sosyo-ekonomik teorilerini belledikten sonra, bize uymadığını  görerek yeise kapılıyor ve de bu mâlûmâtı sâdece biribirlerine ukalâlık taslamak için kullanıyorlarsa, bu durum 1826’dan itibâren “dejenere Osmanlı”nın uyguladığı “kültürel soykırım”  politikalarının eseridir. Dolayısile sürgünde yaşayan Hânedan mensupları, kısmen gâvurlaşmış, kısmen de Araplaşmışlarsa onların bu durumu, dedelerinin  uyguladığı “kültürel soykırım”ın, “İstanbul Türk Medeniyeti” üzerinde yarattığı olumsuzlukların yanında bir “hiç” kalır… Bu nokta iyice anlaşılmadığı ve gereği yapılmadığı taktirde, -bu gidişle- Atatürk’ün tarihî kişiliğinin tahrip ve hatta likide edileceği de “ayan-beyan” ortadadır. Çünki “Mustafa Kemal Atatürk”, bir “sentez” veya “başlangıç” yapan bir “kurucu”nun değil, “nefes aldırıcı”, “kendine getirici” veya “zaman ve zemin kazandırıcı” anlamındaki bir “kurtarıcı”nın adıdır aslında… Onun için, Atatürk’ün zamanını baz (zemin)  alarak yapılan veya yapılacak olan tartışmalarla bir yere (kesin hükümlere)  varmak mümkün değildir. Çünki, o zamanlarda alelacele ve Dünya’daki nâzik konjonktüre uygun olarak alınan kararların, yapılan işlerin çoğu, sâdece palyatif ve geçici tedbirler (ve/veya taklitler)  olmanın ötesinde bir anlam taşımamaktadır…   Atatürk’e, büyük lâflarla olmadık misyonlar atfetmeye çalışanlar, aslında O’nun –ve eserinin- sırtından geçinmeye alışmış asalaklardır. Onun için de, “Atatürk” kişiliğinin yıpranması/yıpratılması, hiç de umurlarında değildir bunların… Halbuki bugün yapılması gereken iş, Atatürk’ün kişiliğini de, bir daha tartışma konusu yapılamayacak bir biçimde tarihe oturtmak üzere, O’nu öne çıkaran tarihî “arka-plân”ı  açıkça gözler önüne sermektir…

“Canlı Tarih”  Metodu ile Gerçekler:

Pozitivistler, “olan, olması gerekendir” derler… Onun için de, vukua gelmiş tarihî  olayları bir “nass”mış, bir Tanrı hükmü veya “âyet”i  imiş gibi kabul edip, sonraki gelişmeleri bu varsayım üzerinden îzâha çalışırlar; ve de güçlülerin, baskınların haklılığı ekseninde tarih yazarak insanların beynini yıkarlar… Hiç de doğru değildir aslında bu hüküm… Bunlar, “zaman”ın izâfîliğinin bilinmediği zamanlardan kalma söylemlerdir… “Kronik” denilen tarihî kayıtlardaki “tekerrür”lere baktığımızda bile anlarız ki, her zaman olması gerekenler olmuyor… Bir tarihî konakta, olması gerekenler olmayınca toplumda ilerleme durur, kaotik olaylar cereyan etmeye başlar ve tarih –bu ülkede- bir “anakronizm” tuneline girer… İşte o sıralarda, böyle bir ülkenin bocalamalarını, yalpalamalarını, kendi çıkar ve kronolojilerine göre –“tarih” adı altında- hikâye edenler, sömürgeci ülkenin ajanlarından başka birileri olamaz… Ama sözkonusu, hayâtiyeti olan bir toplumsa, bir gün düştüğü yerden kalkar ve hiçbir şey olmamışcasına –fakat bu sefer- olması gereken gibi, yürüyüşüne devam eder…  Mesela, 1808’de, III.Selim’in  îdâmı  sırasında, II.Mahmut da –bir şekilde- ortadan kaldırılsaydı, ülkemizdeki Osmanlı hâkimiyeti sona erecek, ve ondan sonra birkaç yeni hânedan denense de, herhalde “cumhuriyet”e geçmek pek de uzun sürmeyecekti. Ki bu cumhuriyet de, Osmanlı’daki özel mülkiyetin “vakıflar” esâsına dayalı olduğu göz önüne alındığında, -kolayca anlaşılabilirki- mutlaka bir nevi “halk cumhuriyeti” olacaktı. Üstelik bu olay, daha Karl Marx “Komünist Manifesto”yu yazmadan önce gerçekleşmiş, veya gerçekleşme yoluna girmiş olacaktı. Ve belki de, asırlık süreçlerde büyük bedeller ödenerek yanlışlığı, eksikliği anlaşılan, ütopik “Komünizm” teorisi hiç ortaya çıkmayacak, çıkamayacaktı… Bu, olabilirdi; çünki başta İstanbul olmak üzere belli başlı şehirlerde büyük bir “kalifiye iş gücü” vardı. Bu insanlar, savaş ekonomisinden üretim ekonomisine geçmek, üretmek ve satmak yâni ticâret yapmak istiyorlardı. Pâdişahlar ise, bu iş gücünü organize edip üretimi arttırarak yabancı ülkelerle ticaret anlaşmaları yapacaklarına, savaş politikalarından bir türlü vazgeçmiyor/vazgeçemiyorlardı; çünki “Saltanat”ın “sebeb-i vücûdu” ortadan kalkacaktı… Bağ, bahçe, bostan gibi büyük tarım işletmeleri de vakıftı, büyük sanayi işletmeleri de… Yâni ortada kapitalist de yoktu, “proleter” anlamında işçi de… Dolayısile “liyâkat” esâsına göre herkes yükselebiliyor ve kazanabiliyordu. Hatta kadınlar bile sık sık büyük işletmelerin başına –yönetici olarak- geçebiliyordu… 1826’ya gelinirken pâdişahlar, yeni üretim alanları ve yeni teknolojiler yaratma kapasitesine de sâhip olan, işte böyle bir “kalifiye iş gücü”nü zorluyorlardı –yeniden- savaşçı olmaları için… Halbuki bunlar, “Seyfîyûn” kökenli olmaları ve önemli şehirlerde “Orta”, “Seğmen”, “Bölük”  adlarıyla, -esnaf ve zenaatkârlarla da iç içe girmiş şekilde- inzibâtî silâhlı  güç hâlinde bulunmaları hasebiyle, bir nevî “milis kuvveti” gibi  işlev de görüyorlardı. Ki kadirşinas Ankara şehri “Seymen”lerini, -folklorik ve sembolik olarak- hâlâ muhâfaza etmektedir… Demek ki 1826’da ilga ve/veya imha edilmiş olmasalardı, ne Ruslar  10-15 bin kişilik cüz’i  bir kuvvetle Edirne’ye kadar gelebilir, ne de Mora isyancıları, yarımada’nın  kuzeyine yayılacak kadar işi azıtabilirlerdi… İşte II.Mahmut, böyle bir “kalifiye iş gücü” ve “kaliteli savunma gücü”nü kırdı geçirdi, yabancılarla anlaşarak… Onun için, II.Mahmut’un yazdırdığı, ve bugün hâlâ çocuklarımıza ders olarak okutulmakta olan “tarih”i,  bir saltanatın kendini koruma içgüdüsiyle ortaya çıkardığı şâhâne(!) bir “hamâset edebiyâtı” olarak –doğru- anlamalı ve ilk “maşrık-ı âzam” emperyalist uşağının, bu “beyin yıkama” aracını  tedrisattan kaldırmalıyız… Halbuki, o zamanlarda üretim ekonomisine geçilebilseydi, bütün Memâlik-i  Müttehide’nin başını çektiği bir ticarî  cevelân, Dünya’nın seyrini bambaşka mecralara sokacaktı; ve muhtemelen, ne vahşî  kapitalizm, ne de anarşizan komünizm akımları ortaya çıkacaktı… Çünki sanayi, -normal olarak- enerjinin bulunduğu memlekette, yâni Osmanlı topraklarında gelişecek, dolayısile de büyük spekülâsyonlara ve savaşlara gerek kalmayacaktı… Yâni son tahlilde denilebilir ki “Kapitalizm”,  emperyalist aşamaya, 1826’daki büyük bir katliamla, ve de bizi parçalayıp, “anakronizm” tuneline sokmakla geçmiştir aslında…

İşte mîlâdî tarih çizelgesinin “MS.1826” noktasında bizi böyle bir ufuk (gelecek) beklerken, “mâlûm ve meş’um olay”ın husûle gelmesiyle, becerikli (ehliyetli)  ve liyâkatli insanlarımızın büyük çoğunluğu katledilerek, hapsedilerek, sürgün edilerek ortadan kaldırıldı. Ve onların yerine, hem “modern Avrupalı” tiplerin kopyalanması, hem de geleneksel Arap-İslâm yaşantısının mukallitliği sûretiyle, yeni insan –tipleri- üretimine başlandı. Çünki o sıralarda, adam seçilimi (inisiyasyon)  anlamını  hâvi “eğitim” kavramı da terk edilmiş, onun yerine, ezbere ve taklîde dayalı “kolonyalist eğitim” konsepti ikâme edilmişti… Biz o zamanlardan bugüne, bu bilgilerle ve metodolojiyle  ulaşabilmişsek bu durumu, o zamanki –yüksek- entellektüel bilgi ve bilinç seviyesinin bir delili olarak değerlendirmek lâzımdır… Son Osmanlıların –Ahmet Cevdet Paşa gibi- bendegân tarihçilerinin yazmış oldukları ısmarlama tarihler, nasıl bir tesbitte bulunmuş, Atatürk’ün etrafını kuşatmış olan Ermeni, Yahudi ve Tatar tarihçiler ne gibi zırvalar uydurmuş olurlarsa olsunlar, bizim canlı bir “tarihî delil” olduğumuz gerçeğini çürütemez; ve de 1826’da Osmanlı’nın (II.Mahmut’un), tarihte bir sentez veya bir başlangıç (yenileşme) yaptığını ispatlayamazlar… 1826’da yapılan iş, Türkiye’yi insanlığın kronolojik tarihinin dışına savuran, kaotik bir kesinti sayılabilir ancak… Çünki, her ne kadar mütekait ve muvazzaf bütün Yeniçerilerin, ve bazı esnaf ve zenaatkârın bütün vakıfları ve emlâkı  müsâdere edilip, bunlara ait tüm evrak ortadan kaldırılsa da, ve hatta bu eşhâsa ait mezar taşlarındaki kayıtlara dahî tahammül edilmeyip, bunlar bile –taşların parçalanması sûretiyle- imha edilse de, ayrıca “Kavlîyûn”dan olanların sürgünlükleri geri dönüşsüz olsa da, hiç değilse bizim sülâlenin maddi varlığı ve entellektüel birikimi yok edilememiş, ve dolayısile de o zamanla bu gün arasındaki irtibatı tamamen kesmek mümkün olamamıştır. Onun içindir ki, II.Mahmut’un kendine özgü bir kerâmeti (kendinden menkûl kerâmeti)  sözkonusu olamaz artık… Çünki bizim dedelerimiz, Osmanlılara –sultanlara bile- imamlık ve akıl hocalığı yapmış, yâni Devlet’i birlikte oluşturmuş, ve hatta Istanbul’u îmar edip büyük vakıflar şeklinde paylaşmak, ve dolayısile biribirleriyle alış-veriş ilişkisine girmekle, ekonomik olarak da Osmanlı ile entegre olmuş  “Havass”tan insanlardı… Ama onları dahî, -1826’dan sonra- vakıflarının yönetimini almakla, bazı vakıf emlâkını üzerlerine geçirmekle, işlerini ve gelirlerini kısıtlamakla, ve de çocuklarını “Enderûn” mekteplerine alıp “beyinlerini yıkamak” istemekle tehdit ve tazyik altında tuttular… Bizimkilerin, bu baskılara ve taarruzlara karşı direnişleri ve savunmaları –o zamanki sosyal şartlar muvacehesinde ister istemez- kahvehâne ve meyhâne zeminlerinde gerçekleşti. Ki onun için de kendilerine “serhoş bekdaşi”  yaftası takıldı karşıtlarınca… Ve ondan sonra da Osmanlı ve yalakaları ile bizimkiler arasında –giderek yaygın bir literatür hâline gelen- hicviye savaşları başladı… Büyüklerimiz, bu “fesat devri”nde sâdece, Sultan Abdülaziz’in zamanında biraz nefes aldıklarını  ve –pazarlıksız olarak- resmî  görevlere getirildiklerini söylerler; ki o arada Babaannemin babası  Mehmet Esat Efendi de, “sermühendis” olarak Kudüs’e gönderilmiş, ve yedi sene orada kalarak  Mescid-ül Aksa’yı  restore etmiş… Ne var ki Sultan Aziz’in, vatanperverâne tasarruflarına katlanamayan iç ve dış “kumpasçı”lar, O’nu dahî, saltanatının 15. yılında, sinsice ve hunharca işlenmiş bir cinâyetle ortadan kaldırdılar… Bundan sonra bizimkilerin rahat bir nefes alıp önemli görevler yüklendikleri son tarihî konak, “Atatürk Devri” olmuştur; ki 20-25 yıl olarak düşünülebilen bu devrin atmosferini çocukluğumda ben de soludum… Ve onun için de, 20. yüzyılın ortasından itibâren, paldır-küldür yuvarlanarak  “fitne+fesat+istismar+sömürü”  düzenine nasıl daldığımızı, daha doğrusu nasıl kaydığımızı, izlemek ve fark etmek şansına sahip oldum… Ve de bir nesilde zenginleşenlerin, nasıl bir gaflet içine girdiklerini, çocuklarını aldatma durumuna düştükleri gibi, milletlerine de büyük kötülükler ettiklerini –uzunca bir temsil izler gibi- gözlerimle gördüm… Halbuki bizim babalarımız, Atatürk’e öylesine güvenmişler ve O’nun –kendilerinin de şevkle katkı yaptıkları- yepyeni bir devir başlattığına öylesine inanmışlardı ki, mutasarrıfı oldukları vakıf arâzilerini ufak bir vergi karşılığında kendilerine bırakan kânundan bile yararlanmayı düşünmemişler ve –belki ben buraları lâyıkıyla îmar edemem diyerek- Istanbul’un en mûtenâ yerlerindeki bu geniş arsaları Devlet’e terk etmişlerdi… Hatta bu arada dedelerinin bazı vakıflarını da gönüllü olarak Devlet yönetimine (Mazbûta’ya) bırakmışlardı… Ama 1950’den sonra “manzara-i  umûmiye”ye baktıklarında –hayret ve hüsranla- gördüler ki, bütün bu vakıf arazileri (hatta kendi yönetimlerinde kalan Mülhaka’dakiler bile)  Devlet –bürokrasisi- mârifetiyle talan edilip yeni yeni “spekülâtör” zenginler yaratılıyor… İşte ondan sonra anladılar ki, “1826” olayı geçici (kazâi)  bir felâket değilmiş; ve dedelerinin o zamanki, “dînin hükmünün kalkmakta olduğu” yolundaki görüşleri de, unutulup yabana atılacak fikirler değilmiş… Çünki, Tevhid Dîni’nin  doğal –ekonomik- “altyapı”sı olan koskoca bir “vakıflar” organizasyonu, dînî söylem ve mugâlâtalarla halktan oy toplayarak yönetime geçenlerce, darmadağın ve talan edilmekteyken, “Tevhid Dîni”ni savunmak –mantîken- imkânsız olmakta, ama bu zillet durumuna katlanarak dindar kalabilmek ise, “Tanrı’nın vaad ettiği topraklara, -ızdırap çekerek- yeniden kavuşmayı beklemek” gibi bir “İsrailiyât” anlamına gelmekte… Onun içindir ki bana, “Kıyamet”in kopmak üzere olduğu, artık Dînin (dinlerin) hükmünün kalmadığı, geniş kitlelere hitap edebilme ve ahkâm kesebilme konumuna yükselmiş olan din adamlarının, dîni  ancak,  mevcut  istismar düzeninin bir aracı olarak kullanabileceği, ufak cemaat imamlarının çoğunun da, bunlara haset edeceği için mâsum kalamıyacağı, ama bu gerçeklere rağmen, istikbal hakkında bilimsel argümanlara dayalı, doğru bir yol (metodoloji) bulamadığım taktirde, Dîni kritize etmemem ve geçmişimizi (tarihimizi)  karıştırmamam (eşelememem)  gerektiği, çünki o taktirde, içinden çıkılmaz bir kargaşaya yol açıp, bulaşabileceğim mealinde telkinde ve vasiyette bulunmuşlardır… Ve de en sonunda Babam M.Orhan Güran’la birlikte şöyle bir karara yaklaşmışızdır ki, ancak insanın, hayvandan kesin farkını maddi delillerle açıklayabildiğimiz zaman, bizim -“1826”da patlayan kaosa gömülmüş olan- tarihimizi anlayıp ondan destek alabilir, ve de dîni (dinleri) îzah ederek aşabiliriz… Ve gerçekten de ben, insanın “ritmik hayvan” olduğunu –şimdiye kadar kimsenin îzah edemediği melodik seslerin sebebini de açıklayarak- ortaya koymakla birlikte, hem dinlerin faydasız (hatta zararlı)  hâle gelmesinin sebebini buldum, hem de tarihimizin “insan sarraflığı”na, yâni “inisiyasyon(liyâkat)” seçilimine dayandığını anlayarak, tarihimizle -“feed-back” etkileşimiyle- bütünleşmiş oldum… Onun için artık bundan sonra yapılacak işler ve/veya tutulacak yol gâyet basit ve pratiktir… Bir defa her şeyden önce, gerçek bir “fikir ve ifâde özgürlüğü” plâtformu sağlanmalı; ki bu meyanda bizim fikirlerimize uygulanan tecritin kaldırılması için  – Silahlı Kuvvetler’imizin kurmay heyeti de dâhil olmak üzere- bütün resmî güçler de gayret göstermelidir… Çünki hiç olmazsa, 1826’da kaybettiğimiz tarihimizi ve toplumsal hâfızamızı yeniden kazanmaya çalışmak, onların da resmî  görevi sayılmalıdır herhalde… Kaldı ki “1826”  maktullerinin, mazlumlarının, gâyet gelişmiş becerisel ve huysal “genetik şifre”lerini taşıyan torunlarını ortaya çıkarmak ve onların, -“iade-i îtibar” etmek sûretiyle- özgüvenlerini arttırmak da, mumla şamdanla “adam” aradığımız günümüzde, büyük bir kazanç olacaktır… Bu aşamada başlatılacak olan süreç, din(ler)in, yozlaşmış “tanrı-kral” düzenlerine karşı –iyi niyetle- uydurulmuş “arkaik” ideolojiler olduğunun, dolayısile  bu öğretilerin bugün ancak kitlelerin istismârı için işe yarayabileceğinin anlatılması, ve -Panteist Zon Kulüpleri’nin kurulmasıyla da- iyice anlaşılması süreci olacaktır. Ki bu süreç sonunda da, -Atatürk devrinde olduğu gibi, ama o zamandan çok daha bilinçli olarak- “kişileştirilmiş tanrı” inancına, yâni dînî inançlara sâhip olanların, Devlet kademelerinde görev almalarının imkânsızlaştırılması  sağlanacaktır… Halk arasında yaşanan din ise, ilk çıkışındaki mecrâsına kanalize edilecek ve -uzaktan kontrollu olarak- serbest bırakılacaktır. Ki bunun için de, iki basit düzenleme yeterli olacaktır: 1) Câmi imamlığı, profesyonel meslek olmaktan çıkarılacak, ve halktan kişilerce - süreklilik kazanmamak şartıyla-, Devlet’in bilgisi dâhilinde, geçici ve îcâbında münâvebeli olarak îfa edilecektir. Devlet, görev yevmiyesi ödese bile, “imamlık”  dönüşümüne (ringine)  dâhil olan kişilerin cemaate oranı  1/10’un altına düşmeyecektir. Çünki din(ler)de  “doğru bilgi” diye bir şey sözkonusu olamaz; en doğru din bilgisi demek, bütün hükümleri sıkı sıkıya, tartışılmaz “nass”lara bağlanmış en dogmatik, dolayısile –bilimsel olarak (bilimsel teoriler muvâcehesinde)- en yanlış bilgi demektir; ve üstelik de merkezîleşme eğilimine binaen en tehlikeli bilgi demektir. Ama herhangi bir “efsane”nin değişik yörelerde  -iç mantığı ve amacı muhâfaza edilerek- farklı farklı anlatılmasıyla, bir takım folklorik, dinsel ritüellerin biraz farklı  icra edilmesiyle halkların başına hiçbir kötülük gelmemiştir, şimdiye kadar… Yeter ki Devlet, efsâne ve ritüellerin muayyen bir versiyonunu tutmak veya tercih etmek gibi bir tavrın içine girmesin… Böyle bir düzenleme ile aynı zamanda Atatürk’ün isteği ve –zımnî- vasiyeti de yerine getirilmiş olacak, ve Arapça bilenlerin bulunmadığı yer ve zamanlardan başlayarak ibâdetler, ister istemez Türkçe yapılır hâle gelecektir… 2) Ayrıca, bir nevî  tâciz ve baskı aracı hâline gelmiş olan hoparlörler de, bütün ibâdethânelerden tümüyle kaldırılacaktır…

Halbuki…

Bir “oyun+eğitim+terapi kuruluşu”ndan, yâni “Panteist Zon Kulübü”nden, hiçbir  -normal- insanın korkacağı, çekineceği bir şey yoktur; sâdece “spekülâtör” kapitalistlerden başka… Çünki bu kuruluşlar, “adam” yetiştiren modern “zâviye”ler olarak –normalliklerinin bilincinde olan- normal insanlar ortaya çıkardıkça, kumardan nefret eden, faiz ve haram yemekten kaçınan bu insanların yanında, “parasal kazanç” kumarbazlarının anormallikleri açıkça anlaşılır hâle gelecek, ve meslekleri de itibar kaybına uğrayacaktır… İşte, bir ülkeyi her anlamda kalkındıracak olan “iç dinamik”ler ancak bu şekilde yaratılabilir. Çünki insanın “insan” olması, beslenme ve üreme gibi içgüdüsel tüketim ve etkinliklerden çekinmeyle (tabularla), ve de –ritm melekesinden neşet eden-  “yaratıcılık”la başlamış, ve ancak bu şekildedir ki “artı-değer” veya “sermaye” denilen potansiyel güç ortaya çıkmıştır. Ki zâten kendini (“insan”lığını) bilen bir insan, “artı-değer” veya “sermâye”nin ta kendisidir… Onun için de bugün bizim, “dış finansman”la ve “anti-düşman”  politikalarıyla varlık gösterebilmemiz mümkün değildir. Çünki yabancı finansörler yaptıkları işi “besicilik” gibi görecek, ve –koyunları mezbahaya götüren koç olan- “kösemen”  misâli  işbirlikçiler kullanacak, düşman da –Kurtuluş Savaşı’nda olanın aksine- başını, gövdesini göstermeyecek, ve “finans-politik” çevrelerin arkasına saklanacaktır. Dolayısile, finansör işbirlikçileri, efendilerine hizmet yarışında rekâbete girerek, düşman–diye hayâlet- kovalayan askerler de, başarısızlığa mahkûm olarak biribirlerine düşeceklerdir… Demek ki bugün memleketimizde, “savaş” şeklindeki uzantısı da dâhil olmak üzere, “politika”nın her türlüsü iflâs etmiştir artık… Çünki zâten müstakil bir “politika”, aslında “iç dinamiklerin yönetimi” demektir; dolayısile de bir memlekette, “artı-değer” yaratan iç dinamikler sükût etmişse, -yâni ortada sâdece, kendini savunamayacak bir leş söz konusuysa- orada politika adı altında ancak, casusluk, ispiyonaj, “nüfuz ticâreti” ve “rüşvetçilik” gibi  akbaba  etkinliklerinin geçerli olduğu, “lobicilik”ten söz edilebilir. Ki bunun da ne teorisi sözkonusu olabilir, ne de stratejisi… Bir emekçi ayaklanmasının yöneticilerinden (Bolşevik’lerden)  destek alarak Batılılara (kapitalistlere)  karşı, savaşla “ispât-ı vücud” eyledikten sonra, emekten yana ekonomik politikalardan vazgeçip Batılılara benzemeye çalışmak aslında, vâroluş’a –veya kurtuluş’a- ihânetle, teslimiyeti kabul anlamına gelen büyük bir zillettir halk için… Ama bu halkın veya milletin, bütün potansiyelini ve silâhlı güçlerini kullanma yetkisine sâhip olanlar için ise, böyle bir aymazlık ancak, -her anlamıyla- büyük bir alçaklık olarak nitelendirilebilir…  

Son Olarak…

Demek ki bizim, 182 yıldır dış dinamiklerin tesiriyle itilmiş olduğumuz “anakronizm”den (yap-boz tarihinden)  kurtulabilmemiz ve/veya içinde debelendiğimiz “kaos”tan çıkabilmemiz için, insanlığın başlangıcı gibi bir başlangıç yapmamız ve bu arada -bugünkü “tarih ötesi”ne geçme aşamasında- tüm insanlığa, ufak impulslarla da olsa, inisiyatörlük yapmamız gerekmektedir. Ki zâten âtıl duran büyük kütlelerin (statükonun)  hareketi de, - çatlaklara, patlaklara yol açmadan (riske girmeden)- ancak ufak momentumlarla başlatılabilir; bu, fizikten şümûllendirilmiş evrensel bir yasadır… Onun için de her şeyden önce, “insan”ın “sebeb-i vücûdu” olan “ritm” fenomenini (melekesini) iyi anlamak ve kullanmak lâzımdır. Çünki “ritm”, -târihî devirlerde- müzisyenlerin benimsediği ve tanıttığı bir terim olarak, daha çok “ritmik varyasyonlar = usûl” şeklinde anlaşılmaktadır. Ve de bu arada, “insan”ın kendini yapılandırmasına, “zaman” –ve dolayısile de “mekân”-  mevhûmunu kavramlaştırmasına yarayan, ve hâlâ da bazı ilkel topluluklarca uygulanan monoton ritmik âyinler göz ardı edilmektedir… Halbuki “ritm”, insanların hiç düşünmeden ve hatta gayri ihtiyârî  olarak gösterdikleri (yaptıkları) eşit aralıklı –hareket, ses, bakış vs. gibi- davranışlar demektir… Ritm dediğimiz bu insânî fenomenin alt sınırı, yâni en yüksek frekanslı olanı, darbuka gibi ufak vurmalı sazlardan, el ve parmaklar vâsıtasıyla istihsal edilen ve vibrasyon (titreşim)  anlamına yaklaşan ses ve hareketlerdir; ki ondan daha yüksek frekanslı doğal (biyolojik veya fizîkî)  ritmlere biz “titreşim” veya “vibrasyon”  diyoruz… Bu fenomenin üst sınırı, yâni en düşük frekanslı olanı ise, insanın rahat yürüme (marş)  temposudur; ki bundan daha düşük frekanslı doğa olaylarına da “peryod(döngü)” diyoruz…

Bu “ritm” kavramını doğru olarak anladıktan sonra, insanı (insanlığı) yeniden yaratmanın -teorik- yolu gâyet açıktır aslında… Çünki teoriye göre, mevcut oyun formatlarını taklit etmeden oynanacak, ve de oyunun çığırından çıkması (veya paniklenme)  durumlarında derhal ritmik âyinlere (topluca yapılan senkronize danslara)  geçilecek şekilde kurgulanan doğaçlama oyunlar silsilesinin en sonunda her topluluk, insanlığı - şekil ve üslûp olarak yenilenip câzip hâle gelmiş bütün moral ve estetik değerleriyle birlikte- yeniden yaratır; ve bireyler de “insan”lıklarını  keşfeder veya –bir daha inkâr edemeyecekleri açıklıkla- bilince çıkarırlar… Ki bu arada Tanrı  kavramını da yeniden tarif ederler… Nitekim insanlığın, her yarattığı veya yenilediği bütün uygarlıklarda Tanrı(lar) da, ya yenilenmiş ya da kavram olarak (işlevleri filân) yeniden tarif edilmiştir… Çünki “Tanrı”, kavram olarak bir sonuçtur. Halbuki tanrısal bir motivasyon olan “ritm” melekesi ise, her kavramın, ve bu arada “Tanrı” kavramının da sebebi ve/veya yaratıcısıdır… Dolayısile de, denilebilir ki esas Tanrı, târihî devirler boyunca, insanların anladıkları ve istedikleri (genellikle insaflı bir sâhip) gibi “Tanrı” kavramlarını, -yine- kendilerine buldurmuş veya îcat ettirmiştir… Onun için de, bu “kişilik”li tanrılar, doğal olarak insanların târihî  devirlerdeki işlev ve karakterleriyle  tavsif edilmişlerdir; ki bu karakterlerden en önemlisi de, “alış-veriş yapan tanrı” tipidir… O halde bu günkü esas meselemiz, bütün tarihî devirler boyunca açık veya örtülü olarak devam etmiş bulunan “Sunak Kültü”nden, yâni her türlü “tanrı ile alış-veriş” düşüncesinden kurtulmaktır. Yâni kafaları böyle bir yanlış tasavvurla doldurulmuş olan insanlara, Tanrı’nın “karşılıksız veren” olduğunu/olabileceğini, insanların “ibâdet” diye gösterdikleri  davranışların da (meselâ ritmik ses ve hareketlerin), aslında onların bedenî ve zihnî  sağlıklarının korunması için elzem olduğunu, tatbîkî olarak onlara öğretip anlatmaktır. Taa ki hiçbir insanın vicdânında ve/veya aklının bir köşesinde, herhangi bir diğer insan hakkında, “Tanrı’ya hoş göründüğü ve yarandığı için zenginleşti veya seçkinleşti” gibi bir düşüncenin veya kanaatin kırıntısı kalmayıncaya kadar… Bu da demektir ki, bundan böyle artık, “kara para” gibi bir şey olan dinsel “kara ikbâl”in, vicdanlarda aklanmasına yol açan çarpık düşünce ve zihniyetleri, insanların beyninden kazımak üzere objektif bir “insan seçilimi” programının uygulanması, dolayısile de her insanın hangi yüksek mevki ve statüye nasıl geldiği husûsunun –meslek içi bilgi ve becerilerden sarfınazar- herkes tarafından açıkça anlaşılması ve kabul edilmesi gerekmektedir. Çünki “insânî  liyâkat”ın ölçüsü, hiçbir zaman –hâfızayla veya depolamayla ilgili- bilgi ve beceriler olamaz. Bilgi ve beceri yüklenme kapasitesi büyük olan hayvanları bulmak, bilgisayarları yapmak kolaydır ama “insan” bulmak ve yetiştirmek çok zordur. Onun için de “insan”larını bulamayan –ve harcayan- devletler yıkılmaya mahkûmdurlar…

Laik devlet anlayışı, “kilisecilik” anlamındaki “şirk”çi dinin bir mahsûlüdür aslında… Ve de “tevhid”ci  geleneğe sâhip olanlar için çok terstir; yani geriye gitmek anlamındadır… Yâni “laikçi”lik, zenginliği –tanrı indinde- seçkinlik sayan ve  “kara ikbâl”i  aklayan bir zihniyetin mahsûlü ve ideolojisidir aslında… Tevhid’ci  anlayış ise, devleti ebedî sayan, ve bir Dünya Düzeni (Nizâm-ı Âlem)  öngören gâyet insânî bir zihniyettir. Onun için de bizde devlet, “tanrısal yol”  üzerinde dizilen (veya düzülen)  insanlığın başını çeken rehberlik (veya inisiyatörlük)  mevkii gibi bir şeydir; ki o mevkiye mutlaka, insânî kalite olarak seçilenlerin gelmesi îcap  eder… Yâni bizim insanımız –haklı olarak- devleti, Tanrı kavramından tamamen farklı olarak düşünemez. Şâyet düşünmeye zorlanırsa, devletin dışında –tanrısal- bir iktidar odaklanması yaratır… Onun için, bizim dincilerin –genellikle- devletten uzak durmaları ve hatta onu, kendilerine iyi davranacak dış güçlere peşkeş çekmeleri, pek anlaşılmaz değildir… Halbuki laik veya seküler zihniyette olan bir Batılı, îcabında rahatça tanrıdan vazgeçip “ateist” olabilir. Çünki onların tanrısı, “politeizm”den bakiye olan bir “kilise tanrısı”dır; bizimki gibi “vahdet-i mevcûdât” tanrısı değil… Onun için de bu zihniyet, Dünya’nın (insanlığın)  birliğini sağlayamaz/sağlayamayacaktır… Yâni “Tanrı” kavramını  belirleyen argümanlar, aynı zamanda bir zihniyeti ve onun ürettiği bütün teorileri de –bir şekilde- belirlemektedir aslında… Fakat bizim “laikçi”lerin, Devlet’e sâhip çıkmaları ise, biraz patalojik bir olaydır. Çünki “insan sarraflığı”nı  rasyonalize edemiyorlarsa kendilerini Tanrı sanıyorlar, Tanrısal “yaratıcılık cevheri”ni  içlerinde hissetmiyor ve –Atatürk gibi- doğru işler yapamıyorlarsa, yabancıların acentalığına soyunuyorlar demektir. Ve de insâniyet yolunda inisiyatif almayı, halkın bilgisi, bilinci ve cehâleti gibi şartlara veya parametrelere bağlıyorlarsa, liyâkatsizliğe –peşînen- bahâne yaratıyorlar demektir… Bunların anlamaları gereken en önemli nokta, “gericilik” ve “bölücülük” akımlarının, “iç dinamikler”in bastırılması olayının (1826) hem âmili (sebebi)  hem de neticesi olduğu husûsudur. Yâni -182 yıl çapındaki- anakronik “kaos”un bir ürünü olduğudur. Dolayısile de, bunlara, “nedensellik” mantığı içinde sebep ve çâre aramanın beyhûde  olduğudur… Onun için artık kimse kimseyi, ve kendini aldatmaya tevessül etmemeli, herkes aklını başına toplamalı, ve başlattığımız inisiyatife –hiç olmazsa, kalabalık etmeyip kargaşa çıkarmayarak- yol vermelidir…

Istanbul’a devâsa bir (veya birkaç) YENİÇERİ heykeli diktiğimizde, “EBEDΠ DEVLET”i de gerçekleştirmiş olacağız; ki bunun tersi de doğrudur…

Destuuur !... Nizâm-ı Âlem yolunda 182 yıllık rötarımız vardır ...

Ali Ergin Güran- 01/05/08