Sonuncu ve Birinci Yeniçeriler
bekdasikodu.org

Tebliğler

İfşaat

Mektuplar

Saklı Tarih Arşivi

Yayınlar

Dava Belgeleri

Haber - Yorum

Cevaplar

Bekdaşi Kodu - bekdasikodu.org - Türk olmak adam olmak demektir.


Türk Olmak Adam Olmak Demektir.
back yaz yaz2

FİTNE’NİN  KÖKENİ

Kapitalizm, -kantitatif üretimi, stokları ve spekülâsyonları tahrik eden-  “tüketim ekonomisi”ni büyütmek için, yemek, içmek ve seks yapmak gibi hayvânî etkinlik ve hazların kalıcı olduğu, insanların yanına kâr kaldığı/kalacağı şeklindeki aptalca bir kanıyı alabildiğine yaygınlaştırmış ve bunu hayâtın amacı hâline getirmiştir; ve hâlâ da – biyolojik dünyanın intihârı anlamındaki-  bu meş’um işlevine devam etmektedir. Ve üstelik bu hususta dinlerin, “Dünya’nın metafizik –konforlu- simetriği” anlamındaki “Öbür Dünya” ütopisinden de destek almaktadır; ki bu inanç da, mezarlarına, yaşamlarında kullanmış oldukları araç, gereç ve eşyâlarını  koyduran “tanrı-kral”lardan kalma –çocukça- bir “ölümsüzlük” anlayışının bakiyesidir… Halbuki hayvanların-ekolojik (türsel) devamlılığını  sağlayan- “beslenme” ve “üreme” dürtülerinin muharriki veya tatlandırıcısı demek olan bu hazları, insânî (rûhî)  kalıcılıkla, yâni “eko-sistem”i  ve hatta Dünya’yı aşan –aşmakta olan- “bilinçlenme” kalıcılığı ile ilgili gibi görmek kadar dangalakça bir yanılsama olamaz… Sanki insanın hâfızası öldükten sonra da işlevini devam ettirecekmiş de, ona –Dünya’da- ne güzel yedin içtin ve seks yaptın diye hatırlatıp etrâfına(!)  hava atma imkânı  sağlayarak tatmin hissi verecekmiş gibi, veya başkaları, onun yemesini, içmesini, çiftleşmesini hatırlayıp da bundan zevk alacaklar ve/veya -kendisine gıpta ederek- kıskançlıktan çatlayacaklarmış gibi, “şu fânî Dünya’dan göçmeden evvel doyasıya ye, iç, seviş filân”  diye öğütler verirler… Zâten bu husustaki yanılsamanın (illüzyonun)  esâsı, tabu’lu hayattan, yâni “panteist zon”dan çıktıktan hemen sonra insanların, -yarım akılla- hayvanlıklarının farkına vararak, beslenme ve özellikle de üreme etkinliğiyle övünmeleri, ve biribirlerini “gaza getirme”leriyle başlamıştır. Çünki, içgüdüsel beslenme ve çiftleşme etkinliklerinin ve bunların verdiği –bâzı organlardan ve dokulardan mütevellid- lokal hazların akılla da, insânî sevinç ve sevgi duygularıyla da hiçbir ilgisi bulunmadığı halde övünmeler, sevgi ve sevinç gösterileriyle, “istedim ve yaptım” iddialarıyla gerçekleştirilmekte/gerçekleştirilebilmektedir; ve böylece de, “fitne”  denilen –epidemik- toplumsal fenomenin tohumu (çekirdeği veya özü)  ortaya saçılmaktadır… Aslında “sevinç” ve “sevgi” olayı, bütün insanlar arasındaki –ritmik- bir rezonans olayıdır; ve “sayma”, “sıralama” melekelerinden mütevellid olan “akıl”la da doğrudan ilişkilidir. Dolayısile de sevinç ve sevgi duyguları, sâdece insânî  “yaratıcılık” etkinliklerinde -ve “eser”lere karşı- duyulan, ve insanların bütün organ ve dokularını (fizyolojisini)  akort ederek tüm bedenini kapsamakla birlikte, mevcut ve gelecek olan bütün insanlara (kuşaklara)  da sirâyet eden (edecek olan)  yaygın ve kalıcı bir hazdır; ki ölümsüz olan da budur işte… O halde insanlar –beslenme, üreme gibi- hayvânî  etkinlikleri inkâr (tabular)  ile  edindikleri “sevgi” ve/veya “sevinç” gibi anonim “insânî duygu”larını, bir takım –ilkel- organlarıyla algıladıkları “hayvânî haz”ları  duyurma veya yayma vâsıtası yaptıklarında, antagonist (kısır) bir çelişkinin içine düşmüş olmaktadırlar; ki “fitne” denilen ve toplumu ifsat edip güçten düşüren  olayın esâsı da budur işte… Ama ne yazık ki, bu duygusal “antagonizma”yı, belli bir yaş ve tecrübenin üzerindeki birçok insan, “kıskançlık” ve “haset”  çekişmeleri anlamıyla idrak ettiği halde – sapkın, sadistik ve mazoşistik duyguların tiryâkisi oldukları için- bir insânîyet zararlısı şeklinde yaşamaya devam ederek, “insânî kozmos”u  zehirlemektedirler… Demek ki “hayvânî haz”lar, sırf “doğal hayâtın îcâbı” olarak, yâni hayvanlar gibi  mâsûm bir şekilde  alınmalı (veya yaşanmalı), ve başlangıçta –fizyolojik faktörler muvâcehesinde- rekâbete girilse de, sonuçta bunlarla, bir insânî mârifetmiş gibi övünülmemeli, sevinilmemeli ve/veya “nisbet” yapılmamalıdır. Hem zâten bu işte, “birey”lik açısından da sevinilecek, övünülecek bir taraf yoktur. Çünki “biyolojik tür” olarak “damızlık” görevi yüklenmek, insânî açıdan kişisel bir kazanç gibi düşünülemez;  bilâkis, melekeleri zaafa uğrattığı için, hem vücûdun ve zihnin diriliğine, hem de insanlığın bütünlüğüne verdiği zararlar açısından üzülünecek ve utanılacak bir kayıp gibi düşünülmelidir bu durum… Yâni son tahlilde, sözkonusu edilmesi gereken esas mesele, insânî anlayış ve yaratıcılıkların hazlarını  tatmış, ve bunların “hayvânî haz”lardan üstünlüğünü (tercihe şâyanlığını)  idrak etmiş  -BUDA gibi, HACI BEKDAŞ gibi, YUNUS gibi- bireylerin rehberliği, dolayısile de bu bireyleri ortaya çıkaran “inisiyasyon(seçilim)”  metodolojisidir, aslında… Ama ne yazık ki, Ortadoğu mahrecli din(ler)  kültüründe, bu böyle olmamış, birçok peygamber cinsel güçleriyle ve çok eşlilikle övünmekle, kötü örnek olarak toplumları –bilmeden, istemeden- ifsât etmişlerdir. Bu durum, Ortadoğu’dan çıkmış olan peygamberler  silsilesinin, sağlam bir inisiyasyon (insânî seçilim)  disiplinine ve öğretisine dayanmadığının, daha çok efsânevî  söylemlerin paylaşılması, ilk “ataerkil” düzenlerdeki, geniş kapsamlı verâset hakkı, ve buna müsteniden ortaya atılan akrabâlık iddiaları gibi spekülâtif tutum ve tasarrufların üzerine –pragmatikçe- inşa edildiğinin  açık bir delilidir. Ki bu da, Ortadoğu’nun  meşhur “Semâvî  Dinler”inin, aslında mantıkî  bütünlükten yoksun olduğunu, yâni tek bir “şuur”un (veya Tanrı’nın)  mahsûlü olduğu iddiasını –pratikten sonra- fikren de doğrulayamadığını (Tevhid’i sağlayamadığını), hatta bir “Tanrısal Yol” haritasına veya metoduna  bile ulaşamadığını göstermektedir… Onun içindir ki bu dinler hâlâ, yeni yeni kiliseler ve/veya mezhepler  doğurmaya devam etmekte, dolayısile de halklar arasındaki ayrılıkları, “fesat”ları derinleştirmekte ve körüklemektedirler. Modern devletler ise, bu durumu görseler bile -kapitalist ideolojiye esir düştüklerinden- dinsel paradigmaya (dolayısile de kapitalizme) ters gelecek eylem ve söylemlerden kaçınmaktadırlar. Halbuki, bugünkü devletlerin gizli istihbârat (dinleme) tutanakları incelense, sözkonusu “fitne” olaylarının realitedeki önemi açıkça ortaya çıkacaktır. Ama devletler bu gerçekleri, “özel hayâtın gizliliği” mülâhazasıyla bilimcilerin (bilimin) gözünden kaçırmakta, ve fakat bu bilgilerin insanlara –onları, fesat düzeni “kapitalizm”in karanlık labirentlerinde tutmak üzere- şantaj yapılması  için kullanılmasına engel olamamaktadırlar. Ve ne hazindir ki, böylece de, ruh hastası olmalarına –en azından- göz yumdukları bireylerin tedâvisi için, kapitalizmin,  “psikoterapi” adını verdiği –spekülâtif- ürünlerine(!)  yeni yeni müşteriler kazandırmakta ve pazarlar yaratmaktadırlar… Halbuki, koskoca Dünya’nın ekolojik dengesinin 1-2 santigrat derecelik sıcaklık değişimiyle –bile- nasıl bozulduğunu, dolayısile ülkelerin enerji tüketimi konusundaki “özel hayat”larına veya “keyfî tasarruf”larına göz yumulamayacağını anladığımız bugünkü târihî  limit noktasında, -yola seks tabusuyla başlayan- insanlığın gelişme (ilerleme)  rotasının da, “seksolojik hayat” veya “özel hayat”lardaki ufak sapmalardan başlayarak –çığ gibi- artan bir şekilde bozulacağını artık idrak etmeliyiz. Ve de yukarıdaki durum muvâcehesinde,  insanlığın “olmazsa olmaz”ı olan “devlet” kavramının nasıl çarpıldığını veya çarpıtıldığını görerek gereğini yapmalıyız… Demek ki, insanların/insanlığın  yalnızlıktan korktuğu ve sorumluluk almaktan kaçındığı çocukluk döneminin –muhayyel- ürünü olan, hâmî  “Allah Baba”  kavramı da, geleneksel “serbest ticâret ve alış-veriş” düzeninin –passif- koruyucusu anlamındaki “devlet” nosyonu da mutlaka aşılmalıdır artık…

 

Seksüel Pataloji  Üzerine

 Aslında pek çok tarihî bozukluğun kökeni üzerinde kamuflaj görevi yapan dînî-ahlâkî  sünnet (geleneksel örnek davranışlar)  ve öğütleri bir yana bırakır da, meseleye, konuyla doğrudan ilgili tarihî  olay ve şahsiyetler açısından yaklaşırsak, “fitne”nin içyüzünü daha iyi anlar ve uyarıcı olabiliriz:  “Kazanova Kompleksi”ne sâhip olan erkeklerin, “seks” konusunda yaptıkları sohbetlere –çok isâbetli ve haklı olarak-  “geyik muhabbeti” adını  taktı, bizim kuşak Türkler… Yâni, seks konusunda konuşmaya meraklı  olan erkekler mutlaka övünürler, veya seks aktiviteleri ile övünme ızdırârında olan erkekler, bu konularda konuşmaya çok istek duyarlar, ve bu sûretle de, hem aldanır ve aldatılırlar hem de fesata yol açarlar demektir bu ifâdenin uzun açılımı… Ama ne yazık ki, bizden sonraki nesillerde “geyik”lerin sayısı arttığı için, bu deyimin anlamı –zımnî bir mutâbakat ile- deforme edildi ve ilk anlamının çok cüzî  bir kısmını karşılayan, ve de seks ile övünmeyi alaya alan tarafını dışlayan, “boş boş konuşmalar” şekline indirgendi… Ve aynı sıralarda, aslında “zenpâre” olan ve “kadın parçası” gibi –jigolo benzeri- aşağılayıcı bir anlama gelen “zanpara” terimine de “Kazanova”nın anlamı yüklendi… Halbuki “Kazanova”, 18. yüzyılın Katolik İtalya’sında, boğucu taassuptan bunalmış insanların, seks özgürlüğü adına öne çıkardığı bir sembol kişi(lik)… Aşağı yukarı, bizdeki “uçarı çapkın” erkek kavramına denk geliyor… Aslında bizdeki “çapkın”lık, sâdece erkeklere atfedilen bir kavram değil; ama “Kazanova”lık, sırf erkeklere yüklenmiş bir sıfat… Onun için de, daha çok, bir kompleksi (hüsnü kuruntu’yu)  ifâde ediyor; ve bir “maraz”ın işâreti sayılıyor  aynı zamanda…  Biz “geyik” sıfatını, evli veya sürekli bir –cinsel- ilişki içinde bulunup da, hâlâ “Kazanova Kompleksi” taşıyan erkeklere yakıştırdık aslında… Çünki bunlar, “bana bir –hatta birkaç- kadın yetmiyor”  şeklindeki iddialarla kendilerini savunmaya, ve de avunmaya çalışırlar; ki kesinlikle doğru değildir bu sav… Aslında onlar, kadının cinsel potansiyelinden –sezgisel olarak- çok korktuklarından dolayı böyle bir yalana başvurarak, kahramanca(!)  sıvışmak yolunu seçerler. Daha doğrusu, kadınların içindeki  Messalina’yı  uyandırmamak, veya onları  “Messalina Sendromu”na sokmadan, muayyen bir “mâsûmiyet” hâlinde muhâfaza (konserve) edebilmek için kaçamaklar yaparlar veya –kahramanca(!)- kaçak güreşirler… Nitekim, erkekliklerine güvenip de, eşlerini, sevgililerini, her zaman cinsel karşılaşmayı kabul etme husûsunda –bir şekilde- ikna eden erkeklerin, bir süre sonra karşılarında, her kavuşmanın(vuslatın)  hitâmında, “sıradaki!” der gibi bakan bir Messalina bulduklarında, bâzen sonu cinâyete varacak kadar şiddetli geçimsizliğe sürüklendikleri, veya beraberliklerini “pezevenk-fâhişe ilişkisi”ne dönüştürecek kadar “şehevî hırs”larına yenik düştükleri, daha doğrusu, -normal yollardan tatmin edilememiş aşırı şehvet hırsından kaynaklanan-, “muhâtabı aşağılayarak intikam alma” duygusuna kapıldıkları, çok görülmüş vakalardandır. Ve de bilindiği gibi Messalina, üzerinden ordu (birlik)  geçirtmiş ve profesyonel fahişelerle seks husûsunda yarışmalar yapmış bir imparatoriçedir (Roma İmparatoru Claudius’un eşi)…  Ama ne var ki, kaçak güreşen, ve bu sûretle kendini değerli kılmaya çalışan Kazanova’lar, -psikolojik ve psikosomatik hastalıklardan sarfınazar- karşılarındaki kadında genellikle “Penelope Kompleksi” yarattıklarını anlayamazlar çok defa… Çünki –meselâ-, efsâne kral  Ulis’i  bekleyen vefâkâr ve cefâkâr eş  Penelope’nin, bekleyiş süreci içinde cinsel kayma göstererek, “bakışma ve elleşme zînâsı” ile lezbiyenliğe alıştığını, ve bunlardan zevk almaya başladığını, efsâneyi –yüzyıllar boyu- nakledenler de, kaleme alan (Homeros)  da  anlayamamış, ve hatta bu “dişil şahıs”, daha sonraki binlerce yıl boyunca, “ şehvet uyandıran kutsal mâsûmiyet” gibi bir kompleks imajla, insanların zihnindeki mümtaz(!) mevkiini koruyarak Kazanova’ları avutmayı ve toplumları ifsât etmeyi sürdürmüştür… Yâni Odisse efsânesindeki “Penelope” fenomeninin, aslında, seksolojik ve psikolojik ârazların ifâdesi olduğu –bilim adamlarınca- ancak yakın zamanlarda anlaşılabilmiştir…

 

Yazılı kaynaklarda, Messalina muadili bir erkek kahraman –maalesef(!)- yoktur. Bunun biyolojik ve fizyolojik îzahları, uzun uzun yapılabilir… Ama hikmetleri kendilerinden menkul peygamberler ile bâzı gösteriş meraklısı kralların, câriye ve kapama sayılarını ve de boş boş övünmelerini/övülmelerini bir yana bırakırsak, târihte, cinsel açıdan en azgın erkek kahramanlar ancak Lûtî  olarak temâyüz etmişlerdir. Ki “arkalı-önlü cinsel temas” anlamındaki “Lût Sendromu”nu göstermiş olan, -Lût Peygamber’den başka- Büyük İskender gibi, Julyus Cezar gibi, Caligula gibi –Tanrı yerine konulacak kadar- güçlü ve iktidar sâhibi erkekler vardır tarihte… Yâni aslında, normal bir erkek için, “şehvet” duygusunda (veya hırsında)  tırmanmanın, -hem miktarla, hem de yaşla ilgili olarak- bir limit durumu sözkonusudur… Onun için, demek ki güçlü erkekler –palavralardan ve sahtekârlıklardan sarfınazar- bir yaştan sonra, ya “seksopat” ya da “mücerret adam” olmak gibi bir dilemma ile karşı karşıya gelmektedirler. Bu durum, bedenî ve aklî melekelerin –fren- gücü ile cinsel içgüdü arasındaki çelişkinin, erkeklerde daha şiddetli  yaşandığının bir delilidir aynı zamanda… Bir kadının himâyesinde (nikâhında veya kamuflâjında)  yaşamak ise hiçbir zaman seksopat ve psikopat olunmadığı anlamına gelmemektedir. Mesela, bunların çoğunun, kadınların zımnî “suç ortaklığı” ile,  -çocukların, “sevgi” duygusuyla “seks” hazzı arasındaki sınırı  ayırt edememeleri durumunu istismar ederek- “ensest”e geçiş vakalarında baş rolü oynadıkları gâyet iyi bilinmektedir… İleri yaşlarda, normal ve/veya olumlu  bir kadın-erkek ilişkisinin ispâtı,  insanlığın kalitatif gelişmesine katkı yapılmakla ve gençlere –“manken” değil- rehber olunmakla gerçekleşebilir ancak… Ki böyle bir ilişkide, “seks” unsurunun, her iki taraf için de, “nefis körletmek”ten öte  bir anlamı –hatta gereği bile- yoktur… Aksi halde, bütün zihinsel faaliyetler,  semirmek üzere beslenmeye, ve özellikle de cinsel organlara,  cinsel haz amaçlı entrikalara (fesatlara), veya hiç olmazsa bu konulardaki rivâyetlere, hikâyelere (dolayısile fitnelere)  odaklanmış demektir. Çünki insanlarda, gelişmekte (yapılanmakta)  olan “ön beyin”, duyu organları vâsıtasıyla algıladığı objeler üzerinde, dâimî  olarak sıralama (permütasyon)  ve seçme (kombinasyon) işlemleri yapmak sûretiyle çalışmaktadır. Dolayısile de insanlar –değişen şartlar muvâcehesinde- daima yeni görüşler ve formülasyonlar (kurallar, kânunlar) üretmek veya yaratmak zorundadırlar. Ama ön beynini çalıştırmayan/çalıştıramayan insanlar ise, aynen hayvanlar gibi, çevreleriyle  sâdece etki-tepki (ve/veya alış-veriş)  etkileşimi içinde bulunmaktadırlar; ki bu mahlûklara göre, “en konforlu fauna” anlamına indirgenmiş olan  bir “cemiyet” içinde de, her zaman en güncel olan “etki-tepki” veya “alış-veriş”  ilişkisi, daima seks üzerine olanlardır… İşte bu sebeptendir ki toplumlar geri kalırlar; veya geri kalmış toplumlardaki yaşlı kuşaklar, envâi çeşit “seksopat”lardan müteşekkildirler. Ve de böyle dindarlardır ki, “Öbür Dünya”daki - Allah tarafından vaadedilmiş- “hûri” ve “gılman”  tasavvurlarıyla genç beyinleri, “cinsel hazzın ebedî ve önemli bir duygu olduğu” yolunda iğfal etmektedirler…

 

Sosyal Pataloji Hakkında

Cinsel ilişkiye alışmış ve partnerlerini bir seks aracı gibi görmeye başlamış, ileri yaş kuşaklarındaki kişilerin iki yüzlülüğünü ve fesatçılığını, flört çağına girmiş gençlerin, -“vuslat”ı  muhtelif tabusal çekincelerle, melekî (irâdî) frenlerle erteletip-  her birini diğerine ilham kaynağı yapan “aşk”ları  ile karıştırmamak, ve bunları kesin hatlarla ayırmak gerekir… Aklî ve bedenî melekelerin, cinsel içgüdüye karşı direnişi demek olan “aşk” olayı ve bundan mütevellid serhoşluk duygusu, “cinsel vuslat” eşiği aşılıp da, taraflar biribirini “seks aracı” hâline getirinceye kadar herkes tarafından –ortak sevinç ve coşku duygusu olarak- paylaşılır. Ki böyle bir paylaşım da, gençlerin  melekelerinin güçlenmesini, yâni –yaratıcı- kişiliklerinin gelişmesini sağlar; yeter ki, erkek çocuklar mastürbasyona alışmasın veya alıştırılmasın; ve de gençlerin aşk yaşamaları –aşk ile seks’i, veya akıl ve kalp ile tenâsül uzvunu karıştıran “seksopat”larca, dînî ve ahlâkî mugâlâtalarla- engellenmesin… Çünki bu taktirde genç erkekler, “aşk”ın coşturucu, diriltici, yaratıcı gücünü gereğince yaşayıp hissedemez, ve dolayısile melânkolik, hatta psikopatalojik (yâni marazî) bir kişilik hâline gelebilirler; üstelik bu ârazlarını kolaylıkla, ilişkide bulundukları genç kızlara da bulaştırabilirler… Bu tür marazî erkekler gençliklerini, bir takım meslekî, ailevî  veya zümrevî (dernek, cemaat mensupluğu gibi) kimliklerin kisvesine bürünerek “adam”mış gibi geçirseler de, yaşlandıklarında, hem fizyolojik fonksiyonlarını  zayıflatmış (sermâyeyi tüketmiş)  olduklarından, hem de melekelerini gençlikte güçlendiremediklerinden dolayı,  “dengeli, uyumlu ve statükocu cins”in, yâni bir “kadın”ın müşvik (rûhî)  himâyesine sığınmadan benliklerini koruyamaz ve de fazla yaşayamazlar… Hatta bunları yaşlılıklarında, herhangi bir  mensûbiyet hissi ve “Allah himâyesi” inancı bile tatmin edemez. Çünki bunların zihninde “Allah” kavramı, insanlara –bir şekilde- helâlinden eş sağlayan bir nevî “çöpçatan” mesâbesine indirgenmiştir… Buradan –son tahlilde- anlaşılır ki, gerilemekte olan bir ülkede, konformist kadın mentalitesi hâkimdir aslında… Ve erkekliğin ne olduğunu da aynı mentalite tarif eder böyle bir toplumda… Ve de –normal olarak- erkekliği, “zenpâre”liğe yâni “kadının zevk aracı veya aksâmı” hâline indirger… Aynı mentalite, “Lûtî”lerle –hatta homoseksüellerle de- anlaşabilir ve uzlaşabilir. Ama  böyle bir zihniyetin, içinde seks unsuru bulunmayan bir konuya (ve/veya konuşmaya)  konsantre olabilmesi, ve dolayısile de teorik düşünebilmesi mümkün değildir. Onun içindir ki böyle toplumlarda, genç erkeklerin yaratıcı, inisiyatör “erkek-insan” veya “adam” olma şansları çok düşüktür. Ve bununla ilgili olarak kadınların da, “adam”laşarak yaşlanmaları yerine, “cadı”laşarak moruklamaları sözkonusudur… Demek ki bir toplumu diriltmek ve ayağa kaldırmak için her şeyden önce, gençlere –tatlı anısını  ve sevincini ömür boyu bir moral kaynağı olarak taşıyacakları- “aşk” coşkusunu ve gerilimini doyasıya yaşatacak, ve bu arada da  Seks=1/Sevgi  şeklinde formüle edilen hassas dengeyi zihinlere kazıyacak bir ortamın (Panteist Zon ortamının)  hazırlanması gerekmektedir… Böyle bir ortamın tesisinden sonra, hem “akıl-bâliğ” bireyler olarak, hem de toplum olarak, insanlığı doğru yolda geliştiren, ilerleten diyalektik çelişkiyi, yâni “tabusal (irâdî:melekî)  frenler – içgüdüsel arzular”  çelişkisini yönetmeyi öğrenmiş, ve de şaşmaz bir şekilde “Tanrısal Yol”  rotasını tutturmuş olacağız… Ve ondan sonradır ki, “politika” denilen uğraş da, bu insânî  dinamiklerin, -ortaya çıkaracağı etik ve  hukûkî  neticelerinin- kânûnî  düzenlemeleri ile, yaratacağı “artı-değer”in, hakkaniyetle  paylaşılması/paylaştırılması  anlamına indirgenerek, gerçek mecrâsına çekilmiş olacaktır…

 

Diyalektik Sentez ve “Kumpas” Hakkında

Türk şehir kültürü, 1826’ya kadar mûcid, kâşif veya  en geniş anlamıyla “inisiyatör” ayıklayan ve yetiştiren dolayısile de, “tabusal (irâdî) frenler – içgüdüsel arzular” diyalektik çelişkisini yönetebilen -ve onun için de, siyâsî yönetime, bağımsız bir politika gütme imkânı sağlayan- bir kültür olarak hayâtiyetini sürdürmüştür. Öyle ki, iskeletini Türk-Tarikat Sistematiği’nin teşkil ettiği bu kültürün yetiştirdiği “adam”lar daima “saltanat”ı  korkutmuş, ve de “yaratıcılık” olayları, en azından –Hezarfen Ahmet Çelebi’de olduğu gibi- faillerin sürgün edilmesiyle sonuçlanmıştır… 1826’da tamâmiyle tahrip edilen bu kültürün yerine –incir ağacı misâli-  “Biatlı Kürt - İslâm” Sentezi’nin tohumları ekilmiştir. Ki, bugüne kadar çektiğimiz “gericilik sendromu”nun sebebi de budur aslında… Bundan sonra artık aslımıza –kalite farkı ile- dönerek çok daha ilmî  usûllerle “insan sarraflığı”na başlayamazsak, bu sefer, Kürtlerin ayrılma temâyüllerine paralel olarak gelişen Emevî ve Abbâsî’lerden bakiye “Biatlı Arap” zihniyeti, tepemize “kâbus gibi”  çökecek ve/veya çöktürülecektir. Çevremizde gittikçe yaygınlaşan “sıkmabaş”  kadın modası, bunun en bâriz ve müessir tezâhürüdür. Çünki bir kadının, dişi olarak birincil amacı, en az zahmetle en çok dikkat çekebilmektir. Dolayısile, dikkat çekici bir farklılık (fetiş, simge, sembol vs.), bir de bâzı güç merkezlerince destekleniyor ve itibar sağlar hâle getiriliyorsa, sıradan kadınların –zor kullanılmadıkça- böyle bir câzip “uyaran”dan vazgeçmesi beklenemez… Onun için, iç dinamiklerimizi diriltmeden, insan seçme-yetiştirme  usûllerimizi en son bilimsel buluşlarla yenilemeden politika yapmak demek, köy-kasaba  ahâlisinin, -sonradan enjekte edilmiş- “arabesk” gelenekleri ve alışkanlıkları ile, büyük devletlerin, bunlara ve çıkarlarına uygun olarak geliştirdikleri bilimsel(!)  tertip ve senaryoları arasında kalarak kumpaslanmak demektir. Ki bunun da anlamı, -son tahlilde-  Türkiye’deki  insanların, değişmeyen (fiks)  bir kültüre, yâni “fauna”ya bağımlı bir hayvânî  güruh olarak güdülmesi, ve bu arada içinden –veya dışarıdan- seçilecek bir uygun “ırk”a ve “kültür”e göre de melezlenmesidir… Yâni bugün bizim için önemli olan (olması gereken)  husus, halkımızın –vasatî-  kültürel “paradigma”sı veya zımnî fikir birliği ile, emperyalistlerin bütün halklar için uydurduğu ortalama fikirler (ve teoriler) değil, insanlığın “metamorfoz”u anlamındaki yükselişimizde başı çeken “inisiyatör” atalarımızın tasavvurlarında bulunan, “insânî yol”, “tevhid yolu”, veya “Tanrısal Yol”  argümanlarıdır… Bir devlet çökerken, o devletin tepelerine doğru tırmanarak mevki ve kariyer edinmeye çalışan ikbâl tutkunu görgüsüzlerin “kurtarıcı” oldukları görülmemiştir; ki bu tarifin içine, popülist politikacılarla birlikte, her türlü “cemaat”çiler ve tepeden inmeciler veya “cunta”cılar da girmektedirler…

 

Ali Ergin Güran: 04/06/08