Sonuncu ve Birinci Yeniçeriler
bekdasikodu.org

Tebliğler

İfşaat

Mektuplar

Saklı Tarih Arşivi

Yayınlar

Dava Belgeleri

Haber - Yorum

Cevaplar

Bekdaşi Kodu - bekdasikodu.org - Türk olmak adam olmak demektir.


Türk Olmak Adam Olmak Demektir.
back yaz yaz2
“15 Haziran 1826-Kültürel Soykırım” Kurbânı Onbinler'ce Yeniçeri'nin Anısına ...
TANRI MEVHÛMUNA, BİLİMSEL ve ARGÜMENT'AL YAKLAŞMAK ve de DİN(LER)DEN KURTULMAK ÜZERİNE...

Meleke faaliyeti ve/veya irâde, estetik (görüş), ferâset (keskin görüş) ve basîret (ön görü) denilen insânî idrâk veya kavrayışın başlıca âmilidir. Aslında ancak, melekeleri (yani irâdesi) güçlü olan birine, -çevresinde uygunluklar, güzellikler gördüğü ve yarattığı, ve de isâbetli öngörülerde bulunabildiği için- inançlı veya îmanlı denilir; yoksa bu hükmün tersi, -yâni îmanın, Allah'ın varlığına inançtan ve O'na ibâdetten kaynaklandığı yargısı- doğru değildir... Böyle bir îmanlı insan, gelecek hakkında -sonsuza kadar- soyut (abstre) öngörülerde bulunabilir. Ki bu sûretle de, hem kendini “tanrı” mertebesine kadar soyutlamış, hem de bütün çâresizliklere çâre, bütün sonuçlara sebep bulunabileceği kabûlüne, yâni “tanrı” mevhûmuna ulaşmış olur. Yâni “îman”, insanın dışında, insandan bağımsız olarak -apriori- var olmuş bir “tanrı (nın) vergisi” sayılamaz; çünki “tanrı” mevhûmu îmandan (irâdeden) doğar... Zâten bizim dışımızda var olduğu kabul edilen bir “Allahbaba” mevhûmunun da, oyuncakları ile oynayan 3-5 yaşlarındaki çocukların kurdukları basit bir analojinin sonucunda ortaya çıktığı, ve insanların yaşlandıkça -insanlığın çocukluğundan gelen masalların da etkisiyle- bu çocukluk hayâline mahkûm oldukları gâyet açıktır. Onun için, herşeyden önce çocuklarımızı, oyuncakları ile kendilerinin ilişkisine benzer şekilde kendileriyle oynayan bir “tanrı” mitos'undan, ve de zihinlerinde (muhayyelelerinde) oluşturdukları böyle bir mitos'a bağlanarak edilgenleşmekten kurtarmalı ve/veya korumalıyız. Halbuki Türkiye'deki medya bugün, bunun tam tersini yapmakta, ve çocuklarımızın beynini, “sâhibini arayan köle” formatına göre programlamaktadır... Diğer yandan, peygamberlerin yaptığı soyutlamalar ise, öncelikle zâlim “tanrı-kral”ları aşma amacı gütmekteydi; ve dolayısile de görünmez, tutulmaz olup, her yere her zaman yetişebilen bir kurtarıcı karakteri taşımakla birlikte, aynı zamanda -kendine itaat eden- iyileri ödüllendiren, itaat etmeyen kötüleri cezâlandıran bir kral profili de çizmekteydi. Ki ondan dolayı da, peygamberlerin -mazlumları koruyan- Tanrı'sı, bir süre sonra, zengin ve güçlü insanları kendine yakın -veya seçkin- gören bir “görünmez tanrı-kral” hâline dönüştü; ve de profesyonal din adamları vâsıtasıyla “zulüm düzeni”ni, eskilerine rahmet okutacak şekilde ihyâ etti... Aslında, bir rekâbet ortamında, herkese -birebir- muhâtap olan ve onların isteklerini veya dualarını dinleyip değerlendiren, ve de îcabında kabul veya red eden bir şahsiyet (mitos) anlamındaki “tek tanrı” kavramı, bir zümrenin veya sınıfın tanrısı olmaya mahkûmdu; son tahlilde... Çünki birisi, dualarının -tanrı tarafından- kabul edildiğini düşündüğü an, aynı zamanda, yenmiş olduğu rakiplerinin ve/veya üstün geldiği insanların, “tanrı” indinde makbul bir insan olmadıkları, yargısını da kabul etmiş oluyordu. Dolayısile, güçlü ve/veya zengin insanlar arasında yayılan böyle bir anlayışla da -“bir toplumdaki hâkim fikirler, hâkim sınıfların veya zümrelerin fikirleridir” kânunu mûcibince- “tek tanrı”, zenginlerin, zorbaların ve de bunların köle, mal veya yalakalarının tanrısı hâline indirgenmiş oluyordu. Nitekim insanlar, bin yıllar boyunca, “tanrı”nın kime hak verdiği ortaya çıksın diye biribirleriyle boğazlaşıp durmuşlardır; dolayısile de hayvânî bir “seleksiyon” düzenini, “tanrı”nın insanlara lâyık gördüğü bir düzen sanarak, onu, bugünkü “serbest rekâbetçi kapitalizm” seviyesine kadar taşımışlardır. Ki bu arada Muhammet Peygamber'in Allah'ı da, bugünkü müslüman ülkelerdeki zengin ve zorba zümrelerin tanrısı durumuna indirgenmiştir; hem de, ülkeleri sömürülür ve geriye giderken kendileri, yabancı sömürgen zengin ve zorbalarla işbirliği yapan zümrelerin... Halbuki dua eden herkes, aslında kendi “siyânet meleği”ne (yâni koruyucu meleğine) dua ediyordu, etmeliydi; ve çocuklar da buna alıştırılmalıydı. Çünki gerçekten de herkes, -analar silsilesinden gelen- az veya çok bir “meleke” gücüne sâhipti, ve dolayısile, böyle bir gücü kamçılamak -veya kendi kendini gaza getirmek- için onu sembolik olarak muhâtap almanın (dua etmenin), ondan yardım dilemenin ve/veya onunla yalnızlığı paylaşmanın hiçbir zararı olmaz, hatta -psikolojik bakımdan- faydası bile dokunurdu... Demek ki son tahlilde, “tek tanrı” kavramı, somut bir varlık olarak -nitelendirmelerle- tanımlanamaz; melekeleri güçlü, yaratıcı bir insanın, soyutlamalar dizisindeki “transandantal limit” noktasını ifâde ve işâret eden -yönsel- argümanlarla takdim edilebilir ancak... Dolayısile, şâyet bir “tanrı”, emirler, direktifler veriyor, ve de kendisine ihtiram gösterilmesini, hatta tapınılmasını istiyorsa, yeteri kadar soyutlanmamış ve “hükümdar” kavramının üstüne çıkarılamamış ham bir “tanrı kavramı”dır o... Çünki tüm mevcûdâtın deviniminin odak noktası, veya bütün fiillerin -zamanlar üstü- fâili olması gereken bir “Tanrı”, emir vermez “emr-i vâkî” yapar; ve de insanları yola getirmek için, onlardan biat gösterileri -anlamındaki ibâdetler- beklemez, bütün mevcûdâta yaptığı gibi, onları da fiilen disipline eder; etmesi gerekir... Yani aslında “tanrı” mevhûmunu kavramlaştırabilmek için, sözsel kavramların veya metaforların soyutlanması yolunu tutmak (veya metodunu kullanmak), insanı muammaların, çıkmazların içine sokar; ister istemez... Çünki bütün sözler, -etimolojik köken îtibâriyle- aslında, birer basit “mecaz (yani benzetme)” olmanın ötesinde bir -derin- anlama sâhip değildirler; ve de insanlığın, bilimsel etkinliklerle (kıyaslarla, ölçülerle) oldukça ileri bir bilinç seviyesine ulaşmasından sonra -iş bölümü düzeni için- uydurduğu bir iletişim biçimini ifâde etmektedirler. Onun içindir ki, “nedensellik” mantığımızın bize dayatmış olduğu “tanrı” mevhûmunu, doğru bir yönelişle -gittikçe, çelişkiye düşmeden olgunlaştıracak şekilde- kavramlaştırabilmek için, mutlaka “bilim”in soyutlamalarından (temel kânunlarından veya prensiplerinden) hareket etmek lâzımdır; lâzımdı... Ancak ne var ki, ilk uygarlaşma sürecinin getirdiği “iş bölümü” düzeninin bir gereği olarak, bilim de dallandı; ve piyasanın taleplerine göre, her dal -diğerlerinden- bağımsız olarak şekillenme ve gelişme gösterdi. Ki böylece de, mevcûdâta total (küllî) bakışın “bilimsel objektivite”si ortadan kalktı; ve dolayısile “vahdet-i mevcûdât”ın bilimsel kavranışı da, “tek tanrı” mevhûmunu kavramlaştıracak bilimsel argümanlar da olanaksızlaştı... Ondan dolayıdır ki, uygarlık tembeli, tüketim müptelâsı, zâlim “tanrı-kral”lara karşı çıkmak için bir “tek tanrı” kavramı gerekince, bu “kavram”, -bir ucundan “fizik ötesi”ne bağlanarak mantıkî kılınmaya çalışılan- bir lâf salatasının (veya mugâlâtanın) içinde boğulup gitti; halkların ilk isyan ve savaş hallerinde, kitlesel ibâdetlerin dolduruşuyla -bir îman fetişi olarak- işe yarasa da... Halbuki kadîm Sumer ve Mısır uygarlıklarının kurucu râhipleri, “bilim”i, “antropoloji”yi de kapsayan ve dolayısile -doğru- insan seçiliminin (inisiyasyonun) usullerini de ortaya koyan bir bütün olarak ele alıp düşündükleri için, -herhalde- çok daha doğru bir “Tanrı” ve/veya “Tanrısal Yol” anlayışına sâhiptiler. Ki nitekim onların pek çok buluşu, zaman aşımına uğramadan geçerliliğini dâima korudu, ve hatta Büyük Piramit (Khufu) gibi bir âbide de günümüze kadar ulaştı; bütün yıkma çabalarına rağmen, bin yıllarca yeryüzündeki -insan yapımı- en büyük (yüksek) binâ olarak kalıp, derin sırlarından, sürekli -ama azar azar- birşeyler öğreterek... Mesela bu “Piramit”in yüksekliği (149 m.), o zamanki insanların (râhiplerin), Güneş'in Dünya'ya olan uzaklığını ölçebildiklerini îmâ eden bir şifre gibidir... Ayrıca taban “kare”si, ve/veya geometrisi, o insanların -transandantal- “pi” sayısını ve işlevlerini keşfetmiş olduklarını düşündüren spesifik boyutlara sâhiptir... Ne yazık ki bu bilgiler, B.Piramit'in mîmarlarından sonra gelen inhitât devirlerinde, hânedanlar oluşturan seçkin(!)ler tarafından anlaşılamamış, ve o yüzden de, bin yıllar boyunca sırr olarak kalmıştır; yâhut da bir kısmı, Grek sitelerinde yetişen -ve Mısır'da eğitim gören- âlimler tarafından gizlice çözülmüş, veya yeniden keşfedilmiştir... Onun için de bu “sırr küpü” âbide, hemen hemen bütün fâtihlerin (veya işgalcilerin) husûmetini üzerine çekmiş, ve tahrîbâta uğramıştır. Ama hiçbir tanrısal -iddialı- güç de, bütün çabalarına rağmen bu “Piramit”i “hâk ile yeksân (yerle bir)” edememiştir... Öyle ki meselâ, Abbasî halifesi Me'mun, o zamanki Dünya'nın en büyük gücü olan ordusunu, böyle bir yıkım işiyle görevlendirdiği halde, ancak alçıdan yapılmış sıvalarını kazıtabilmiştir; zirvesindeki bir yere kadar... Ve böylece de ancak, eser'in, çöl güneşi altında - “Işık Evi” adına yakışır şekilde- pırıl pırıl parlamasına engel olabilmiştir; sâdece “hasetçi”liğini tatmin etmek üzere... Daha sonraları bu “akılalmaz” eserin, Dünya'yı ziyârete gelen uzaylılar tarafından -insanlığa hediye olarak- inşâ edildiği bile söylenmiştir; ki böyle bir inanç, Tanrı'nın bize, peygamberlerden önce, onlardan daha seçkin (kaliteli) uyarıcılar veya rehberler göndermiş olduğu şeklinde de anlaşılabilmektedir aynı zamanda... Çünki ortada, “lâfzî bir doktrin”e (yâni Din'e) nazaran, çok daha iknâ edici bir “bilimsel âbide” vardır; birilerinin îman gücünü belgeleyen... Artık idrâk edebiliyoruz ki o birileri, kadîm Sumer ve Mısır uygarlıklarının -hânedânlar öncesindeki- esas kurucuları olan inisiye râhiplerdir. Ve de peygamberler, o kalifiye “birey-insan”ları ve yaşadıkları “insânî olgunlaşma” zon'unu, ilk birey olan “Âdem” ve “Cennet Bahçeleri” şeklindeki bir metafizik sembolizmle nakletmişlerdir; zâlim “tanrı-kral”lar zamanında uydurulmuş efsânelerden alarak... Ki bu metafizik kurgular ile, bâzılarının “uzay”a dair kavramlarla yaptıkları fantastik kurguları, belli bir analojik benzerliği dâima muhafaza etmişlerdir... Her ne kadar Sumer bölgesindeki, -dayanıklı taş bulunmadığından kerpiçten yapılan- Ziggurat'lar, (yâni “tapınak rasathâne”ler) “hâk ile yeksân” edilse bile, onların da “astronomi”, “matematik” bilgileri, gelişmiş “yazı” ve “rakam” türleri ve de yapmış oldukları “takvim”ler, hâlâ emsalsiz keşifler olarak geçerliliklerini ve değerlerini muhâfaza etmektedirler. Ve hatta, bu gün kullandığımız “saat”lerin kadran taksîmâtını bile, Sumer'lilerin yaptığını rahatlıkla söyleyebiliriz... Bu arada, şu noktayı da iyi anlıyoruz ki, başlangıçta gâyet doğru olarak kurulmuş bulunan uygarlığın, kuruluş ilkelerini ve bilgilerini, “ataerkil verâset hukûku” ve bu anlayış sonucunda ortaya çıkan “hânedanlık” müessesesi ile “para” denilen “mübâdele aracı” yozlaştırmış ve unutturmuştur. Onun için de, ne B.Piramit'ten sonraki hânedân mensupları, O'nun bir benzerini yaptırabilmişler, ne de peygamberler, yozlaşmış hânedanların “arka-plân”ını görerek onları aşabilmişlerdir; hatta tam tersi olarak, peygamberlerin doktrini olan din(ler), “tanrı-kral” zihniyeti tarafından özümsenmiş, sindirilmiş ve indirgenmiştir... Demek ki artık, kadîm uygarlıkların esas kurucularını anlamak ve böylece de “tarihî devirler”i kapatmamız lâzımdır. Bu aşamada artık, peygamberlerin zihniyetine ve doktrinlerine ihtiyaç da yoktur; yer de yoktur. Çünki kadîm uygarlıkların sırrını anlayabilecek ve onların kurucuları gibi total bir bilimsel görüşe sâhip olabilecek herkes, “Tanrısal Yol”un idrâkına vararak, O'nun “âyet”lerine vâkıf olmuş birer peygamber sayılabilecektir; aynı zamanda...

 

Bizde “Tanzîmat”la Başlayan Yobazlık, “Demokrasi”yle Nasıl Hortlatıldı?!...

Bizde yobazlık, “1826 - Kültürel Soykırım” vahşetine imza atan -son- Osmanlı'nın mârifetiyle, “Tanzîmât” satılmışlığına denge sağlasın ve de Hânedân'ın ihânetini gözlerden saklasın diye, bizzat pâdişahlar tarafından başlatılmıştır aslında... Hindistan'daki Racalıkların, -rahatça- İngiliz komiserliği hâline getirilmesini, nasıl ki oradaki “kast” sistemi sağladıysa, bizde de böyle bir durum ancak, Moğolların, Memlûkların kuklası olarak da görev yapmış bir “Hilâfet” gericiliği ile -halk “biatlı” yapılarak- yaratılmıştır. Onun için bugün, Atatürk'ten sonra “demokrasi” adı altında yobazlığın nasıl hortlatıldığını iyi anlamak lâzımdır... Aslında Atatürk'ün Din'le ilgili olarak yaptığı yenilik ve düzenlemeler, -insanlığın gelmekte olduğu bilimsel aşama îtibâriyle- yeni “din” telâkkilerinin ortaya çıkması ve “din”in bilimsel olarak aşılma sürecine girilmesi için yeterli olacak bir düzeydeydi. Ama ne var ki, O'ndan sonra, gâyet mâsumâne görünümlü (yani şeytânî) bir istekle başlatılan gericilik süreci, bugün bizi, Üniversitelerdeki bilimsel meslek dallarından mezun olmuş kişilerin bile “hurûfîlik”le, “ebcet hesâbı”yla uğraştığı bir noktaya getirdi... Söz konusu istek, “cenâzemizi kaldırtacak hoca bile bulamıyoruz” şeklindeydi... Yâni tarihin ilk devirlerinden (hatta tarih öncesinden) beri, insan(lık)daki “ölümsüzlük” duygusunun tezâhürü olarak yapılagelmiş bir “ölü gömme ritüeli” yüzünden, tekrar dînî mugâlâta ve safsata literatürünün içine sürüklendik. Ve üstelik bu sefer, medreseleri ihyâ edercesine, üniversitelerin içinde -bilimseldir(!) diyerek- İlâhiyât Fakülteleri oluşturarak... Demek ki son tahlilde, insanlığın “ölümsüzlük” duygusunun (veya “unutulacağım” hissi ve korkusunun) istismârıyla aldatılıp, demokratik(!) “oy çokluğu” yaptırımıyla, gericiliğin çıkmaz labirentlerinin içine çekildik tekrardan... Halbuki Atatürk, Kuran'ı Türkçeye çevirtmekle, hiç olmazsa, “sözünü geçirebilmek için, yeminler etme ıstırârı içine giren -Din'deki- tanrı profilinin, ne kadar geri ve lokal bir anlayışın ifâdesi olduğu”nun görülmesini ve bundan bir ders çıkarılmasını istemiş olmalıydı... Ama ne yazık ki böyle olmadı; bunun yerine, bin küsur yıllık teşbih ve mecazlardan “te'vîl”ler üretilerek, mistisizmin ve metafiziğin içine gömülündü... Çünki, mâsûmâne görünen bir istek dolayısile açılan “imam-hatip” okullarından sonra, dînî mugâlâta öğretisi, kendi “sosyo-ekonomik” yapılanmasıyla birlikte gelişti/geliştirildi, ve de “kapitalizm”in mütemmim cüzü hâline geldi/getirildi... Yâni bundan sonra artık, kapitalizm ideolojisi mahkûm edilmedikçe dînî öğretiler ortadan kaldırılamaz; ve dînî öğretiler çürütülmedikçe de “kapitalizm” ideolojisi ve düzeni aşılamaz... Her şeye rağmen yine de, ne mutlu ki bize, “1826” Kültürel Soykırım'ından -maddî tahrîbâta uğrasalar bile- zihin açıklığıyla kurtulan, ve de İnsanlığa, derin bir tarihî perspektiften, total (bütüncül) bakarak düşünmeye devam eden insanlarımız da vardı. Ve de bunlar, geleneksel ahlâkî bir öğreti şeklinde, hiçbir maddî çıkar endişesi taşımadan, yani kendilerini bir “mal” şeklinde varsaymadan -dolayısile de, insan sûretindeki diğer mallarla parasal veya reflekssif etkileşime girmeden- objektif olarak düşünebilme, ve bunu müteakip kuşaklara iletebilme özelliklerini muhâfaza etmişlerdi. Ki işte biz de, onlardan öğrendiğimiz böyle bir “kabataslak” metodolojiyi inceleyerek ve geliştirerek yolumuzu bulmuş, ve/veya teorimizi inşâ etmiştik... Ancak ne var ki, tarihle ve sosyolojiyle ilgili bir teorinin, maddî (kitlesel) bir zemîninin de bulunması iktizâ eder; “skolastisizm”e boğulmaması için... Hem zâten, “mâkûs tâlih”imiz veya kaderimiz hâline gelmiş/getirilmiş olan “az gelişmiş(!)”likten kurtulabilmemiz de, Osmanlı enkâzının veya “ölü toprağı”nın altından, -tarihi değiştirecek kitlesel bir bilinçlenmeyle- ayağa kalkmamızla mümkün olabilir ancak... Yoksa, böyle bir dirilişin, bir muhâlif doktrinin belletilmesiyle -hatta Kurtuluş Savaşı'yla bile- başarılabilecek bir iş olmadığı anlaşılmıştır artık... Çünki 1826'yı müteakiben tesis edilmiş olan -Emperyalist destekli, İslâmik payandalı- Osmanlı istibdâtı, adam gibi adamların soyundan gelen insanları, şecerelerini yok saydıracak ve hatta kökenlerini dahî merak ettirmeyecek kadar “beyin yıkama” operasyonlarına tâbî tutmuş, ve bu cümleden olarak, ihyâ ettiği bendegânının çocukları vâsıtasıyla millete, -afyon yutturur gibi- kendini yücelten bir “düzmece tarih” bile yutturmuştur... Halbuki, “adam” olarak sözünü ettiğimiz on binlerce -maktûl- Yeniçeri'nin torunları, Türk medeniyetinin (şehir kültürünün) gerçek vârisleri ve taşıyıcılarıdır; ve onun için de ne kadar övünseler yeridir aslında... Kaldı ki, büyük bir tarihî görev de onları beklemektedir. Çünki bu gün -Atatürk'ü bile hiçe sayarak- pervâsızca tırmanan “karşı devrim”, Osmanlı kölelerinin, bilmem kaçıncı kuşaktan torunlarının kalkışmasından başka bir şey değildir. Ve, son Osmanlı'nın en büyük destekçisi olan koyu sünnî, mutaassıp (Şâfî) Kürt'ler de, bunların stratejik veya doğal müttefikleridir... Kırsal kesimde, ufak boylar hâlinde yaşayarak efsânelerle yetiştirilmiş “saf” Türklerin -hamâset edebiyâtı meraklısı- torunları bunlarla baş edemez; çünki din, îman, gazâ, mazâ gibi lâflara “tav” olur giderler; ve gitmektedirler... Onun için, artık şu noktayı iyi anlamalıyız ki, Atatürk'ün yaptığı (yapabildiği), aslında “ Global konjonktür gereği olarak uygulanabilmiş iyileştirmeler ve/veya reformlar”dan başka bir şey değildir. Çünki, bunun bir “devrim” olması için, 1826'daki “cihanşümûl karşı devrim”in yaptığı tahribât ve tahrifâtların, fiilen ve fikren telâfî edilmesi veya aşılması gerekirdi. Ancak ne var ki, bir zamanlar, “Nizâm-ı Âlem” projeleri üretmiş olan iç dinamiklerimizle, Osmanlı Hânedânı'na son vermenin (ve hatta cumhuriyet'e geçmenin) eşiğine kadar gelmişken, hain Osmanlı'nın -intikam hisleriyle- koordine ettiği “Batıcı+Gerici” ittifâkının tuzağına düşüp, “kültürel soykırım”a tâbî tutulmuş, ve hâfıza kaybına uğratılmıştık. Dolayısile, yolumuzu bulabilmemiz için, gerçek tarihimizi -ve Dünya görüşümüzü- yeniden düşünüp hatırlamamız lâzımdı... Yâni Atatürk, böyle bir geçmişi geleneksel bilgiler, duygusal algılarla “flû” bir şekilde hatırlamış, ve de Dünya'nın o zamanki konjonktürünün el verdiği ölçüde, ne yapmak gerekiyorsa onu yapmıştır. Kaldı ki Yeniçeri kıyâfetiyle resim çektirecek, ve “Dîvan Yolu”nun ismini, 1934'de özel olarak çıkarttığı kânunla Yeniçeriler Caddesi olarak tashih edecek kadar sempati izhâr etmiş olduğu “1826 öncesi tarih”imizi, kendisine anlatabilecek olan Istanbullu'ların, -sinsi Saltanatçı'lar, Hilâfetçi'ler, ve de cazgır Türkçüler tarafından- yanına yaklaştırılmadığı da bir gerçektir... Ama biz şimdi, Dünya'nın gelmiş olduğu bilimsel bilgi ve bilinç seviyesiyle, atalarımızın “Nizâm-ı Âlem” projesi arasında ilişki kurmuş olmakla, çok daha fazla şeyler yapabilir, ve de “Son ve Yoz Osmanlı”yı, bir daha hortlayamayacak şekilde mıhlayarak, mezarına gömebiliriz... Bunu yapmak şarttır; çünki bir kötülük, ortaya çıkarılıp mahkûm edilmeden, iyiliklerin, güzelliklerin ve doğrulukların yolu açılamaz. Son Osmanlı'nın, on binlerce “seyfî” ve “şurbî” evlâdını -gâfil avlayarak- katletmekle yaptığı şey, “devrim” veya “yenileşme” adlarıyla anılabilecek iyi bir iş olsaydı, bunun sonucu, “ülkenin parça parça dağılarak batması” şeklinde gerçekleşmez, ve gericilik -Atatürk'e rağmen- hâlâ bir “tehdit” olmaya devam edemezdi herhalde... O halde anlaşılmalıdır ki ortada en azından bir “şeamet” veya “melânet” vardır; ve de ancak bu kötülüklerin anlaşılmasıyla tarih düzeltilebilir, ve millet kendine getirilebilir... Meselâ Fransızlar, krallarını giyotine göndermekle övünürler de, biz -sefahat ve ihmalkârlıktan suçlu bulup- yasal olarak astığımız III.Selim'in idâmından niye utanır gibi söz ederiz acaba?... “1826” olayını bile sineye çektirecek kadar tırmandırılan bu mahcûbiyet veya suçluluk hissini acabâ bize kim kazandırdı veya yükledi?... Ve de emsalsiz bir “kitlesel veya sosyal psikopataloji” örneği olarak bilim literatürüne girmesi gereken, “on binlerce Yeniçeri'nin torunlarının, dedelerini anmamaları, hatta akıllarına dahî getirmekten korkmaları” sendromunu nasıl îzah etmeli, ve hastalığı nasıl geçirmeliyiz acaba?... Bu “nutku tutulmuş yüz binlerce kaliteli insan” sendromu, öyle bir marazî toplum yapısı ortaya çıkarmıştır ki, şehirli, görgülü ve becerikli insanların (Yeniçeri'lerin ve Ahî'lerin) olumlu genlerini taşıyan, dolayısile kendileri de kaliteli olan insanlar piç gibi ortada (köksüz, övünçsüz) kalırlarken, ne kadar gerçek piç varsa onlar da, pâdişahlarla -dedeleriymiş gibi- övünüp, dindarlık kisvesiyle örgütlenerek, memleketi Batı emperyalizmine peşkeş çeken “elit(!)”ler hâline gelmişlerdir. Çünki kendine biraz güven (ve saygı) duyan -olumlu genlere sâhip- hiç kimse, Allah adında güçlü kudretli bir “Zât-ı Muhterem” kurgulayıp, O'nun propagandasını -veya cazgırlığını- yapmayı, ve buradan rant sağlamayı düşünememekte; ve de “mazlum”luk kisvesi altında, “din bezirgânlığı” ile zenginleşmeyi kendine yedirememektedir... İşin en akılalmaz boyutu da, bize “mâkûs tâlih” veya “tarihî kader” olarak kabul ettirilmeye çalışılan -“geri kalmışlık”la ilgili- bu durumun aslında, cihanşümûl Türk Medeniyeti'ni ve zihniyetini yok etmek amacıyla, Dünya çapında bir “zımnî mutâbakat”la hazırlanan bir “tertip” sonucunda ortaya çıkmış olması ihtimâlidir. Çünki, içimizdeki “gerici” makûlesini, Batılı sermâyedarlar, son -satılmış- Osmanlı pâdişahları aracılığıyla ele geçirmiş, ve onları gütmesini öğrenmiş, ve hatta sözkonusu “gericiler”le, sağlam “Türk” unsurlarını elimine etme usûllerini keşfetmiş olsalar da, Batılı tarihçi ve bilimcilerin, “soykırım” boyutlarındaki emsalsiz bir katliamdan (1826 olayından) hiç söz etmemeleri çok mânîdardır... Yâni Batılı'ların “bilim ahlâkı” bile, Türk medeniyeti ve zihniyetinin ürkütücü insânîliği ve -her an patlayabilecek- potansiyel gücü karşısında sukût (ve sükût) etmiş gibi görünmektedir... O halde demek ki, hem içerideki -son Osmanlı'yı referans alan- “dinci” gericilik, hem de kapitalist uşağı bilimciler iş birliği içine girerek, Önasya'daki Türk varlığına, daha doğrusu Türk hayâtiyetine (yaratıcı iç dinamiklerine) kastetmişlerdir... Ve Türkiye'deki Türk'lerin kökünü kazımayı amaçlayan böyle bir “menfî seleksiyon”a âlet olma durumuna indirgenmekle de, “Din”in tarihî misyonunu tamamladığı, açıkça ortaya çıkmıştır. Onun için “adam” olan (veya olacak olan) herkes artık, üzerindeki “ölü toprağı”nı silkeleyerek kendine gelmeli (büyüden kurtulmalı), ve de “yeniçeri” atalarını ve/veya gerçek tarihimizi aramalı, sormalı ve ortaya çıkarmalıdır. Ve böylece de, Batılı Emperyalist'lerin çok korktukları “insânî diriliş”e katkı yapmalıdır...

 

“Durdurun Dünya'yı İnecek Var!” Diyerek Başlamıştı Buhran...

Önceleri “durdurun Dünya'yı inecek var” diye feryât edecek kadar, rutin (veya peryodik) hayattan, veya “bant köleliği”nden bunalan, ama bu hislerini -nesnelleştirerek- şuurlandıramayan insanlar, veya onların sözcüleri çıkmıştı ortaya... Şimdi de, “Dünya'yı kirletmeyi ve ekolojik dengeleri bozmayı durdurun” diye daha bilinçli olarak feryât eden aydınlar var... Ama bundan sonra artık, “fâreler gibi üreyip Dünya'yı kalabalıklaştırmaktan vazgeçin de, insan kalitesini yükseltip uzaya açılmayı düşünelim” diyen bilimciler ve bilimsel düşünenler çıkacak; çıkmalıdır... İnsan aklının varlık sebebi olan ve de panteist gelenekler ve korkularla fiilen uyulan yasakları (Tabu'ları), hiçe sayarak, üreme iç güdüsüne, “çoğalmak Tanrı emridir!” fetvâsıyla meşrûiyyet kazandıran, dolayısile de bugünkü “nüfus artışı”, “seks azgınlığı” ve de “obezite” problemlerinin oluşumuna yol açan başlıca âmil, din kitapları ve öğretileridir. Diğer yandan, bu seks furyası ile nüfus artışından en çok yararlananlar da kapitalistlerdir tabii ki... O halde demek ki, bu her iki ideoloji ve zihniyet de artık miadını doldurmuş, ve -biribiriyle suç ortaklığı yaparak- insanlığa zarar vermeye başlamışlardır. Çünki insan, bir “şuur” olarak aslında, evrensel bir yaratıktır; dolayısile de kendisinin varlık ve etkinlik sahası, -bir “fauna” ve hatta Dünya ile kısıtlı değil- tüm Evren'dir. Onun içindir ki bütün mesele, insanlığın uzaya açılma (kanatlanma) hazırlıklarını tamamlamadan, Dünya'da (kozası içinde) boğulması tehlikesinden kaynaklanmaktadır... Dinlerin “Çoğalınız!” emirleri ve “Kıyâmet (yok olma)” senaryoları (ve/veya kehânetleri) ile geldiğimiz bugünkü aşamada, onların nasıl bir edilgen (teslîmiyetçi) mantığa dayandığı açıkça ortaya çıkmıştır. Halbuki edilgenlik, “şuur” kavramıyla çelişir; dolayısile insan bilinçli bir varlıksa, mutlaka kaderini bilmeye ve belirlemeye çalışacaktır, ve çalışmalıdır. Ama tabii ki, burada “bilinç” kavramı da, tüm insanlığa şâmil ve mâtuf olarak düşünülmelidir... Ancak ne var ki, dinlerin bu teslîmiyetçi mantığını kullanan kapitalistler, uydurdukları “ekonomi” teorileri(!) mûcibince, “ekonomik büyüme” dönemlerinde “tüketici” ve “işçi” üretimine (yâni doğumlara) çanak tutmakta, “ekonomik daralma” peryodunda da, bu insancıkların -bireysel ve kitlesel bazda- biribirlerini yemeleri için, “kıyâmet provası” anlamında politik senaryolar yazmakta ve sahnelemektedirler. Kapitalistlerin bu vahşî oyunu, tekrar tekrar sahnelenmesine rağmen, henüz daha ciddî bir îtirazla karşılaşmamıştır; çünki cinsel iç güdü, öyle “gözü kara” veya akıl dışı bir güç ve hazz potansiyelidir ki, -dinlerin yaptığı gibi, mistik bir telkinle de olsa- en ufak bir meşrûiyet fırsatı yakaladı mı, insana ölümü, ve hatta topyekün mahvı bile göze aldırır... Komünistlerin yaptıkları muhâlefet ise çok eksik ve yanlış olmuştur. Çünki seks'i serbest bırakmakla, hem “tabu”ları yok sayarak insanlaşma zonuna karşı gelmişler, hem de onu -sâdece gizli yapılmakla elde edilen- mistik çeşnisinden (büyüsünden) mahrum bırakmışlardır. Ve en vahim hatâ olarak da seks'in fetişizmden, yâni ayrılmaz gereçleri olan, fetişlerden ayrılabileceğini zannetmişler ve onun için de “cinsel fetişizm”i, endüstride ve pazarlamada -etkin bir şekilde- kullanmayı ihmal etmişlerdir... Diğer taraftan ne yazık ki, bütün bu “katastrofik kadere teslîmiyet” zihniyetine, binlerce yıllık “iş bölümü” düzeni yüzünden dallanmış olan bilim(ler) de katkıda bulunmuştur, ve bulunmaktadır. Bu cümleden olarak da koskoca âlimler bile, - “pure bilim” diye anılan fizik'deki, Termodinamiğin II. Prensibi (Kânunu) uyarınca - Kâinât'ın mutlak ölümünü, kaçınılmaz, bilimsel(!) bir kader olarak görmüşlerdir; ve görmektedirler... Kaldı ki Biyoloji bilimi de, Dünya'nın ekolojik sisteminin çöküşü hâlinde, canlı besin maddelerinden mahrum kalacak olan insanlığın yok olacağını müjdelemektedir(!)... Peki ama, bütün bu -rasyonal- düşünce yolları, hep “boş”luğa veya “yok olma”ya çıkarken, bu günkü düzenin sorumluları olan kapitalistler, nasıl olur da kendilerine güven duymaya ve de yaptıkları işlerin doğruluğuna, iyiliğine inanmaya devam edebilirler?... İşte, “kapitalist” denilen psikopat'a bu güven duygusunu din(ler) vermektedir; metafizik bir “öbür dünya” ve/veya “cennet” kurgusuyla... Şöyle ki: Allah'ın en kurnaz (seçkin) yaratığı olarak Kapitalist, “para” denilen, ve her türlü ihtiyaç maddesine veya “mal”a dönüşebilen illüzyon gerecinin monopolünü -bir şekilde- tesis edecek, ve bu sâyede iç güdüsel hazz'larla dolu -hayvanlar gibi- bir hayat yaşayacak, ve bu arada çalıştırdığı işçilerin “geçim” ihtiyaçları için ödediği ücretler ve yaptığı münferit yardımlarla da, Allah'ın gözüne girerek “cennet” adındaki metafizik -ve mu'tenâ- bir âlemde kendine yer ayırtacak... Ama bu arada, yaşadığı biyolojik âlemi de -kâr hırsıyla- mahvedecekmiş; hiç umûrunda olmayacak... İnsâniyet zararlısı olan böyle psikopatlara, hayat hakkı ve meşrûiyyet sağlayan din(ler)in artık, şeytânî bir doktrin hâline geldiği -veya Şeytan'ın eline geçtiği- apaçıktır...

 

Tevhîd-i Ulûm ile “Tanrısal Yol”a Girmek...

Bugün, herşeyden önce ele alınması gereken en önemli mesele, bilimlerin -tarihin başlangıcında olduğu gibi- yeniden birleştirilmesi, yâni “tevhîd-i ulûm”un sağlanması meselesidir. Bu yapıldığı taktirde, hiç kimseye, kaçabileceği, teselli arayacağı veya kendini aldatabileceği, bir metafizik düşünce alanı bırakılmamış olacak, ve dolayısile, “insan”dan kategorik farklı bir hâmî “Allahbaba” mevhûmuna da yer kalmayacaktır. Ki böylece de herkes, sâdece “insâniyet” kapasitesi ve/veya kalitesi nisbetinde -veya ölçüsünde- yetki ve sorumluluk sâhibi olacak, dolayısile de insanlık, tüm Kâinât'ın kendi sorumluluk ve etkinlik sahası olduğunun bilincine varacaktır... Bilindiği gibi bilimlerin, genellikle aynı adla anılan bir de -teknolojik- tatbîkat alanı vardır; Fizik Bilimi, Fizikî Âlem gibi... Sâdece Matematik'in alanı somut değil soyuttur; ki buna “bilinç alanı” demek, ve matematiksel düşünce faaliyetini de “bilinç yükseltme” etkinliği olarak anlamak lâzımdır... İlk aşamada bütün bilimleri -ve tatbîkat alanlarını- üç ana başlık altında toplamak mümkündür:

 

1. FİZİK BİLİMİ, kütlesi olan maddî varlıklar âleminin bilimidir; ve maddî varlıklarla ilgili bütün bilimsel disiplinler bu ad altında toplanabilir...

2. BİYOLOJİ BİLİMİ, canlı varlıklar âleminin bilimidir; ve canlı varlıklarla ilgili bütün bilimsel disiplinler de bu ad altında toplanabilir...

3. ANTROPOLOJİ BİLİMİ, akıllı canlı varlıklar (insanlar) âleminin bilimidir; ki insanla, insâniyetle ilgili bütün bilimsel disiplinler de bu isim altında birleştirilebilir...


Ama bu bilim dallarını “tevhîd” edebilmek için de, aralarında ya bir illiyet (nedensellik) bağlantısının, ya da diyalektik bir bütünlüğün sözkonusu olduğunu göstermek lâzımdır... Bu noktada, canlı varlıkların, cansız maddenin -bâzı nedenler tahtında- evrimleşmesi şeklinde meydana geldiklerini iddia etmek ne kadar zorsa, insanın hayvandan -amaçlı davranışlarda bulunarak- evrimleşme yoluyla oluştuğunu söylemek de, en az o kadar zordur; veya çocukça, bir “analojik fantazi”den ibârettir... Ama buna mukâbil, bunların, birbiri içinden inkâr (negasyon : anti-tez) yoluyla neşet ettiğini göstermek de, o kadar kolaydır... Çünki bir defa, Fizikî Âlem'in karakteristik özellikleri, veya Fizik Bilimi'nin -aksiyom mesâbesindeki- temel kânunları olan “Eylemsizlik Prensibi” ile “Entropi Artışı Prensibi”, Biyolojik Âlem'de (Canlılar Âlemi'nde) inkâr edilmiş ve geçersiz kılınmıştır. Yâni Fizik (Dinamik) Kânunu, “Duran bir cisim, dışarıdan bir impulsif etkiye veya momentum(mv) dokunuşuna mâruz kalmadıkça hareket edemez.” dediği halde, canlı cisimler kendi kendilerine hareket edebilmektedirler... Ayrıca Fizik (Termodinamik) Kânunu da, “Enerji (veya kütle), herhangi bir basınç etkisi olmaksızın yoğunlaşamaz; genellikle dağılıma uğrar.” dediği halde, bir ceviz ağacı, sâdece su ve Güneş ışığı kullanmak sûretiyle, taş gibi yoğun kabuğa sâhip meyveler verebilmektedir... Buradan gâyet açık olarak anlaşılabilmektedir ki, koskocaman(!) ve de uçsuz bucaksız gördüğümüz Fizikî Kozmos (Kâinat), Dünya gibi ufacık bir plânetin yüzeyinde, -husûle gelen kaotik bir oluşumla- inkâr edilmiş, ve temel kânunları (veya anayasası) hiçe sayılmıştır... Zâten her “negasyon” olayı “kaos”la başlar; ve de bir kaos'un boyutlarını sorgulamak veya kıyaslamak abesle iştigâldir. Çünki kaos, hiçbir disiplinin ve ölçünün sözkonusu olmadığı bir kozmos (âlem) çekirdeği veya odağıdır; ve de en sahih Tanrı tecellîsi sayılabilir aslında... Nitekim Fizikî Kozmos'u doğurmuş olan “Big-Bang” veya “Büyük Patlama” isimli kaosun da, ufacık bir noktadan neşet etmiş olabileceği, pek çok ölçüm ve hesaplamalarla teyit edilebilmekte, ama “kaos”a yakıştırılan “patlama” terimi de, en fazla bir analojik çıkarım anlamına gelmektedir... Ancak, Dünya kabuğundaki “canlanma” patlamasının, tüm Kâinât'a teşmil olunan sonuçlarının görülebilmesi için de, “zaman” henüz erkendir... Diğer yandan, “Entropi Artışı Prensibi” aynı zamanda, Fizikî Kozmos'un ölüm fermânı gibi bir anlama da gelmektedir. Çünki enerji (veya kütle) öbekleri, dağıla dağıla -giderek- Kâinât homojen bir ortam hâline gelecek, ve hiçbir farklılık kalmayınca da, “mutlak yokluk” gibi bir sonuca ulaşılacaktır... Ama işte Canlılar Âlemi de, “entropi”nin azalması veya azaltılabilmesi sırrını taşımakla, sözkonusu “ölüm fermânı”nın yırtılması anlamına gelmektedir. Ve dolayısile de, metafiziğe (ve fizik'ten kategorik farklı bir tanrı kavramına) yer bırakmamaktadır. Çünki, şâyet “Kâinât'ın ölümü”, kaçınılmaz bir nihâi son olarak görünmeye ve/veya görülmeye devam etseydi, -ki papazlar, Termodinamiğin II. Kânunu'nun keşfinde çok sevinmişlerdi- o zaman, Fizikî Âlem dışı bir “tanrısal mekân”, yâni metafizik bir alan “farz” hâle gelecek veya getirilecekti... Ama buna rağmen yobazlar (veya din tâcirleri) gene de, Fizikî Makro-Kozmos'un, sınırsız ve açık bir mekân olduğu, kaldı ki içinde de pek büyük boş alanlar bulunduğu sanısına (göz yanılsamasına) dayanarak Tanrı'ya, fizik ötesi mekânlar yakıştırmaya devam etmektedirler. Halbuki Kâinat'ta, en ufak bir boşluk yoktur; bize boş gibi görünen her noktasında -bile- sayısız “foton” titreşimleri vardır. Yâni Uzay'da sâdece, bölgeler arasındaki enerji yoğunluk farkları sözkonusudur. Yoksa, her noktası (zerresi) her zerresiyle irtibatlı olan yekpâre bir bütündür Uzay... Kaldı ki, Kâinat ötesi veya dışı diye bir kavram da düşünülemez; çünki bir defa, fizîk bilimine göre “madde”nin ve dolayısile “zaman”ın olmadığı yerde “mekân” da sözkonusu olamaz, sonra da, geometrik kavrayışa göre Astro-Fizik Âlem, sınırsız ama “kapalı”, yâni “bütün” bir alandır; küre yüzeyi gibi... Ama, üç boyutlu mekân içindeki iki boyutlu küre yüzeyi yerine, -”zaman” boyutu ile birlikte- dört boyutlu olan bir uzay içindeki, üç boyutlu bir alan olarak... Astro-Fizik'çiler Uzay'ı, -bir boyut farkı ile- şişirilmekte olan bir balon yüzeyine benzetmişlerdir haklı olarak... Yâni balonun yarı çapı, sonsuza kadar uzasa da, balon yüzeyi daima (yâni boyutlardan sarfınazar) yekpâre bir kapalı alan olarak kalmaktadır... Ayrıca, bu Uzay âlemindeki gök cisimleri de, gizemli bir şekilde meydana gelmiş veya -hâriçteki bir Tanrı tarafından- getirilmiş değillerdir. Çünki her “patlama” genleşmesi, sınırına dayandığında - “etki, tepki doğurur” kânunu mûcibince- bir büzüşme, dolayısile de geçici bir yoğunlaşma durumu husûle gelir; ki bundan dolayı da bâzı “anafor”lar ortaya çıkar. İşte Kâinat'ın, helezonik galaksileri ihtiva eden bu günkü görüntüsü de, Büyük Patlama'dan hemen sonra çekilmiş bir “enstantane” fotoğraftan başka bir şey değildir aslında... Ve de – aynı kozmik fotoğrafçının saatine göre- kısa bir süre sonra, “galaksi” dediğimiz bütün o “toz-duman anaforları” da, “Entropi Artışı Prensibi” uyarınca dağılıp yok olacaklardır; şâyet içinden, bütün bu gidişâtı tersine çevirecek bir zuhûrât çıkmazsa... Ama görünen o ki, Fizikî Âlem'in ölüme gidişini bildiren Fizik Tezi'ne karşı, bunu inkâr eden bir “Biyolojik Anti-Tez” ortaya çıkmıştır. Ve ben ( Âdem) de, bunu anlamakla, “Sentez” konumunda bulunduğumu, dolayısile de Fizikî Âlem'i yeniden ihyâ etmekle yükümlü olduğumu idrâk etmişimdir... Gerçekten de “akıl”, canlılığın inkârıyla edinilmiş bir kalitedir aslında... Çünki Fizikî Âlem'in inkârıyla zuhûr eden Biyolojik Âlem'in karakteristik özellikleri, veya Biyoloji Bilimi'nin temel kânunları, “üreme” ve “beslenme” prensipleridir. Yâni üreyen ve beslenen varlıklara ancak, “canlı” denilebilmektedir. Ama insan, canlılar âleminin içinden çıkmakla birlikte, kaotik bir “anomali” tezâhürü olarak, ritmik davranışlar (âyinler veya danslar) göstermeye başlamış, ve bu yüzden de, fiilî bir zorunluluk olarak, canlılığın “üreme” ve “beslenme” prensiplerini -tabu adı altında- askıya almıştır. Ki böylece de, sayma (ritm) ve sıralama melekeleri kazanarak, düzgün akıp giden bir “zaman” ile, süreklilik arzeden bir “mekân” idrâkına (kavramına) ulaşıp, “sabır” ve “akıl” sâhibi olmuştur... Aklın aslî unsurlarından olan, “seçme-sıralama” operasyonları anlamındaki “düşünce” faaliyeti ile, dikkat sürekliliği ve yoğunluğu anlamındaki “irâde”nin, -içgüdüsel- reflekssif davranışlarla çeliştiği açıktır. O halde insanın, -aklını, devamlı çalıştırarak bilincini yükseltecek ve Uzay'a açılacaksa- son tahlilde hayvanlıktan kurtulması, dolayısile de ölüme ve üremeye gerek duymayacak şekilde, -aklının muhafazası olan- bedenini güçlü (dayanıklı) kılması îcap etmektedir. Ve en sonunda da, bilincini ve aklını, kendi kendini yenileme yeteneğine ve/veya düzeneğine sâhip olan dayanıklı bir bedene intikal ettirmesi gerekmektedir. Ve böylece de, “Kâinât'ın Efendisi” olma yolunda tekliğe (“tek ve som bilinç”liğe), yâni Tanrı'lığa doğru yükselmesi îcap etmektedir. Çünki zâten, Fizikî Âlem'in “ışın”sal ve manyetik, Biyolojik Âlem'in de ekolojik bütünlüğü gibi, insanlık da, “sayma-sıralama melekelerinin rezonansı” ve/veya “bilimsel düşünce disiplini” bazında bir bütündür. Ve zâten şimdiden, “meleke” ve “düşünce” faaliyetlerini, “sayma-sıralama” operasyonları ve programlamalar olarak, “bilgisayar” denilen cansız yaratıklara geçirmeye başlamıştır bile... İnsanlar arasındaki farklılıklar, sâdece hayvânî (veya reflekssif) bazdaki çeşitliliklerden ibârettir ki, “tabu”lara rağmen çoğalabilmelerine yaramıştır; eski çağlarda... Ama artık anlıyoruz ki, Büyük Patlama ile başlayan “Evrensel Diyalektik” siklusu, kalite farkıyla “insan”da, veya “insâniyet bilinci”nde, veya “insan aklının başlattığı bilinçlenmenin sonu”nda kapanmakta, ve Evrensel Devinim'in aslî fâilinin (Tanrı'nın) tezâhürü (İnsanlık), yine, aslına (Tanrı'ya) -tek bir şuur(İnsan) olarak- rücû etmektedir... Fizikî Âlem'in milyarlarca yıl (13-14 milyar gibi..) olarak ölçülen ömrüne göre, insanlığın (ve/veya aklın) birkaç milyon yıllık ömrü, bir “an” mesâbesindedir. Kaldı ki, canlılığın sırlarını çözüp, kimyevî (veya patlamasız fizîkî) reaksiyonlarla kendi kendine hareket eden araçlar geliştirerek, sentetik bitki yapabileceğimiz (veya basınç tatbik etmeden enerji yoğunlaştırabileceğimiz) önümüzdeki üç-beş yüz yıl ise, “kozmik fotoğrafçı”nın bile kaydedemiyeceği kadar süratli geçen bir “enstantane” tablosu arzedecektir... Onun için artık insanlık, kendine gelmeli ve, içinde bulunduğu diyalektik sürecin bilincine vararak, evrensel devinime olumlu yönde katkıda bulunmalıdır... Bunun için de, herşeyden önce, sınırına gelinmiş bulunulan “nüfus patlaması”nın önü alınmalıdır. Aksi halde, doğal veya yapay, büyük bir kırım (Kıyâmet) kaçınılmazdır... Hz.Musa'nın emri olan “çoğalın ve Dünya'ya yayılın!” hükmü (veya âyeti), geçerliliğini yitirmiştir artık... Kapitalizm'in, pazar talebine ve kantitatif (stokçu) üretime dayalı “ekonomik büyüme” nazariyesinin de, şeytânî bir provokasyon olduğu anlaşılmıştır artık... Çünki bugün, bütün rutin işler için, insan yerine robot ve elektronik beyin ikâme etme olanağı vardır. Sırf kâr hırsına binâen, insanları, birer tüketici gibi görerek üremelerine ve hayvanca tüketmelerine göz yummak, onların -kıyasıya rekâbetlere girerek- biribirlerini yemelerine yol açmak demektir. Kaldı ki kapitalistlerin “büyüme” teorilerinin ne kadar antagonist olduğu da, yaşanan krizlerden anlaşılmakta ve “kapital kontrol” monopolünün yine devletlere geçtiği açıkça görülmektedir. Demek ki artık devletler, “kapital monopolünü”, sâdece adam (yaratıcı ve inisiyatör) olanlarla paylaşmalı, ve “fâil-i muhtar” olmadıkları anlaşılmış bulunan klâsik (yıkıcı rekâbetçi ve spekülâtör) girişimcilere -tekrar- prim vermemelidir; ama tabii ki, başında “adam” bulunan devlet kaldıysa... Veya, doğru dürüst bir “adam seçilimi” sistematiği kurulabilirse... Onun için demek ki, herşeyden önce, rekâbetsiz bir ortamda -meleke gücüne göre- insânî seçilimin (seleksiyonun) sağlanacağı Panteist Zon kulüpleri kurulmalı, sonra da bu kulüplerde “insânî kalitenin ölçülmesi” konusu üzerinde yoğunlaşmak sûretiyle, giderek, kalitesiz bebek doğumlarına izin vermemek şeklinde bir “nüfus kontrol” sistemi tesis edilmelidir... Kendini bilen hiç kimse, veya hiçbir “birey”, kendinden, “aklî ve bedenî melekeleri muhtell” olan sakat bir insanın türemesini istemez; ve ayrıca, “seks hazzı” iptilâsına dinsel meşrûiyyet (ve/veya cevaz) kılıfı uyduran, şehvet budalası “kendini bilmez”lerin -alabildiğine- üremesini de, kabul edemez herhalde... Bir zamanlardaki “Frengi” salgınında, evlenmeler nasıl rapora ve izne bağlandıysa, bu günkü -daha vahim olan- “sakat” ve “geri” insan üretimi patlamasında da, doğumların izne bağlanması gâyet tabii ve -hatta- elzemdir. Çünki doğan her bebek, tüm insanlığın mütemmim cüzüdür; ve dolayısile “melekeleri muhtell” olan (veya olacak olan) her bebek, sağlıklı insanların “ritm” frekansını ve düşünce disiplinini bozmakla görevli bir “parazit istasyonu”nun inşâsı gibi -Şeytânî- bir olaydır; ve onun için de bütün toplumun sorumluluğu dâhilindedir...

 

 

 

Şüphesiz ki “Big-Bang” veya “Büyük Patlama”, zamanlar üstü bir “kaos” durumudur; ve dolayısile de, görünen Fizikî Kozmos'un derinliklerinde (Mikrokozmos'da), “kuant”ların oluş ve kayboluş belirtileri ve belirsizlikleri (ihtimâliyetleri) olarak, disiplinsiz ve “illiyet”siz bir şekilde devam edip gitmektedir... Aynı şekilde, Dünya kabuğundaki canlılığın oluşumu da, kaotik bir olaydır. Çünki bir defa, -bir “piyango çekilişi” ritminde- Evren'in ömrünün yetmeyeceği kadar ufak ve uzak olan bir ihtimâlin, bütün zaman ölçülerini aşan bir şekilde gerçekleşmesiyle ortaya çıkan iri protein moleküllerinden meydana gelmiştir. Ama hâlâ da, -anlaşılmaz bir şekilde- her canlının yapı programını (DNA'sını) etkileyebilen muhtelif virüsler şeklindeki, oluşup oluşup kaybolan canlılar veya canlanmalar anlamında devam etmektedir... Ve son olarak, “İnsâniyet”in oluşumunun da bir kaostan neşet ettiği anlaşılmaktadır. Çünki aklı meydana getiren, ve de -şartlı refleks geliştiremedikleri için hayvanların uzak durduğu- alevli nesneleri tutmayı (ve ateşi kullanmayı) mümkün kılan, sayma (ritm) melekelerini insanlar, bugün de muhtelif yerlerde, zamanlarda ve şekillerde (ibâdet, dans, müzik vs. adlarıyla) çalıştırmakta ve titreşip durmaktadırlar. Halbuki “ritm” dediğimiz “kaotik anomali” ortaya çıkmasaydı, yanan cisimlere karşı “deneme- yanılma” metoduyla şartlı refleks geliştirerek ateşi kullanmayı öğrenmek için, sonsuz sayıda deney yapmaları gerekecek, ve dolayısile de ateşi kullanma liyâkatına hiçbir zaman ulaşamayacaklardı; hayvanlar gibi... Bu tablodan açıkça anlaşılmaktadır ki, Evren veya “vahdet-i mevcûdât”, bir bütünlük içinde evrilmekte, ve bu devinimin başını da “İnsan” veya “İnsâniyet Bilinci” çekmektedir. Bu devinimin içinde, bir başka “bilinç” ucu veya başı aramak, bilimsel olarak “abesle iştigâl”, dinsel olarak da “müşrik”liktir aslında... Çünki bir defa, “kaos” denilen kararsızlık durumu, emsalsiz ve -zamanlar, mekânlar üstü olması itibâriyle de- evrenseldir. Dolayısile, Fizikî Âlem'in inkârı demek olan Biyolojik Âlem de emsalsizdir (biriciktir). Fizikî Âlem'in, Dünya kabuğundaki “canlanma”dan başka bir kaos olayıyla inkârı gerçekleşse bile -ki “karadelik”ler buna benzemektedir- onun inkârından, “diyalektik siklus”un başıyla kavuşacak ikinci bir “bilinç” ucunun çıkması olanaksızdır... Onun için, Uzay'da başka şuurlu varlıklar arayan, ve/veya “Ufo” filân gördüklerini iddia eden kişiler aslında, “rekâbetçi kapitalist zihniyeti”nin halüsinasyonlarını görmektedirler... Demek ki bilimsel dalların tek bir bilim disiplini olarak birleştirilmesi, bilim adamı seçilimini de, bu disiplinin olmazsa olmaz bir şartı hâline getirecektir; aynen kadîm uygarlıkların kuruluşundaki “inisiye râhip” seçilimleri gibi... Dolayısile de, hem bilimin zümresel (kapitalist) çıkarlara âlet edilmesi, hem “fantastik ve metafizik kurgular” derecesinde çarpıtılarak bir illüzyon (büyü) aracı hâline getirilmesi, hem de -politikacıların oyuncağı olan- “bilim adamı” kisveli “mal”ların tedâvüle çıkması önlenecektir... Hem zâten, bilim adamları, -değeri, aldığı ücretle ölçülen- “mal” olmaktan kurtulamadıktan sonra, diğer insanlar “metâ”laşmaktan nasıl kurtulabilirler ki?!.. Son tahlilde anlaşılmaktadır ki, bilimin dallanmadan kurtarılması, aynı zamanda onun, “pazar”ın taleplerine göre geliştirilip yanlış yönlendirilen veya çarpıtılan bir “metâ” olmasını da önleyecek, ve dolayısile bilim, ilk kadîm uygarlıkların kuruluşunda olduğu gibi bir ulvîyyet kazanıp, “Tanrısal Yol” rehberliği gibi bir anlama gelecektir yeniden... Çok eski zamanlarda sözlü olarak ifâde edilip kayda alınmış -dinsel- metinlerin, amaca (ve/veya ihtiyâca) binâen yapılan yorumlarıyla ortaya çıkan bir külliyât, “mugâlâta yumağı” olmaktan öte bir anlam taşıyamaz. Çünki, hiçbir mecâzî anlam taşımayan matematik terimleri ve/veya notasyonlarıyla kurulan bir ilmî teorinin bile, bir “teşmil haddi” vardır. Ki o raddeden sonra, teorinin “extension”ının (temdîdinin) yapılması, ve onun için de, aksiyomatik -veya temel- varsayımlarının değiştirilmesi, daha doğrusu soyutlanması (genelleştirilmesi) gerekir. Aksi halde her yeni îzah ve/veya çözümler (çözüm hükümleri), muhtelif mertebelerdeki -kontradiksiyon, antagonizma ve paradoks gibi- çelişkilerle mâlûl olarak doğarlar... Ama, bir düşünce sistemindeki temel varsayımlar, -dinlerdeki gibi- alabildiğine gizli (mecâzî) anlamlar yüklenebilen “nass”lar ise, o zaman ortaya, -açık çelişkiler değil- içinden çıkılmaz muammalar saçılır. Ki din adamlarının bu günkü gizli misyonu da zâten, insanları aptala çevirip -kapitalistler nâmına- gütmekten ibârettir... Mevcûdâtın vahdetini ifâde eden bir “Tanrı”nın, âyetleri (kânunları) ve de kendini takdim şekli, binlerce yıl önce yaşamış ve, “tanrı-kral”ların ve/veya “zengin zümre”lerin mezâlimine karşı çıkmış olan garibim peygamberlerin, muhayyelelerindeki tecelliyâta, ve onların retoriklerine (sözsel ifâdelerine) mahkûm olamaz herhalde... Bunu böyle gösterenler, “din”i meslek edinerek “metâ: mal” hâline gelen, ve dolayısile peygamberleri de “icrâ-i sanat”larına sermâye (ana-mal) yapan insanlardır... Halbuki, görüldüğü gibi, Tanrı'nın en sahih âyetleri, bilimin kânunlarıdır aslında... Ve Tanrı da, en açık olarak, bilimsel “argüment”lerde tecelli etmektedir; çünki bilinç yükselten -ve Tanrı'ya yaklaştıran- tatbîkâtlara (mârifetlere veya teknolojiye) rehberlik anlamını da taşımaktadır bu “argüment”ler... Ve böylece de, bilim dilinden anlayan herkese hitap etmiş, veya ceht gösterip muayyen bir bilgi ve bilinç seviyesini tutturabilen herkese “vahiy” göndermiş olmaktadır Tanrı... Bu durum -ironik bir biçimde- İncil'deki bir “kehânet” âyetini de doğrulamaktadır... Bu âyette, “İsa Mesih”in âhır zamanda (dinsel devirlerin sonunda), hem Doğu'dan, hem de Batı'dan -herhalde bir çok kişi olarak- geleceği müjdelenmektedir... O halde biz Doğulu “İsa”lar, bu bilimsel âyetleri anlıyorsak, yakın bir gelecekte Batılı “İsa”lar da anlayacak demektir... Batılı'ların bir çok bilim dalında ileri olmalarına rağmen, bizim bu konuda -ve aşamada- başı çeker hâle gelmemiz, herhalde, bilimsel dallanmadan pek etkilenmeyen “tevhid”ci düşünce geleneğimizden kaynaklanmaktadır...

 

1826 Öncesi, Şehir Hayatının Sağduyu'lu Forum'undan...

Baba erenler, “yobaz”ın Tanrı'yı, bir “Zât-ı Muhterem” olarak kişileştirip, bir de “Dayı”sıymış gibi takdim ederek nisbet yapmasına fenâ içerlermiş... Onun için bir gün sormuş, “Hocaefendi şu sizin Allah nerede ikâmet eder; Kâbe'de mi?.. Mescid-ül Aksâ'da mı?.. Yoksa Arş-ı Âlâ'da mı?.. filân” diye... Hoca, “Hâşâ!. Onun mekânından sual olunmaz; O, zamandan ve mekândan münezzehtir” dedikten sonra, başlamış îzâhâta: “O, ne yerdedir ne gökte; ama hem yerdedir hem de gökte... Ne şurdadır ne burda; ama hem şurdadır hem de burda... filân” diye... Bunun üzerine erenler, yobazın sözünü keserek ağzının payını vermiş: “Yahu hocaefendi!.. Hani şuna, yok diyeceksin de, bir türlü dilin varmıyor.

 

Böyle “forum”ların yaşandığı Türk şehir kültürünün yılmaz bekçileri olan, “Fütüvvet” menşeyli Yeniçeriler, bundan tam 183 yıl önce, 15 Haziran 1826'da, içerdeki yobazlarla dışardaki emperyalist'lerin, Gâvur Padişah II.Mahmut'un riyâsetinde tesis ettikleri -zımnî- ittifak tarafından, sinsice hazırlanmış bir komployla ortadan kaldırılmışlardı... Kültürel Soykırım mesâbesindeki bu meş'um olayın, Türk Sivil Toplumu bünyesinde yapmış olduğu tahrîbâtı, Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün -insanüstü- çabaları bile telâfî edemedi... Arapların, İranlıların, Rusların ve de tüm Avrupalı mutaassıp milliyetçilerin, Türk Medeniyeti'ni yaşatıp korudukları için nefret ettiği, -ve onun için de, on binlerce'sinin öldürüldüğü “1826” olayından hiçbir tarihçinin söz etmediği- tarihin en hunhâr katiâmının kurbanları olan Yeniçeriler'i saygı ve minnetle anıyoruz...

 

Ali Ergin Güran: 15/06/09