“İRÂDE-İÇGÜDÜ” ÇELİŞKİSİNİN YÖNETİMİ ...
Bilindiği gibi, hayvânî “içgüdü”lerle insânî “irâde” gücü arasında bir “diyalektik çelişki” sözkonusudur. Çünki irâde de “akıl” gibi, ritmik davranma ıstırârının (ritm melekesinin) bir türevi olmakla, “ritm melekesi” yüzünden fiilî bir zorunluluk olarak ortaya çıkan “tabu”lara dayanan, dolayısile de “hayvanlık”ın -beslenme, üreme içgüdülerine ve/veya karakteristiklerine karşı çıkmak anlamında- inkârından (negasyonundan) neşet eden bir keyfiyyettir... Bu çelişki sâyesindedir ki insanlık, bir fauna yaratığı olmaktan temâyüz edip yükselmekte ve gelişmektedir… Genel olarak “diyalektik çelişki” kavramını anlatan en basit model veya formatlardan biri “emme-basma tulumba” modeli ise, diğeri de “balık kuyruğu hareketi”dir. Nasıl ki balık kuyruğu, bir o tarafa, bir diğer tarafa –münâsip uzanımlarla- gidip gelmek sûretiyle çelişik hareketler yaparak faaliyet gösterir ve de balığın ilerlemesini sağlarsa, insan ve/veya insanlık da, hem –hayvanlar gibi- içgüdüleri yönünde, hem de bunlara karşıt yönde davranarak ilerler veya –hayvanlıktan- yükselir… Yâni çelişkinin “içgüdü”ler kanadında, insanların -biyolojik tür olarak- popülâsyonu ve dolayısile de kantitatif üretim için “iş gücü” potansiyeli artar, “irâde” kanadında da, bireysel entelektüel (veya zihinsel) kalitesi, ve dolayısile de kalitatif üretim (yani verimlilik ve yaratıcılık) kapasitesi yükselir… Ama içgüdüler nasıl ki, biyolojik türe mahsus kolektif etkinliklerse, irâde de aslında insanlığa (insanlaşmaya) mâtuf (yönelik) -“ritm melekesi” orijinli- anonim bir güçtür. Ancak ne var ki bu –anonim- güç, her seferinde başını çekenlerce (liderler, inisiyatörler, kâşifler vs.) temsil edilir; ve onların adlarıyla anılır… Zâten, “irâde” denilen kaliteli güç, kişisel çabalarla, yâni “taklit”le, “deneme-yanılma” metoduyla filân öğrenilip elde edilemez; bu gücü kazanmak için, içgüdülere karşı topluca bir direniş pratiğinden (senkronize ritmik davranışlardan) geçmek îcap eder… İnsanlardaki “irâde” ile “cinsel içgüdü” arasındaki “diyalektik çelişki”nin en basit –ve doğru- formatını, “oryantal” da denilen “göbek dans”larında ve seksî sözlü “pop şarkı”larında görmek mümkündür. Çünki, güçlü bir “ritm” olmasa, ortada dolaşan yarı çıplak bir kadın ile erkek seyirciler arasındaki şehvet geriliminin patlamasına –ve fiilî cinsel temâsa doğru yönelmesine- hiçbir “söz” engel olamaz… Yâni “göbek dansı”nda herkes cinsel bakımdan gaza gelmekte, ama aynı zamanda hep birlikte ritmik rezonansa girerek fren tutmaktadırlar… Aynı “diyalektik çelişki” yönetimi veya terbiyesi, seksî sözlü pop şarkılarının icrâsı esnâsında da cereyân etmektedir…
İrâde Ne Demek?
“İrâde” kavramının içinde bir “güç”, bir de “yöneliş(direksiyon)” unsuru mündemiçtir… Mesela, “filâna karşı irâde koydu.” veya “şu yolda irâde koydu” derken bu unsurlar açıkça belirtilmiş olmaktadır. Çünki “koymak” fiili aslında, sâdece ağırlık ve güç(kuvvet) anlamındaki kantiteler için kullanılmaktadır… Bu kavram, acıkınca beslenen (veya ava çıkan), peryodu gelince çiftleşen ve zayıfı görünce saldırıp sıkıyı görünce kaçan hayvanlar için sözkonusu edilemeyeceğine göre, demek ki, öncelikle hayvanlığa karşı konulmuş bir ağırlık olarak anlaşılmalı, ve dolayısile de “bilinçli güç kullanımı” şeklinde tarif edilmelidir. Ki “bilinç” kavramı da, “taklit”le, “deneme-yanılma” metoduyla kazanılmış alışkanlıklar arasından –biyolojik çıkara binâen- serbestçe veya çağrışımlarla yapılan tercihler anlamındaki “seçim”lerin, çok üzerinde düşünülmelidir. Yâni “bilinçli davranış”, öyle bir anlamda olmalıdır ki, kendi güç kaynağını veya fizyolojisini de, karar mercii ile “feed-back” etkileşimi içinde kendisi yaratmalıdır. Dolayısile de “irâde”, alışkanlıklarla ilgili hayvânî bir beklenti ve takıntı olan “inat”tan bambaşka bir yoğunlaşma (veya konsantrasyon) anlamına gelmeli, ve aynı zamanda hem “teorik düşünce” sistematiğinde “mantıkî zorunluluk” olarak ortaya çıkan hükümlerin karşılığı olan, hem de bir sanat dalındaki “stil”leri, “tarz”ları, “üslûp”ları, “makam”, “usûl”, “vezin” ve “ölçü”leri yaratan bir güç olmalıdır… Yâni demek ki “irâde”, zamanla mukayyet olmayan, ve de “nedensellik” mantığına uymayan Tanrısal bir “yaratıcılık” tecellîsinin –ceht ile katkıda bulunulan- beklentisi ve isrârıdır aslında… Çünki kişisel “irâde” de, ritmik davranışların bir türevi olarak, ritmin “rezonans” olayına benzer şekilde “anonim” bir karakter taşımaktadır. Dolayısile de bir insandan kaynaklanan, ve meydana getirdiği rezonansla gittikçe güçlenerek yayılan –âyinler, danslar, şarkılar ve hamâsî söylevler gibi- bir “ritmik davranış efekti veya gösterisi” de, bir teoriden mantıkî zorunluluk olarak ortaya çıkan/çıkarılan -ve son tahlilde herkesin katıldığı- bir hüküm veya kânun da, kişisel irâdenin anonim karakterini göstermektedir. Onun içindir ki, faaliyet alanı pratikte de olsa, teoride de olsa, “inisiyatör” anlamında bir “birey-insan”ın mahvı (veya kaybı) demek, aslında bütün bir toplumun ve hatta bütün bir insanlığın -yaratıcılıktan yoksun kalarak- duraklaması, gerilemesi ve bazan da mahvı anlamına gelmektedir; gelmiştir... İşin aslına bakarsak, “ritm melekesi” , kendisini besleyen düzenli “yıkım metabolizması (katabolizma)” eşliğinde, insan zihnine “sıralama” veya “tenâsüb” veya “oranlılık” melekesi diyebileceğimiz bir program kaydeder. Ki bu program dışa dönük (yani dış algıların değerlendirilmesinde) çalıştırıldığında veya kullanıldığında, yani “düşünme” veya “tasarlama” denilen faaliyete geçildiğinde, gereken maddi destek ve enerji, sözkonusu “düzenli yıkım metabolizması” tarafından sağlanır. Nitekim insanlar ritmik âyin , oyun , dans, müzik gibi etkinliklerin içerisindeyken de, metodolojik (teorik) bir düşünceye kapılmışlarken de açlıklarını hissetmezler. Yâni insanlardaki “irâde” oluşurken, aynı zamanda hayvânî “açlık eşiği” de iptal olmuş, ve bu şekilde “dikkat sürekliliği” sağlanmıştır… Ama aynı program, içe dönük (yani fizyolojik duyguların değerlendirilmesinde) kullanıldığında, yani “meditasyon” denilen faaliyete geçildiğinde, bünyede bir “düzenli yapım metabolizması”nın oluşmasına ve dolayısile biyolojik sağlığın kazanılmasına da yol açar. Bu da demektir ki, ritm melekesi güçlü olan bir insan, “irâde-içgüdü” çelişkisinin bilincine varacağı bir eğitim aldığı, ve de çağdaş bilgilerle donatıldığı taktirde, hem dış dünyayı doğru düşünür (yani bu günkü anlamda iyi bilim adamı olur), hem de –kendinden pay biçerek- “insan”ın iç (fizyolojik) dünyasını anlamayı ve sağlamayı öğrenir. Yâni aslında doğru düşünme, sağlıklı olmanın, sağlıklı olmak da doğru düşünmenin gerek şartı anlamına gelmektedir... Bu nokta iyi anlaşıldığı taktirde, aynı zamanda, hastanın “irâde”sinin katılımı sağlanmadan, sâdece hastalığın semptomları (ağrılar, akıntılar, ateş vs.) ile biyolojik bazda uğraşmak anlamındaki -“baytarlık” benzeri- bugünkü “tıp” da aşılabilecek, ve dolayısile de insanlık, “üfürükçü”lüğe kadar varan bir sürü uyduruk “alternatif tıp” disiplinlerinden kurtulacaktır... Ama şu da bir realitedir ki, en büyük buluşlar da, bozulan bir sağlıktan sonra girilen “dirilme” veya “nekahat” dönemlerinde gerçekleştirilmektedir. Yâni aslında mârifet, sürekli diri (sağlıklı) kalabilmekte değildir; ve zâten bu, düşünen insanlar için mümkün de değildir. Çünki, fizyolojik faaliyetleri, peryodları ve refleksleri –hayvanlar gibi- düzenli çalışan bir insanın giderek düşünceleri de klişeleşir, kafasında -kapalı etkileşim sistemlerine mahsus- takıntılar, “fikr-i sâbit”ler veya “inadına fikir”ler oluşur. Dolayısile de -“fauna”yı, hayvanlığı ve “eko-sistem”i aşmak üzere daima faal olması gereken- “problem çözme” yetisini kaybetmekle birlikte, yönetici durumundaysa “zâlim”liğe, yönetilen durumundaysa “psikopat”lığa doğru sapar... Tefekkür eden bir “birey insan” için esas mârifet, seçilecek veya uygun görülecek zamanlar dâhilinde, “düzenli yıkım metabolizması” mûcibince harâbiyete (dağıtmaya) gitmek, ve ondan sonra da çalıştırılacak düzenli “yapım metabolizması (anabolizma)” vâsıtasıyla yeniden dirilmektir. Onun içindir ki, irâdî-yaratıcı kişiler (mesela sanatçılar), seksi erteleyip kahırlanmak gibi, veya kıyasıya seks yapıp sonra da ortadan kaybolmak (inzivâya çekilmek) gibi “aşk” oyunları îcadetmişlerdir. Ve de ondan dolayıdır ki, böyle yaratıcı “birey insan”lar için alkollü içkiler, dozunu herkesin kendine göre âyarlayacağı bir ilâç gibidir aslında… Çünki alkol, hem suda hem de yağda çözülme özelliğiyle –uyuşturuculardan farklı olarak- vücûdun bütünlüğünü koruyarak yorulmasını ve bu arada yârenlerle de, gerek ritmik rezonans hâlinde (yani şarkı ve dansla), gerekse fikir ve duygu birliği hâlinde kaynaşmayla dağıtılmasını sağlar… Ama gâyet tabiidir ki, birey olamamış, melekeleri muhtel (bozuk) insanlar, ve/veya “hayvan” gibi irâdesiz ve şuursuz yaratıklar için alkol zararlıdır. Çünki ayılırken yapılan yaratıcılıkların hazzına varamayan insanlar, serhoşluğun dalgalı ve sorumsuz hallerine alışır, ve bunu marazî bir tutku hâline getirirler. Onun için de -genellikle- zâten onlar, iptilâ veya marâzî alışkanlık hâline getirmedikleri taktirde alkolden hoşlanmaz, ve hatta ondan kaçarlar…Kadınlar da “doğurganlık çağı”nda bâriz bir şekilde irâde -ve düşünce- zaafiyeti gösterirler. Çünki ekstra fizyolojik peryodların -melekeleri bozan- impulsif etkisi altındadırlar. Onun için de, melekeleri bozan bu halleri telâfî etmek için, ritmik danslara ve/veya oynamaya pek heveslidirler, genellikle... Ama ne yazıktır ki, yanlış bir -geleneksel- kanaate binâen, şarkı söyleyip oynamaya hevesli olan kızlara, kadınlara “hafifmeşrep” yaftası giydirilir çok defa... Halbuki böyle davranmayıp sâkin, sessiz durarak ağırbaşlı görünmeye çalışan kadın ve kızlardan -onların hayvanlık potansiyelinden- korkmak lâzımdır aslında...
Sevgi Duygusu, Seks Hazzı ile Ters Orantılıdır.
Aslında, toplumsal ve toplumsal kaynaklı bireysel hastalıkların hepsi, “irâde-içgüdü” çelişkisinin doğru yönetilememesinden kaynaklanmaktadır. Ki bu yönetim bozukluğunun esas sebebi de, derin bir tarihî kökene sâhip olan “cinsel fetişizm” ile “tarih öncesi”nden bakiye “gizli ensest”in “dışavurum”u olan, “Sevgi'li Seks” konsepti ve kompleksidir. Bu “kompleks”, bugün de çözülmediği taktirde, insanlığın -uzaya açılmasını engelleyerek- sonunu getirecektir; göz göre göre... Çünki “sevgi”, -güzellik, iyilik vs. unsurlarıyla birlikte- aslında melekelerle ve dolayısile de akılla, irâdeyle ilgili (yani “emek”le kazanılmış ve kazanılan) insânî bir duygu ve kavramdır... Mesela sevgilisi için dağları delen bir “Ferhat”, veya sevgisini Tanrı'ya tevcih edecek kadar -çile çekerek- rafine eden diğer âşıklar, buna güzel örneklerdir... Ayrıca anne sevgisi, evlât sevgisi, kardeş sevgisi vs.denilen “sevgi” duygularını da hepimiz biliriz ki, seksle bir ilgisi yoktur bunların aslında... Cinsel ilişki hazzı ise, bilincimizde kavramsal mütekabili bulunmayan, akılla irâdeyle ilgisi olmayan, “hırs”la karışık hayvânî bir boşalma zevkidir... Gizli ensest, tabularla korunan “panteist zon”un mâsum “alacakaranlık dünya”sında da mevcuttu herhalde... Meselâ, Türk-Moğol destanlarında, çadırların üstündeki havalandırma deliğinden sızarak giren “nur”lar tarafından hâmile bırakılmış ünlü kadınlar (Cengiz Han'ın anası gibi) vardır. Kaldı ki “Meryem Ana”mızın öyküsü de, -genel- bilinçsizlikten (ve dolayısile irâde yetersizliğinden) kaynaklanan bir “mâsûmiyet”in -metafizik- îzâhıdır aslında... “Tanrı-Kral”ların himâyesinde tarihî devirlere geçildiğinde, üreme (çoğalma) ihtiyâcı anlaşılıp da, “bilinçli çiftleşme” yani “evlenme” kavramı ortaya atılınca, ”tabu”lara alışık olan insanlar, şok dalgaları günümüze kadar ulaşan büyük bir “travma” geçirmiş olmalılar... İşte o zamanlardadır ki, genç erkeklere “çiftleşme” becerisi kazandırabilmek için tapınaklarda “kutsal fâhişe” kadroları bile ihdâs edildiğini, Sümer tabletlerinden okuyoruz... Dolayısile de, bilinç dışı bir etkinlik olan “cinsel temas”ın, bir takım fetişlerle ve sembolik kavramlarla mistik anlamlar yüklenmek sûretiyle kutsanarak bilince çıkarılmaya çalışıldığını anlıyoruz. Ve onun için de, cinsel hazzın üzerindeki mistik ve/veya kutsî “râiha”yı (veya “tütsü”yü) bugün bile algılayabiliyoruz... Demek ki bu şekilde, önce kadınların kullandıkları maskelerden (ve/veya makyajlardan) başlayarak, “cinsel fetişizm” devri açılmış oldu. Ki bu sûretle, -hayvânî- “cinsel ilişki hazzı”, “güzellik”, “ulvîlik” kavramları ile ambalajlanmış ve dolayısile de “iyilik” kavramına yaklaştırılmış oldu. Ve ondan sonra da, “irâde-içgüdü” çelişkisinin yönetimi, edebiyatçılar ile din adamlarının indî değerlendirmelerinden -bir türlü- kurtarılamadı... Edebiyatçılar, “seks” denilen hayvânî ilişkiyi ve hazzı, “güzellik” ve “iyilik” gibi insânî niteliklerle kaplayıp yücelterek insanların zihinlerine sokuştururlarken, din adamları da, “tanrı-kral”lardan kalma imtiyazlarıyla, buna icâzet (meşrûiyet) tanıma haklarını -daima- saklı tuttular. Ve böylece de, akılsızca yapılan bir iş (seks) ile, bunun -akla hitap etmesi gereken- sözcüklerle yapılan indî değerlendirmelerinin tesiri arasında kalan insancıklar aptala döndü. Dolayısile de, bir gün üzülüp bir gün sevinen şaşkın (patalojik) yaratıklar olarak, uzun vâdeli (teorik) düşünemeyen ve onun için de bir takım güçlü (paralı) mihrakların çıkarı ve irâdesi doğrultusunda “tespih tâneleri” gibi dizilen piyonlar hâline geldiler... Ve bu arada, kapitalistlerin, içgüdüleri azdırarak talep yaratma (ve pazar genişletme) taktikleri tarafından kullanılan bu indî değerlendirmeler yüzünden de insanlar, bütün edebî ve mistik mugâlâtaların altına -zımnî bir mutâbakatla- “kör tuttuğunu yapar” anlamında gâyet pragmatik bir prensip yerleştirdiler... Demek ki bugün âcil olarak yapılması gereken, “cinsel ilişki” olayını, her türlü “kutsal”lıktan ve “sevgi” kavramından ayırmaktır herşeyden önce... Sonra da çocuklara yapılacak en ufak bir cinsel tâciz ve/veya istismârı şiddetle cezâlandırmaktır. Çünki -şefkatle karışık- “sevgi” duygusunun verdiği haz ile, cinsel temastan alınan hayvânî zevk, çocuk yaşlarda karmaşık bir şekilde -beyine- kaydedilmekte, ve ileri yaşlarda da, bu duygu kompleksinin yol açtığı sapıklıklar -sanki doğalmış gibi- savunulmaktadır... Onun için, seks duygularını ve çiftleşme isteğini ifâde eden sözcük ve metaforlardan “sevgi” kavramını kesin olarak ayırmak, yani “sevgi” kavramını hayvânî duygu ve arzuların kamuflajı olmaktan kurtarmak lâzımdır... Aslında seks olayı, “sportif oyun”lardan sayılmalı ve insanlar, seks etkinliğini en tatminkâr bir şekilde (yâni her iki tarafın da biribirine en uygun bir seks âleti gibi davranarak) yaptıktan sonra, partnerleriyle (bir bakıma da hasımlarıyla) bir süre uzak durmalarının gereğini iyi anlamalıdırlar. Çünki ancak bir süre sonra sevgi ve saygı duyguları geri gelebilecektir... Yoksa, “seks” karşılaşmasından hemen sonra hasma (veya âlet gibi kullanılana) sevgi gösterilerinde bulunmak, lâflar ve tavırlar ne kadar cilâlı olursa olsun “yapmacık”lıktan veya “ikiyüzlülük”ten öte bir anlama gelemez. Veya -daha kötüsü- büyük bir tatminsizliğin tezâhürü anlamına gelir. Nitekim “seks” işini doğal olarak yapan hayvanların da, çiftleştikten sonra biribirlerini yaladıkları -yâni “muhabbet” gibi bir tablo sergiledikleri- görülmemiştir... Ne var ki, bu sahtekârlığı genellikle kadınlar yapmakta ve talep etmektedirler; sanki seks âletlerini ellerinden kaçıracaklarmış gibi bir hisse kapılarak... Ama ne yazık ki, aslında böyle yapmakla ilişkileri bozmaktadırlar... İnsanların, kapitalizmin “tüketim ekonomisi”nin tesiriyle sürüklendikleri vahim bir yanılsama da, “aşk” başlığı veya adı altında yaşanmaktadır. Hayvanların peryodik çiftleşme mevsimlerinde -maksimize olmuş cinsel hormon seviyeleri îtibâriyle- yaşadıkları, cinsler arası şiddetli çekim hissi, insanların karşıt cinsleri arasında da, bâzı fizyolojik optimizasyon (uygunluk) hallerinde yaşanır. İrâde gücünü -âdeta- sıfırlayan bu gibi haller, geleneksel söylemde -gâyet doğru olarak- “baştan çıkma” kavramı ile ifâde edilmiştir. Ancak, yakın çağlardaki edebî kurgu, -gayri irâdî ve gayri aklî bir olay olan- çiftleşmenin “hayvânî hazz”ını, eski edebiyattaki, cinsel çekim gücünü irâde ile yenerek, buna tam ters yönde bir Tanrı sevgisi (veya insâniyet dinamiği) yaratmanın adı olan ulvî “aşk” sözcüğü ile ambalajlamıştır. Hem de bunu, “fikir özgürlüğü” adına yapılan tekrarlarla “aşk”ın, “karşı konulamaz şiddetteki bir cinsel çekim gücünün adı” olduğu kanısına haklılık ve yaygınlık kazandırmak sûretiyle başarmıştır... Bütün bu -tarihî- yanılsamalar, pratikten kopuk bir “didaktik öğreti” ile düzeltilemez. Çünki, tabularla ilgili gerçekler ve/veya “irâde-içgüdü” çelişkisinden mütevellid olaylar ancak bilinçlenmekle birlikte, yâni düşünce ile davranış'ın “feed-back” etkileşimi şeklinde yaşanarak öğrenilebilir...Ve de böyle bir yaşam pratiğini bugün, “panteist zon kulüpleri” vâsıtasıyla gerçekleştirmek hiç de zor bir iş değildir... Ama şu da bir gerçektir ki, tarihte ve hâlihâzır toplumlarda da, rastlantısal ender şartların sâyesinde, bu gibi bir yaşam pratiğinden geçerek olgunlaşmış, dolayısile de sözkonusu yanılsamalara kapılmamış -inisiyatör karakterli- insanlar yetişmiştir. Onun için, “bir normal insan, mevcut toplumsal düzen içinde, nasıl bir yaşam pratiğinden geçmeli ki, irâde-içgüdü çelişkisini yönetebilecek bilince sâhip bir birey-insan olabilsin” diye de düşünmemiz ve bununla birlikte“toplumsal teşrih” yapmamız da gerekmektedir başlangıçta...
Bozuk Düzende Normal İnsanlar Nasıl Yetişmiştir?
Normal bir ailede çocuklar, erkek ve kız kardeşler olarak, ebeveynlerinin yatak odalarından uzak odalarda birarada kalırlar. Ve böylece de “panteist zon”un gereklerine göre yaşayarak, yâni fıtraten yatkın oldukları tabusal yasakları gerçekleştirerek ve içselleştirerek büyürler... Böyle bir ortamda buluğ çağına ulaşan erkek çocuklar, -doğal olarak- “mastürbasyon” öğrenemez. Ve de bünyeleri, biyolojik veya fizyolojik dengelerin gerektirdiği zamanlarda, gâyet “absürt” rüyâlar eşliğinde (veya “şeytan aldatması” denilen şekilde) cinsel ifrâzâtı dışarı atar... Bu süreçte çocuklar, bütün enerjilerini (ve/veya aldıkları gıdâları), biyolojik büyüme ve rûhî (melekî) güçlenme yolunda kullanırlar. Ve bu cümleden olarak da, büyük bir iştiyakla müzik, dans ve spora yönelirler. Ki bu arada karşı cinsten olanları, bütün farklılıklarına rağmen bir “birey-insan” olarak kavramayı da öğrenir ve “insanlık” denilen ortak paydanın bilincine varırlar... Bu çocuklar, ve özellikle de erkek olanları, 17-18 yaşlarına geldiklerinde -normal olarak- evlerinden (anne, baba ve kardeşlerinin yanından) ayrılırlar; veya ayrılmaları gerekir. Çünki artık “antropolojik bir aşama”nın gereklerini yerine getirecekler, ve “cinsel grup” yaşantısına başlayacaklardır. Ki aynı zamanda “yüksek öğrenim” denilen, araştırmacı eğitim veya öğrenime de başlayacaklardır... Bu aşamada, normal yetişmiş erkek çocukların kafasında, iki tür kız (kadın) tipi vardır; biri -kızkardeş gibi- insan olanlar, diğeri de “cinsel av” veya “cinsel hedef” olanlar... Bu genç erkekler bütün boş zamanlarını, “av” kategorisinde gördükleri kız ve kadınları kovalamak, ve de tecrübelerini biribirlerine aktarmakla, yani bir bakıma, yaşamaya başladıkları -yeni- gerçekliklerin sağlamasını yapmakla geçirirler. Onlar için (yâni normal genç erkekler için), sosyal ve hatta sanatsal etkinliklerin, cinsel partner arama ve kovalama faaliyetlerinin kamuflâjı olmaktan öte bir anlamı yoktur; genellikle... Bu normal genç erkekler, karşı cinsten hiç kimseyi, kendi gruplarındaki erkek arkadaşlarından (yani kankardeşlerinden) kıskanmazlar/kıskanamazlar. Dolayısile de seçme hakkını -işin tabiatına uygun bir şekilde- kadınlara bırakmış olurlar... Ama bunlar “evlenme” noktasına geldiklerinde büyük bir kararsızlığın içine düşerler. Ve de ne yazıktır ki, bu kararsızlığın, insanlığın henüz çözülememiş bir tarihî probleminin tezâhürü ve yükü olduğunu -yâni “evlilik” denilen müessesenin tarihî bir anomali olduğunu- anlayamadan, “çoğunluk korosu”nun dillendirdiği geleneksel ve dinsel “yâve”lerin baskısıyla kendilerini yer (eleştirir) dururlar. Çünki aslında, gelmiş oldukları bu nokta, “irâde-içgüdü” çelişkisinin ölü noktası veya optimum kararsızlık noktasıdır... Yâni sözkonusu ettiğimiz normal genç, kızkardeşiyle aynı kategoride gördüğü bir kızla evlense, hiçbir zaman ona karşı tatminkâr bir “şehvet” duygusu ve hırsı duyamayacak, ve onun için de böyle tatminleri, diğer kategoridekilerde aramaya devam edecektir. Dolayısile de bir takım psiko-sosyal sorunların çıkmasına sebep olacaktır... Cinsel av kategorisinde gördüklerinden biriyle evlense, bu sefer de hem eşini kendi çevresine uydurmak ve kabul ettirmekte zorluk çekecek, hem de böylesine sosyo-psikolojik uyumsuzluklar içinde çocuk yapmak husûsunda açmazlara düşecektir. Kaldı ki “av” kategorisinde görüp de cinsel olarak câzip bulduğu bir kadının, melekelerinin muhtel (bozuk) olması ve dolayısile -psikolojik bakımdan- sağlıksız çocuk doğurması ihtimâli de yüksek olacaktır... Bütün bunlardan daha vahim olarak, fizyolojik ve hormonal dengesi mükemmel ve dolayısile cinsel çekim gücü çok yüksek olan bir genç kız, sözkonusu genç erkeğin rûhî câzibesine (veya meleke gücüne) kapılıp onunla melekî rezonansa girerek, bütün güzellikleri ve iyilikleri aynı şekilde anlamaya başladığında ise, çok zorlu bir ikilemin karşısında kalınmış olunacaktır. Çünki yukarıda sözü edilen iki kategoriye de ait olmayan (veya o kategorilerin arakesit noktası demek olan) böyle bir kızla cinsel ilişki kurulduğunda, -müştereken üretilmiş- bütün güzelliklerin ve iyiliklerin “içine edilmiş” olunacak, ve dolayısile büyük bir düş kırıklığı yaşanacaktır... Onun için, “aşk”ın ta kendisi demek olan böyle bir durumda, işin (ilişkinin) cılkını çıkarmadan uzaklaşmak, ve o “meleke rezonansı”nın kazandırdığı yüksek irâde ve yaratıcılık gücünü, “sevgili”nin hayâliyle sembolize ederek kullanmak en rasyonel ve doğru yol olacaktır... Yâni dinsel terminoloji ve/veya sembolizmle ifâde edersek, böyle durumlarda “Havva”ların cinsel câzibesine kapılarak memnû meyvayı (elmayı veya “ayva”yı) yememek, dolayısile de Cennet'ten atılmamak esastır... Normal bir ilişkide, rûhî (melekî) câzibe merkezi erkek, cinsî câzibe merkezi de kadındır. Aşk denilen olay da, bu iki merkezin çekişmesinden meydana gelen bir kararsızlık ve serhoşluk hâlidir... Böyle bir ilişki, “cinsel vuslat” ile sonuçlandığı taktirde, insanlara ve insanlığa hiçbir şey (kalite anlamında) kazandırmaz; hatta bireylerin önceden varolan meleke güçlerini bile mahveder... Ama böyle bir ilişki ayrılıkla bittiğinde, o iki insanın (âşıkın) -bir nevî rezonans olayıyla- beraberce büyüttükleri melekelerinin gücünden hem kendileri hem de çevrelerindekiler ömür boyu yararlanırlar... Evlilik olayı ise aslında, psikolojik olarak çocuk yapma arzusuna kapılmış olgun bir kadınla, biyolojik büyümesini tamamlayıp da, her gün çiftleşme isteği duymakta olan bir erkek arasında düşünüldüğünde normal (rasyonel) bir olaydır. Çünki kadın, hiçbir endişeye kapılmadan her an cinsel ilişkiye hazır bir durumda bulunmakta, erkek de devamlı olarak dışarda dişi aramak külfetinden, zaman ve para isrâfından, ve hatta değişik kadınların huylarına alışmanın (veya“ünsiyyet” peydâ etmenin) zorluklarından, -ve hatta bunun ilerde yaratabileceği psikolojik ve nörolojik sorunlardan- kurtulmaktadır... Ama “evlilik” denilen bu olayın uzunluğu, bir insan ömrü içinde ancak bir “mevsimlik” kadar bir süreye tekâbül eder. Onun için de evliliği mükerreren yapmak normal bir olay değildir; ve iki seferden fazlası mutlaka “maraz” olarak düşünülmelidir. Çünki psikolojik ve ekonomik bağımlılık şeklinde sürdürülen “kadın-erkek” ilişkileri, “evlilik” kapsamında değil, daha çok tıbbın ve kriminolojinin kapsamında düşünülebilir. Ki nitekim bu tür evliliklerde, taraflardan biri veya her ikisi -bir aşamada- mutlaka doktorluk veya karakolluk olmaktadır... “evlilik mevsimi” sonrasında, çiftlerin birarada kalmaları ve ilişkilerini fikir plâtformuna taşımaları çok zor bir şeydir. Yüksek bir entelektüel seviye ve/veya fedâkârlık ister... Ama zâten bunların bir arada kalmaları da -hiçbir bakımdan- gerekmez... Kadın şâyet “dudak tiryâkisi” gibi bir şey, yâni bir nevî “seksopat” olmadıysa, doğurganlık döneminden sonra yanında (yatağında) devamlı bir erkek görmek istemez. Melekeleri güçlü ve bilgisel donanımı iyi ise, o yaştan sonra artık bir birey olarak -fikirde, sanatta- kendini göstermek ister... Erkeklerde ise “ereksiyon” zaafiyeti başladığı noktadan itibâren (en geç 55 yaş civârında), zâten bir “dişi” ihtiyâcı ortadan kalkmış demektir. Çünki bu noktadan sonra erkekler ne, “orgasm” olabilmek için mücâdele edecekleri diri ve/veya sıkı bir partnere ihtiyaç duyarlar, ne de normal bir “dominant erkek” rolünü yerine getirebilirler. Ve onun için de cinsel gibi görünen ilişkilerin altında, sinsi ve/veya zımnî bir şekilde, kişilikleri erozyona uğratan ve tarafları biribirine râm eden (veya eklemleyen) pazarlıklar ve “alış-veriş”ler -müzmin bir şekilde- sürer gider... Zîra cinsel ilişkide, gerçek bir “orgazm”a ulaşamayan, yâni kendini kaybedip “uçma hissi”ne kapılmayan bir kadın kadar hîlekâr, sahtekâr ve şeytânî bir varlık düşünülemez. Çünki gevşek bir ilişkide kadın, erkeğin zihnine de girerek -cinsel vuslatta- hem “yapan” hem de “yapılan” taraf hâline gelir, ve erkeği kolayca vazgeçilebilen (ve/veya değiştirilebilen) basit bir araç mesâbesine indirger... Yâni “kadın”ın cinsel istismârı, hiç de kolay ve “ucuz” bir olay değildir aslında... Ve de “kadın”ı kullanıyorum sanan erkeklerin çoğu, “kadın” tarafından -cinsel açıdan kullanılmak bir yana- fikrî ve sosyal bakımdan güdülüyorlardır aslında... Yâni atalarımızın dediği gibi “kadın isterse, bir erkeği vezir de yapar, rezil de...”. Hatta câhil ve kurnaz bir kadın, biyolojik ve zihinsel özürlü kocasına, “her işi doğru yaptığı” ve “Allah'ın sevgili kulu olduğu” yolunda öyle bir “hüsn-ü kuruntu” kazandırabilir ki, böyle bir “özgüven kuruntusu”ndan kaynaklanan motivasyonla halkı büyüleyip (ipnotize edip) -seçim bile kazanarak- iktidara gelen bu mahlûk, yabancı güçlerin kuklası olmak sûretiyle, bir ülkenin “mâkûs tâlih”i hâline de gelebilir. Zâten ilerleyemeyen, yerinde sayan veya gerileyen bütün toplumlar, aslında tutucu ve edilgen kadın karakterinin (ve zihniyetinin) damgasını taşırlar... Târihte olduğu gibi bugün de Hürrem Sultan'lar (Roksana'lar) veya Emine Hâtun'lar (Âmine'ler) pek boldur memleketimizde... Demek ki bu seks işini de -profesyonel sporcuların yaptıkları gibi- karârında (formdan düşmeden) ve zamânında bırakmak lâzımdır. Yoksa, belli bir yaştan sonra -halı sahada şakacıktan futbol oynamak gibi değil de- ciddi ciddi seks ilişkisine soyunmanın bedeli, hem maddi hem de mânevî bakımdan çok yüksek olmaktadır erkekler için... Hatta -ne yazık ki- bâzılarında, alaya alındığını anlayamayacak kadar bilinç kaybına da yol açmaktadır. Onun için, melekeleri güçlü ve donanımlı erkeklerin -insânî üreticilikte- en verimli olacakları ileri yaşlarda genellikle yalnız kalmaları icap etmektedir çok defa... Bir çok bakımdan “pataloji”nin ve “kriminoloji”nin konusu hâline gelmiş/getirilmiş insancıklardan müteşekkil “çoğunluk korosu” ise, böyle insanlara -genellikle- “anormal” demektedir... Ama tarihe, mârifet göstermiş kişilikler olarak geçen, Buda gibi, Hacı Bekdaş ve Yunus gibi “mücerret” şahsiyetler sözkonusu olduğunda da, mistik anlamlar, karakteristikler yükleyerek onları -”insanüstü” saymak sûretiyle- kötü(olumsuz) nitelendirmelerden tenzih etmektedirler. Halbuki melekeleri güçlü, kafası çalışan ve donanımlı olan her erkek için, “âhır ömür”de yalnız (mücerret) yaşamak, en normal ve verimli bir hayat yaşamak demektir aslında... Tek veya mücerret (single) olarak yaşamanın bizde yadırganmaya başlamasını ben ancak, Çingene kültürünün (yâni kastî kültürün) yaygınlaşmasıyla îzah edebiliyorum. Bilindiği gibi bir “kast” mensûbunun geleneksel ve öncelikli görevi “üremek”, ve kendi yerine kolonlarını (meslekî ve örfî benzerlerini) ikâme etmek sûretiyle -”tanrı-kral”ların- “iş gücü”nü eksiltmemektir... Onun içindir ki Roman sözcüğü, bir “birey”i değil, “karı-koca” anlamındaki bir “çift”i veya “dipol”ü ifâde etmektedir... Çingene'ler ve Kıptî'ler, Hindiçînî ve Mısır'ın kastlarından ve “tanrı-kral” disiplinlerinden koptuktan sonra sapıtıp hayvanlaşmadılarsa, sıkı sıkıya müziğe ve dansa, yâni “ritm”e -bir ibâdetmişcesine- sarılmalarından dolayıdır... Tabii ki, -sağlıklı bir erkekte- ileri yaşlarda da erkeklik organının fizyolojik faaliyeti devam eder. Ve de sağlıklı bir vücuttaki fizyolojik veya hormonal dengeler, cinsel organın ürettiği ifrâzâtın zamanında dışarı atılmasını gerektirir. Ama bunun için dışarıdan bir etkiye, yani fiilî veya şeklî bir uyarıcıya ihtiyaç yoktur. Çünki gençliğinde hayatı irâdî olarak dolu dolu yaşamış adamların zihninde, “cinsel vuslatın eşiğinden dönme” gibi durumların kayıtları vardır. İrâde gücüyle meydana getirilmiş böyle durumların kayıtları çok derin ve nettir. Onun için de, erkeklik organı -normal fizyolojik faaliyet sürecinde- ifrâzâtını dışarı atma aşamasına gelince, zihnî kayıtlardaki “cinsel vuslat”tan geri çekilme veya teğet geçme halleri, hemen -sanki bir hologrammışcasına- ortaya çıkar. Ve dolayısile de, bir iki dakikalık basit ve zahmetsiz bir operasyon veya tenbihle, ifrâzâtın kolayca dışarı atılmasını sağlar... Yâni “çiftleşme”nin bilinmediği ilk gençlik çağında “boşalma”, nasıl ki -”fizyoloji”nin gerektirdiği zamanlarda- uykuda görülen “absürt” rüyalar eşliğinde gerçekleşiyorsa, yaşlılıkta da -yine fizyolojik gereklilik tahtında- anılarda kalmış “vuslata varış” tablolarının otomatik olarak gözönüne gelmesi ve/veya hissedilmesiyle birlikte gerçekleşmektedir; ki burada da, “ergenlik”teki şeytan aldatmalarında olduğu gibi, peşin bir hazz isteği, beklentisi ve/veya herhangi bir zorlama sözkonusu değildir... Bu ameliye, yıllar sonra yarım kalmış bir işi bitirmek gibi bir şeydir aslında... Ve de her bakımdan çok tatminkârdır... Son tahlilde denilebilir ki, zamanında, sosyal skandallar ve psikolojik travmalar yaşanmasın diye, genç insanı cinsel eyleminde frenleyen irâde, yapmış olduğu zihnî kayıtların “geri-etkime”siyle, yıllar sonra yaşlı insana -sanki ödüllendirircesine- büyük kolaylıklar sağlamaktadır...
Adam Kıtlığının Sebebi ve Çâresi...
Bugün Türkiye'deki, “olgun yaş” kuşaklarındaki tahsilli erkeklerin, şaşkın ve hatta “psikopatalojik” olmalarının, dolayısile memlekete bir istikbal rotası (veya strateji) çizememelerinin başlıca sebeplerinden biri de, gençliklerini, -gerici, tutucu çevrelerin öğütlerine uygun bir şekilde- kızlardan uzak durup “ders hâfızlayarak” geçirmeleridir... Onun içindir ki, bugünkü yaşlı-başlı(!) hallerinde bile akıllarını ve dikkatlerini tenâsül uzuvlarından -veya o uzvun gösterdiği hedeflerden ve çıkardığı masraflardan- ayırıp başlarına devşirememektedirler. Ve de ezberlerindeki mâlûmatla ancak, yabancı mihrakların tesis ettikleri disiplinlerde -biribirlerinden- sıra kapmak şeklinde çalışabilmektedirler... Bunların en idealistleri ve mâsumları bile, “ayran kabartan”, “adrenalin” ve “testisteron” arttıran, dolayısile kadınların da ilgisini çeken hamâsî söylemlere yönelip, geleneksel “yâve”leri tekrarlayarak târihin tekerrürünü beklemekten – ve de en fazla, bir takım mevkîlere geçebilmek için kurnazlıklar ve/veya tertipler düşünmekten- başka bir iş yapamamaktadırlar. Ve üstelik, girdikleri çıkmaz sokaklara genç insanları da sürüklemektedirler... Yoksa akıllarını başlarına toplayabilseler, “akıl için tarik birdir” düsturu mûcibince, muayyen bir metodolojide anlaşacak ve biribirleriyle ihtilâfa düşmeden, paralel düşünmeyi başarabileceklerdir... Bu konuyu ben kendi pratiklerimle de gâyet iyi etüd etmişimdir... Gençliğimde, kız-kadın peşinde koşuyorum diye bana haylaz, utanmaz vs. diyerek “anormal” gözüyle bakan bir sürü arkadaş ve akrânım, yaşlandığımızda da bu sefer, yalnız (mücerret veya “single”) yaşıyorum diye beni garipsemekteler... Hem de ben bütün eylemlerimi bir teori çerçevesinde idrak ve îzah edebilir duruma geldiğim halde... Ve de onlar kendilerini (hayatlarını), bir teori çerçevesinde, metodolojik olarak açıklayamazlarken... Hiç biri de beni, “işte âhır zamanında uslandı çocuk” diye taktir etmiyor, veya değerlendirmiyor. Çünki bir çoğu, âhır ömürlerinde -telâfî edilmesi imkânsız- açlık duygularının içine düştüler. Onun için de, bütün “tok gönüllü”leri yadırgıyorlar; ve de benim yazdıklarımda, “şiir gibi” bir âhenk ve tutarlılık hissetseler de kendileri, ne “metodoloji”nin gerektirdiği gibi hareket edebiliyor, ne de bir “te'lifât” kaleme alabiliyorlar... Diğerleri de, anormal görünmek -ve hatta olmak- korkusundalar... Demek ki, çoğunluğun -geleneksel ve âfâkî konu ve söylemlerde- mutâbakata varması veya “hemfikir” olması, doğruluğun kriteri olamıyor... Yâni, zaman zaman çoğunluğu yeni aşamalara çekerek mutâbakat sağlayan -tabu bekçisi- inisiyatör bireyler çıkmamış olsaydı, insanlık şimdiye kadar çoktaan inhitâta ve mahva sürüklenmiş olurdu diye de düşünmek mümkün ve çok aklîdir... Türkiye gibi bir ülkenin geri kalmışlığının ve -ekonomik- tutsaklığının en basit ve kısa îzâhı budur işte... Onun için iyi anlaşılmalıdır ki, bizim esas problemimiz, “adam” kıtlığından kaynaklanmaktadır... Bilindiği gibi “adam” demek, “irâde-içgüdü” çelişkisini yönetebilen birey demektir. Yâni bir tarafta Tanrısallık iddiasına saplanmadan, diğer tarafta da, hayvânî hazzlara alışıp kalmadan yaşayabilen, dolayısile de -insânî yolda- ilerleyen ve ilerleten kişi demektir... Adam seçmek ve yetiştirmek için ise, herşeyden önce gençleri, “fitne-fücur” bataklığından, yâni “ensest” kaynaklı “Sevgi'li seks” kavramından ve bunun yarattığı duygusal bunalımlardan, tereddütlü düşüncelerden, evhamlardan, dolayısile de büyük enerji kaybı, ferâset körelmesi, irâde zaafiyeti ve kişilik erozyonundan kurtarmak ve korumak lâzımdır. Bunun için de evvelâ, sevilen, şefkat duyulan ve hürmet duyulup kutsîyet atfedilen kişilerle seks yapılamıyacağı, seks yapılanlarla ise, şâyet sürekli ilişki içinde bulunulacaksa, bunun mesâfeli ve protokoler bir şekilde (yâni hoş ve şık jestlerle) sürdürülmesi gereği, pratik içinde iyice anlatılmalıdır. Ve bunun için de, her gencin, sevgi, saygı, şefkat ve güven duygularını açıkça tanıyacağı, yâni arkadaşlarıyla hiçbir şekilde rekâbete girmeyeceği, ihtilâfa düşmeyeceği bir “klân-kulüp”ün mensûbu olması sağlanmalıdır. Ki böylece de gençler, herşeyden önce “seks” gibi bir “hayvânî olay”ı, -sanki bilinçli bir eylemmişcesine- “sevgi” gibi insânî kavramlarla yaldızlayıp, “aşk” gibi ulvî anlamlar yüklemek sûretiyle yüceltmek geleneğine kapılarak, onu mistik bir mesele (veya muamma) olarak kafalarına takmaktan kurtarılmalıdırlar... Sonra da, -oluşumu çok defa gayri insânî ve hatta gayri meşrû olan- bir “sermaye (kapital)” birikiminin üzerine üşüşen (ve yapışan), ve de pisliği arttırmak için çalışan sinekler olmaktan kurtarılıp, rûhî (melekî) rezonans hâlinde biraraya gelerek -insânî- verimlilik ve yaratıcılıkla uğraşan dolayısile de “sermâye”yi kendilerine tâbî kılan kişilikler seviyesine yükseltilmelidirler... Bu hususların gerçekleştirilebilmesi, yâni herkesin bir dereceye kadar “irâde-içgüdü” çelişkisinin bilincine varıp, “tabu bekçiliği”ni bir ölçüde paylaşması için “Panteist Zon Kulübü”ndeki faaliyetleri yönlendirecek olan “yönerge”lerin uyacağı temel yasa ve/veya formül gâyet açık ve nettir: Sevgi, şefkat, hürmet ve kutsiyet duygularının şiddeti, “seks hazzı”nın şiddeti ile ters orantılıdır... Yâni insanlar arasındaki ilişkilerde, insânî duygular ağırlık kazandıkça, cinsel hazz ve câzibe azalır; cinsel hazz arttıkça da insânî duygular şiddetini ve/veya değerini yitirir... Formüler ifadeyle:“(sevgi+şefkat+hürmet+kutsîyet) duygusu = 1 / seks hazzı”dır...
Bütün Problemler Konjonktürlere, Konjonktürler de Tanrı Kavramına Bağlıdır.
“İnsan(lık)” sürekli bir şekilde kendini “teşrih” edip anlayarak bilinçlenme yolunda yürüyebilse, kendi dışında bir “Tanrı” kavramı da anlamını yitirecektir... Dolayısile “sömürü” diye bir olay da sözkonusu olamayacaktır... Her nesil, duygularını ve kanaatlerini kendinden önceki nesillerin anlayışlarına ve izahlarına bağlanmayarak (yani kanıksamayarak) açıklayabilse, insanlık kendini anlama sürecine, veya “Tanrısal Yol” rotasına oturmuş olacak, ve böylece de, kendini yarattığı halde kendinden taleplerde bulunan -farklı bir kişilik anlamındaki- dinlerin “Tanrı” kurgusunu aşabilecektir. Ve ondan sonra da, hiç kimse böyle bir “Sâhip Tanrı”ya istinâden kimseyi sömüremeyecektir... Çünki, “insan”ı yaratırken, uygun gördüğü bir “disiplin” programını içine yerleştirmeyip de, sonradan gönderdiği peygamberleri ve buyruklarıyla onu kullanmaya ve forme etmeye çalışan bir kişilik, -anlamındaki “Tanrı”- ancak köleci bir zihniyetin eseri olabilir; ve de güçlü zorbalara, “ikinci-el kölecileri”ne örnek teşkil eder... Halbuki mutasavvıflar “insan”ı, Tanrı'nın -kendi kendini görmesi ve bilmesi için oluşturduğu- bir tezâhürü olarak anlamaktaydılar. Ki buna göre, insanın gittikçe kendini daha iyi anlaması da, Tanrı'ya yaklaşması -veya Tanrı'laşması- anlamına gelmekteydi... Yâni biatsızların, tarikatçıların dînî doktrini olan “tasavvuf”, çok daha mantıklıdır... Ama buna mukabil dinci gericiler de, isimleriyle müsemma bir şekilde, geçmişte yaşamış olan insanların Tanrı'ya daha yakın olduklarına inanmak eğilimindedirler. Çünki onlar, insanlar için bir “bilinçlenme süreci”ni değil, giderek Tanrı'dan uzaklaşıp Şeytan'a yaklaşmak gibi bir süreçi öngörmektedirler. Ki bu taktirde, Tanrı'nın bir yerde, kendi yarattığı oyuncuları mahvedip oyunu iptal etmesi (yani Kıyâmet) kaçınılmaz görünmektedir... Buna göre anlaşılmaktadır ki, son tahlilde insanların karar vereceği dilemma şudur: Akıl, kendi kendine programlar üretip insanlara doğru yolu (Tanrısal Yol) bulduran bir “fonksiyon”mudur; yoksa, uzaktan kumandalı oyuncaklarda olduğu gibi, peygamberler, azizler vs. vâsıtasıyla verilen “nasihat” veya “emir” kumandalarını algılayıp insanı ona göre yönlendiren, ama bazan da başka kumandaların (Şeytan'ın kumandasının) tesirinde kalan bir “alıcı aparatı”mıdır?... Kendilerini oyuncak veya robot sanan insanlar (ne yazık ki çoğunluk), tabii ki ikinci şıkta karar kılacaklar, ve de bir “oyuncakçı Tanrı” mitini yaşatmaya çalışacaklardır. İşte onun içindir ki, insanların kendilerini köle veya oyuncak sanmalarına sebep olan “kapitalizm” damgalı konjonktür değişmedikçe Tanrı kavramı, “kişilikli Tanrı” kavramı değişmedikçe de konjonktür değişmemekte, ve dolayısile de bütün insânî problemler askıda kalmaya -ve insanlar da, bol bol doğum yapıp, geleneksel kısır çelişkilere (antagonizmalara) binaen biribirlerini öldürmeye- devam etmektedir...
Ali Ergin Güran- 09/09/08