DEMOKRATİK ÇÖKÜŞÜN BİLİMSEL VEÇHESİ
Geri kalmış bir ülkenin demokratik siyâset ve kapitalist ekonomi ile kalkınması veya gelişmesi mümkün değildir. Çünki geri bir ülkenin inisiyatif kazanma ve kalkınma yolunda kullanabileceği yegâne sermayesi “ insan gücü” ve/veya “beyin gücü”dür. Ama hernasılsa –bir şekilde- yetişmiş beyinlerin bir araya gelmesini önlemek ve onları “geri zekâlı”larla kuşatarak tecrite almak –ve hatta ülkeden kaçırtmak- da demokratik olarak(!) gâyet kolaydır…. Buradaki esas mesele, sürü sâikiyle –alışılmış veya alıştırılmış- ihtiyaçları talep etme eğiliminde olan çoğunluğun kararları ile yaratıcı ve yol gösterici birey(bilimci, düşünür vs.) kararlarını dengeleme noktasındadır… Sadece çoğunluğun oylarıyla belirlenen egemenlik ve iktidar anlayışı meşru sayılamaz. (Her ne kadar bazı hukuki denetim yolları ve müesseseleri düşünülmüş ve tesis edilmişse de, başkalarına bağımlı ve geri kalmış ülkelerde bu tedbirlerin(!), züğürt tesellisinden öte bir anlamı yoktur.) Çünki toplumu, ancak seçkin bireyler tarafından tesbit edilebilen –estetik ve matematikle ilgili- bilimsel hedeflerden veya inisiyatörlerin rehberliğinde girilebilen ulûhiyet yolundan mahrum bırakır. Ve bu şekilde, kronik ilerleme özelliğini veya gelişme temposunu kaybetmiş bir toplum da –dinî ve/veya mistik mugâlâtalarda teselli aramakla birlikte- giderek bir hayvan faunasına benzer; dolayısile insan kılığındaki mensupları da biribirini yer…
27 Mayıs 1960’tan sonra ülkemiz, kalkınma yolunda çok önemli bir fırsat yakalamıştı. Askerler, Üniversite’ye ve bilim adamlarına çok değer veriyor ve saygı gösteriyorlardı. Hatta ne garip ve/veya mûcizevî bir önsezidir ki, yönetici konumunda olan subaylar danışman olarak, hukukçu-mukukçu ve iktisatçı-miktisatçı’lardan çok, bir matematikçiye(bizim Cahit Arf hocamıza) güveniyor ve idârî konularda dahi onun fikrini soruyorlardı. Sanki hukuk, iktisat gibi branşların pek de bilimsel olmadığını, bunların –sâbitelere ve değişmez ölçülere dayanmayan- nedensellik mantığının gâyet oynak veya seyyal disiplinleri olduğunu anlıyorlarmış gibiydiler…
Bilimsel çalışmaları ile zâten bir “zirve” konumunda olan Masatoşi(sonradan Gündüz) İkeda burada hem laborant kadrosunda çalıştırılıyor hem de akademik kariyeri örtbas ediliyordu. Dolayısile matematikten ve bu entrikalardan anlamayanlar ve bilhassa öğrenciler açısından çok garip bir durum çıkıyordu ortaya; bölüm başkanı zâtmı daha değerli bilim adamı, yoksa İkeda’mı diye… Ben İkeda’nın verdiği cebir derslerinin tatbikâtını yaptırıyordum; hem de kendisinden ihtisas anlamında eğitim alıyordum; yani onun asistanı konumundaydım. Ama özlük ve kariyer edinme işleri bakımından da bölüm başkanına bağlıydım tabii ki… Buna rağmen –bilim adamı olacak her gençte bulunması gereken- Cengiz Uluçay yapmak istedi. Kurucu rektör Kemal Kurdaş’ın da hayırhah tavrıyla ODTÜ’yü, o zamanlar pek meşhur olan Amerika’daki Prinston Üniversitesi gibi bir bilimsel
araştırma merkezi ve/veya bir ekol hâline getirmek arzusuna kapıldı.
Bunun için her şeyden önce matematik bölümünün çok güçlü olması gerekiyordu ki bu yüzden C.Arf ile M.İkeda’yı ODTÜ’ye almakla bilimsel otoritenin çelik çekirdeğini oluşturabileceğini düşündü. Çünki bu şekilde kendisi ile birlikte, matematiğin analiz, cebir, fonksiyonlar teorisi gibi ana dallarında mârifet göstermiş ve/veya yaratıcılıklarda bulunmuş seçkin matematikçiler bir araya gelecekti. Üstelik, Cahit Arf’ın geometri hayranlığı ve her birinin Set Theory bazından “matematiksel mantık”a ve hatta “filozofik kritisizm”e açılan merakları ve düşünceleri de sözkonusuydu.
Bu insanlar, bir nevi meditasyon hâlinde içlerine kapanarak düşünen yâni kendi kendileriyle yarışan müstakil bireylerdi. Onun için de bunlar arasında kariyer rekâbeti ve giderek husûmet çıkması sözkonusu olamazdı.
C.Arf, C.Uluçay ve M.İkeda bir araya gelebilselerdi gâyet iyi biliyorum ki her şeyden önce hem üzerlerindeki “öğretmen”lik veya “okutman”lık yükünden hem de dışarıdan sipâriş edilen çalışmalardan kurtulmanın münasip bir yolunu bulacaklardı. Ve böylece de hem ilgilendikleri konuları öne almak sûretiyle hem de kendilerinin seçtikleri gençleri yetiştirmek üzere tam bir akademik etkinlik başlatacaklardı. Ki zaten ODTÜ’de kontratlı olarak çalışan pek çok okutman ve teknisyen vardı; yâni üniversitenin yapısı baştan beri böyle bir işbölümüne göre kurulmuştu.
Ama burada da bilim adamı gibi görünmeye heves etmiş veya –büyükleri tarafından- ettirilmiş entrikacı kariyeristler vardı. Ve bunlar Ankara’daki güçlü politikacılarla birlikte çok etkin bir şebeke oluşturmuşlardı.
Bu şebeke mensupları Cengiz Bey’in tasarladığı projeyi sezmişler ve çok tedirgin olmuşlardı. Ki zâten ben de, 1963 sonbaharındaki eğitim yılı başında İkeda ile Cengiz Uluçay’ın müşterek telkinleri mûcibince ODTÜ’ye geldiğimde bu buluşma projesini saf saf anlatmıştım önüme gelene…
Neticede, Ankara’nın göbeğinde, Dünya çapında etkin olacak ve tüm Türkiye’deki her türlü etkinlik için de sağlam bir kerteriz noktası oluşturacak bir bilimsel otorite merkezinin tesisini önlemek üzere demokratik(!) şebekeler bir karşı harekâta giriştiler. Sonradan açıklanan ve benim gözlemlerimi de doğrulayan bilgilere göre, bu operasyonlara muhtemelen Süper-NATO denilen çok uluslu yer altı teşkilatı da karıştı. Çünki Amerika, 1964 baharında Vietnam’a büyük bir saldırı başlatmıştı; ve dolayısile bilimsel de olsa en ufak bir çatlak sese veya sivri fikre tahammülü yoktu. Onun için de gâyet rutin bir tedbir olarak bu üç “Adam”ın bir araya gelmesini yasaklamıştı; herhalde…
Zaten Amerika’da böyle sivrilmiş bilim adamları genellikle devletin veya konsorsyum denilen büyük şirket topluluklarının ısmarladığı projeler için ve de özel fonlar vâsıtasıyla bir araya gelebilir veya getirilebilirlerdi. Bunun dışında bir araya gelmeleri, emperyal düzene ters gelen bir “anomali” idi; ki o zamanlar için bu, geri bir ülkede ancak “komünist parmağı” şeklinde izah edilebilirdi..
Nitekim ODTÜ’nün Fen-Edebiyat Fakültesi dekanı Prof. Cengiz Uluçay, “hiç olmazsa tenâsüb” duygusu dediği şey, aslında “estetik haz”dan başka bir şey değildi; ve bu da “insânî görüş hazzı” demekti. Ki insâni görüşü de “zaman” ve “mekân” mevhumlarıyla birlikte “ritm melekesi” kazandırıyordu insanlara… Ama aynı “ritm melekesi” ,zihindeki türevi olan “sıralama melekesi” ile birlikte sayıları ve matematiği de doğuruyordu. Dolayısile matematik ile estetik, aynı davranış disiplininin mahsûlü olarak doğrudan irtibatlıydılar.
İkeda’nın tezindeki, matematiğin müzikle olan ilişkisine gelince izah daha da kolaylaşıyordu. Çünki müziğin temeli “ritm” idi…Melodi denilen “ katlı ses tonları”nı çıkarma yeteneği ise yine “ritm melekesi”nin mahsûlüydü…Yoksa ses tellerinin katlı kuvvetlerle gerilmesini sağlayacak hiçbir tesir veya saik mevcut değildi doğada…Ancak ritmik hareketlerin frekansları katlıydı, dolayısile de bir ritimden diğerine geçerken bütün vücut kasları, katlı kuvvetlerle gerilme veya gevşeme eğilimine giriyorlardı… Yâni şarkı söylerken insan gırtlağının yaptığı iş aslında, ciğerlerdeki havayı ses tellerine ritmik aralıklarla üflerken aynı aralıklarla ses tellerini de katlı kuvvetlerle germek gibi gâyet karmaşık bir etkinlikti; ki bu da kuantum teorisindeki “enerji-dalga düalitesi” gibi bir tablo koyuyordu ortaya…Ve bu da demekti ki: “ şarkı söylemek, kozmik gerçekliğin en veciz ifadesidir”…
Netice itibarile diyebilirim ki, biribirimizi yediğimiz uzun yıllar boyunca Türkiye’de yaşanan kaotik ortam bizi –Batılıları bile geçen- ileri bir bilinç düzeyine taşımıştır. Öyle ki artık insanlığı bilinçli olarak yeni baştan inşa edebilir veya yaratabiliriz. Bunun için her şeyden önce insanların ilk –gençlikteki- seçilimini, ilk insanların seçilimi gibi bir panteist ortamda gerçekleştirmeliyiz. İşbölümü ve uzmanlaşma eğitimini ve dağılımını ise bundan sonra devreye sokmalı ve organize etmeliyiz.
İnsanla ve toplumla ilgili meseleler, hukuk ve iktisat gibi yarı-bilim (hatta çeyrek bilim) dallarından edinilen mâlûmatla ve de çoğunluk oyuna dayanan kararlarla halledilemeyecek kadar karmaşık problemlerdir. Onun içindir ki dinî ve/veya mistik mugâlâtalar araya karışmakta dolayısile total ve monist (yâni tevhidci) bir dünya görüşüne olanak tanımamaktadır.
İnsanlığın lûgatından “baskı” ve “sömürü” sözcükleri çıkarılacaksa ve de ilerleme, düzgün, doğru bir rotaya oturtulacaksa (yani “tarih ötesi”ne geçilecekse) eğitim sistematiği mutlaka insanlığın varoluşuna uygun bir şekilde yeniden yapılandırılmalı ve bununla birlikte insanlık lûgatındaki birçok kavram da yeniden târif –veya tashih- edilmelidir.
Adam olacak çocukların seçilim ve eğitim sistematiği üzerinde anlaşmak, bugün düşünce ve bilim adamları için en güvenilir liyâkat kriteri hâline gelmiştir. Onun için bugün, benim diyen bütün düşünür ve bilim adamları bu işin bir ucundan tutmak , ve “promete kompleksi” ile meşbu olan “ inisiyatör” karakterli gençler de bu adamların –biribirleriyle- temaslarını sağlamak durumunda hatta zorundadırlar. Çünki dünün, gerçek bilim adamlarının arasında tecrit maddesi görevi yapan “demokratik bilimciler”i ile politikacıları arasına bugün çok sayıda “bilimci kisveli istihbârat görevlileri” de sokulmuş/sokuşturulmuştur. Dolayısile bu durumda bilimcileri, taa Aristo’lardan gelen”mizâca göre çömez yetiştirme” anlamındaki akademik alışkanlıklarından kurtararak, “adam olacak çocukların objektif seçilimi” konusunda fikir birliğine getirmek, “promete kompleksi” ile yüklü mâsum ve ülkücü gençlerin de katılması gereken âcil bir görevdir.
Yoksa, yönetmecilikle, okutmanlıkla ve ısmarlama çalışmalarla kariyer kazanıp medyatik vaazlarla ünlenerek tatmin olmaya alışmış akademisyenlerden –kötü gidişâta karşı- hayır beklemek abesle iştigâldir.
Bütün bunları yazdım; ki niye? Özellikle Oktay Sinanoğlu okusun diye…
Ali Ergin Güran- 4/10/2006