DÂNİŞMENDİYE YOKSA, “OSMANLI” DA, TÜRKİYE DE, YOKTUR .
Dânişmend Gâzi, muayyen bir tarihte, belirli bir kişi olarak yaşayıp yaşamadığı hiç de önemli olmayan, -Yunus Emre, Hacı Bekdaş gibi- efsânevî, anonim ve sembol “kişi”liklerden biridir aslında... Onun -”bilgili” anlamına gelen- ismine atfen Dânişmendiye adını almış olan bölge, Erzurum, Erzincan, Niksar, Tokat, Amasya, Çorum, Sivas yörelerini baz alan, ve Güney'de Kayseri ile Malatya'ya, Batı'da ise -Ankara ve Eskişehir üzerinden- Bilecik ve İznik'e kadar uzanan bir tesir ve yayılma alanına sâhip olan, “Yerleşik Türk Kültürü” coğrafyasıdır... Bazı tarihî (ve edebî) kayıtlarda, Dânişmend Ahmet Gâzi adındaki bir şahsın, “Malazgirt Savaşı”ndan (1071) önce de yaşadığından, ve hatta bu savaşa katıldığından bahsedilmektedir. Ki bundan dolayı da Dânişmendiye ismi, Anadolu'da kurulan – ve varlıklarını Bizans'ın mahalli güvenlik güçleriyle çarpışa çarpışa sürdüren- ilk Türk yerleşimlerinin adı olması iktiza etmektedir. Ve de buradan kolayca çıkarılmaktadır ki, Dânişmendiye yerleşimlerinin, Romen Diyojen komutası altındaki büyük İmparatorluk Ordusu karşısında zor duruma düşmeleri ve Alp Arslan'dan yardım istemeleri dolayısile “Malazgirt Savaşı” -ve zaferi- gerçekleştirilmiştir... Bu açıdan bakılınca, Anadolu'daki Türk yerleşimlerinin veya “Türkleşme” denilen mayalanmanın “Fütüvvet” sistematiği şeklinde başladığı -ve/veya başlaması gerektiği- açıkça anlaşılır; ve bu hususta istendiği kadar delil de toplanabilir... Yâni demek ki, Türk Sivil Toplumu'nun çekirdeği olan Dânişmendiye, Türk-Tarikat Sistematiği'nin bütün kollarında olduğu gibi, “seyfîyûn” kolunda da, liyâkatli liderlerin inisiyasyon (veya mârifet gösterme) imtihanlarıyla seçildikleri, onun için de “zürriyet” veya “beylik” dâvası gütmedikleri “gâzi-eren”ler ülkesidir aslında... Onun içindir ki “beylik” devletlerinde bu “gâzi-eren”lerden dâima korkulmuş ve isimleri -bir masal kahramanı olmanın ötesinde- unutturulmuştur. Çünki bunların hem “sosyo-ekonomik” hayat tarzı, hem de din ve Tanrı anlayışları, -Halife tebaa'sı- “biatlı”lardan çok farklıdır. Mesela bunlar, “biatlı”lar gibi -bilinçsizliğin ve/veya sorumsuzluğun telâfî (veya mâzeret) mercii anlamındaki- bir “Sâhip Tanrı” veya “Allah Baba” mitosuna tapmazlar, ve Tanrı'yı, meleke gücünden kaynaklanan bir “insânî inisiyatif” duygusu olarak içlerinde hissederlerdi. Ve o yüzden, devamlı olarak “insânî tekâmül” ceht'i içinde bulunurlar, dolayısile de, “zahit”ler gibi insanlığı, eskiden -peygamberlerin öncülüğünde- kazanılmış bir muktesep hak ve/veya kolayca taklit edilebilen bir “fiks formasyon” olarak görmez, ve bütün güçlerini para kazanmak (veya toplumsal “artı-değer”den parça koparmak) ve bununla köle (işçi, hizmetçi) edinerek ilâhlaşmak yolunda harcamazlardı... Ki nitekim Yunus Emre, “Hakk'ı ararsan içinde ara; Kudüs'te, Mekke'de, Hacc'da değildir...” şeklinde ifade etmiştir bu duyguyu ve zihniyeti... Ve de aynı zamanda, ne kadar kendilerini daha iyi anlar (yani bilinçlenir) ve insâniyet yolunda çalışırlarsa, Tanrı'ya da o kadar çok yaklaşmış olacaklarına inanırlardı. Yoksa güç merkezlerinin tefsir ve formüle ettiği öğreti klişelerine inanmanın, çok defa “şirk” anlamına geleceğini de iyi bilirlerdi... Sonra aynı insanlar, ibâdetlerin -töresel etkilerden kaynaklanan- şeklî farklılıklarına da hoşgörüyle bakar, ve üstelik “cehd” üzerineyken, yâni hayâtî bir iş veya savaş yaparlarken, bu ibâdetleri bile ihtiyârî sayarlardı...
Osmanlı'nın Çıkışı:
XI. yüzyılın sonunda (1095) başlayan Haçlı Seferleri sırasında, savaşın -lojistik- ikmal merkezi gibi bir görev yüklenen Dânişmendiye, aynı zamanda şehirlerde inzibat görevi yapan “Seyfî”lerden veya seğmenlerden de onbinlerce atlı tertip ederek Türkmen Beyi I. Kılıçarslan'ın emrine sunmakla, tam anlamıyla bağımsız bir toplum çekirdeği olduğunu ortaya koymuştur... Ancak ne var ki, Haçlı'larla yapılan savaşlar sırasında, hem başıçeken savaşçı aşîret olarak şan kazanan, hem de Büyük (Bağdâdî) Selçûkî'lerle akraba oldukları iddiasıyla Anadolu Selçûkî'leri diye ünlenen bu Türkmen'ler, sonradan Konya'da -biat mevkii veya mercii olarak- bir “saltanat” kurmakla birlikte, Dânişmendiye'nin bağımsız şehir yönetimlerinden, onların “Fütüvvet” (yani Türk-Tarikat Sistematiği) organizasyonu ile “Tasavvuf” adındaki dînî öğretilerinden hiç hoşlanmadılar. Çünki savaşçı, ganimetçi ve yağmacı bir Türkmen aşîretine de -gâyet doğal olarak- Ümeyyeoğulları (Emevî'ler) ve Abbasoğulları (Abbasî'ler) aşiretlerinin tesis etmiş oldukları yönetim şekli (Saltanat=Mutlakiyet) ile bu yönetim şeklinin gerektirdiği, hükümdâra biat etmeye (kayıtsız şartsız itaat etmeye) dayalı bir “dogmatik islâm” akidesi veya doktrini uygun geliyordu. Onun içindir ki, Konya'nın Selçûkî Saltanatı, Dânişmendiye'nin şehir yönetimlerini hep baskı altında tuttular; ve de oralara, -âdeta bir zehir gibi- biatlı insan yetiştirmeyi amaçlayan “dogmatik islâm” akîdesi zerk etmeye çalıştılar. Dolayısile de “Fütüvvet”in “Seyfîyân” takımının isyanlarına sebep oldular... Sultanların yazdırdıkları resmî tarihlere “Babâi İsyanları” adıyla ve kötülenerek geçmiş bulunan bu kalkışmalar, Anadolu Selçûkîleri'nin saltanatını yıkmaya ramak kalmışken, kurnazlığı fazilet bilen göçebe zihniyetinin sınır (veya prensip) tanımaz taktiklerinin bir eseri olarak, tarihte ilk defa bir “İslâmî Saltanat(!)”, müminîn olan hasımlarına karşı, Hristiyan'lardan (Haçlı'lardan) yardım istemiş ve para karşılığında almıştır da... Böylece de, ancak ağır zırhlı Frank Şövalyeleri'nin müdahalesiyledir ki, Konya Selçuklu Saltanatı yıkılmaktan -kıl payı ile- kurtulmuştur... Ama ne var ki, bu iç çatışmalarla zayıf düşen Anadolu Türklüğü de, kısa bir süre sonra, -göstermelik Selçuklu ordusunu 1243'de Kösedağ mevkiinde perişan eden- Moğolların tahakkümü altına girmiştir... Bundan sonra -yaklaşık- yarım yüzyıl boyunca, Konya'daki Selçûkî Hânedânı ancak, Moğol işgal kuvvetlerine “peşkeş” adındaki -armağanmış gibi verilen- bir çeşit vergiyi ödemekle varlığını sürdürebildi. Ki bu arada -satılmış- siyâsî otoritelerce hâlâ çok beğenilen Mevlâna Celâleddin-i Rûmî de, Konya'da oturarak, adı ile müsemma olmayan bir şekilde, biatlıları daha da köleleştirmek üzere, esâretin dînî felsefesini veya “Kelbîyûn” felsefesinin dînî versiyonunu yarattı; tabii, yakın dostu Şems-i Tebrîzî'nin öldürülmesiyle de ilişkili olarak... Halbuki aynı sıralarda, Moğol kuvvetlerinin karargâhının da bulunduğu Dânişmendiye toprakları, şiddetli bir gerilla savaşıyla çalkalanıyordu. Hatta bu çatışmalar sırasında “Fütüvvet”in seyfî (silahlı) güçleri, Moğol karargâhının içine kadar girmişler, ve -bir sancak gibi- kutsal sayılan kazanlarını bile kaldırmışlardı; ki Hacı Bekdaş da, bu savaşlar sürecinde Seyfîyân lideri olarak “Velî”leşmişti... Onun içindir ki Osmanlılar zamanında bu olay (kazan kaldırma), “Fütüvvet” kökeninden gelen ve Hacı Bekdaş'ı “Pîr” sayan Yeniçeriler tarafından, “iktidârın tanınmaması veya askıya alınması” anlamında sembolik bir hareket olarak gelenekselleştirilmiştir. Ki hatta bugün de bu gelenek, ülke yönetiminin “cebren veya hîleyle” yabancı mihraklara bağlanma tehlikesi durumlarında geçerlidir; ve geçerli olması da gereklidir. Çünki Türk -yerleşik- toplumu, eski küresel “Greko-Roman” kültürünün inkârıyla, - “adam seçilimi”ne dayanan - evrensel bir “Nizâm-ı Âlem” kültürü olarak “neşv-ü nemâ” bulmuştur. Onun için de, eski kültürün yerini alıp tüm Dünya'ya teşmil edilinceye kadar -zaman zaman silahla ve etik “örfî idâre”lerle de olsa- korunması lâzımdır. Yoksa, kendimizi tanımlamak için gerekli -spesifik- ırkî özelliklerimizi kaybetmiş bulunduğumuzdan, bugünkü, “ırklar mozayiği'nin global yemleme (veya güdüm) ekonomisi” anlamındaki “Anglo-Amerikan” Dünya düzeninde kendimize yer bulamaz (veya açamaz) ve de yok oluruz... Aslında “Yeniçeri Ocağı” da, Türk-Tarikat Sistematiği'nin Seyfîyûn kolunun uzantısından başka bir şey değildir. Aynen onlar gibi hem inzibat görevi görür, hem de esnaf ve zenaatkârlarla (Şurbîyân'la) içiçe çalışırlardı. Kaldı ki dînî bigilerini de “Kavlîyûn” dergâhlarındaki mevlânalardan, “Tasavvuf” öğretisi olarak alırlardı... Yâni “Osmanlı” gibi ufak bir “göçer aşîreti”ni, biatlılığa dayanan Selçûkî tesirinden koparıp büyük ve müstakil bir devlet hâline getiren kültür, yüzlerce yıllık pratikler içinde neşvü nemâ bulmuş Dânişmendiye kültürüydü aslında... “Adam seçme, ayıklama sistematiği”ne dayanan, yâni herşeyden önce “insan sarraflığı” ile uğraşan böyle bir kültür, tabii ki “ikbal” entrikalarıyla ve “zürriyetin idâmesi” tutkularıyla çalkalanan ve çürüyen diğer büyük beylikleri kolaylıkla -tarih sahnesinden- silip süpürecekti; ki nitekim de öyle oldu, ve o koca koca beyliklerin, kız “alış-veriş”leriyle akrabalık tesis etme çabaları ve entrikaları bile bir işe yaramadı...
Osmanlı'nın Bitişi ve Kürt İstismârı:
Osmanlı, hânedan kalıntısı Arap sülâlelerine şirin görünmek için aldığı bir uğursuz isim (Bin Yezid) yüzünden iki defa iktidar boşluğu ve zaafiyeti yaşasa da, melekeleri güçlü insanları öne çıkaran, ve böylece de herkesin haddini bildirip mevkiini tâyin eden -inisiyasyon seçilimlerine dayalı- “Dânişmendiye Rûhu”nun gücü ve mârifetiyle, bu zor durumların üstesinden gelebilmiştir. Nitekim 1402'deki “Timur” felâketinden önce, Ankara'lı “Dânişmend Kadı” Burhâneddin Ahmet'in Yıldırım Bayezid'e yazdığı tavsiye mektupları ile, II.Bayezid'in Taht'tan ferâgat etmesi için aracı (nasihatçı) olan mevlânaların çabaları, tarihin kayıtları arasındadır... Yâni netice itibariyle denilebilir ki, örfî akîde ve hukuktan fazla tâviz verilmeden, “Kânûnî” mahlasıyla anılan Sultan Süleyman zamanına kadar gelinmiştir aslında... Ancak ne var ki bu Sultan, “cihat” kavramını “cengâverlik”, “hukuk” kavramını da “kânun” anlamına indirgeyip daraltınca, Devlet'in temel yapısı ve stratejisi çığırından çıkmıştır. Çünki böyle bir tevhid anlayışı, “Dünya'nın savaşarak istîlâ edilmesiyle birlikte, dogmatik bir dînî doktrinin ve fıkh'ın dayatılabileceği” faraziyesine veya hipotezine dayanmaktaydı; ve onun için de gâyet çocukça ve hatta salakçaydı... Böyle bir -çocukça- faraziyeye inanan bir insan için, gümrükleri kaldırmak, yabancılara ticârî imtiyazlar vermek (Kapitülâsyon) gibi tasarruflar da gâyet mantıklı görünüyordu tabii ki... Dolayısile “Şurbîyân” takımının, yani esnaf ve zenaatkârların uğradığı zarar ve ziyan da umûrunda değildi Sultan Süleyman'ın... Ayrıca, aynı Süleyman, liyâkat seçilimlerini (inisiyasyonu) önemsemeyip, -“Kânûnî” mahlasının îcâbı olarak- kânûnî ve hükmî müeyyidesini bildikten sonra insanların, işlerini doğru dürüst yapacaklarına da inanıyordu. Ama ondan sonradır ki Osmanlı tarihi, üç günlük ikbal uğruna îdamı göze alan pek çok “adam müsveddesi”nin, “traji-komik” hayat hikâyeleriyle dolup taştı... Kaldı ki entrika, müzevvirlik ve iltimas faaliyetleriyle ortaya çıkan bir “menfî seleksiyon” sistematiğinin yerleşmesiyle, iktidar mevkilerine yükselen liyâkatsiz kişilerin evhamları yüzünden, -aralarında Kânûnî'nin “gözde” şehzâdesi Mustafa'nın da bulunduğu- pek çok değerli insan da nâhak yere îdam edildi... Aslında “Osmanlı”, üzerinde oturduğu ve yükseldiği gerçek zemîni hiçbir zaman net olarak anlayamadı, veya -aşağılık kompleksinden- anlamak istemedi; dolayısile de “vatan” ve “millet” kavramlarının kendisi için ne anlama geldiğini (gelmesi gerektiğini) bir türlü idrak edemedi. Onlar için sâdece “devlet” kavramının bir anlamı vardı. Ve bu yüzden de, işlerine gelen her devlet şeklini taklit etmeyi -ve sıkışınca da güçlü devletlere yaranmayı- mârifet saymanın sonunda, vatansız ve milletsiz bir sülâle mesâbesine indirgenerek Dünya'nın her köşesine savruldular... Halbuki “Osmanlı”yı, ufacık bir aşiretken alıp da başına taç yapan (devletlû veya hânedan olarak başına geçiren) taban, yüzlerce yıllık “Dânişmendiye kültür coğrafyası” ve onun ahâlisiydi. Onun içindir ki-en sonunda- “Osmanlı”, bir “devlet markası” olarak kendini ihâleye çıkarırken, bu gerçekleri iyi bilen bir “Mustafa Kemal”, aynı kültür tabanına dayanarak yeni bir devlet (T.C.) oluşturup, “markacı” spekülâtörlerin değerini sıfıra düşürebildi... Aslında, III.Selim'in tam bir sorumsuzluk örneği göstererek sefâhate dalması ve ardından da -yasal olarak- îdam edilmesiyle, Osmanlı Devleti fiilen bitmişti (1808). Ancak ne var ki o sıralarda “cumhuriyet” fikri henüz zihinlerde -tam olarak- tebellür etmemişti; ve onun için de, hânedansız bir devlet -genellikle- düşünülemiyordu. İşte o yüzden, 1808'den sonrasını, bitmiş tükenmiş bir hânedânın, -ölümden kıl payı kurtulduğu için rûhî dengesini kaybeden, çocuk yaşdaki son ferdi ile- “Düvel-i Muazzama”nın oyuncağı olarak başladığı bir “İmparatorluk Komedyası” oyunu şeklinde anlamak lâzımdır. Veya bitmiş bir târihî oyunun, “soytarılık” şekline dönüşmüş “uzatmalar” kısmı olarak görmek lâzımdır. Onun için de bu dönemi, yerleşik Türk kültürünün allak-bullak edildiği, bütün kavramların değiştiği veya anlam değiştirdiği bir -anakronik- kargaşa dönemi, veya uzun süren bir “fetret” devri olarak nitelendirmek yerinde olacaktır... 1826'da Yeniçeri Ocağı'nı -dış destekle- imha eden Osmanlı'nın yaptığı (veya ona yaptırılan) en büyük hatâ, Dânişmendiye Türklüğü ile alâkasını kesmesi, ve Kürt aşîretlerinden kendine yeni bir “teb'a” edinmeye çalışması olmuştur. Bir yandan “Dânişmend” adını ve sıfatını bile yasaklayan Osmanlı, diğer yandan da “Halîfe” kisvesiyle Kürtleri kendisine biat ettirmeye çalışmıştır. Ve onun için de mesela, 1826'dan sonra, “kadılık” stajyerlerine verilen “Dânişmend” sıfatı veya lâkâbı bile yasaklanırken, diğer yandan ortaya, “Hanefî'leşmiş Şâfii”lik gibi bir “kırma mezhep” mensûbu, “kendini Türk sanan biatlı Kürt” diyebileceğimiz garip bir melez kişilik çıkarılmıştır. Kendini Türk'ten çok Türk kabul eden bu mutaassıp ve inatçı tipler, şehirlerde “Türkçü”lük”, “tarikatçı”lık adı altında cemaatler teşkil ederek tutucu (faşizan), gerici (irticâi) cereyanlar yaratırlarken, Kürt aşiretlerinin yoğun olduğu kırsal bölgelerde de, bir “tenkil” politikasının baş savunucuları olmuşlardır. Çünki mutaassıp Kürt kafasının “fikir”, “din” ve “düzen” anlayışının îcâbı budur... Mesela, Ziya Gökalp, Said-i Nursî, İsmet İnönü gibi şahsiyetler o dönemin yetiştirdiği Kürt kafalı (zihniyetli) Türk büyüklerinin en meşhurlarındandır... Aslında, kendi kültürleri içinde kalmış olan Kürt'ler, “Dânişmendiye Kültür Coğrafyası”ndaki -inisiyatör- Türk'lere daima ilgi ve saygı duymuşlar, ve onların bağımsızlığının tehlikeye düştüğü 1071'de de, 1514'te de, ve hatta 1920'de de yardımlarına koşmuşlardır. Dolayısile kendilerinin tuttukları tarihî kayıtlarda, Dânişmendiye'nin savunulmasında liderlik (komutanlık) yapmış olan Alp Arslan'dan da, Yavuz Sultan Selim'den de, Mustafa Kemal'den de sitâyişle bahsetmişlerdir... Hatta ne hazin bir tecellidir ki, ezelî İran (Şia) fitnesinin -hâlâ- tesirinde kalarak, nankörlük (en azından Balım Sultan'a, ahde vefâsızlık anlamında) tavırları sergilemeye devam eden, ve böylece de Araplarla, İranlılarla aynı husûmet cephesinde yeralan bazı “Alevî” topluluklarının hilâfına Kürt'ler, Yavuz Selim Han'ı taktir ve minnetle anmaktadırlar. Çünki aslî Türk'lerin, kendileri hakkında Arap'lar ve İranlılar gibi bir asimilâsyon veya köleleştirme amacı gütmediklerini iyi bilmekte veya hissetmektedirler. Ve -insânî- sağduyuları onlara da bildirmektedir ki, bir yönetim (veya devlet), kültürler üstü bir sosyal platformda ufuk ve inisiyatif sahibi olmuşsa, mârifetini ortaya koyup başı çeker, ve yola çıkar... Ondan sonradır ki, muhtelif kültürlere sahip halkların -uyanık seçkinlerinin öncülüğünde- gidişâta katılmalarıyla “kervan yolda düzülür”... Yoksa, oturup dururken, -hele ki başkalarının sultası (veya ipoteği) altında yaşarken- düzen veya istikrar sağlamaya çalışan, ve de “herkesin tam itaatini sağladıktan sonra yol göstereceğim” bahânesine sığınan “devletlû”lar, “zulüm”den başka bir şey yapmış olamazlar...
İstanbul'un Dânişmend Fâtihleri:
Konstantiniyye'nin fethi ile Istanbul'un kuruluşunda, ve de “Pâyitaht” olarak işleyişinde en önemli katılımcılar Dânişmend'ler olmuşlardır... Mesela, bugün Hasköy diye anılan semti Fâtih zamanında “Has” dirliği olarak alıp “sipâhi” askeri yetiştiren, sonra da bu toprakları, imâlathâneler, ticârethâneler kurup bir de teknik okul tesis etmek sûretiyle vakfeden (Kiremitçi Ahmet Çelebi Vakfı'na dönüştüren) kişiler de, 15. yüzyıl sonlarında Ayasofya Camii imamı olup da -bu günkü Şehzâdebaşı'nda bulunan- Yeniçeri kışlalarının mücâvir alanını imar eden, ve sonra da kızı Fâtıma mârifetiyle vakfeden Hüsam Bey de, Yavuz Selim Han zamanında saray ve “Surre Alayı” imamı ve de şehzâde (Süleyman'ın) hocası olup da, Galata ve Karaköy'deki Yeniçeri mevzilerinin mücâvir alanlarını imar ederek vakfeden İmâm-ı Sultan Mevlâna Bekdaş Efendi de Dânişmendiye kökenlidirler; ve de benim atalarım olmaktadırlar... Kendileri, ikâmetgâh olarak -o zaman belediye idâresinin bulunduğu- Şehremîni'ni seçmişler ve bizim soy kütüğümüzü de oraya kaydettirmişlerdir... 18. yüzyıl başlarında Sultan III.Ahmet, Üsküdar'a ve Beykoz istikâmetindeki mücâvir alanına su getirip yol ve çeşme yaparak vakıf tesis edince bizim Dânişmend'ler Kuzguncuk yöresini bu vakıftan (III.Ahmet Vakfı) kiralayarak, “yazlık” olarak kullanmaya başlamışlardır. Ki bu arada, Üsküdar yönüne doğru uzanan Kuzguncuk Korusu'nun, -bu günkü Paşalimanı'na yakın kısmının- denize kavuştuğu kıyı şeritine de, cephesi yaklaşık 150 metre olan, üç katlı ve ahşap bir “yalı saray” yaptırmışlardır... Yahudilerin hem Hasköy'de, hem de Kuzguncuk'ta yoğunlaşmalarını, bu dinamik ve hoşgörülü Türk'lerin (Dânişmend'lerin) yanında iş bulmalarıyla izah etmek mümkündür. Ve ayrıca Polonya göçmenlerinden asâletli olanlarının Kuzguncuk'a yerleşmelerini de, Dânişmend'lere karşı duydukları yakınlık ve güvene bağlamak olasıdır... Halk arasında “Sulu Saray” diye anılan, Fransızca kartpostallarda da Kuzguncuk Palas diye adlandırılan sözkonusu saray, Boğaz'da 1826'dan önce de sonra da yapılmış olan bütün yalılardan -hem cesâmet hem de sanat değeri açısından- daha muhteşem bir eserdir; eserdi... Eserdi diyorum çünki 19. yüzyılın ortalarına doğru -Sultan Abdülmecid zamanında- kundaklanmıştır. Ve ondan sonradır ki, “Osmanlı” da nazîre olarak, “Dolmabahçe” ile başlamak sûretiyle yalı saraylar yaptırmaya girişmiş, ama -büyüklerimizin söylediği gibi- ortaya koya koya, kışın rutûbetten oturulamayacak kadar sağlıksız, ve de şekil bakımından tipik bir “gâvur stili” olan, mermerden yapılmış “görgüsüzlük veya satılmışlık âbideleri” koymuşlardır... Şimdi bizim o sarayın temelleri üzerinde, çeşitli şekillerdeki “sıra-yalılar” yer almaktadır. Ve, “Saray”ın Kuzguncuk tarafındaki “selâmlık” bölümüyle başlayan kısmında, meşhur sadrâzamlardan birinin (sanırım Küçük Sait Paşa) yaptırdığı, ama sonradan A.Menderes'in “eyyamcı”larından Şevket Mocan'ın satın aldığı büyük bir ahşap yalı, “harem” bölümüyle biten Nacak Sokak'a yakın kısmında da, Belediye'ce işletilen bir çay bahçesi (ve/veya kafeterya) yer almaktadır. İşte o çay bahçesinin bitişiğinde bulunan, ve birisi iki, diğeri de üç katlı olan komşu ahşap yalıları yaptıranlardır ki Sulu Saray sâkinlerinin soyundan gelmedirler. Cumhuriyet'ten sonra, pâdişah vakıfları üzerinde kiracı olanlara, muayyen bir vergi mukâbili -şahsî- tapu verilmesi üzerine, bunlardan iki katlı olanı babaannemin şahsî mülkü hâline gelmiş, ve 1971'in sonbaharına kadar da bizim mülkiyetimizde kalmıştır... Sözkonusu sarayın son sahibinin Müşir Osman Paşa adındaki bir “zât-ı muhterem” olduğunu, kendisinin Doğu'da vâlilik görevlerinde bulunduğunu, bazı Kürt isyanlarını bastırıp bazı “tehcir” hareketlerini planladığını, ve en sonunda da, Sultan Abdülmecid'i büyük bir “Doğu Reformu” projesine ikna ettiğini, ve hatta bu projeyi gerçekleştirmek için “Hazîne-i Hassa”dan sandıklar dolusu altın alarak yalısına getirdiğini, ancak ne var ki, sefere çıkacağı günün bidâyetindeki veda gecesinde yediği yemeklerle zehirlenerek “şehit” düştüğünü, ve bu olayın akabinde de “yalı saray”ın kundaklandığını, biz -kuşaktan kuşağa iletilen mâlûmat olarak- çok iyi biliyoruz... Hatta bu olaydan sonra -bir cemîle olarak- Paşa'nın bazı çocuklarının, “Enderûn”da eğitilmek üzere Saray'a alındığı, ama bunu (Devşirme'liği) hazmedemeyen annelerinin kendisini, Cuma selâmlığına gitmekte olan Pâdişahın arabasının atlarının ayakları altına atmak sûretiyle çocuklarını geri istediği, ve aldığı gibi detayları da biliyoruz... Ama Osmanlı'dan “Tarih” adıyla kalmış varakalarda, ne bu -müşir rütbesine ulaşmış- şahsın ismine, ne de Türk mimarisinin emsalsiz örneği olan “yalı saray”ın izine rastlamak mümkündür... TRT arşivlerinde, “İstanbul kartpostalları koleksiyonu” gibi bir belgesel kayıtta bulunması gereken Kuzguncuk Palas resmi de, bütün ihtişâmına rağmen - bir illüzyonist mahâretiyle- dikkatlerden kaçırılıp gizlenebilmiştir; ve gizlenebilmektedir... Ve ne yazıktır ki, sözkonusu şahsın ismi de sâdece -kadirşinaslık örneği gösteren- Kürt'lerin tarihî kayıtlarında geçmektedir... Kürt'ler, “Erzurum Müşiri” olarak kaydettikleri Osman Nuri Paşa'dan, sanki “Osmanlı” değilmiş ve/veya “Osmanlı” ile aralarında arabuluculuk yapan bir kişiymiş gibi bahsetmektedirler. Ki bu da, Dânişmendiye Türk kültürünü ve “yerleşik Türk” zihniyetini açıkça fark edebildiklerini göstermektedir... Ayrıca, Müşir (Mareşal) Osman Paşa'nın, Sultan Abdülmecid'in irâdesine rağmen ortadan kaldırılmasını da, 1826'dan sonraki Osmanlı sultanlarının kuşatma ve güdüm altında yaşadıklarının önemli bir delili olarak görmek lazımdır. Ve bu kuşatma, gütme pratisyenlerinin iplerinin de, yabancı mihrakların ellerinde olacağını iyi anlamak lâzımdır... Nitekim Sultan Abdülaziz'in de, liyâkatli insanların önünü ve dolayısile de memleketin ufkunu açmak istediği -ki bu arada büyük dedem Mehmet Esat Efendi'yi de, “sermühendis” olarak Mescid ül Aksa'nın restorasyonunda görevlendirdiği- için gâyet plânlı ve organize bir şekilde, hunharca katledildiği herkesin mâlûmudur... Sermühendis Mehmet Esat Efendi'nin, “Sulu Saray”ın temellerini, rıhtımlarını iskele olarak kullanmak üzere Koru içinde inşâ etmiş olduğu üç katlı, üç kapılı (selâmlık, harem ve mutfak kapıları) ahşap konağı, ve de konağın, sâhil yolu üzerindeki fayton garajı bugün hâlâ ayakta durmakta, ama ne yazık ki -Nacak Sokak yoluyla ulaşılan- bu tarihî yapı, Belediye'ce içkisiz kafeterya olarak kullanılmaktadır. Hem de bütün uyarılarıma rağmen, binaya gerçek bir “künye” yazdırılıp asılmadan... Ve de, gariban Hatay'lı muhâcir Cemil Meriç adına uydurulmuş bâzı “yâve”ler, -yâni “görme özürlü” olduğu için, âhır ömründe gericilere sığınmak zorunda kalmış bir kişinin, buralarda kalmakla binâyı şereflendirmiş olduğu anlamına gelen komik ifâdeler- sanki “künye”ymiş gibi, koskoca bir tabelaya yazdırılarak... Halbuki bu bina, büyük dedemin yakın dostu olan, meşhur “Terkib-i Bend” yazarı Ziya Paşa'nın, Osmanlı Sarayı'nın saz heyetiyle karşı yakadan kayıklarla gelerek sabahlara kadar meşk ettiği, ve bu arada tabii ki rakı da içtikleri çok özel bir mekân... Yani, “Son Osmanlı” ile “bendegân” ve “âyân” çocukları, atalarının -aristokratik- asâlet ve rütbeleriyle övünme rehâvetine kapılmakla, ve de hür tefekkür ve bağımsız şahsiyet sâhibi olmaktan çıkmakla birlikte, tarihimiz de -ne yazık ki- bir takım “sonradan görme” köksüz insanların hayal gücüne ve zevkine kalmıştır artık... Bunlar “Osmanlı”yı ve şöhretli “Bendegân”ını, kendilerinin ataları gibi görmekte ve de onları, tahayyül edebildikleri şekilde alabildiğine yüceltmeyi -kendilerinin de dolaylı olarak yücelecekleri zannına binaen- mârifet saymaktadırlar. Aslında, vicdanları onlara, -fark ettirmeden- kendilerinin çok alçak olduklarını dikte etmekle birlikte, şeytanları da ölmüş insanların anısı önünde alçalmanın kendileri için maddi bir zarara sebep olmayacağını bildirmektedir. Ama böyle bir alçaklığın, hem bir ülkenin tarihî dinamiklerini “ört-bas” etmek, hem de ülkenin liyâkatli insanlarının önünü kesmek üzere yabancı ülkelerde, -alçaklık- koordinasyon merkezlerinin oluşmasına yol açacağını gizlemektedir; tabii ki... Eğer “Son Osmanlılar” da ataları gibi liyâkatten anlayıp liyâkat seçilimine önem verselerdi, iktidardan düştükten sonra dahî, kafası çalışan “bilim adamı” formasyonlu bireyler çıkarabilir ve memlekete (ve insanlığa) yararlı olmaya devam edebilirlerdi. Ama onlar -kompleksli “İslâmî hânedan”ların desteği, ve Avrupa'lı hânedanların “snop” döküntülerinin dolduruşuyla- atalarıyla övünüp, son ve en mütekâmil insan örnekleriymiş gibi ortalıkta dolaşarak, veya sâdece “para edinmek” amacıyla kıpırdayarak ömür doldurmayı tercih ettiler; veya bunu kader bildiler. Çünki genetik olarak da, sosyo-psikolojik olarak da programları sonlanmış ve ufukları kapanmıştı... Halbuki -1826'dan sonraki bütün kuşaklarda olduğu gibi- bizim babalarımızın kuşağındaki liyâkatli insanlar bile, Atatürk Devrimleri'ne yaptıkları büyük katkıya karşılık, Amerikan muhibbi “Kürdo-Türk” İNÖNÜ ile “âyan” çocuğu MENDERES tarafından likide edilmelerine (işten atılmalarına ve/veya itibarsızlaştırılmalarına) rağmen kötümserliğe kapılmadılar ve de bize “ilmî tecessüs” heyecânı ile “metodolojik düşünme” kaabiliyetlerini miras olarak bıraktılar. Onun için de, bütün bu haksızlık ve hainlikler karşısında, -“kesseler bir dirhem kanım akmaz” kabîlinden yoğunluk ve ferâset kazanmakla birlikte- bizim ufkumuz açıldı...
Türkiye'nin Ufku Hakkında...
Hâla bizimle uğraşan ve önümüzü kesmeye çalışanlar, artık neye ve kimlere hizmet ettiklerini, nasıl bir ihânet içinde olduklarını anlamalıdırlar; veya bunu anlayan nâmuslu insanlar, anlamak istemeyenlere -bir şekilde- anlatmalıdırlar... Sâdece -birçok kişi ve sülâlenin de bizimle paylaşacağı- övünme ve/veya sevinme hakkımıza engel olunmakla (sesimizi kısmak veya boğmakla) bile, memlekete neler (nasıl bir moral güç) kaybettirildiği iyi anlaşılmalıdır. Ve düşünülmelidir ki, insanlarımız neden, “Osmanlı”nın sâdece “Hânedân” ve “Bendegân”dan ibâret olmadığını öğrenmesin? Ve de “Osmanlı”nın bir “köle imparatorluğu” olmadığını, kendi atalarının da başarılarda “inisiyatör” olarak payı olduğunu öğrenip -elâleme karşı- övünmesin?.. Emperyalistlerin, Osmanlı kölelerinin köle ruhlu çocuklarını, -“kapitalist”, “iş adamı”, “politikacı” gibi kimliklerle- tepemize çıkarıp, onlara “efendi” rolü oynatmalarını kolaylaştırmak için mi?!.. Yoksa, “Atatürk Devrimi”nin, biatlı ve köle ruhlu insanlar için -Emperyalizm'in himâyesinde- tertiplenmiş bir “Cumhuriyetçilik ve Demokrasi Oyunu”na yol açmaktan başka bir işe yaramadığının ispâtı için mi?.. Avrupalı'ların “feodal” seçkinleri ve şövalyeleri vardı da, bizim “havass” seçkinlerimiz ve “ehl-i tarik” inisiyatörlerimiz veya “eren”lerimiz yokmuydu sanki?!.. Kaldı ki burada sözkonusu edilen, sâdece tarihî bir pâyeye sarılıp onunla -boş, boş- övünme olayı da değildir. Çünki atalarımızın zihniyeti ve “dünya görüşü” üzerine, ve de onların -“Tevhid”le ilgili- hedefleri doğrultusunda, cihanşümûl bir “insânî tekâmül” programı da inşa edilmiştir. Çünki bizim tarihimiz, -Avrupalı'larınki gibi- aşılmış ve kapanmış bir “kronolojik kategori” değil, sürekli bir “Tevhid” arayışı anlamında canlı bir tarihtir... Onun için diyorum ki, bir ülkedeki “devlet istihbârat teşkilâtı”, o ülkenin tarihinden kopuk (yabancı) ve/veya bîhaber olan bir takım “profesyonel câsus” formasyonlu fırsatçılardan oluşturuluyorsa, dolayısile de bu tarihin ürünü olan kişilerin genetik ve sosyo-psikolojik programlarını değerlendiremiyor ve onlarla iletişim kuramıyorsa, böyle bir yapılanma ancak -dışarıdan güdülen- bir Milli İğtişâş Teşkilâtı, yâni MİT ortaya çıkarır... Ayrıca şu noktanın da iyi anlaşılmasını istiyorum ki, bizde -ufkumuzu açacak- yeni ve bilimsel bir fikrin çıkabilmesi için mutlaka resmî tarihin değişmesi lâzımdır. Çünki geçmişinde, “Âlem”e nizam vermeye kalkmış -insanların yaşadığı- bir ülke, “geri kalmış” duruma düşmüşse, mutlaka o ülkede tarih, kuşakların yozlaşmasına paralel olarak tedrîcen tahrif edilmiş, ve/veya yanlış yazılmış demektir. Onun için mevcut yazılı veya resmî tarihin analizleri üzerinden üretilen fikirler “fantastik” anlamında orijinal olabilir ama -realize edilebilirlik anlamında- asla bilimsel olamaz. Hele ki Osmanlı arşivlerinde, ütopik veya kastî önyargılarla (varsayımlarla) yapılan seçmelere istinâden varılan sentezlerle, veya tesâdüfen ele geçen ilginç(!) belgelerin çağrıştırdıklarına göre yapılan “eşeleme”lerle, ve hatta “başı-kıçı” belli olmadan girişilen araştırmalar veya “buldumcu”luklarla hiçbir yere varmak mümkün değildir... Aslında mârifet odur ki, yüzyıllar boyu hayâtiyetini koruyabilmiş - “hânedân” ve “bendegân” dışı- sivil zümrelerin, “sosyo-ekonomik” ve fikrî süreçlerinin kayıtlarını çıkarıp, aynı zihniyetin bugünkü -canlı- taşıyıcılarıyla ilişkilendirebilmektir... Demek ki Türkiye'nin bugünkü meselesi, politikacılara ve hatta kariyerist akademisyenlere bırakılamayacak kadar, evrensel boyutlara sahip ciddî bir “varoluş” veya “diriliş” meselesidir... Böyle bir köklü mesele, tarihteki seçkin kişilikleri (Atatürk dâhil) putlaştırıp etrâfında âyin yapmak sûretiyle taraftar toplamakla da halledilemez. Çünki taşlanacak bir “şeytan” veya mahvedilecek bir “düşman” hedefi yoktur bizim dışımızda... Ve - “Globalizm” konjonktürü itibâriyle- bundan sonra da, gözümüze kestirebileceğimiz ve başedebileceğimiz somut bir düşman çıkmayacaktır; veya çıkarılmayacaktır karşımıza... Çünki ülkeleri içerden zaptetmek -Atatürk döneminden- çok daha kolaydır artık... Onun için her şeyden önce evrensel (yâni tasallut eden ülkelerin içinde de yayılabilecek) bir “duruş” ve “görüş” farklılığı ortaya koymak şarttır... Ki böyle bir farklılık da zâten, “Anadolu'da vâroluş” orijinimizde mevcuttur... Demek ki bugün, bir dış düşman vehmedenler, ya halüsinasyon gören ruh hastaları, ya da bünyelerindeki fizyolojik dengesizlikleri gidermek veya tedâvi etmek üzere, “adrenalin” üretimini arttırmak için kendilerini gaza getirmeye çalışan zavallılardır... Yâhut da bütün bunlardan daha elîm bir ihtimal olarak, mesleğini “operet generali” şeklinde de olsa sürdürmekten rahatsız olmayan -hatta bunu tercih eden- “askercilik” tutkunlarıdır... Yâni son tahlilde, ya -Sovyetler'den bile daha büyük bir çâresizlik ve sessizlik içinde- çözülerek dağılmak, ya da kendi enkâzımızdan (veya küllerimizden) yoğunlaşarak dirilmek ikilemi karşısında, kendi kendimize mahvolmak veya hallolmak zorundayız...
Ali Ergin Güran- 05/10/08