Sonuncu ve Birinci Yeniçeriler
bekdasikodu.org

Tebliğler

İfşaat

Mektuplar

Saklı Tarih Arşivi

Yayınlar

Dava Belgeleri

Haber - Yorum

Cevaplar

Bekdaşi Kodu - bekdasikodu.org - Türk olmak adam olmak demektir.


Türk Olmak Adam Olmak Demektir.
back yaz yaz2

GENELKURMAY BAŞKANLIĞI'NA UYARI VE ÖNERİ OLARAK...

23. TEBLİĞ:

Toplum organizasyonu demek olan devletleri, -“ritm” modülüne dayalı- en ilkel (yalın) insânî disiplinlerin kurumlaşmış şekli olan “ordu”lar kurar. Ve ordular toplumların içinde, hem devleti koruyan, hem de yeniden devletleşme potansiyeline sâhip olan bir “etik disiplin” veya “örfî idâre” çekirdeği olarak muhâfaza edilirler... Yoksa, kendiliğinden biraraya gelip de, üretim ve işbölümü yaparak devlet tesis etmiş olan toplumların, kendilerini korumak üzere tertip ettikleri bir güç -organı- değildir “ordu”... Sebeple sonucun yerini değiştirmiş olan böyle bir izah şekli, soygun ve yağma birikimleri üzerinde organize olarak devlet kurmuş bulunan “korsan kolonileri”nin (yâni Batılı'ların atalarının) sebep olduğu bir “kavram kargaşası”nın ürünüdür... Sömürüye dayanmayan bir toplumdaki, “ordu” çekirdeğinin, çürümemesi ve hayâtiyetini idâme ettirebilmesi, herşeyden önce -melekelerle ilgili- insânî (veya antropolojik) seçilimin, yâni “liyâkat” değerlendirmesinin doğru yapılabilmesine bağlıdır; tabii ki ezberle, taklitle kazanılan beceri ve ehliyetlerin, sözkonusu “inisiyasyon” seçiliminde belirleyici bir değişikliğe yol açmamasının da sağlanmasıyla birlikte... Ancak bu taktirde, toplumdaki müesses nizâm bozulup da, toplum çözülmeye, dağılmaya başlayınca ordu, “örfî idâre” tesîsi ile “devlet”i ihyâ ederek, tekrardan toplumda dirliği, düzeni sağlayabilir. Aksi halde, ordusunun (etik disiplin çekirdeğinin) çürümesi durumunda bir toplum, köleleşmeye (kolonileşmeye) ve/veya yok olmaya mahkûmdur. Ve ondan dolayı da her vatandaşın “Ordu”su hakkında fikir beyân etmesi, onun hem hakkı hem de görevidir... Kaldı ki, bugünkü “Globalizm” aşamasında, artık debelenmekte olan “Kapitalizm”, her vesîle ve vâsıtayla bizim toplumumuzun çekirdeğine, yâni Türk Ordusu'na saldırmaktadır; dolayısile buna karşı, hem korunma tedbiri ve hem de cevap (eleştiri) olabilecek düzenlemeleri yapmamak, tavırları takınmamak,-ve de bu konuda fikir üretmemek- teslîmiyet ve ihânet anlamındadır... Gâzi Mustafa Kemal Atatürk bize, çelik gibi “etik disiplin”e sâhip muzaffer bir ordu bırakmıştı. Çünki O, herşeyden önce subayların, özgüvenlerini aşındıracak, sorumluluk duyguları ile “oto-kritik”lerini zaafa uğratacak ilişki ve düşünceler içine girmelerine, ve bu cümleden olarak da, herhangi bir cemaate ve cemiyete (derneğe) mensup olmalarına, ve de bir Tanrı mit'ine karşı biat (teslîmiyet) hissi taşımalarına asla izin vermiyordu. Dolayısile de, bizim şâmanizm (panteizm) kökenli Türk-Tarikat Sistematiği'nin taşıdığı ve yaydığı anlamda Tanrı'yı, bir inisiyatif gücü ve ferâseti olarak içlerinde hissetmelerini sağlamaya çalışıyordu. Çünki, himâyesine sığınılacak bir “Tanrı” mitos'u, bedenî ve rûhî hastalıklara düçâr olup da, bir inisiyatöre (veya tedâvî ve tesellî edecek bir hekime) bağlanamamış, veya ilticâ edememiş, çâresiz insanlar için faydalı olabilirdi belki ama, sağlıklı insanları tembelliğe ve sorumsuzluğa sürüklerdi... Ancak ne var ki bugün, hem tarihimizin -son ve yoz Osmanlı'nın yazdırdığı gibi- yanlış öğrenilip, atalarımızın “biatlı Türk” olarak anlaşılması, hem de “sosyo-ekonomik” görüşlerin sâdece kapitalist anlamda Batı'dan ithal edilmesi yüzünden, “rasyonalist dindar” diyebileceğimiz bir insan türü yeniden zuhûr etmiş, veya hortlamıştır toplumumuzda... Bu insanlar, olayların sorumluluğunu metafizik (veya sanal) alandaki bir “Kişi-Tanrı”da veya “Tanrı” mit'inde görme zihniyetine ve dolayısile de sorumluluktan kaçma alışkanlığına sâhip olduklarından, memleket yönetiminin de, yurt dışındaki bâzı odaklara kaymasını yadırgamamaktadırlar. Hatta, bu durumdan nemâlanarak iktidar ve ikbâl elde etmiş olanları, “seçilmiş”liklerini, “Tanrı” adındaki şahsın taktîri olarak -olumlu bir şekilde- yorumlamaktadırlar... Aslında bu “tip”, son ve yoz Osmanlı'nın îmâl etmiş olduğu -ve de “Memâliki Müttehide”yi parçalayıp batıran- sosyolojik bakımdan “lâikçi”, psikolojik bakımdan “şizofrenik” bir yapıya sâhip olan “Tanzîmatçı” tipidir. Ki bunların zihniyeti, subaylarımızı da, “Nakşî”, “Nurcu”, “Fethullahçı” gibi dînî cemaatler, veya Masonluk, Roteryenlik, Lioneslik gibi Batıcı cemiyetler vâsıtasıyla kendine çekmekte, ve onlara -gurupsal ritüellerin doğurduğu âidiyet veya mensûbiyet hislerinin sıcaklığında- sorumsuzluk ve teslîmiyet duyguları aşılamaktadır. Onun için artık, subay ve kurmay yetiştiren okullarda mutlaka Antropoloji dersi okutulmalı ve onların, -insanı, târifsiz bir mevhum olması gereken “Tanrı”ya izâfeten, metaforik illüzyonla tanımlayan- “Yaratılış” akîdesi ile uyutularak savaşsız teslim alınmaları, veya “Ateizm” gibi sebebi, hedefi belirsiz bir isyankârlığa, yâni bir tür “nihilizm”e sürüklenmeleri önlenmelidir... Tabii ki, burada kastettiğimiz “Antropoloji” kavramı, sâdece “paleontoloji” kapsamına hapsedilebilecek ve de dincilerin polemik malzemesi olan -ve Darwin'e atfedilen- “Evrim” teorisine mâledilebilecek bir kavram değildir. Psikolojik ve Sosyolojik çalışmalarla ve bulgularla “feed-back” etkileşimi içinde geliştirilecek bir bilim disiplinidir; kastettiğimiz Antropoloji...

Batılı Anlamda Devlet ve Ordu Kavramları Bizden Çok Farklıdır:

Bizim ordu ve devlet yapımızla, Batılı'ların ordu ve devlet yapıları, köken (men'şe) olarak çok farklıdır aslında... Batılı'ların, yâni denizci toplumların orduları, Akdeniz'in antik Grek kolonilerinde, ve de Atlantik Okyanusu'nun Avrupa kıyılarında, Viking kolonilerinden îtibâren -Hollanda, Britanya, Portekiz vs. yörelerinde- ortaya çıkan “korsan tâifeleri” tarafından oluşturulmuştur. Ki bunlar, “denizcilik” mesleğinin doğal “inisiyasyon” imtihanlarından geçerek, bedenî “ritm”, ve aklî “sıralama” melekelerinin güçlerini fiilen ispat etmek sûretiyle hayatta kalmayı başarmış bireyler olduklarından, kendilerini, Tanrı'nın seçkin kulları saymışlar, ve diğer insanları da, kendilerine hizmetle mükellef yaratıklar (köleler) olarak görmüşlerdir. Yâni bu -denizci- toplumlarda, insanların “erginlenme” süreci ve inisiyasyon usûlleri, objektif olarak izlenip bir nevî “sosyal antropoloji” bilimi olarak bilince çıkarılamamıştır; çünki en ufak bir hatâ yapan bunu canı ile ödemiş, yaşayanlar da kendilerini -haklı olarak- “hatâsız (veya mükemmel) kul” saymışlardır... Dolayısile de, yağmalarla edindikleri servetlerini biriktirdikleri toprakları “anavatan” ittihâz ederek, “sömürgeci” ve giderek “emperyalist” anlamda devletler oluşturmuşlardır. Bu açıdan bakınca kolayca anlaşılır ki, “korsanlık” orijinli devletlerin yöneticileri aslında zihniyet olarak “korsan”dan farklı biri değildir; ve bunlar ancak “yaşlandığı için karaya çekilmiş tecrübeli korsanlar” olarak görülebilirler. Çünki yağmacılıktan sömürgeciliğe, sömürgecilikten emperyalistliğe de geçseler, ilk servet birikimlerini değil paylaşmak, gariban halklara dayattıkları yeni yeni “alış-veriş” usûlleriyle gittikçe arttırmışlardır. Her ne kadar, evrensel insan haklarından dem vursalar da, -antropolojiye önem vermeyerek- genetik tevârüsle edindikleri, “başka halkları aşağı görme” huy ve kanaatlerinden vazgeçememişlerdir. Hatta değil vazgeçmek, dinlerini bile tahrif ederek, huylarına uygun hâle getirmişlerdir. Çünki, yağmacılık ve kaba sömürgecilik devri kapanır, ve yayılan Hristiyanlığın “din kardeşliği” prensibi yüzünden “korsanca zenginleşme”nin meşrûiyeti sona ererken, dolayısile anavatanlarda birikmiş olan servetler de erimeye yüz tutmuşken, 16. yüzyıldan îtibâren Kuzey Avrupa'da yayılan Protestanlığın, “zengin olan tanrının seçkin kuludur” dogmasıyla bu servetler kutsanmış ve yeniden meşrûiyet kazanmıştır. Ve ondan sonra da insan yerine pazar (veya tüketici) esir almak, mâmûl (değerli) madde talanı yerine ham madde kapatmak, gibi yöntemlerle “emperyalizm” devri açılmıştır. Üstelik, bu aşamada, kendilerini Rabb'ın seçkin kulları sayan Yahudilere de, zengin oldukları taktirde “seçkin”liklerinin tanınacağı husûsunda bir “açık çek” verilmek sûretiyle -Hz.İsa'nın vasiyetine rağmen- onlarla zımnî ittifâka girilmiştir. Ve böylece de, Hristiyan gericiliği demek olan Protestanlık ile Yahudilik elele vererek, “insan kardeşliği” kisvesi altında kurulan dernekler, birlikler vâsıtasıyla, aslında bir nevi “Yudeo-Protestan” dîni olan “emperyal kapitalizm”i tesis etmişlerdir. Onun içindir ki -“korsan kolonisi” orijinli- Batılı emperyalist devletlerde, ordunun yönetime karışması diye bir şey sözkonusu olamaz; çünki zâten devleti, karaya vurmuş tecrübeli korsanlar yönetmektedir; ve onun için de bu devletlerde, “insan”ın ne olduğunu, insânî değerlerin ne olması gerektiğini araştıran bilim dalı Antropoloji'ye îtibar edilmemektedir; veya sâdece Paleontoloji ve Tipoloji şekillerinde -gâyet dar kapsamda- ele alınmaktadır. Yâni böyle bilimsel disiplinlerin, o zihniyette yeri -ve mantığı- yoktur... Ama bizim ordumuz, -tarih öncesi, birey öncesi- “panteist avcı grupları”ndan türemiştir; dolayısile de insanlaşma, erginlenme veya “inisiyasyon seçilimi”ni, dolayısile Şâmanizm'i, “ritmik rezonans” baz'ı üzerindeki “etik disiplin”ler olarak içinde barındırmaktadır. Öyle ki meselâ, insan topluluklarında ritmik davranış ve duyumların, bireylere nasıl güç ve senkronize olma (ritmik rezonans hâline girme) yetisi kazandırdığını -panteist gurupların av âyinlerinden îtibâren- keşfederek “ritm”i ve/veya müziği ilk defa savaş alanlarına taşıyan da bizim ordumuzdur... Yâni bizim ordumuz, aynı zamanda bir “antropoloji laboratuarı” ve komutanlarımız da, birer antropolog (insan sarrafı) olmak durumundadır. Zâten Türk demek, köken itibârile bir nevî antropolog demektir; “insanlık”ı türeten ve idrâk eden, yâni hem kendisini denek olarak kullanıp hem de deney yapan bir “Şâman” veya “Kam” anlamında antropolog... Nitekim “Osmanlı”daki -merkezî- Yeniçeri Ordusu'nun efrâdı da, bir nevî antropolog olan, insan sarrafı devşirmeciler tarafından tertip edilmekteydi... Onun içindir ki Türkler, feth ettikleri ülkeleri daima “insâniyet” bazında birleştirmiş, ve “Memâlik-i Müttehide” olarak entegre etmişlerdir şimdiye kadar; yâni sömürge yapmamışlardır Batılı ordular gibi...Üstelik, ittihât'a dahil memleketlerden, en liyâkatli insanlar seçilerek devletin önemli görevlerine, hatta başına getirilmişlerdir... Dolayısile, “korsan” orijinli Batılı orduların eğitim müfredâtında Antropoloji dersinin yer almıyor olması, -veya sâdece “insan tiplerinin kategorizasyonu” anlamında ele alınması- bizim için bir karîne teşkil edemez. Bizim ordumuz, “insâniyet” bilimini (Antropolojiyi) en geniş boyutlarda incelemek ve hatta geliştirmek zorundadır. Çünki böyle bir ordu, kurduğu devletlerin başına dâima, ciddî insâniyet (veya inisiyasyon) sınavlarından geçerek/geçirilerek seçilmiş inisiyatörleri getirmiştir ve getirmek durumundadır; yoksa -Batılı'lar gibi- atalarının yığmış (biriktirmiş), ve kullanım kılavuzunu bırakmış olduğu servetin (kapitalin) başına yönetici aramamıştır ve aramamaktadır... Ama şâyet, bizim ordumuzun subayları ve generalleri de bir gün aynen Batılı'lar gibi, yâni bir kapitalist gibi düşünmeye başlarlarsa, işimiz bitiktir; çünki bu, ülkemizin emperyal veya global sömürü hiyerarşisine -tabii ki en alt sıralardan- sokuşturulması, dolayısile de büyük bir ihânet demek olacaktır... Eskiden, devlet sürekliliğinin bir “hânedan”la sağlanması alışkanlığı yüzünden, bizimki gibi “karacı” devletler, çok defa inkıtâya uğramış veya yıkılmış olsalar da, yine bir ordu oluşumu etrâfında ihyâ edilmiş veya yenilenmişlerdir... Ama bugün bizim sorunumuz, âdeta peryodik hâle gelmiş olan -rejim dışı- ordu müdâhaleleridir; daha doğrusu, devlet yönetiminde süreklilik sağlayamamamızdır. Ki bu da, Devlet'imizi, Batılı'ların “korsan kolonisi” orijinli sömürgeci veya emperyalist devlet şablonu içine oturtma heves ve gayretlerinden kaynaklanmaktadır. Halbuki bunun olamayacağını, dolayısile de -zorlandığı taktirde- ülkemizin, her yerde kalıntılarını gördüğümüz antik site devletçikleri gibi birçok parçaya bölüneceğini, Batılı korsan zihniyeti gâyet iyi bilmektedir. Çünki, bu çaptaki bir ülkenin “kapitalizm” rejimiyle tek parça olarak idâre edilebilmesi için gereken sermâye (servet) birikimi -Yavuz Sultan Selim Han'dan bu yana- hiçbir zaman olmamıştır bu ülkede... Onun için böyle bir ülkede, “başarının ve/veya insanî kalitenin ölçüsü paradır” şeklindeki bir kanının zihinlere yerleştirilmesiyle, o ülkenin ve devletin zayıflatılarak dağıtılması ve/veya güdüme alınması çok kolaydır; ki “Yahudi-Protestan” zihniyeti de böyle bir kanıyı büyük bir samîmiyetle yaymaktadır. Zîrâ, böyle bir inançla yetişmiş/yetiştirilmiş fukarâ çocuklarından biri, medyatik manipülâsyonla (ve de demokratik seçimle) ülkenin başına getirildiğinde -bir şekilde- para kazanmaya ve/veya zenginleşmeye başlayacak, zenginleştikçe kendini başarılı ve değerli görerek özgüven kazanacak, ve bu özgüvenle de, “fareli köyün kavalcısı” gibi bir meş'um karizmaya veya “kitleleri büyüleme gücü”ne ulaşacaktır. Ve böylece de ülkesini, yabancı sermâyedarlara peşkeş çeker hâle gelecektir... Ne garip bir tecellîdir ki, böyle bir zihniyete ve programa en iyi uyum gösterenler de Müslüman ülkeler olmaktadır; ki bu durumu, -çıkış ilkeleri muvâcehesinde- İslâmiyet'in hükmünün, fiilen ortadan kalktığı şeklinde okumak lâzımdır. Ve onun için de artık, dinleri târihî bir kategori olarak görüp îzah ederek, fikren de aşmak gerekmektedir... Kaldı ki global plâtformda veya arenada, yağma ve hatta -kurallı- sömürü imkânı da, çok kısıtlanmıştır artık... Eski verimli(!) yağmalardan nasiplenerek, “kapitalizm” oyununu ihdâs etmiş olan öncü korsanların, “büyük kapitalist” olmuş çocukları bile bugün, sermâye birikimlerini korumakta zorluk çekmekte ve son bir gayretle -ve de silahlı kuvvetlerle desteklenen- yeni yeni “üç kâğıt” oyunları îcât etmektedirler... Onun için, bizim Antropoloji bilimini gündeme getirmemiz aynı zamanda, “korsan kolonisi” orijinli -kapitalist- Batılı'lara, Grek siteleri öncesindeki kadîm uygarlıkların oluşumu hakkında düşünerek, yâni oryantalist bakış açısının “Doğu mistisizmi” saplantısından kurtulup, insanlığın doğuşu üzerine kafa yorarak, “kapitalist antagonizma”yı aşma yolunu da gösterecektir. Dolayısile onları, hem uğramış oldukları hâfıza kaybından, hem de “Kapitalizm”in sonunun -dinlerdeki kehânet uyarınca- “Kıyâmet” demek olduğu şeklindeki tehlikeli ön yargıdan kurtaracaktır... Ama bizim zorluğumuz aslında, -son- satılmış pâdişahların îmâlâtı olan, Batılı kafası (rasyonalizmi) ile İslâmî gelenekleri yaşamak saplantısına kapılmış şizoit entellerimizden ve/veya münevverlerimizden(!) kaynaklanmaktadır. Ve de bunların zihniyetinin, ordu mensuplarına bulaşması ihtimâli, bizim için çok büyük bir hayâtî tehlike arzetmektedir. Onun için, sivil toplum bazında, “Panteist Zon Kulübü” projesiyle deneysel antropoloji çalışmalarını başlatamadığımız taktirde, önünde sonunda “Etik Disiplin” anlamında bir “Örfî İdâre”nin, re'sen uygulanmasına mecbur kalınacağının bilincinde olarak Türk Ordusu, bir an önce hazırlığa başlamalı, ve bunun için de, herşeyden önce Antropoloji bilimini, hem Harp Okullarında ders, hem de Harp Akademilerinde ihtisas tezleri hâlinde müfredâta sokmalıdır... Ve bu arada Antropoloji biliminin, aynı zamanda etnik (ırkî) ayrışma düşüncelerinin ve duygularının aşılmasına da yardımcı olacağı unutulmamalıdır. Çünki “adam” olmanın, bir “etnik mahlûk” olmaktan daha önemli ve faydalı olduğu veya olacağı, herkes tarafından kısa zamanda anlaşılacaktır... Tarihî ve orijinal kimliğimizin bilincinde olduğumuzun, ve bunu -insanlık adına da- korumaya kararlı olduğumuzun en açık mesajı ancak böyle verilebilir; ve böylece de, hem son zamanlarda mâruz kaldığımız “kurgusal-ajansal” provokasyonların bilimsel platformda rövanşı alınır, hem de uğramış olduğumuz “özgüven kaybı” telâfî edilir... Ayrıca, zamânı geldiğinde “Örfî İdâre” tesisine -tereddütsüz- karar verilebilmesini sağlamak için de, Ordu'muz, her türlü politik mülâhazalardan ve etkinliklerden kaçınmalı, ve hatta, yabancı bir devletten açık bir askerî saldırı gelmedikçe, ya da düşmanlık yapan bir devlet -yola getirilmek üzere- hedef alınmadıkça, karargâh, kışla ve tâlimgâhların dışına çıkmamalıdır. Zâten bunun aksine bir davranış da kânûnî değildir; zımnî -politik- anlaşmalara bağlı yetki ihlâlleridir; ve tehlikeli olan da budur; ve de hem matematiksel olması gereken bir kurmay düşüncesine, hem de çelik gibi olması gereken bir asker irâdesine uygun düşmemektedir. Hele ki Atatürk'ü “Pîr” kabul eden (veya ettiği iddiasında olan) bir Ordu'nun mensuplarına hiç yakışmamaktadır. Karşısında, her gölgeye veya kıpırtıya tepki gösterip her provokasyonun üzerine atlayan, hantal ve aptal bir hasım gören hiçbir devlet, kendini ve/veya ordusunu ona muhâtap kılacak bir şekilde ortaya çıkarmaz; etkileşimini veya güdümünü, dolaylı ve örtülü bir şekilde sürdürür. Hele ki, “örtülü savaş”a özenip de, koskoca bir muhribini (Muavenet) kaybeden, veya tam teşekküllü bir muhârip birliğini esir veren (Süleymâniye olayı) bir orduya sâhip olan bir devleti, hiçbir devlet ciddiye almaz. Kaldı ki, üç beş “piyon terörist” öldürmekle de, bir ordu prestij kazanamaz. Onun için bağımsız ve “hayat hakkına sâhip” olan devletlerin, düşmanlarını veya muârızlarını açıkça karşısına çıkarabilen ve/veya onları müzâkereye zorlayabilen devletler olduğu unutulmamalıdır... Ülkeyi yöneten hükümetlerin, tabii ki Jandarma'yı -kânunlar çerçevesinde- istediği gibi kullanma ve de sayısını arttırma hakları vardır. Ama -Devlet'in ve Millet'in hayâtî tehlikelerine karşı hazırlanması ve onun için de hiçbir şekilde yara almaması gereken- Ordu'nun da, Jandarma'yla olan ilişkisini âyarlama ve araya kesin çizgiler çekme, kurallar koyma hakkı vardır. Kaldı ki, oportünist veya satılmış hükümetler, Jandarma'nın sayısal ve silâhsal gücünü -Ordu'ya nisbeten- olağanüstü abarttığında, bunun açık bir “kolonileştirme” operasyonu olduğu da herkes tarafından anlaşılabilecektir... Ama ismi -yurt ve ulus savunmasıyla görevli- “Ordu” iken, bunun, gayri kânûnî olarak sinsice (veya insanları alıştıra alıştır) inzibat göreviyle, yâni “âsâyiş”le yükümlü bir güç (yani jandarma) hâline getirilmesi, ve prestij kaybına uğratılması, herkesi uyutarak veya enâyi yerine koyarak ülkeyi kolonileştirmek, daha doğrusu -son tahlilde- koloniler federasyonuna dönüştürmek anlamına gelir; ki gidişât budur. Çünki “ekonomik daralma”ya girildikçe, “sosyo-ekonomik” suçların karakteri ve “inzibâtî güç” gereksinimi mahallîleşir; dolayısile de “dar alan çözümleri” mantıkî veya rasyonel hâle gelir... Yâni aslında askerler, kararlı bir tavra ve sarsılmaz bir irâdeye sâhip olup da, yazılı kânunlara harfîyen uydukları taktirde, gerçekler açıkça ortaya çıkacak ve bize doğru yolu gösterecektir... Yoksa, jandarma olarak emrine girdiği hükümeti devirmek için hayaller kuran, antagonist “kölemen zihniyeti” ile -kargaşa ortamından başka- hiçbir yere varılamayacaktır... Demek ki, bizimki gibi bir ülkede halkın kafasının karışmasına sebep olan provokasyonların başlıca sorumlusu -Devlet'in kurucusu olan- Ordu'dur. Ordu, taktik politikalardan etkilenmeyen doğru, dürüst ve sâbit (veya tutarlı) bir tavra girdiği taktirde, dışarıdan güdümlü bütün siyâsî ve sosyo-ekonomik parametreler (eğilimler, trendler) kabak gibi -açıkça- ortaya çıkar; ve/veya kendi kendini deşifre eder. Dolayısile de, iç dinamiklerin yolu açıkça görünür... O halde demek ki, bütün toplumsal bozuklukların ve hatta hâinliklerin âmilini, Ordu'nun içinde aramak lâzımdır. Ve bu bozulmanın sebebinin de, silâh ve eğitim olarak, dışarıya pek fazla bağlanmaktan, dolayısile de ortaya çıkan, “akıcı İngilizce” konuşabilmekle, ve “kapitalist ekonomi” mûcibince düşünebilmekle övünen subaylardan, generallerden kaynaklandığını görmek lâzımdır. Kaldı ki dincilik de, bize -aynı zihniyetin- Batı düalizmi'nin bir armağanıdır(!) aslında...

Antropolojik Tarih'in Bir Kategorisi Olarak Din(ler):

Antropoloji bilimi geliştikçe, yâni insanın ve aklın oluşumu anlaşıldıkça, tarih daha doğru açıklanıp anlaşılabilecektir. Çünki tarihî olayların fâilleri olan insanların, o işleri yaparken ne düşündüklerini, ve hangi sâiklerle hareket ettiklerini, gittikçe daha iyi anlayabileceğiz... Bilindiği gibi ilk uygarlıkların kurucu ve yöneticileri, “tanrı-kral” sayılırlardı; bütün yazılı kayıtlar bunu gösteriyor... Paranın icâdı ve “ataerkil verâset hukûku”nun yerleşmesi ile, “tanrı-kral”ların kurmuş oldukları düzenler yozlaşarak, bir “zulüm idâresi”ne dönüştü. Çünki “para”nın îcâdı ile toplumsal “artı-değer”in tümünü, ellerinde (büyük zahîre depolarında) tutamaz oldular “tanrı-kral”lar... Ve de, geri zekâlı çocuklarını dahî, kendi yerlerine geçirmeye başladılar... İşte peygamberleri, bu yozlaşmış düzenlere karşı oluşan ayaklanmaların ve yapılan devrimlerin liderleri olarak görmek lâzımdır. Ve peygamberlerin, Ortadoğu'da ortaya çıkmasını da, “tanrı-kral” düzenlerinin burada bütüncül bir süreç göstermiş olmasıyla îzah etmek gerekir. Meselâ, Hz.İbrahim'in karşı çıktığı Nemrut da, Hz.Musa'nın kafa tuttuğu Firavun da aslında birer “tanrı-kral”dırlar... Ne var ki, peygamberlerin başını çektiği devrim hareketleri ve geliştirdikleri dînî doktrinler, “tanrı-kral” zihniyetinin bir negasyonu (inkârı) anlamını taşımamaktadır aslında... Çünki “tanrı” kavramını, “kişi”likten veya “mit” olmaktan kurtaramamıştır bu dînî doktrinler... Sâdece somut “tanrı-kral” kavramını, “görünmez kral-tanrı” şeklinde soyutlamışlardır. Ama bu arada, Hz.İsa'nın başlattığı ve havârîlerin sürdürdüğü -Dîn'i- yenileme veya güncelleme etkinlikleri sırasında, bu “tanrı” mit'inin, -Hz.İsa'nın şahsında- tekrardan eskisi gibi, yani “tanrı-kral” olarak anlaşıldığı da olmuştur... İşte dinlerin bu mitolojik “tanrı” kavramı yüzündendir ki, insanlar biribirlerini yiyip durmaktadırlar. Yâni “tanrı” adındaki böyle yüce bir şahsiyete yaranmak ve onun en yakını olmak iddiasını sürdürebilmek için, farklı farklı ibâdet ritüelleri uydurup, bölük bölük bölünerek biribirlerine düşman kesilmektedirler. Hatta aynı dînin ibâdetlerindeki şeklî nüanslar ve azlık çokluk farklılıkları bile, insanların bölünmesine ve biribirlerine düşmesine yetmektedir... Mesela bizdeki “Laikci-Dinci” bölünmesi de, böyle bir sudan sebebe dayanmaktadır. Yoksa her iki taraf da -elhamdülillah- Allah adındaki “Zât-ı Muhterem”e toz kondurmamaktadır; ve zâten Ortadoğu dinlerinin “tanrı” tanımını kabul etmemenin, “ateizm” anlamına geleceği husûsunda da fikir birliğine vararak, -âdeta- bir lâbirentin içinde biribirlerini esir almışlardır... Sâdece, bir tarafın pek fazla gayretkeşlik göstererek, zahmetli ibâdet ritüelleri uygulayıp sıkıcı ve inestetik giysi ve simgeler kullanması, diğerlerini rahatsız etmektedir; “ya gittikçe çoğalıp güçlenerek, bizi de böyle zahmetli ibâdetlere ve sıkıcı giysilere mecbur ederlerse” diye korkmaktadırlar... Yâni bu “Laikci”lerin bütün derdi, Allah'a daha az zahmetle yaranabilmek, ve de Dünya nîmetlerinden yararlanmak için kullanmak üzere, kendilerine daha fazla zaman ve güç ayırabilmek... Sanki, herkese uygun gelecek, rahat bir ibâdet ve giysi formunda anlaşabilseler, hiçbir mesele kalmayacak demeye getiriyorlar; ama bu mümkün değil... Çünki bütün mevcûdâtın yaratıcısı ve yöneticisi olan, “kral-tanrı” anlamındaki bir “yüce şahsiyet” mit'i zihinlerde durdukça, O'na yaranmak sûretiyle başkalarından üstün olunduğu vehmi ve inancıyla -hem kendi kendini gaza getirmek, hem de cemaatten taktir toplamak şeklinde- güç edinmek fikri, çâresiz ve kolaycı (kurnaz) insanları kendine çeken bir “oportünizm” seçeneği olarak daima câzibesini koruyacaktır. Dolayısile de türlü türlü “yaranma” biçimleriyle hizipleşme vâsıtaları îcat edilecek, ve hatta yana yakıla -salya, sümük- niyâz gösterileri yaparak kendini Tanrı “ma'şuk”u olarak gösterebilen bazıları da, “fareli köyün kavalcısı” gibi bir misyonla, -insânî bakımdan likidasyon amacına hizmet eden- büyük bir “İslâmî Hareket” de başlatabilecektir; ve başlatmaktadır da... Onun için, “kral-tanrı” anlamındaki “kişi”sel veya “mit”sel bir “tanrı” kavramıyla, evrensel (tevhîdî) bir fikriyât veya öğreti (din) inşâ edebilmenin mümkün olmadığı artık açıkça anlaşılmıştır. Yâni demek ki, Ortadoğu dinlerinin tanrı anlayışıyla “Tevhid”i gerçekleştirmek, veya evrensel bir insâniyet veya antropoloji teorisi geliştirmek olanaksızdır. Son dînîn (İslâmiyet'in), açıkça vurguladığı “Tevhid” ideali de, -maalesef- iyi niyetle yapılmış bir “dilek beyânı” olmanın ötesine geçememiştir... Halbuki insanlık mutlakâ, kendisi ve dolayısile oluşumu hakkında bir fikir birliğine varmak zorundadır. O halde bilinçlenerek “öncü”lük vazifesine aday olan bireyler, mutlaka dinleri, -antropolojik ve tarihî süreçler içinde- îzah ederek aşmak durumundadırlar. Bilinçlenerek “birey”lik aşamasına yükselmiş olan bu insanlar, “kültür varlığı” bazında kalmış insanların (ve/veya insan guruplarının) tanrı anlayışlarına ve ibâdet ritüellerine, tabi ki hoşgörüyle bakmak ve saygı göstermekle mükelleftirler; ama onların topluluklar (cemaatler) veya toplumlar (milletler) olarak, biribirleriyle sürtüşmelerini, biribirleri aleyhine genişlemelerini veya büyümelerini, ve çatışmalarını da önlemek zorundadırlar... İşte, Türk Ordusu'nun subayları, Atatürk zamanında -aşağı yukarı- böyle bireylerdi; ve bundan sonra, daha da bilinçli bir şekilde yine böyle bireyler hâline gelmelidirler. Ki ondan sonra da, bütün devlet adamları aynı bilince ulaşabilsinler; ve de bu bilince ulaşamamış insanlar devlet yönetimine gelemesinler, veya seçilemesinler... Yoksa, herhangi bir dinsel -hatta etnik- kültüre mensûbiyet duygularıyla meşbû olan insanların, devlet yönetimine gelmesi demek, düpedüz “fesatçılık” demektir... Yâni Türk ordusunun subayları da, mutlaka “birey” olmalı ve her birey gibi, etnik kökenine de, dinsel kökenine de tepeden bakıp, onları birer “tarihî kategori” olarak objektif bir şekilde (yâni hissiyâttan vâreste bir halde) anlayarak kabul etmelidirler. Yoksa o tarihî kesitleri benimseyip tekrardan o şekillerde yaşamaya özenerek, dolayısile de o zamanki düşmanlıkları güncelleyerek değil...

Ordumuzun Son 45 Yıllık Yıpranma Sürecini İyi Okumak Lâzımdır.

1964 Kıbrıs Harekâtı'nın (hava müdâhalesinin) akabinde askere gittiğimde, I.Dünya Savaşı'ndan kalmış Mavzer markalı, Kırıkkale yapımı piyâde tüfekleriyle, ve “Hoçkins”, “Bürün” adı verilen, ve de üzerlerinde eski harflerle (Arap harfleriyle) yazılar bulunan otomatik -veya o zamanlar hafif makinalı tâbir edilen- tüfeklerle tâlim yaptık... Ama o sıralarda Ordumuzda, -NATO öncesindeki- geleneksel eğitim programlarından geçerek temâyüz etmiş (veya seçilmiş) olan komutanlar da vardı hâlâ... Ki bunlar arasında, öl dediği yerde ölünecek veya ölüme gidilecek kadar ferâset, basîret ve irâdeye sâhip olanlar da bulunuyordu. Ben böyle bir komutanın, çevresindeki yolsuzluklara ve çürük (dejenere) insanlara karşı, ne kadar tahammülsüz olduğunu, dolayısile de nasıl bir “pozitif seleksiyon” filtresi oluşturduğunu bizzat -operasyonlara katılarak- yakînen gördüm... Ancak ne var ki, aynı sıralarda, askerliğe Amerikan (NATO) eğitim programlarıyla başlamış subaylar da, yavaş yavaş üst rütbelere gelmekteydiler. Ve de bunların bütün derdi, aksansız (daha doğrusu Amerikan aksânıyla) İngilizce konuşabilmek ile, “sosyal statü” edinmek üzere elitist kulüplere girebilmekten (üye olabilmekten) ibâretti... Yâni öncü, yaratıcı veya inisiyatör olmaları gereken subaylarımız arasında, yeni değer yargıları, ve dolayısile de -ister istemez- yeni değerlendirme kıstasları ortaya çıkmıştı. Ki Amerikalılar da, ilişkilerin elverdiği ölçüde bu -yeni- değerleri köpürtüyor, ve bu değerlendirmeleri teşvik ediyorlardı, doğal olarak... Yâni bir bakıma Batılı emperyal devletler -askerî başarılarını göstererek- nasıl ki, kendilerine uymuyor ve demode diye “Yeniçeri Ocağı”nı lâvettirmişler ve yerine askerî danışmanları vâsıtasıyla kendilerine göre bir ordu ikâme etmişlerse, II.Dünya Savaşı'nın akabinde de yine aynı bahâne, gerekçe ve yöntemlerle, ve de “soğuk savaş” konjonktürünü kullanarak, henüz hiçbir yenilgi almamış olan “Atatürk Ordusu”nu da deforme ve dejenere ediyorlardı aslında... Çünki Batılı “kolonyalist” zihniyet, ortaya örnek alınacak bir subay (veya kurmay) modeli koymakla aslında, bedenî ve aklî melekelerin ölçümüyle belirlenen “liyâkat”a göre yapılması gereken “seçilim”i, bir nevî “negatif seleksiyon” sistematiği'ne dönüştürüyordu... İşte bu cümleden olarak, 1960'ların ikinci yarısından itibâren, şık giyinen ve “entel takılan” ve de Mason, Rotaryen, Liones vs. olmayı mârifet sayan bir subay ve/veya kurmay tipi çıktı ortaya... Bir de bunlar, meşrûiyet kazanmak için Atatürk'ü örnek göstermeye başladılar; ki bu, çok büyük bir çarpıtmaydı... Çünki Atatürk, Batılı tarzında şık giyinse de, kendi kulübünü kendisi oluşturmuştu; başkalarının gündeme getirdiği fikirlerin peşinden giderek “entel” takılmamıştı. Kaldı ki, O'nun silâh arkadaşları da, ve hatta bunların arasında dindar olanları da, hiçbir kulübe ve cemaate intisâb etmeyen ve kendi -sohbet- çevrelerini kendileri oluşturan inisiyatör kişiliklerdi. Onlar “komaca akıl”larla bilgiçlik taslayıp gösteriş (veya entellik) yapmıyorlar, yeni fikirler üreterek geleceğin ufuklarına yol bulmaya çalışıyorlardı... 1965-66 ders yılında teğmen rütbesini almışken, Dz.Kuvvetleri Eğitim Komutanlığı'nın talebi üzerine, Dz.Harbokulu ve Dz.Assubay Okulu'nda fizik ve matematik dersleri vermek üzere görevlendirildiğimde, -başıma geleceklerden habersiz- bayağı sevinmiştim. Çünki benden istenen, sâdece sıradan bir öğretmenlik görevi değil, aynı zamanda -ülkemizdeki- subay okullarında ilk defa okutulacak olan “Matriks Teori” adlı dersin muhteviyâtını hazırlamamdı... Yâni -Heybeliada'daki- Dz.Harbokulu'nda son sınıflar (teğmenler) için seçmeli ders olarak konulan bu dersi ilk defa ben, 1965-66 eğitim sezonunda okuttum; ve aynı zamanda, tamâmen te'lif olarak, hem de “kitap” olabilecek evsafta -geliştirilmiş- bir “ders notu” ortaya koydum... Ancak ne var ki, her fırsatta Büyükada'daki Anadolu Kulübü'ne giden ve de etrâfa asil bir aileden geldiği havasını (söylentisini) yayan Okul komutanı amiralin foyasını ortaya çıkarınca, bütün emeklerim, ve özellikle de kozmik emeğim boşa gitti (yani taltif şeklinde bile geri dönmedi); hatta tam aksine borçlu çıktım ve cezâlandırıldım. Çünki sözkonusu amiral, kendisinin aslında bir “evlâtlık” olduğunu, ve de onu evlât edinmiş bir “büyük mason” zât'ın tavassutu ile mason yapılmış bulunduğunu, asâlet iddiasının da bundan kaynaklandığını -bir tesâdüf eseri olarak- ortaya çıkarınca, bana garez oldu; ve üstelik, askerliğimin son gününde, âcil bir görüşme için İst.Üniversitesi'ne gitmemi fırsat bilerek, garnizonda yoklama yaptırıp, bulunmadığımı zapta geçirtmek sûretiyle, beni “firar” suçundan mahkemeye verdi... Akademik dokunulmazlığa sığınmasaydım, hapis bile yatıracaktı; neyse ki para cezâsı ile kurtuldum... Bu yaşanmış örnek şunu gösteriyor ki, kendine “mensûbiyet hissi”yle bağlanacağı bir yuva bulan konformist bir komutan, pozisyonunu veya -zımnî kabul görmüş- statüsünü korumak için, bütün sorumluluğunu unutarak, Türkiye çapında inisiyatif alıp, ilk defa bir dersin kitabını yazmış genç bir yedeksubayı bile, yıpratmak için elinden gelen her şeyi yapıyor... İşte bu durum açıkça, bir “negatif seleksiyon” sistematiği'nin varlığını ortaya koymaktadır. Ki muvazzaf subaylar arasında da, böyle olayların cereyan etmiş olması gâyet doğaldır; ve onun için de, en üst rütbelerdeki general kalitesinin düşmesine şaşmamak lâzımdır... Ben Türk Ordusu'nun subaylarına, -pilot okul olarak seçilen Dz.Harbokulu'nda- taa 1965 yılında, matriks halkalarının (Ring's) ne olduğu, bunların elemenları arasındaki üç işlemin nasıl yapılacağı, ve de bu elemanların sayısal değerlerinin (determinant'larının) nasıl bulunacağı hakkındaki bilgileri öğretmeye başlamıştım; ve zannederim bu öğreti devam etti, hatta Akademilere kadar yayıldı... Ama o sıralarda, öğrettiğim bu bilgileri ne gibi işlerde kullanacakları hakkında en ufak bir bilgim yoktu; ve zannederim onların da yoktu... Muhtemelen Amerikan okullarında görmüşler ve taklîde kalkmışlardı. Ve şimdilerde de olsa olsa, bazı ölçümlerle elde ettikleri verileri, klişe matrikslerin üzerindeki yerlerine koyup, bunları bilgisayara vererek, ellerindeki tâlimnâmeler uyarınca -otomatik- hesaplamalar yaptırıyorlardır; diye düşünüyorum... Halbuki matriksler, yaratıcı düşüncenin ve/veya inisiyatörlerin en önemli araçlarındandır; ve de aslında çok boyutlu, çok parametreli veya çok ihtimalli problemlerin çözümünde büyük kolaylıklar sağlar. Ki bu arada, Kuantum Fiziği'nde olduğu gibi, Antropoloji biliminde de, en gerekli çözümleme ve hesaplama araçları olarak matrikslere ihtiyaç duyulur meselâ... Mesela basit bir uygulama örneği olarak, şu öneriyi de ileri sürebilirim: Subayların terfii'ni belirleyen sicillerin, sâdece -üst- komutanlar tarafından verilmesi uygulamasından artık vazgeçilmelidir. Bir savaş durumunda, böyle bir uygulama isâbetli sonuçlar verebilir; çünki, bir subayın bütün ilişki ve etkinliklerinin semeresi, birliğinin gösterdiği başarı ile alınmakta ve görünmektedir; dolayısile de üst komuta kademelerinin değerlendirme hatası yapması, ve de “inisiyatör” kişiliklerin önünü kesmesi pek mümkün değildir. Ama hazerde, genellikle bunun tersi olmakta, ve yaratıcı (inisiyatör) kişiler elenip, statükocular (entrikacı, kurnaz, politik tipler) yükselmekte veya “kalburüstü”nde kalmaktadırlar. Ki böylece de savaşmayan bir ordu, ilerleyemeyen bir sosyo-ekonomik yapı (toplum) içinde, kendiliğinden çürümektedir... Onun için subayların sicilleri, -özellikle hazerde- kişinin temasta bulunduğu insanların -mümkün mertebe- çoğunun fikir ve intibâları alınıp, muayyen katsayılarla bir matriks teşkil edilmek sûretiyle tutulmalıdır. Ki bu şekilde, bireylerin gerçek performanslarıyla, ilişkili çalışanların “birlik” performanslarını objektif olarak hesaplamak mümkün hâle getirilebilir. Böylece de, konformist, oportünist ve kariyerist komutanların, köşebaşlarını tutarak ordumuzun iç dinamiğini ifnâ etmeleri, dolayısile de onu, Mustafa Kemal'den 16 Mayıs 1919'da - işgâl kuvvetleri tarafından, oluşturması ve denetlemesi- istendiği gibi bir “Anadolu İnzibat Kuvvetleri” hâline dönüştürmeleri önlenebilir... Yâni demek ki bizim ordu komutanlarımız, politikacıların kullandığı metaforların (mecazların) ve retorik (sözsel) mantığın akıntılarına, anaforlarına kapılmamak için, mutlaka -târifi net- kavramlarla veya notasyonlarla, yâni sembolik (veya matematiksel) mantıkla düşünmek zorundadırlar. Genelkurmay karargâhının, harbe hazırlık projeleriyle birlikte plânlayacağı (plânlaması gerektiği) en önemli konu da, “adam seçilimi” veya “pozitif insan seleksiyonu” meselesi olmalıdır. Çünki, aynı bilgi ve becerilerin yüklendiği insanlar arasından, liyâkatlıların (yani inisiyatörlerin) doğru seçilebilmesiyle ancak diğer bütün meseleler -ana hatlarıyla kendiliğinden- hâl veya çözüm yoluna girebilir... Ama bununla birlikte, yâni doğru bir “pozitif seleksiyon” sistematiği'nin tesisi ile birlikte bugün, kafalardaki mistik ve metafizik düşünce tortularından tamâmen kurtulmak için, Antropoloji dersinin bir öğreti olarak da okutulması gerekmektedir... Dînin sebep olduğu mistik ve metafizik zihniyetin alanını daraltmak için Atatürk, Kuran'ı Türkçe'ye çevirtip ezanı Türkçe okutarak, tüm ibâdetleri Türkçe yapılır hâle getirmek istemişti; Lûteryen bir anlayışla... Böylece halkın, Kuran'da ne kadar basit ve sâde (yalın) fikirler bulunduğunu anlamasıyla, dînin büyüsel (mistik) tesirinin ortadan kalkacağını, dolayısile de etraflarına cemaatler toplayarak güden din bezirgânlarından kurtulunacağını düşünmüştü. Ama bunu gerçekleştiremedi; ve o yüzden de, kendisi -daha- hayattayken Kara Harp Okulu'nda okuyan bir teğmen (Kenan Evren), on yıllar sonra (1980'de) tesis edilen bir “örfî idâre”nin başına geçtiğinde, bedenî ve aklî melekeleri gâyet sağlıklı olduğu halde, sırf zihnindeki mistik ve metafizik tortular nedeniyle, dincilere büyük tâvizler verdi... Onun için, yarın bir gün “örfî idâre”nin yeniden tesîsi durumunda, baş inisiyatör olacak kişinin, hem bedenî ve aklî melekeleri sağlıklı bir insan olmasını, hem de aklının en ücrâ köşesinde bile mistik ve metafizik düşüncelere yer bulunmamasını -şimdiden- sağlamak üzere, subay okullarında bir “öğreti” olarak da Antropoloji dersinin okutulması şarttır. Her subay anlamalıdır ki, Mistisizm, “sebebi anlaşılamayan geleneksel davranış biçimlerinin, sosyal âdet ve dinsel ritüellerin yorumlanışı, ve de bu yorumların, var sayılan bâzı kuruculara mâledilişi” demektir; ve dolayısile de, bireyin ve aklın oluşumunu, akıllı bir adamın irâde ve direktifine bağlayan, spekülâtif ve hatta paradoksal bir düşüncedir. Çünki meselâ, bu düşünceye göre, Tabu denilen beslenmeyle ve özellikle de çiftleşmeyle ilgili “yasak” olayı, aklî melekeleri tâyin eden, “ritmik davranışlar” şeklindeki fiilî durum'un mahsûlü bir “korku fetişizmi” değil, akıllı bir adamın yanlış -veya ilkel- bir düşünceyle uydurduğu ve diğer insanlara zorla dikte ettiği bir “kavram”dır... Ama bu düşüncede, “kavram” üretecek kadar gelişmiş bir aklın, her hayvanın doğal hak ve vazîfe olarak -görüp- uyguladığı “çiftleşme” olayının faydasını anlayamamasının sebebine yer yoktur. Dolayısile de ancak, kadîm devirlerde “tabu” yasaklarını koymuş ve zorla uygulamış olan, insanlık düşmanı bir psikopat vehmetmeye -ve onu bilimsel(!) olarak lânetlemeye- yer vardır... Yâni bireyleşen insan zihninde oluşan ilk kavramların yanlış olabileceğine ihtimal veren bir “Mistisizm” düşüncesi kurgulayabilmek için, korsan genlerinden kaynaklanan “kibir”e ve “kendini bilmez”liğe sâhip bir Batılı olmak gerekmektedir... “Metafizik düşünce” ise “bilimsel olarak anlaşılamayan olaylar için -nedensellik mantığı uyarınca- metaforik kavramlarla, felsefî retorik (sözün gelişi mantığı) mûcibince uydurulan îzahlar manzûmesi”dir... Bu, her iki tefekkür tarzı da (dolayısile dinler de), insanla hayvan arasındaki farkın veya mesâfenin, îzah edilememesinden veya içinin doldurulamamasından kaynaklanmakta olup, düalist “Batılı kafası”nın -spekülâtif- ürünüdürler... Dolayısile bu farkın idrâkı, aynı zamanda onun korunması aksiyonu, yâni -başta “ritm” olmak üzere- meleke faaliyeti anlamına gelmekle, “düşünce-davranış” veya “öğreti(akîde)-ibâdet” sibernetiğinin bilincinde olan “Doğulu zihniyeti”nin nihâyî zaferi olmaktadır/olacaktır... Bu bilgilerin öğretilmesi husûsunda, hiçbir tereddüde yer olmamalıdır; çünki insanlar -genellikle iddia edildiği gibi- mistik düşünce ve inançlardan güç almazlar aslında... İnsanlara güç ve motivasyon kazandıran olay, “ritm”le modifiye (veya terbiye) edilmiş davranışların yarattığı rezonans ile bunların üzerine bindirilmiş-ortak- düşüncelerdir. Dolayısile güçlü bir “ritmik rezonans” tesis etmek sûretiyle, insanları en saçma düşüncelerde fikir birliğine sokmak, ve ondan sonra da onları, “pim'i çekilmiş el bombaları” gibi, veya ipnotize edilmiş “denek medyum”lar olarak toplumun içerisine salmak mümkündür elbette; ki gericilerin yaptığı da budur işte... Ama aynı “ritmik motivasyon”la, insanlara dağları deldirtmek veya uzayı fethettirmek de mümkündür...

Son Tahlilde...

TSK kurum olarak, bir stratejik program doğrultusunda inisiyatif almalıdır artık... Daha doğrusu, inisiyatif almakla birlikte stratejik bir plânlama yapmalıdır. Yoksa, istatistîkî ve istihbârî bilgilere dayanan “niyet okuma” kurnazlıkları ve durum analizleri ile, ve de “böyle gelmiş, şöyle gider” mantığıyla stratejik plânlama yapılamaz. Ve dolayısile de, “kırmızı çizgiler”le ve “zor kullanma” tehditleriyle, -avunmak ve çürümekten başka- bir yere varılamaz. Çünkü inisiyatif alarak lider olan her ülkenin, ivmeli süratle öne geçen bir taşıt gibi, gidişâtı kontrol edip yönlendirme olanağı vardır. Ve inisiyatif almak için en uygun ortamlar da, kriz dönemleridir; veya mevcut disiplinlerin bozulduğu, dolayısile yeni başlangıçların mümkün olduğu kaotik dönemeçlerdir... Kapitalizm bugün, insanlığı yine krize sokmuştur. Ve kapitalistler yine kendi “üç kâğıtçı” yöntemleriyle, -müteakip krize kadar- bu krizden de kârlı çıkarak kurtulmaya çabalamaktadırlar. Ki bunların yöntemi, “denizde balık pazarlığı”na binâen para toplayıp, veya denizdeki balıklar karşılığı para basıp, sonra da o paraların az bir kısmıyla insanlara (ve fakir halklara) balık tutturmak, ve gerisini de -yine spekülâtif kazançlarda kullanmak üzere- cebe atmak, şeklinde özetlenebilir. Ama tabii ki bu yöntem, “ekonomist” denilen, bilim adamı kisveli hâinler (kösemen'ler) ile medyatik propaganda araçları kullanılarak, ve de büyük bir silâh (yaptırım) gücüne dayanılarak -açık veya örtülü- zorbalıkla uygulanmaktadır. Halbuki meselenin çözümünün, bütün kapital sâhiplerinin her türlü girişim veya “serbest girişim” hakkının savunulmasında değil, “inisiyatör” veya “yaratıcı” anlamdaki girişimcilere, kapital kullanma hakkının sağlanmasında yattığı gâyet açıktır... Onun için üçüncü bin yıla girdiğimiz şu sıralarda, herşeyden önce artık, “insan”ın ne olduğunu ve “insanlık kalitesi”nin nasıl ölçüleceğini ve geliştirileceğini anlamak üzere kafa yorup, “pozitif insan seleksiyonu” sistematiğini tesis etmek üzere çalışmalıyız. Bugün ulaşmış bulunduğumuz “insâniyet bilinci”mizi, bütün bilim adamlarının anlayacağı şekilde açıkça ortaya koyup, bunu Ordumuz'un kararlı tavrı ile de desteklediğimiz taktirde, “tarih ötesine geçiş” çağını başlatmamız işten bile değildir; ki tarihî ve coğrâfî konumumuz da bize bu görevi yüklemektedir. Yâni bugün Türkiye'nin, toplum çekirdeği anlamındaki ordusu vâsıtasıyla, -bütün konjonktürel parametreler gözönüne alınarak- en az yüz yıllık bir “istikbal perspektifi veya açılımı” stratejisi geliştirmesi gerekmektedir; jeo-stratejik konumumuz îtibâriyle... Ki bunun için de, iki yüz yıl öncesinden başlayıp daha gerilere giden tarihî nedensellik zincirine, ve ondan sonra da, “panteist-zon”a kadar giden antropolojik “iskandil” bilgisine ihtiyaç vardır. Çünki, Fransa'da gerçekleşen İhtilâl-i Kebîr'den 19 yıl sonra, sefîh padişah III.Selim'in yasal (Şeyh-ül İslâm fetvâsıyla) îdâmını müteakiben, cumhuriyet idâresine geçmeyi beceremeyip de, son Osmanlı veledi II.Mahmut'a -sultan olarak- boyun eğince, o da yabancılarla anlaşarak, 15 Haziran 1826'dan îtibâren, Istanbul merkezli Türk Medeniyeti'ne karşı yapılan bir “kültürel soykırım” anlamını kazanacak kadar gaddarca ve hâince bir “intikam harekâtı”na girişti. Dolayısile de bize -gerçek- kimliğimizi unutturdu. Ve ondan sonra, Ordu'yu da, Mâliye'yi de yabancı uzmanlara teslim ederek bizleri, toplum olarak anakronik (kronik gelişme gösteremeyen) ve anarşik yığınlar, bireyler olarak da, Batılı Dünya Görüşü ile Sünnî “Öbür Dünya” Görüşü arasında kafaları çatlamış “şizoit”ler hâline soktu... Atatürk'ün liderliğinde kazandığımız zaferden sonra kişilik kazanıp kimliğimizi hatırlamaya, ve de tarih sahnesindeki yerimizi yeniden almaya başlamışken, -meş'um 1826 tarihinden tam yüz yıl sonra- 1926'da, “saltanatçılar”ın darbe veya daha doğrusu “karşı devrim” teşebbüsünü (İzmir sûikastı) kıl payıyla atlattık. Çünki, sonradan pek dile getirilmese de, bu teşebbüsün arkasında, büyük komutanların da -hiç olmazsa sempatizan olarak- bulundukları bir gerçekti... Bu bâdireden sonra, Atatürk'ün çelik irâdesi sâyesinde 12 yıl, ve daha sonra da II.Dünya Savaşı'nın oluşturduğu konjonktür îcâbı olarak 8 yıl, bağımsızlığımızı koruyabildiysek de, Savaş'ın akabinde -tedrîcen- yine “karşı devrim” sürecine girdik. Dolayısile de, yine yabancı (Batılı) ülkelerin dümen suyuna girmek sûretiyle, anakronik ve anarşik bir toplum ile şizofrenik bireyler türettik... Onun için, Antropoloji dersinin askerî okullarda müfredâta konulup konulmayacağı husûsu, Türk Ordusu'nun, yâni “toplum çekirdeği”mizin, hayâtiyetini muhafaza edip etmediğinin ayracı (turnusol kâğıdı) anlamına da gelmektedir, ve gelecektir aynı zamanda... Ve de bağımsız kişilikli insanlarımıza, istikbâle güvenli adımlarla ilerlemeleri için büyük bir ferâset ve güç kazandıracaktır... Kaldı ki bir ordunun, insan öldürme yetkisini doğru kullanabilmesi için de, “adam”lığın bilincinde olması ve adam seçilimini doğru yapabilmesi gerekir. İnsanlık, kendilerini bilinçsizce (apriori) adam sayan, dolayısile de kendilerinden olmayanları adam yerine koymayan, “korsan” orijinli Batılı -sömürgeci, kolonyalist- ordulardan çok çekmiştir. Çünki onlar, kendilerine benzemeyenleri -bir şekilde- harcamak sûretiyle doğru bir “seleksiyon” yaptıklarını sanmışlar, ve giderek de, bir “hayvan faunası”nın “rekâbet seçilimi”ni, “serbest rekâbet ekonomisi” adı altında, insanlığa tatbik etmeye kalkmışlardır. Halbuki insanlığın ve/veya bireyin oluşumu, ritmik âyinlerin kazandırdığı rûhî rezonans (ortak duygular) ile, -müşterek- aklî “sıralama melekesi” sâyesinde, yâni kardeşlik ve birlik duyguları içerisinde gerçekleşmiştir. Onun için de, bir “pozitif seleksiyon” sistematiği, “eliminasyon” usûlüyle değil, insânî (antropolojik) “inisiyasyon” usûllerine göre gerçekleştirilebilir ancak... Ama ne var ki, savaşsız geçen -ve de Batıya yaslanılan- uzun bir barış dönemi zarfında, bizim ordumuz da “adam”lığın ne olduğunu unutmaya başlamıştır. Üstelik bu süre zarfında, “aile” müessesesi de büyük bir “travma” geçirmiş, ve artan -gizli- “ensest(fücur)” ve “sübyancılık” vakaları yüzünden insanlar, sevgi, güzellik, bedâhat, doğruluk duyguları ile seks hazzını biribirine karıştırır hâle geldikleri için serseme dönmüşler, dolayısile de “adam”lığı düşünemez, insânî değerleri anlayamaz duruma düşmüşlerdir. Bu durumu teşhis edebilmek için -bu konuda elde edilmesi çok zor olan- istatistîkî verilere gerek yoktur. Son zamanlarda olağanüstü artan ve çeşitlenen homoseksüeller ve lezbiyenler ile, kadınların -cinsel- câzibeli olabilmek için takındıkları çocuksu tavırlar (mâsum bebek fetişizmi) gözönüne alındığında bile, “sübyancılık” ile “fücur”un ulaştığı boyutları tahmin edebilmek gâyet kolaydır. Çünki bir defa, cinsel sapıklıkların veya cinsel kimlik kaymalarının, çocuk yaşlardaki -yanlış- tenbihlerle başladığı herkesin mâlûmudur; sonra da köylülerin daha, şehirlere yeni yeni göç etmeye başladığı, şehirlerde de olgun ve varlıklı kadınların zampara kullanmalarının yaygın olduğu yakın bir geçmişte, “hükümet gibi kadın” tipinin câzip bir “cinsel fetiş” değerine sâhip bulunduğunu, orta yaş üstündeki her “sosyal kişi” bilmektedir... Onun için bugün, “sivil” insanlarımız, “insanlık” konusunda âdeta bir bilgi korkusu (Logofobi) içindedirler; çünki melekeleri zaafa uğramış, “ferâset”leri körelmiş ve kendilerinden -haklı olarak- şüphe eder hâle gelmişlerdir; ve ondan dolayı da, âfâkî “dinsel ahlâk” mugâlâtalarının arkasına saklanmayı, “bağımsız-birey”lik görünümlerini korumak için, yegâne çâre olarak görmeye başlamışlardır. Halbuki “Antropoloji” bilimi yapmak demek, her türlü geleneksel ahlâkî telâkkilerin üstüne çıkarak, irâde ile içgüdüler arasındaki diyalektik çelişkinin yönetim bilincini kazanmak, ve dolayısile -şaşmaz bir şekilde- insânî gelişme rotasına girmek demektir; aynı zamanda... Onun içindir ki, her yeni konuda olduğu gibi, Antropoloji konusunda da, başı yine Ordumuz çekecektir ve çekmelidir herhalde... Ama bu seferki öncülüğü, Batı'nın dümen suyunda yapılan “kuyruk altı öncülüğü” olmayacak, Antropoloji dalını gündeme getirmekle, kapitalist uşaklığına (veya esâretine) düşmüş bulunan tüm bilimi, veya bilimsel tefekkürü özgürlüğüne kavuşturmak yolunda üstlenilen, Dünya çapında bir “inisiyatör”lük anlamını kazanacaktır. Bilimin kapitalist esâretten kurtarılması ise, hem Dünya'daki bütün bilim adamlarının desteğinin alınması ve hem de, tüm ezilen halklara, özgürlük yolunun gösterilmesi demek olacaktır... Atatürk'ün bıraktığı miras üzerinde “konformizm”e yatarak, hamâset edebiyâtı ile ilericilik taslama kurnazlıklarının (oportünizminin) bizi getirmiş olduğu antagonist (çözümsüz, kısır) çelişki noktası ayan beyan ortadadır artık... “Atatürk bağımsız yaşamış ve Millet'i de bağımsız yaşatmıştı; biz de, O'nu tutmak ve taklit etmek anlamında Atatürkçülük yaparsak, bağımsız olur ve Millet'i de bağımsızlığına kavuştururuz” gibi bir düşünce, tabii ki tam anlamıyla bir “ham hayal”dir. Atatürk'ün, konjonktürel bağlantı içinde tarih sahnesine çıktığı bir Lenin'in, ve hatta koskoca bir “Leninizm” küllîyâtının bile, esâmesi okunmamaktadır artık... Şimdiye kadar kutsal kabul edilen -ve belki de, liderler (kişiler) sözkonusu olmadığı için Dünya'da tek olan- panteizm mahreçli Ergenekon Destanı üzerinde ortaya çıkmış bulunan zıtlaşma, içine girmiş olduğumuz antagonizma'nın en açık tezâhürüdür. Ergenekon Destanı'nı, bir kötülüğün yaftası olarak kullananlar da, onlara bu fırsatı ve imkânı verenler de, mevcut paradigmalar (zımnî ortak kabuller) üzerinde, politik (ve istihbârî) canbazlıklarla rekâbet edip, -güçlü dış mihraklara yaranarak- iktidara yol arayan, “hikmeti kendinden menkûl” oportünistlerdir aslında... Onun için de en büyük tehlike, bu antagonizmayı aşmanın yolunu bulamayan insanların (ve subayların) kendilerini, taraf tutmak zorunda hissederek, gittikçe artan bir şekilde toplumda polarizasyon yaratmalarıdır... Ancak ne yazık ki bu gidişle, Atatürk'ün ismi unutulmadıkça (veya unutturulamadıkça), ve Atatürk'çülük de, O'nun mukallit'liği veya papağan'lığı olarak anlaşıldıkça bu polarizasyon devam edecek, ve tarafların biribirine galebe çalması da sözkonusu olamayacağından, bu kısır (antagonist) çelişme ve çekişme içinde toplumumuz, kendi kendini yiyip bitirecek gibi görünmektedir; şâyet “kapitalizm”in ve “din(ler)”in negasyonu yoluna fikren ve ilmen girmediğimiz taktirde... En son tahlilde denilebilir ki, subay okullarına Antropoloji dersini koyduracak olan Genelkurmay Başkanı'nın ismi, Atatürk'ten sonraki ilk “inisiyatör” olması hasebiyle, Türk ve İnsanlık tarihine -silinmez altın harflerle- nakşedilecektir; herhalde...

Ali Ergin Güran: 07/02/09