Sonuncu ve Birinci Yeniçeriler
bekdasikodu.org

Tebliğler

İfşaat

Mektuplar

Saklı Tarih Arşivi

Yayınlar

Dava Belgeleri

Haber - Yorum

Cevaplar

Bekdaşi Kodu - bekdasikodu.org - Türk olmak adam olmak demektir.


Türk Olmak Adam Olmak Demektir.
back yaz
İnsânî Görev.odt

Hüseyin Barak Obama İle Dimitri  Anatolyeviç  Medvedev'e, İnsânî Sorumluluk ve Görevlerini Hatırlatması Gereken -Tarihî-  Antropolojik Çalışma...

1970'li yıllarda CIA ajanları bana, “uykuya yatmış Sovyet köstebeği” gözüyle bakarlardı; beni bir “suç ortaklığı”na sürükleyemedikleri veya bir “foya”mı bulamadıkları için... KGB ajanları da beni, -provokasyon yapmak için- fırsat kollayan bir Amerikan ajanı olarak görürlerdi; onların kukla kuruluşu TKP'ye bağlanmadığım veya KGB adına bir câsusluk faaliyetine katılmadığım için... Şimdi artık herkes anlıyor ki, meğerse ben 1826'da uykuya yatmış bir “Bekdâşi (Tarikat)” köstebeği imişim; ve de  insanlığın -Kapitalizm tarafından- içine düşürüldüğü çıkmazdan kurtarmak üzere, istihbârat örgütlerinin inemeyeceği (anlam veremeyeceği) derinliklerde, antropolojik sondajlar ve araştırmalar yapıyormuşum... Çünki  ırk, kültür ve muhtelif ideolojiler bazında bloklaşarak kutuplaşan (polarize olan)  bir Dünya'da, insanlığa -tüm zamanlar ve mekânlar çapında- “bütün”ü kapsayan bir perspektiften (yani evrensel açıdan) bakabilme imkânı verilmiyormuş, müesses kurumlar içinde çalışan hiç kimseye... Yâni herkesin (hatta bütün bilimcilerin), neyi ve hangi yönde düşüneceği husûsu, devletleri yöneten -yığınların içgüdüsel sâiklerle seçtiği- politikacılar (yani çobanlar) tarafından tâyin ediliyormuş böyle bir Dünya'da... Dolayısile de, pragmatik veya içgüdüsel (biyolojik-hayvânî) çıkarları koruyan mülâhazalarla (politikalarla) insanlar, “hayvanca” olmanın da üstündeki bir kuralsız vahşetle biribirlerini yer hâle geliyorlarmış. Çünki herşeyden önce, popülâsyonunu kontrol edemiyormuş insanlık... Sonra da, böyle bir  yatay kutuplaşmada, hiçbir ideoloji veya sosyo-ekonomik doktrin, bu açmazdan (antagonizmadan) kurtulmayı, yani son tahlilde bilimsel çalışmaları özerk kılmayı, sağlayamıyormuş. Zira “serbest pazar ekonomisi” denilen zihniyet,  ucu “hır çıkarmaya ve savaşmaya” açık bir  mantığa sâhip,  bağımsız bir “yaratık” olup çıkmış... Onun için de, bu yaratık daima kendisine rakip bir “hemcins” arıyor, ve icâbında -bir şekilde- yaratıyormuş;  Dr. Frankeştayn'ın yaptığı, ve sonra da kontrol edemediği yaratıktan da daha korkunç bir mahlûk olarak... Bu durum, insanlığın kendi geliştirdiği araçlarla kendini esir etmesi gibi bir “antagonist çelişki”yi ifâde ediyor; ki bu çelişki, “iyi-kötü” veya “doğru-yanlış” ayrımını objektif olarak saptayabilmek için, insanla hayvan arasındaki kategorik (kaotik) farkı anlayıp, Antropoloji'yi, diğer bütün bilimlerle entegre ederek, aksiyomatik bir metodolojiye oturtmamızla aşılabilir ancak... Zira, bütün bilimsel disiplin ve kânunların yapı-taşı olan “sayı”ları yaratmış bulunan “insan”ın, kendisinin de mecbûren uyduğu -aksiyom mesâbesindeki- bazı temel kuralları olmalıdır herhalde; meselâ “ritm melekesi” gibi... Mâdem ki ben, yoluma kurulan tuzaklara düşmeden, tertiplenen kafeslere girmeden, - tam bağımsız ve objektif pozisyonlarda- gereken pratikleri (deneyleri) gerçekleştirerek, insanla hayvan arasındaki belirleyici farkın “ritm melekesi”  olduğunu ortaya koyabildim; o halde artık spesiyalist bilim adamları  da bunu  anlayabilir, ve de Kapitalizm'in onlara takmış olduğu “at gözlüğü”nden kurtulabilirler. Yeter ki, üzerlerindeki -”ekonomi” korkusundan kaynaklanan- devlet baskısı (veya yasakları) biraz hafifletilsin, veya içine sokulmuş oldukları kafeslerin kapısı biraz aralansın... O zaman  birçoğu, kafeslerinin dışından onlara seslenen, benim gibi birinin, ne demek istediğini derhal anlayacaklardır... ABD'nin ve Rusya'nın sayın başkanları, bugünkü spesiyalist bilimcilerin, içinde öttükleri kafeslerin kapılarını aralayıp, onların “bütün”ü, veya en azından benim çalışmalarımı, görmelerini sağlamalıdırlar; insâniyet nâmına... Ve böylece de İnsanlığın, -siyâsi sınırlar üstünde bir “seçkin insanlar” kutbunun oluşturulmasıyla- “dikey polarizasyon”a uğramasının, ve dolayısile de, uzayın fethine paralel olarak, tek bir devlet şemsiyesi altında birleşmesinin yolunu açmalıdırlar. Dikey polarizasyon, bütün Dünya'dan, içgüdüsel tesirlere ve metaforik (mecâzî) kavramlara mahkûm olmadan -irâdî bir şekilde- yaşayıp “sembolik (matematiksel) mantık”la düşünebilen, dolayısile de dinlere gerek duymayan inisiye (bilinçli) insanların ayıklanarak, bunlara, hem kültürel ve siyâsî sınırlar üstü bir statü tanınmasıyla, hem de “oylama” seçimlerinde nitelikli (çok puanlı) oy kullandırılmasıyla mümkün olabilir. Yâni alt-kutb'u, beslenme ve üreme etkinliklerini -ve hazlarını- hayatın başlıca gâyesi olarak gören, “kültürel yaratık” anlamındaki insanlardan müteşekkil yığınlar ile, onları ihtiyaçları ve alışkanlıkları yönünde güden “kapitalist” çobanların, üst-kutb'u da, insanlaşma olayının bilincine vararak, “oto-kritik ve oto-dinamik sâhibi” hâline gelmiş “birey”lerin meydana getirdiği, iki kutuplu bir Dünya düzeni tesis edilebilir. Ki buradaki üst-kutup da, insanlığın lokomotifi veya inisiyatörü işlevini görür; kapitalistlerin “kâr hırsı”yla gösterecekleri dirence rağmen... Aksi halde -görünen odur ki- Kapitalizm denilen ideoloji insanlığı, içgüdüsel sâiklerle biribirini yiyen kültürel topluluklar düzeyinde tutup, Dünya'yı mahvedecektir... Üst-kutup'u teşkil edecek -bedenî (ritm) ve aklî (sıralama) melekeleri güçlü- “birey”lerin objektif olarak ayıklanması (pozitif seleksiyon) için, veya “meditasyon” yapabilen (yani her türlü harâbiyetten sonra kendi kendini diriltebilen) insanların seçilimi için, mevcut “tahsîl” müesseselerinin dışında, genç kuşağa mahsus olmak üzere, Dünya çapında Panteist Zon Kulüpleri zincirinin tesis edilmesi bir “gerek şart”tır. Ve bu kuruluşlardan “inisiye (elyâk)” anlamında selekte olacak (veya ayıklanacak) insanlara, Dünya'nın her yerinde ikâmet etme, ve bütün “oylama” seçimlerinde nitelikli oy kullanma hakkının sağlanması da, herhalde “yeter şart” yerine geçecektir. Aksi halde, Kapitalizm'in iç mantığı mûcibince, yine -devlet(ler) merkezli- bir yatay (yüzeysel veya küresel) polarizasyon husûle gelecek ve insanlık bölünerek kendi kendini yiyecektir; Sovyetler Birliği zamanındaki gibi... Çünki kapitalistler, “büyüme ekonomisi” tıkanınca, buna -siyâsi- bahâne bulmak, ve de îcâbında muhtelif şekillerde savaş çıkararak, mevcut malları ve canları, depolarda bekleyen “silâh” malları ile imhâ etmek, ve böylece de tıkanıklığı açmak zorundadırlar. Nitekim strateji uzmanları (veya fütürist büyücüler), bu seferki ikinci kutup olarak Çin'i tâyin etmeye başladılar bile; yeni yatay (yüzeysel) polarizasyon için... Ama bu yeni -yatay- kutuplaşma, eskisi (ABD-SSCB) gibi, Kapitalizm'in çok ucuz bir şekilde zafer ve îtibâr kazanmasıyla sona ermeyebilir; ve hatta insanlığın mahvına yol açacak bir nükleer savaşla da sonuçlanabilir. Ki bu arada, Rusya da, tarihî tecrübe birikimini (özellikle de Komünizm deneyini) hebâ etmek pahasına “Batı Bloku-Çin” polarizasyonu arasında sıkışıp kalabilir. Zirâ insanlar, insan fıtratına (antropolojinin temellerine) zıt olan “kapitalizm” hayâletini -teorik olarak mahkûm edemeseler bile- pratikte gâyet açık bir “düşman” olarak algılayabilmektedirler. Kaldı ki artık Kapitalizm, -insanın hayvandan farkını belirleyen “ritm melekesi”nin bilincine varılmasıyla- teorik olarak da mahkûm edilmiştir. Yâni artık, sosyo-ekonomik mülâhaza ve mugâlâtalarla, ve de silâh zoruyla mağlûp edilebilecek ideolojilere (Komünizm gibi..) mecbur değildir insanlık... Çünki yeni antropoloji bilimine (yani İEB'ne) karşı çıkmak, hayvanlığın itirâfı anlamına gelecektir; gelmektedir. Ki bu itibarla da, tarih öncesinin (panteist-zon'un) bozuşmuş geleneklerinden mütevellid “Hind ve Çin Kültürü” zemininde gelişen “mistik zihniyet”  tez'i  ile, insan aklının oluşum sürecini (panteist zon'u) yok sayan, “Batı rasyonalizmi” anti-tez'ini, bir sentez aşamada açıklayarak, insanlığı tek bir  zihniyette buluşturmuş (birleştirmiş) olacağız; tarihimizdeki, ve de kadîm Mısır'daki zâviye (inisiyasyon) geleneğini güncelleyerek... Çünki insanlık, -hayvanlıktan çıkma, kurtulma anlamında- gelişen, veya tekâmül eden bir fenomen olduğuna göre, “elit”, “öncü” veya “inisiyatör” denilen insanların seçilimini, toplum “genel”inin veya “sürü”nün, “vaad veya popüler tip beğenmek” anlamındaki tercihlerine bırakamaz. Yâni artık, “elit” sayılacak insanların, sâdece olağanüstü değişim durumlarında, -bir “mütasyon” seçilimi şeklinde- öne çıkmaları, diğer zamanlarda ise, bir şekilde mahvolmaları seyredilmemeli, “insan”ın “hayvan”dan farklılaşması fenomeninin şifreleri çözülmekle birlikte bunlar, toplumlardan bilinçli olarak (bir “pozitif seleksiyon” sistematiğiyle) ayıklanmalıdır... Onun için başkanlar, bilim adamlarına biraz serbestî tanısınlar da, Dünya'yı,  Kapitalizm'in -ve yaratıp beslediği milli ve dînî cereyanların- sinsi akıntısına (veya Tsunami'sine) kapılmaktan kurtarsınlar artık... Hatta, Kapitalizm'in insanlık yararına bir rejim olduğuna samimiyetle inansalar bile, bunu yapmalıdırlar; özgür bırakılmış bilimsel çalışmalardan kimseye zarar gelmeyeceğini, çünki bütün bilimsel dalların -insanlığa doğru yolu gösteren- tek bir metodolojiyle zarflanabileceğini düşünerek...

Duygu ve Düşünceler Nasıl Manipüle ve Kanalize Ediliyor:

CIA'nın dikkatini çekmem ve raporlarına girmem, ilk defa 1964'ün Ankara'sında, Amerikan askerî misyonu ile tanıştırılmam sûretiyle gerçekleşti sanırım... Bu tanıştırmayı yapan, 1950'ler Ankara'sının, “Amerikan kolonizasyonu” programı mûcibince, İngiliz dili ve Amerikan kültürü hayranlığı ile yetiştirilmiş, ve de onu buna, şunu ötekine tanıştırmakla çevre yapıp kişilik (!) edinmeye alıştırılmış -yâni profesyonel ajanların arayıp da, kolay kolay bulamadığı tipten- bir çocukluk arkadaşımdı (B.Ç.)... Ben Ege Üniversitesi'nde, 1,5 yıldır M.İkeda'nın asistanlığını yapmaktayken, Departman Direktörü (M.K.) ile ihtilâfa düşmem üzerine, İkeda'nın tavsiyesi ve ODTÜ Fen-Edebiyat Fak. Dekanı Cengiz Uluçay'ın isteği ile Ortadoğu Teknik Üniversitesi'ne geçmiş, parlak bir matematik asistanıydım; o sıralar... Ve de 1964'ün baharına doğru, Konservatuar'lı bir kız (Z.A.) ile tanışmıştım; ki o zamanlar, bütün “parti” veya “dâvet”lere, 20-21 yaşlarındaki bu kızla gidiyordum. Kendisi, klâsik normlara göre  çok güzel (plâtine sarı saçlı, gri mavi gözlü, “mermer beyazı” tenli ve “Grek burun”lu), ve güzel olduğu kadar da zekiydi; ve de yaptığı esprilerle -hele ki zor durumlardan sıyrılışlarıyla- beni çok güldürürdü; ama kesinlikle “funny girl” kategorisine girmezdi... Hiç unutmam bir akşamüstü, Kızılay'daki, Türkiye'nin biricik Gökdelen'inin altında bulunan -ön cephesi vitrin gibi, boydan boya cam olan- Angora Pastanesi'nde oturuyorduk; birdenbire dışarıdan Pastane'ye doğru el sallayarak koşar adım yaklaşmakta olan Ajda Pekkan ile kardeşi Semiramis belirdi karşımızda... Ben o zamanlar, yeni yeni tanınmakta olan Ajda'ya hastaydım; onu “taş gibi kız” diye niteler, ve de -bir şekilde- sıkıştırmayı, mıncıklamayı geçirirdim içimden; ne yalan söyliyeyim... Ama sonunda, gerçekten de “taş gibi” sağlam çıktı, ve yaşlanmak nedir bilmedi maaşallah!... Efendim uzatmayalım; benim o anda, kafamdan yıldırım hızıyla geçen düşünceler şöyleydi: Önce “tüh be, şu yanımdaki olmasaydı, ben şimdi Ajda'ya -bir şekilde- iş koyardım” diye düşünürken, bizimkinin de onlara el salladığını görünce “tamam oldu bu iş; nasıl olsa şimdi bizim kız beni onlarla tanıştıracak” şekline dönüştü âniden... Fakat çok kısa bir süre sonra, bizimkinin ok gibi yerinden fırlayarak onları -omuz arkamdan- iki üç adım ötede göğüslemesiyle, yine kafam ambale oldu... Ancak ne var ki, fısıltı şeklinde konuşmalarına rağmen bir ara, Ajda ile Semiramis'in, benim kıza, kontrol edemedikleri heyecanlarının yol açtığı yüksek ses volümüyle “bizi de tanıştırsana” diye israrda bulunduklarını açık ve seçik duydum. Ama tam, “kalkıp da ben dâvet etsem mi” diye düşünürken, ne olduysa, veya “benim hınzır kız” ne söylediyse, Pekkan kardeşler geldikleri gibi çıkıp gittiler Pastane'den... Bizimki yanıma döndüğünde dedim ki, “niye masamıza dâvet etmedin arkadaşlarını, ayıp değil mi?!.. Kaldı ki, benimle tanışmak istediklerini de duydum”...  Bunun üzerine, biraz şaşırıp gerilse de, yine beni -şoke ederek- susturmasını bildi; “elimdekini kaptıracak kadar enâyi değilim herhalde..” diyerek... İşte ben Amerikalı binbaşının evindeki “parti”ye, böyle bir “dam” ile gittim. Ama bir de baktım ki, “parti”de bizimkilerden ve -diğer ikisi teğmen ve üsteğmen rütbelerinde olan-  üç Amerikalı subaydan başka kimsecikler yok... Netice itibâriyle o parti  (“tanışma” ve/veya “mülâkat”), bir kısmı evde, sonrası da Meşrûtiyet Caddesi'ndeki  ünlü gecekulübü “İntim”de geçmek üzere, yaklaşık on saat sürdü.. Biz viski'ye, “mal bulmuş Magrıbî gibi”  sarılırken, Binbaşı bize barmenlik yapıyor, ama kendisi içmiyordu. Kaldı ki diğer teğmenler de, içki bardaklarını ellerinde -âdeta- bir aksesuar olarak tutuyorlardı... Benim “zil-zurna” olduğum -zannedilen- geceden hatırladıklarım, bir teğmenin beni, yeni başlamış olan Vietnam Savaşı hakkında uzun uzun sorguya çekmesi, benim de ondan kurtulmak için “ne işiniz var o kadar uzak bir ülkede” deyişim, sonra da İntim kulüpte kızlara, “hiç biriniz bunlarla (Amerikalılarla) dansa kalkmayacaksınız” direktifini verişim, ve de benim -Türkçe verdiğim- bu emrimi anlamışlar gibi (belki de anlamışlardır), onların da hiçbir kızı dansa kaldıramayışları, hatta tevessül bile edemeyişleridir... Ayrıca, o sıralarda, “Susuz Yaz” filmiyle  Berlin'de önemli bir sinema ödülü almış bulunan, gencecik (16-17 yaşlarında) bir Konservatuar'lı kız Hülya Koçyiğit'in  -umûmî istek üzerine- gecekulübünde aramıza katıldığını, ve bütün hesâbı  Amerikalıların ödediğini de gâyet iyi hatırlıyorum... Herhangi biri, böyle bir ilişkiler yumağından, -en azından- bir NGO, veya  Sivil Toplum(!) Kuruluşu gibi bir “örgüt” veya “misyon” istihsâl ederdi; değil mi?!... Ve ondan sonra da, üzerinde  bir “kariyer” etiketi görünsün diye, gidip bir üniversiteden bir akademik ünvan alıverirdi; bir üniversite “postnişîn”ine kapılanmak, ve birikmiş akademik literatürün işâret ettiği veya kapitalistlerin (piyasanın) ısmarladığı problemlerden birini çözmek sûretiyle... Nitekim, genel olarak insanlar böyle (konformist'çe) davrandıkları içindir ki bilim, birbiri üstüne yığılarak âdeta bir istif metodu oluşturmuş bulunan “akademik literatür” lâbirentinin ve de gençler arasında moda hâline getirilmiş “kapitalist sipârişleri”nin dışına çıkamıyor, ve onun için de insanlık, antagonist çelişkisi ve devrî krizleri biline biline “kapitalizm” ideolojisinden kurtulamıyor... Ama ne var ki ben, o yaşlarda -net olmasa- bile, matematiğin, mistik ve metafizik düşüncelere mahal bırakmayacak derecede şümûllendirilebileceğini, ve böylece de, insanların zihinlerinde, -politik palavralarla doldurulmak sûretiyle- onların esir alınabileceği (veya güdülebileceği) boşlukların bırakılmayabileceğine inanıyordum. Yani matematiğin hayatla içiçe geçirilebileceğini düşünüyor, ve onun için de gizli kapaklı tertiplere ve kurnazlığa özenmiyor; hatta bana sunulan bu tür menfaat tekliflerini dahî, toptan reddediyordum. Ki zâten, hiçbir şey konusunda, “almak”, “yapmak” veya “olmak” isteği gibi tutkulu tercihlerde bulunmuyor, -daha doğrusu- bulunamıyordum. Çünki, benim genetik kodlarımda “tutkulu bir istek” ve/veya “takıntı” hâli yoktu... Benim bütün derdim veya arzum, “anlamak”, ve/veya herşeyi “bütün”e nazaran kavramaktı. İlgi odağımda matematik veya matematiksel sistemler olsa bile, onlara yönelişimin dış etkenlerle nasıl değişebileceğini de önemli sayıyor, ve onun için de etrafımda kıpırdaşan maddi parametrelere subjektif tercihlerle etki yapmak, onların -doğal- armonisini bozmak istemiyordum. Yâni “matematikçi”lik gibi bir uzmanlığın bile, “at gözlüklü”lük demek olduğunu veya olacağını hissediyordum, daha o zamanlar... Çünki ben o zamanlar, çok boyutlu uzaylar ve çok değişkenli denklemler ile ilgili problemler üzerine yoğunlaşmış ve başarılar da kazanmıştım. Onun için de, ele aldığım veya teşkil ettiğim bütün matematiksel sistemler karşısında, herşeyden önce onları değiştirebilecek yeni parametrelerin arayışına giriyordum. Nitekim en sonunda, her düşünce sisteminin, “ritm melekesi” denilen insânî davranış parametresi tarafından yaratılıp değiştirildiğini anladım. Zira düşüncelerimiz iflâs ettiğinde, -gayri ihtiyârî de olsa- parmaklarımızla, ellerimiz ve ayaklarımızla tempo (ritm) tutuyormuşuz meğer; yeniden bir düşünce sistemi veya disiplini oluşturmak üzere... Ki bu durum da, tüm mevcûdâtın, “insan”ın inisiyatifinde (inisiyatörlüğünde), ve de “vahdet” hâlinde devindiği anlamına geliyormuş. Ve beni bu idrâk'a ulaştıran yaşam pratiğim de, genel “inisiyasyon” sürecinin (imtihanlarının) kriterlerini taşıyormuş meğerse... Çünki ben hayatımı, ne arzularımın esiri olarak veya dış etkenlerin güdümünde bir mâcera gibi, ne de bir yere (kişiye, merci'ye veya mesleğe) kapılanarak -ve dolayısile kalıplanarak- yaşamıştım... Ben hayatım boyunca, “inisiyatif sâhibi olmak” anlamındaki özgürlüğümü korumuş, ve dolayısile de, bütün düşünce ve davranış disiplinlerinin bel kemiğini oluşturan bir metodoloji çıkarmıştım ortaya... 

O Amerikalı binbaşının -hakkımda- yazdığı rapor, herhalde NATO'ya da gitti ki, o sıralarda, Dünya çapındaki iki matematikçiden aldığım “kapı gibi” referans ve akseptansa rağmen NATO  bana burs vermedi... Daha sonra Dekan Prof. Cengiz Uluçay'ın, “...hiç olmazsa dini bayramlarımızda şu Amerikan bayrağını asmayalım Üniversite'mize...” dediği için -âdi bir kampanyayla- istifaya mecbur bırakılmasının ardından, ODTÜ Fen-Edebiyat Fakültesi'nin yeni dekan vekili Erdal İnönü'ye biat etmeyince, sâdece bu yüzden istifa etmek zorunda kaldığımı da unutmuyorum... O güzel kıza gelince... Hayalimde, gönül rızâsı ve iç huzûruyla evlenebileceğim yegâne “eş adayı” olarak kalan o kız(Z.A.)dan, kendisi mazbut bir hayat beklentisi içinde bulunduğu, ben de, hayattaki objektif duruşumu kaybetmek istemediğimden, -tam anlamıyla (tartışmasız, vedâsız)- kopmak zorunda kaldım. Aksi halde ona, ailemden niye destek alamıyacağımı, başka kaynaklardan kredi bulsam da, bunu geri ödemek için bazı kişilere ve işlere bağımlı hâle geleceğimi, dolayısile de bilimsel (objektif) duruşumu kaybederek mutsuz olacağımı, yani hem “koca” hem de meslek sâhibi (hatta öğretmen) olarak rutin işlere alışmış birinin objektif kalamıyacağını -dolayısile bilimsel yaratıcılık yapamıyacağını- anlatamaz, ve üzerdim kendisini (üzülürdük)... Nitekim anlatmaya tevessül dahi etmeden, yok oldum ortalıktan... Sonraları, basından öğrendiğime göre kendisi, -zayıf bir ânında, kendini tatmin etmek için olsa gerek- bir güzellik yarışmasına katılmış, ve tabii ki birinci olmuş. Ve ardından, bir iki film çevirdikten sonra da evlenmiş... Ki böylece de, eskiden beri arzu ettiği, gösteri ve gösterişten uzak hayata kavuşmuş; olmalı...

1964'ün sonbaharında askere gittim. 1965'in bahar aylarında da, hapsedilmiş bulunduğum “disiplin odası”nda, ilk defa Marksizm'e dair kitaplar okumaya başladım; ki işte o sırada, kafamda şu fikir kıvılcımı parladı: İnsanla ilgili bir fikriyâtın (felsefe veya ideolojinin), doğruluğundan emin olabilmek için, insanla hayvan arasındaki kategorik (veya kaotik) farkı, dolayısile de “akıl” ve “bilinç” kavramlarının maddi tanımlarını bilmek gerekir. Çünki ancak o zaman, insanların içgüdüsel (sürü'sel) eğilimleri ile bilinçli tercihleri tefrik edilebilir. Yoksa, bir hayvan sürüsünün menfaatleri, faunasının doğal şartları, ve diğer sürülerin ihtiyaçları ile kısıtlı ve determine'dir; dolayısile de ekstradan, “düşünce” denilen bir yaratıcılık fonksiyonunu, ve de bu fonksiyonun (aklî işlevin) mahsûlü olan “felsefe” veya “ideoloji” gibi eserleri gerektirmez...

Askerlikten sonra, 1966 yılı sonbaharından itibâren, “lisans üstü” çalışmalarıma İst. Üniversitesi'nde devam etmeye başladım. ODTÜ'de, 1963-64 ders yılında Cengiz Uluçay'ın doktora talebeleri için verdiği dersten A derece ile geçmiş bulunduğumdan, aynı konudan (Fonksiyonlar Teorisi) hareketle, bir yıl boyunca bir dizi seminer yaparak bir “tez” işleyebilir, ve de yıl sonunda bir akademik pâye alabilirsin demişti; Ord.Prof.Cahit Arf'ın doçenti olarak temâyüz etmiş bulunan Orhan Ş. İçen... Ama bu arada, Fakülte'ye kadrolu (maaşlı) olarak bağlanıp, eğitim (öğretmenlik) işlerinde kendisine yardımcı olmamı da çok istemişti... Ben ise, bir an önce elimdeki basit tezi bitirip, doktora için “okkalı” bir konuya dalmak düşüncesindeydim. Fakat bununla birlikte, Orhan İçen'in, “lisans üstü” titri verdikten sonra, beni uzun bir süre öğretmenlik işlerinde kullanmadan “doktora” çalışmasına geçirtmeyeceğini de gâyet iyi biliyordum; ama içimden “Allah kerim!” diyordum... Zira üniversitelerimiz daha o zamanlarda, “bilimsel çalışma, araştırma” kurumu olmaktan uzaklaşmış, ve hızla “mektep”leşmekte, hatta “medrese”leşmekteydi. Dolayısile de insanlara, “doktor”, “doçent” ve “profesör” gibi pâyeler, yaptıkları bilimsel çalışmaların değerine göre değil, ne kadar uzun ve iyi öğretmenlik yaptıklarına (veya papağan ve maymun yetiştirdiklerine) göre verilmekteydi. Yâni ezcümle, bizim akademisyenlere, ne kadar rutin öğretmenlik işleri yapar ve kafayı törpülerler (veya ütülerler) ise, o kadar fazla ve yüksek ünvanlar veriliyordu... Nitekim  bizim Orhan Bey de, benim öğretmenliği hiç sevmediğimi -hatta araştırıcılığa, yaratıcılığa aykırı “feminen” bir meslek olarak gördüğümü- sezinleyerek, 1967'nin yıl sonuna doğru, verdiği söze rağmen ayak sürümeye başladı. Ve bir gün, ikinci defa hazırlanamadığını beyânla, semineri bir hafta daha erteletmek istediğinde, ben bunu kabul etmedim, ve gâyet iyi hazırlandığımı söyleyerek, izleyicilerin toplanmış bulunduğu dersâneye gidip meseleyi anlatmaya başladım. Orhan Bey başlangıçta katılmadı seminere... Ama uzunca bir süre sonra gelerek, o bölümde yaptığım bir “ispat”ı bir de kendisinin yapacağını söyleyip anlatmaya başladı. Ve kendi “ispat”ını bitirince de, -bana hiçbir söz veya itiraz hakkı tanımadan- benimkiyle kendisinin yapmış olduğu “ispat”lardan hangisinin daha “bedihî (apaçık, âşikâr)” olduğunu sordu izleyenlere; ve de el kaldırtmak sûretiyle oylama yaptı... Tabii ki -kürsü başkanı olarak- oylamayı da kendisi kazandı... Bedâhât kararının “ekseriyet”le alınması, o an bana çok ters geldi; herne kadar kafamı toplayıp, net bir itirazda bulunamasam da... Fakat aynı anda, iki buçuk yıl önce -askeriyede iken- formüle etmiş olduğum, “doğru-yanlış” kriteryumunu da hatırladım. Ve de dedim ki içimden, matematik gibi gâyet müspet bir düşünce disiplininde bile insanlar -bedâhat gibi bir kavram üzerinden- mugâlâta (veya hile) yapabiliyorlarsa, o zaman herşeyden önce, insanla hayvan arasındaki kategorik farkın ortaya çıkarılması lâzımdır; ama böyle bir çalışmanın yeri de burası değildir... İşte, içimden geçirdiğim bu mülâhazalar, ve de âni bir refleksle, “matematik problemlerinin oylamayla çözüldüğü bir yerde ben çalışamam” diyerek çıkıp gittim. Zâten kendisinin bu tür atraksiyonları, benim burnumu sürterek ehlîleştirip (!) öğretmenleştirmek için yaptığını da gâyet iyi biliyordum. Nitekim bende bulunan kitaplarını bir arkadaşla gönderip istifâmı bildirince, ona, “köklü ailelerden gelenlerin, hiç müdânâları olmuyor” şeklindeki, kınamayla karışık yakınmasıyla da, esas amacının “burun sürtmek” olduğunu açıkça belli etti... Ben daha sonra, matematik (özellikle de Sayılar Teorisi) uzmanı Orhan İçen'in, “bedâhât” kavramını, çoğunluğun eğilimiyle (oylarıyla) belirlemesinin, nasıl fâhiş bir hata (veya yutturmasyon), ve de bilimin politizasyonu demek olduğunu açıkça (mantıken) ortaya koydum; üniversitelerimizin içine düştüğü/düşürüldüğü sefâleti de izah edercesine... Şöyle ki: Bedâhat değerlendirmesi, ferâsetle ve/veya meleke gücü ile ilgili kişisel, daha doğrusu bireysel bir haslettir aslında... Yâni “bedâhat”, aynen “estetik” gibi, -ontolojiyle, görünüşle değil- “insânî görüş”le ilgili, veya “insânî görüş” anlamında bir kavramdır. Yoksa halkın (çoğunluğun) bedîhî -yani apaçık- olarak görüp kabul ettiği “doğru”lar, aslında bir “galat-ı meşhur”dan başka bir şey değildir çok defa... Ki nitekim halkların -kapitalistler ve politikacılar tarafından- aldatılması, istismar edilmesi ve sömürülmesi olayı da, çoğunluk tarafından açıkça (bedâhaten) iyi ve doğru olarak görülen ve sanılan, yamuk ve yanlışlar yüzünden gerçekleşmektedir... Mesela “A=A” denklemi, çoğunluğun indinde gâyet bedihî bir doğrudur (eşitliktir); ama aslında bedihî (apaçık doğru) olan “A=A+0” denklemidir; ve üstelik birinci denklem, sonsuz boyutlarda yürütülen “matematiksel mantık”ta, paradoksa (Russell Paradox'a) da yol açmaktadır; aklı iptal edercesine... Ayrıca meselâ, halk indinde, sonsuzdan gelip sonsuza giden bir “doğru” fikri (geometrik kavram'ı) gâyet de bedihîdir. Ama aslında, uçları sonsuzda birleşen bir “çember”dir bedihî olan...

Özel Kapital'in Menşei “Soygun” ve “Gasp” Etkinliğine Dayandığı Gibi, “Politika” da, Orijin İtibâriyle “Casusluk” ve “Karapara” Bileşenlerinden Müteşekkildir:

“Üniversite” denilen kurumdan, ve de akademik çalışma ve ünvanlardan ümidimi kesince, İstanbul'dan -bir süre- ayrılmam îcap etti; ailevî nedenlerin de etkisiyle... Ve dolayısile de, Milli Eğitim Bakanlığı'nın öğretmen açığına cevap verip, Balıkesir Lisesi'ne fizik hocası olarak gittim... Orada, ikâmet etmekte olduğum otel odasında, Devrim Notları  adı altında birşeyler yazma veya karalama ıstırârına kapıldım; neyi, kime, nasıl anlatmak istediğimi bile tam olarak bilemeden... Ama ne garip bir tesâdüf veya tecellidir ki, 1968'in baharında da üniversitelerdeki o meşhur öğrenci olayları patlak verdi. Bunun üzerine ben, sanki bir kehânet yapmışım gibi bir hisse kapılarak, bu notlarımı aynı adla yayınlamaya karar verdim. Benim gibi, dil bilgisine ve edebiyata gâyet yabancı olan birinin anlaşılmaz kehânetlerini (!) kimse dikkate alma zahmetine katlanmadı tabii ki... Ancak ne var ki, ben bu vesileyle -matbaada- Kerim Sadi ile tanışma şansına nâil oldum... O'nunla tanıştıktan sonra, ikinci defa, Marksizm hakkında kitaplar okumaya başladım; ki bu sefer, tam 2,5 yıl süren “full time” kıraat ve tartışma şeklinde ciddi bir inceleme oldu, yaptığım bu çalışma... Ve de sonunda, insanı -fıtraten- tekâmül etmek üzere programlanmış bir hayvan olarak kabul eden, ama aynı zamanda da, herhangi bir primattan tesâdüfen türediğini varsayan, ve üstelik de -ateşin kullanımı öncesindeki- “tabu”ları kaale almayan bu felsefî teoriyi (Marksizm'i) ben, çok çelişik ve çocukça buldum... Tarihî süreçler içindeki, beslenmeyle üremeyle ilgili kısıtlamaları, tabu'ların bakiyyesi olarak değil de, din kurucularının uydurduğu, sosyo-ekonomik disiplinle ilgili cezalar şeklinde gören, ve tarih öncesindeki insan toplulukları içinse, “tabu”ları kaale almadan hayâlî bir cennet (komün hayatı) tasviri yapan bu ideoloji (Marksizm) bence, Greko-Roman rasyonalizmi'nin -iflâsını ifâde eden- final eseridir. Ki insanlık, “insânî oluşum süreci”ni (panteist zon'u) yok sayan bu sakat akılcılığı aşmak, ve de “bilim”in tarifini yaparak, bilimsel “düşünce-davranış” metodolojisine ulaşabilmek için, çok ağır bedeller ödemek zorunda kalmıştır... Bu mülâhazalarla ben, “insanla hayvan arasındaki, -aklı tâyin eden- kategorik (veya kaotik) fark bilinmedikçe, antropoloji, sosyoloji ve dolayısile ekonomi  konularında bilimsel bir teori veya metodoloji kurulamıyacağı” yolundaki düşüncemi Kerim Sadi'ye açtım. Ve de dedim ki, “düşünce (kavramlar)” küme'si ile “davranışlar” küme'si, biribirinden kopuk olamaz. Biribirini etkileyen -hatta tâyin eden- bu kümelerin mutlaka bir arakesit noktası (elemanı)  olmalıdır; yani bütün düşüncelerin gen'i veya üreteci gibi işlev gören, aslî bir “insanlaşma aktivitesi” bulunmalıdır, yoksa nasıl etkileşecek düşünce ve davranışlar?!.. Akıl ve düşünce, “deneme-yanılma” pratikleriyle ortaya çıktıysa, hayvanları da -prensip olarak- düşünce (akıl) sahibi olarak kabul etmemiz gerekmez mi?!.. Halbuki faunasına sığmayan, ve hatta bütün Dünya'nın ekolojik dengesini bozan “insan”ın -en azından- anormal bir hayvan olduğu açık değil mi?!.. Benim ne demek istediğimi hemen anladı; ve hatta bu konuyu, bazı dost meclislerinde gündeme de getirdi milletin nabzını yoklamak bâbında... Çünki O, retorik -veya sözsel- mantığa (metaforlara) hâkim olduğu kadar, “sembolik mantık”la da düşünmesini biliyordu. Ve ondan dolayı da, “Çürük Tuğla Nazariyesi gibi bir başlık bile yeter, bu çürümüş insanların hallerini anlatmak için...”  diye hiciv yaparken bile, hayat pratiği içinde gördüğü insan zaaflarının sebebini ve kökenini somutlaştırmak (nesnelleştirmek) istiyordu aslında... Hem zâten kendisi aynı zamanda, Lenin'in, Marksizm'in bir pratisyeni ve taktisyeni olarak, Rusya'da bir kumar oynadığını, ve “düşeş atmak” gibi bir şansla bu kumarı -şimdilik- kazanmış gibi göründüğünü de düşünmekteydi... İşte bu yüzden -ve biraz da İstanbul'dayken Troçki ile görüştü diye-  kendisini, bir zamanların “casus komünist”leri, “Troçkist” olarak damgalayıp Stalin'in Komintern'ine ihbar etmişlerdi. Ama o, “Troçkizm”i reddetmekle birlikte, Troçki'ye sempati duyduğunu hiçbir zaman gizlemedi; ve hatta, Troçki'ye, az Rusça'sıyla bir şeyler söylemeye çalışırken, onun kendisine, Fransızca olarak, “yoldaş kendini yorma, herkesin anladığı dilden konuşalım” dediğini de, dost meclislerinde -hoş bir anı olarak- daima anlattı... Yâni aslında Kerim Sadi, Dünya'da ender bulunan, ve de Türkiye'nin yüz akı olan bir devrimci (inisiyatör) beyindi... Herkesi muhâtap alabilecek ve herkese ayrı renkten görünebilecek  şekilde, çok yüzeyli ve dolayısile de, çok kenarlı ve köşeli olarak yontulmuş bir pırlantaydı O... Bunun içindir ki, O'nun ancak bir yüzeyini görebilen veya takip edebilen bazı “entel”lerle “polis”ler, kendisini, hafife almakla birlikte -“dik duruş”undan ürkerek- zımnî bir mutâbakatla sinsi sinsi karalamaya ve unutturmaya da çalışmışlardır hep... Halbuki O, Türkiye'de -en azından Yunanistan ve İtalya'da olduğu gibi- hatırı sayılır bir “komünist parti”nin teşekkülü için olağanüstü eylemlere imza atmış, ve bu yüzden de ömrü boyunca, doğru dürüst bir isme  ve kimliğe bile sâhip olmadan “illegal”de yaşamış, Dünya çapında dahi çok ender görülen “profesyonel devrimci”lerden biridir. Şayet O'nun gibi birinin önderliğinde bir komünist parti kurulup da, ülkemizde “topal-aksak” yaşanan, daha doğrusu, Doğu mistisizmi ile Batı rasyonalizmi arasında yalpalayan fikriyâtın bir ucundan tutulsaydı, meselâ Atatürk yâdigârı Devlet'imiz, bu kadar anti-komünist Amerikancı cânibe savrulmaz, ve dolayısile de, ABD manipülâsyonları ile gerici (dinci) kalkışmasının arasında sıkışıp (apışıp) kalmazdı. Hatta “soğuk savaş” döneminde bile, gerilimleri yumuşatan bir denge unsuru olabilirdi...

1902 doğumlu genç Nevzat (Kerim Sadi), Askeri Tıbbiye'yi -3. veya 4. sınıftan- terk ettikten sonra, 23-24 yaşlarında, Şefik Hüsnü'nün çıkardığı Aydınlık Dergisi'nde, Kerim Sadi takma adıyla yazılar yazmış, 25-27 yaşlarında da, Sarıyer'de kiraladığı bir evde illegâl matbaa kurarak, “hücre” teşkil etmiş olduğu yoldaşları Hüsamettin (Özdoğu) ve -onun kızkardeşi- Semiha (Uzunhasan) ile birlikte Orak Çekiç ve Kızıl Istanbul  adlarındaki efsânevî yayınları neşretmiş(ler)dir. Ancak ne var ki, gösterdiği başarılarla fiilî bir “merkez komitesi” gibi inisiyatif alıp oto-dinamizm kazanan sözkonusu hücre'nin faaliyetinden huzursuz olan (huysuzlaşan) kariyerist komünistler, Lâz İsmail nâmındaki birinin, -bizzat Semiha Hanım'ın deyişiyle- Semiha Hanım'a göz koyduğu (veya sarkıntılık yaptığı), ve  dolayısile Kerim Sadi'yi çekemediği için, polise “vâsıtalı ihbar”da bulunmasıyla muratlarına ermişler ve “1929 Tevkifâtı”na yol açmışlardır. Ama büyük bir tesâdüf eseri olarak, ve de Semiha Hanım'ın uyanıklığı sâyesinde illegal matbaa tam zamanında terk edildiğinden, Tevkifât'ın baş sebebi olan Orak Çekiç ve Kızıl Istanbul adlı işçi gazeteleri Kerim Sadi ile ilişkilendirilememiştir. Ve bu -derin- gizliliğin bir sonucu olarak da, sözkonusu yayın faaliyetinin önemi (hatta neşriyâtın isimleri bile..), -câsus tandanslı- kariyerist komünistlerin, polisle kurduğu zımnî ittifak sonucu olarak kamuoyundan gizlenmiş, ve/veya örtbas edilmiştir; hem de aynı faaliyet içinde  bulunan, Hüsamettin gibi, “İmâlât-ı Harbiye” kökenli efsânevî bir işçi lideri, ve TKP'nin Teşkilât Sekreteri olan birini dahi nisyâna gömerek... Üstelik sözkonusu “hücre” daha sonra, “Yavuz Zırhlısı'nı kaçırma teşebbüsü” gibi olağanüstü cüretkâr bir eyleme kalkışınca (1938), aynı -ajan tandanslı- oportünist, kariyerist, komünist  klik, ve de onların acenta merkezi durumundaki Komintern, bu eyleme karşı da görüş belirtmeyip sessiz kalmakla, olayın yarattığı efsânevî rivâyetlerden -bir propaganda vesilesi olarak- yararlanmayı da bilmiştir; hiçbir risk ve sorumluluk almadan... Ki böylece de, “politika”nın girdiği her yerde, emek sömürüsünün ve yozlaşmanın -mutlaka- olacağını, bir daha göstermişlerdir. Zira bu “devrimci duruş” gösterisi yüzünden, meselâ Kemal Tahir  yıllarca (12 yıl kadar) hapis yatmış, o sıralarda Yavuz Kruvazörü'nün kumanda merkezinde askerliğini yapmakta olan -Kerim Sadi'nin yeğeni- Cihat Aydınsal da, 1974 Affına  kadar yurt dışında (Lübnan'da) kaçak olarak yaşamak zorunda kalmıştır. Döndükten sonra da uzun bir süre MİT'ten verilen bir belge ile yaşamış, normal kimliğini ise ancak 1980'de, yâni ölmeden bir iki yıl önce  -birlikte gittiğimiz- Üsküdar Kaymakamlığı'ndan alabilmiştir... Yani demek ki, Komünizm ideolojisi bilimsel olmadığı, ve dolayısile de -insanlarla ilgili- objektif  seçilim (seleksiyon veya inisiyasyon) metodu üretemediği için, Komünist Parti'ler, ve bu arada TKP, daima  tepeye (önce Komintern'e, sonra da SBKP'ye) bağımlı ajan tandanslı insanlar tarafından yönetilmiş, ve onun için de düşünen, yaratan ve iş yapan insanlar harcanmış ve/veya nisyâna gömülmüştür. Çünki, “devlet” sahibi olan Sovyetler Birliği Komünist Partisi de, tıpkı diğer devletlerin polis ve istihbârat örgütleri gibi, kendi adamı (ajanı) olmayanlara, ve özellikle de “irâde-içgüdü” diyalektik çelişkisini yönetebilen -dolayısile de kendini kullandırtmayan- “inisiye” kişilere itibâr etmemiş, veya onlara daima şüphe ile bakmıştır. Ve bu yüzden de, yaratılmış olan “câsuslar” kültüründe, Marksizm pratiği ve fikriyâtı neşvü nemâ bulamamış, yâni kendini genişleterek (şümûllendirerek) geliştirememiştir; tabiatıyla... Dolayısile de, ajan tıynetinde ve zihniyetinde (kurnaz çıkarcı) olanların ayıklanıp yükseltildiği bir “menfi seleksiyon” sistematiğinin teessüsü neticesinde, kapitalistlerle “pazarlık (alış-veriş) politikası” zemininde buluşulmakla, -yumuşak bir şekilde- Kapitalizm ideolojisine rücû edilmiştir. Veya ekonomik jargonla ifâde edersek, komünist partiler, piyasa tarafından satın alınmışlardır; insânî değerlere değer vermez duruma düştükleri için... Ve de insan olmanın (hayvan'dan farklılaşmanın), kriterlerini -bilimsel (ölçü'lü) bir şekilde- bilmedikleri  ve araştırmadıkları için...

II.Dünya Savaşı başladığında Kerim Sadi, Orta Anadolu'ya -bilâ bedel- sürgün edilmiş, ve Konya'da, Nevşehir'de geçirdiği bu zahmetli yıllar boyunca da, “yoldaş eş”i Semiha Hanım'dan büyük destek görmüştür... Semiha Hanım aynı zamanda, yakın hapishânelerde yatmakta olan Kemal Tahir'e de, -sık sık ziyâret ederek- maddi ve manevi destek vermiştir. Ama bir gün, otuz küsur yaşında olan Kemal Tahir, eşi tarafından da terk edilince, yüksek bir karakter sâhibi olan bu “adam”a yakından destek verilmesi, veya hizmet edilmesi gereği ortaya çıkmıştır. Ki bunun üzerine Kerim Sadi ile Semiha Hanım, milletin merâkını tatmin etmek üzere bir “kıskançlık senaryosu”  oynayarak yollarını ayırmışlardır: Kemal Sülker'in, anılarında dramatik bir üslûpla ciddi ciddi yazdığı gibi, güyâ Semiha Hanım, Kerim Sadi'yi -ders verdiği- kız talebelerinden kıskanmış da, falan filân... Harb'in sonlarında Kerim Sadi Hoca'nın sürgün yeri, Bursa olarak değiştirilmiş; veya iyileştirilmiş.. Ama bu sefer yanına, Aziz Nesin diye birini de katmışlar; aynı polis yoklaması bağlamında... İşte böyle bir “zorunlu tanıştırılma” neticesindedir ki, Marko Paşa isimli mizah dergisinin temelleri atılmış... Kerim Sadi, daha sürgündeyken, Aziz Nesin nâm zâtın, büyük bir ihtimalle Milli Emniyet ajanı olduğunu düşünmüş; bazı hâl ve harekâtına bakarak... Ve nitekim sürgün cezâsı bitip de, İstanbul'a döndüğünde, Aziz Nesin'in askerlik arkadaşları uyarmışlar Hoca'yı... Kerim Sadi 50'li yaşlara gelirken, artık eylemli devrimcilik yapamıyacağının bilincindedir; ve dolayısile de, fikir plâtformunda mücâdeleyi düşünmektedir. Ama bu arada, Vedat Nedim (Tör) ve Şevket Süreyya (Aydemir) gibi  dönek yoldaşlarını da kıyasıya eleştirmekten geri durmamıştır. Ve onun için de, Milli Emniyet içindeki bir gurubun – hem eylemli faaliyetlerinde yakalayamadıkları için, hem de kendi saflarına geçmiş eski komünistleri yıprattığı için- husûmetini üzerine çekmiştir. İşte, Ordu'dan disiplinsizlik ve yolsuzluk nedeniyle tard edilmiş bulunan Aziz Nesin'in, Kerim Sadi'nin yanına yanaştırılmasının görünen sebebi budur... Yâni Kerim Sadi'yi çözmesi, ve de bir punduna getirip “faka bastırma”sı istenmiştir, Aziz Nesin gibi kurnaz zekî birinden...  Zira aslında Kerim Sadi, sürgünden sonra eylemsizlik kararı alarak, fikir hayatını polemik, hicviye, eleştiri, tarihi belge sunumu gibi yazı çeşitleriyle, ve de 170-180 kadar müstear ad kullanmak sûretiyle sürdürmüştür. Ve üstelik, kendisinden yayınlamak üzere yazı isteyenlere de, -bir cezâi müeyyideye mâruz kalmamak için- yazılarını muayyen (ve bazen de sembolik) bir ücret karşılığı vermiştir; yani tefekkür ürünlerini, -bir bakıma- serbest ticaret şartlarına uygun olarak tedâvüle (!) koymuştur. Çünki, bir kısım polis ve istihbâratçının, kendisinden “intikam” almak için pusuda beklediklerini bilmektedir... Nitekim, müstear bir ad koyarak on liraya sattığı bir yazısını, Aziz Nesin nâm zât, Kerim Sadi ismiyle Marko Paşa'da yayınlayınca, ön gördüğü tuzakla karşı karşıya kalmıştır. Üstelik, Kerim Sadi tutuklandıktan kısa bir süre sonra, Aziz Nesin de, Bulgaristan sınırında -Yurt dışına kaçarken- tesâdüfen yakalanınca, bu tuzağın failleri arasında A.Nesin'in de bulunduğu gerçeği sırıtmaya başlamıştır... Ancak ne var ki, plânlarının tutmadığını gören “merkez”, âni bir manevrayla Nesin'e, “Kerim Sadi'nin yazısını parayla satın alıp, kendi kararıyla yayınladığını..” itiraf ettirerek, “mizah yazarı” diye ünlenme yolundaki değerli ajanını -tamamen- deşifre olmaktan kurtarmıştır; “bizi hicvedecek solcu yazar gerektiğinde, o da bizden olsun” anlayışıyla... Ve dolayısile de -şansına küserek- Kerim Sadi'yi, beş aylık bir tutukluluktan sonra tahliye ettirmek zorunda kalmıştır “merkez”... Aziz Nesin ise, beş yıl kadar hapis yattıktan sonra, cefâ çekmiş solcu veya sosyalist kisvesi altında, bu sefer Kemal Tahir'e yanaşmış, ve bu şekilde de, - yazarlık dayanışması görünümüyle- hem “Kemal-Semiha (Tahir)” çiftini marke etmek, hem de onların Kerim Sadi ile muhtemel yakınlaşmalarını (yani eski “çelik hücre”nin dirilme ihtimâlini) önlemek görevini başarıyla (!) îfâ etmiştir. Ve aynı zamanda, mahkemede yaptığı (yaptırılan) -ve de kendisine pahalıya mal olan- itirâfı da hep kullanmıştır; Kerim Sadi  aleyhine... “yazılarını bile parayla satan çakma komünist” gibi zırvalar şeklinde... Tabii bilenler bilir ki, Kerim Sadi'ye kem söz söyleyebilecek biri “solcu” bile olamaz. O'nun hakkında hiç konuşmayanlar ise, “aydın” dahi sayılamaz; ama şâyet sayılıyorlarsa, -bizde çok bol olan- “Devlet kontenjanından aydın”dırlar...

İşte ben böyle bir “adam”la Katkı Dergisi'ni çıkardım; hem de bütün Bâbıâli'ye  -âdeta davulla- ilân ederek... Önceleri solcu bilinen pek çok meşhur yazar ve çizer ilgi gösterip, -bilâ ücret- yazma heveslisi oldular. Ama benimle yaptıkları toplantılarda, Kerim Sadi'nin “son redaktör” olmasını kabul etmeyince de ayrıldılar; ve üstelik karşı propagandaya ve ambargoya da katıldılar. Çünki Kerim Sadi, başkalarının ve hatta çoğunluk kararıyla redaksiyonu kabul etmemişti... Bunun üzerine, yazıişleri sorumluluğuna hevesli olan gençler de vazgeçtiler bu işten... Onun içindir ki, hem sahipliğini, hem de yazıişleri sorumluluğunu üzerime alarak, Katkı'nın yayınını tek başıma üstlenmek zorunda kaldım (15 Eylül 1970). Hâl böyle olunca, tabii ki -daha ikinci sayıdan itibâren- peş peşe dâvalar açılmaya başladı savcılıklarca... Ve de 12 Mart 1971'e gelindiğinde, İst. Başsavcı yardımcıları cümleten, beni karşılarına alıp, mimledikleri yazıların yazarlarının kim olduğunu sordular; ve de “biz biliyoruz ama istersen söyleme; o zaman sen mesûl olursun” gibilerinden tehditkâr bir ifâdeyle bana 24 saat mühlet verdiler. Bunun üzerine, elimde mühlet kâğıdı (veya zaptı) ile, “Hoca'ya yoklama çekmek” gibi mûzipçe bir  düşünceyle Kerim Sadi'ye gittim. Ve de “Hoca bunlar (savcılar) senin müstear isimlerini teşhis etmişler, ve israrla seni arıyorlar; ne yapayım?” diye sordum. Ki ânında, “ne yaparsan yap evlâdım!” diyerek başka işlerle uğraşan bir Adam'ın, bana şamar gibi gelen  cevabıyla karşılaştım; hiç unutmam... Ondan sonra tabii ki, bir hikâye uydurarak Hoca'nın müstear isimlerini üzerime aldım. O gün beni tutuklamadılar; ama sonra, onlar (savcılar) da bir “tertip” yaparak, önce bana kendi yazımdan dolayı onbir aylık ufak bir hapis -cezâsı- giydirdiler, Hoca'ya ait ağır cezalık yazıların tâkibâtını ise beklettiler. Yâni böylece, benim 11 ay için içeri girip de, hapishâne şartlarını görünce, ağır cezadaki yazıların Hoca'ya ait olduğunu itirâf edebileceğimi kurguladılar. Kerim Sadi Hocam böyle bir kurguyu hesâba kattı mı, bilmiyorum; ama bana, “bir yakalanma durumu olmadıkça, hapis yatmaya râzı olmanın, kahramanlık değil, pasifizm anlamına geleceğini, ve üstelik yurtdışı tecrübesi yaşamanın da, önemli bir kazanım demek olduğunu” münâsip bir dille anlattı... Ve en sonunda bana şöyle bir nasihatta da bulundu: Yurt dışında yapacağın temas ve pratiklerden sâdır olacak sevaplar da günahlar da sana aittir; ne kadar sıkışsan da, kimseyi sorumlu tutmaya ve işin içine katmaya çalışma, zira sebep olacağın zarar katlanarak büyür...

19 Mayıs 1972'de, Hatay Cilvegözü sınır kapısından -Suriye'ye müteveccihen- normal pasaportla Yurt dışına çıktım... Suriye'de, Büyükbabam'ın ikinci eşinden olma halalarım vardı; ki kocaları da, bir zamanlar bakanlık yapmış, büyükelçilik yapmış kişilerdi... Zaman geçirmeden Şam'daki Sovyetler Birliği Büyük Elçiliği'ne giderek, Türkiye Komünist Partisi genel sekreteri Zeki Baştımar'la iletişim kurmak istediğimi bildirdim. Ve de karşıma çıkarılan Azerbaycan'lı Şahin adındaki bir personelin tercümanlığında, Zeki Baştımar'a iletilmek üzere bir mektup verdim... Zeki Baştımar'ın Kuzguncuk'ta oturan bir çok yakın akrabasını ben yüzyüze tanıyordum; ve dolayısile, “Kerim Sadi”  referansından ayrı olarak, kendimi de şahsen taktim edebildim. Nitekim tahmin ettiğim gibi, kısa bir süre sonra, eski bir solcu ve emekli büyükelçi olan küçük halamın kocası vâsıtasıyla bana -şifâhen- Zeki Baştımar'ın beni Moskova'ya çağıracağı haberi verildi. Ve hatta uçak biletimin de gönderileceği müjdesi ile birlikte, tebrikler bile aldım; itibarlı görünmem hasebiyle... Ama sonra, aylarca ses seda çıkmadı... En sonunda, vizemin süresinin bitimine ramak kala gittiğim Sovyet Elçiliği'nden bana, Doğu Berlin'e gitmem gerektiği, çünki Demokratik Almanya Komünist Parti binasında beklenildiğim bildirildi... Doğu Berlin'deki Komünist Parti merkezine gittiğimde ise karşıma bir dizi meymenetsiz  ve/veya câsus suratlı herif çıktı; “niye geldin?” filân gibilerinden istiskal edici sözler ve sorularla... Birkaç ay sonra, bir vesileyle Bulgaristan'a gidip sorduğumda bana dediler ki, TKP genel sekreteri İsmail Bilen'dir; Zeki Baştımar çoktan öldü... Meğerse, o üç beş ay içinde ne olmuşsa olmuş, -artık Hakk'ın emriyle mi, yoksa başka birilerinin emriyle mi bilinmez- Zeki Baştımar vefat etmiş... Ve de TKP'nin başına, Kerim Sadi'nin ve birçok nâmuslu Türk komünistinin -kadîm- can düşmanı, câsus tandanslı psikopat Lâz İsmail geçmiş... Bulgar komünistleri, benim TKP ile temâsa geçebilmem için hiçbir şey yapmadılar; İsmail Bilen'den aldıkları işâret mûcibince olsa gerek... Ancak beni câsusluk konularında yoklamadan da edemediler... Bense, onların arasında da bir teorisyen veya teorik görüş aramaya devam ettim; amma velâkin Todor Jivkov'un yakını olan partizanlarda bile böyle bir formasyon göremedim... Bulgarların, tarihi -ve aristokratik- bağları itibâriyle, Almanya'ya ve hatta o zamanki kapitalist Batı Almanya'ya sempatileri büyüktü... Onun için, benim Batı Almanya'daki Türk işçileriyle olan ilişkilerimle yakından ilgilendiler; ve hatta bir ara, benim oradaki Türk işçi çevrelerinde yapacağım (yapabileceğim) sosyo-politik faaliyetlerde yardımcı olmayı bile düşündüler. Ancak, Batı Almanya'ya gidiş gelişlerimde -büyük bir dikkat ve şans eseri olarak- bir de gördüm ki, Bulgaristan  ve Batı Almanya istihbârat ajanları birlikte çalışıyorlar... İşte ben o anda, “komünizm inşaatı”nın, daha yapım hâlindeyken temelden çökmüş olduğunu, ve ondan dolayı da, teoriye meoriye ihtiyâcının kalmadığını -pratikte de, somut olarak- anlamış oldum... Benim yerimde, normal (pragmatik) bir solcu ve hatta komünist olsaydı, Bulgar ve Batı Alman (veya CIA) ajanlarının müşterek çalıştıkları bir konu ve alanda faaliyet yürütmeyi, riski minimize edilmiş garantili bir iş olarak görür, kariyer ve şöhret edinmeye bakardı. Ama ben öyle yapmayıp durumu, T.Jivkov'un partizanları arasına Savaş'ın sonlarında bir genç vatansever  idealist olarak katılmış bulunan “Gregorov”a -delillerimle birlikte- ilettim, ve sordum; “nasıl oluyor da, Bulgaristan Komünist Partisi'nin istihbârat elemanları, CIA yönetimindeki Batı Almanya istihbâratçıları ile birlikte çalışıyorlar?” diye... İşte o zaman, iyi Türkçe bilen, ve Türklere sempati ile bakan Gregorov bana şu -tarihî- itirâfı yapmak lüzûmunu hissetti, ve de mealen dedi ki, “Biz (Bulgarlar), Sovyetler Birliği denilen projenin başını çeken Ruslar'ın, -ihtilâl heyecanını hissetmemiş olan- müteakip kuşakta bu işten (komünizm'den) vaz geçeceğini, yâni Batı ile olan mücadelede havlu atacağını hissediyor ve korkuyoruz. Onun için de, müstakbel Dünya dengelerinde yerimizi arıyoruz” (Yıl:1973'ün başı) ... İşte bu sebepten, Batı Almanya'ya -iltica etmek üzere- son defa girerken, benim içim gâyet rahattı. Çünki, Marksizm'in teorisinde farketmiş olduğum “abuk”luk, pratikte de kendini göstermekte, ve “komünist düzen inşâ ediyoruz” diye yola çıkanlar, totaliter devletler yaratmaktan başka bir şey yapamamaktaydılar. Ve bu bakımdan, TKP'nin başına İ.Bilen gibi bir psikopatın geçmesi (geçirilmesi) de, gâyet normal bir gelişmeydi... Haa bu arada, şu anektodu da  kaydetmeden geçemiyeceğim: Batı Almanya'ya iltica talebinde bulunduktan sonra girdiğim toplama kampında (Yabancılar Deposu'nda), sırtı derin işkence izleriyle kaplı, atletik yapıda genç bir Türk subayına (veya assubayına) rastladım; ki aklî dengesi pek yerinde olmayan bu insanla herkes, -“general” diye hitap ederek- dalga geçmekteydi... Ancak bir gün bu insan, beni bir tenhâda yakaladığında dedi ki, “Ali bey sen solcusun, onun için sana bir sırr vereceğim: Bana inan ki Bulgaristan NATO'ya girmiş; ama şimdilik bunu gizli tutuyorlar..”  İşte o anda, herkesin deli gözüyle baktığı bu adamın, ne gibi bir serüvenden (cendereden) geçerek bu hâle geldiğini çok merak ettim; ve de derin bir acıma hissi duydum kendisine... Fakat hiçbir zaman da, bu merâkımı gideremedim tabii...

Ben bölünmüş (Demir Perde'li)  Avrupa'da, Doğu ile Batı arasında mekik dokurken, tabii ki pek çok ajanın tâkibine mâruz kaldım. Benim “gidiş-geliş”lerim çok defa randevusuzdu; tamamen kendi ihtiyârî kararlarıma bağlıydı. Ve onun için de, gâyet tehlikeli bir “parkur”dan geçmiş olduğumu sonradan anladım. Zira sonradan öğrendim ki, meğerse bozuk ritm'li mütereddit davranışlar, “acemi câsus”luk emâresiymiş; ve de profesyonel ajanların öncelikli hedefleri (veya “av”ları) arasına giriyormuş. Çünki muayyen bir iş, amaç veya düşünce uyarınca hareket eden insanların mutlaka -hızlı veya yavaş- bir ritmi olurmuş; ki zâten ben de, kalabalık yerlerden geçerken, beni takip eden ajanları, çevreme göz gezdirdiğimde, -diğer insanlara nazaran- “kıpırtı farkı olanlar” olarak teşhis etmekteydim.  Yâni benim düşünce ritmim (sıralama melekesi) hiçbir zaman bozulmadığı için -ona paralel çalışan- davranış ritmim de bozulmamış; ve ondan dolayıdır ki, beni tâkip eden ajanlar, hangi hedefe (amaca) ulaşmak için çabaladığımı merak ederek daima izlemede kalmışlar meğerse... Ajanların bu durumu esas itibâriyle, ritmik âyinler yapan ilk primatlara veya insanımsılara -saldırmak veya kaçmak gibi refleksif (amaçlı) etkileşime girmedikleri için anlam veremeyip- saldıramayan, ve dolayısile de onların insanlaşarak kendilerini boyunduruk altına almalarına seyirci kalan güçlü yırtıcı hayvanların hâline benzemektedir; ki ben bu benzetmeyi, seneler sonra Türkiye'de  girdiğim hapishâne şartlarında idrâk edecektim... Ayrıca, sınırdışı (deport) edildiğim, veya -beni denemek üzere- bana âniden “ülkeyi terk et” ültimatomu verildiği zor durumlarda bile paniğe kapılmadığım için, aynı ajanların nasıl şaşkınlık geçirdiklerini de, şimdi daha iyi anlıyorum... Ve en sonunda Batı Almanya'ya ilticâ talebinde bulununca, “olsa olsa bir  Sovyet Köstebeği olabilir” diyerek -avcılığı bırakıp- benimle yakın  dostluklar tesis etmeye başladıklarını da... Yoksa 1972-74'ler Avrupa'sında (bilhassa B.Almanya'da), sokak ortasında sorgusuz sualsiz infâz olunmak işten bile değildi; hele ki hem Doğu'dan, hem de Batı'dan bazı ülkelerin, -“kıyak(!)”  yapar gibi-  giriş (vize) damgası vurmadığı, bir yarı illegal pasaportla dolaşılırken... Neyse ki ben, palto altından böğrüme dayanan tabancadan, adrenalin şoku (yükselmesi) sâyesinde,  ve kânûni müeyyideden de -zamanında ilticâ talebinde bulunduğum için- bir ay kadar hapis yatarak, kurtuldum... Peki, benim düşünce ritmim niye bozulmamıştı?.. Çünki “insan” üzerine kurulmuş ve kurulacak olan bütün teorilerin, bilimsel metodolojik (veya sembolik mantık) iskeletini sağlam bir zemine oturtmuştuk. Yâni “insan” ile ilgili bilimsel bir teori geliştirebilmek için, herşeyden önce hayvanla insan arasındaki somut, nesnel farkın ortaya çıkarılması gereğine oturtmuştuk... Onun için de, devletlerin yönetici kadrolarına hâkim olmuş bütün ideolojileri sorgulama -ve hatta yargılama- hakkına sâhip olduğumu düşünüyordum. Yani daha açıkcası, Kapitalizm, Komünizm gibi ideolojilerin hâkim olduğu devletlerin kânunlarında, pek çok -insâniyet karşıtı- suç unsurunun bulunduğu kanaatini taşıyordum; ki hâlâ taşıyorum. Zira “ideoloji”, aslında bir “eylemli felsefe” demekti; yani ideologlara veya uygulayıcılara, geleneksel, subjektif tercih ve kurallara göre fikir değiştirme ve/veya eylem yapma imkânı veren bir felsefe... Ve üstelik, devlet yönetmek, ve dolayısile de devleti ele geçirmek (darbecilik) amacı taşıyan bir âcül devrimcilik anlayışını da -ideolojik bularak- reddetmekteydim. Çünki “devlet”, -herkesin tasarlayıp ezberleyerek kafasına göre uygulayacağı- ideolojilerle yönetilen, insanların ihtiyaçlarıyla ilgili bir toplum aygıtı olamazdı. Zira devlet'i, “çobanlık organizasyonu” gibi anlamak, insanlığı koyun veya davar sürüsü gibi görmek anlamına gelirdi; tıpkı peygamberlerin gördüğü, ve bazılarının da -din kitaplarında- açıkça ifâde ettiği gibi... Aslında “devlet” esas itibâriyle, ideolojileri yapanların, yâni o kapasitede olanların (liyâkatlı, inisiye insanların)  seçilimiyle teşekkül eden bir “toplum beyni” olabilirdi ancak... Ve böyle bir “devlet” anlayışıyladır ki, en sonunda, tüm insanlığın tek bir devleti olabilirdi... Zira, ideologları (peygamberleri) veya o kapasitedeki insanları seçen bir seçilim (seleksiyon) sistematiği ancak, ideoloji hâline getirilemezdi... Dolayısile de benim için hayat, “insan-hayvan” farkını fark edene kadar, etrafımdan akıp geçen nesne ve olayları seyretmekten ibâretti; ki bu pozisyon da bana, hiçbir şey yapma veya olma ıstırârına kapılmadan, sâdece “angaje etme” veya “kafakola alma” tasallutlarından sakınmak sûretiyle inisiyatif sâhibi olmamı sağlıyordu. Onun içindir ki ajan formasyonlu kişiler, benim hiç telâşlanmadan, derede akıntıya karşı -durduğu yerde- yüzen balık gibi toplumsal gelişmeleri durduğum yerden temâşâ etmeme bir anlam veremiyor, ve de son tahlilde “olsa olsa, eylem zamanını bekleyen bir köstebektir” diye düşünüyorlardı. Ama tabii ki bu arada, fikir yoklaması yapmaktan da geri durmuyorlardı...

Katkı Dergisi'ni çıkarırken, bana pratik işlerde yardımcı olan -liseden terk- bir genç vardı (İ.B.)... Bu çocuk o sıralarda, “polis”te gördüğü işkenceleri bahâne ederek, “politik mülâhazalarla Almanya'ya kapağı atabilirim” diye düşünüp, bir Amerikalı turist kadınla (L.B.)  Batı Almanya'ya kaçmış, ve de o kadına Münih Belediyesi'ne ait eski bir künt binânın en üst katındaki bir daireyi gâyet uygun bir fiyata kiralatmıştı (8 Munchen 19 – Nymphenburger Str. 122, Stok:3)... Ki işte, asansör kapısına Rote Front yazısı kazınmış olan, ve de çatı katında her türlü komünist neşriyâtla birlikte, tam takım matbaa malzemelerinin -sahipsiz olarak- bulunduğu o binanın en üst katının arka dairesi,  bir iki yıllığına benim karargâhım oldu âdetâ... Evi bazı muzır kişilerden temizledikten, ve Balıkesir Lisesi'nden talebem olan (Z.E.)'yi de, muzır teşkilâtlardan kopardıktan sonra, o evde mukîm dört kişi kaldık... Resmi çalışma izinlerimizi alıp da normal hayata dönünce, ben “herkesin eve vaktinde gelip gitmesi” kuralını getirdim; ki işten çıktıktan sonra, eve ulaşmadaki gecikmeler soruşturmaya -ve sonuç itibâriyle cezaya- tâbiydi... Bunun üzerine bir gün, bir “garden parti”de, Amerikalı bayanın, içinde pasaportunun bulunduğu bez çantasının, ortada yanan büyük ateşe atılarak yakılmasına muttali olduk. Ve yeni pasaport çıkarmak için  Münih Konsolosluğu'na gittiğinde de kendisine, müddetli pasaport verilmiyeceğinin, sâdece Amerika'ya dönüş için verilebileceğinin söylendiğini duyduk. Üstelik Amerikalı bayanın, “CIA peşimde!.. CIA peşimde!..”  diye sayıklayarak nasıl korktuğuna da şâhit olduk... Ama yine de, Amerika'ya dönmedi o bayan... Uzun süre pasaportsuz yaşadı; ve bu arada Alman polisinden de -iktidarda olan Sosyal Demokratlar (SPD) aracılığıyla- anlayış gördü... Fakat bir gün, “Polonya Yahudisi” kökenli olan ebeveyninden -emri vâkî şeklinde- “seni ziyârete geliyoruz” diye bir haber aldı... O zaman anlaşıldı ki, işgüzar CIA ajanları, (L.B.)'nin muhâsebeci olan babasıyla, eski bir “çocuk yıldız” olan annesine ulaşarak (veya bulaşarak), “kızınız Türklerle  komün hayatı yaşıyor, grup seksi yapıyor, filân..” gibilerinden jurnaller geçmişler... Karı-Koca (Anne-Baba) geldiler, ve bir hafta kaldılar bizimle aynı evde... Gezdik tozduk, resim çektirdik birlikte; hatta uzun uzun satranç oynadık, ve yemek kültürlerimizden örnekler yapıp tattırdık biribirimize... Gördüler ve anladılar ki, bu evde “komün hayâtı”, “çok eşli hayat”, “grup seksi” filân gibi soytarılıklar yapılmamış, yâni insan irâdesini ve insanlar arası uyumu yıpratacak “tabusal sakınca” ihlâlleri yaşanmamış... Ve onlar gittikten sonra da, Amerika'nın Münih Konsolosluğu, (L.B.)'ye  yeniden pasaport verdi... Yâni anladığım kadarıyla işin aslı şu: CIA ajanları, (L. B.)'yi doğrudan muhbir ajan olarak kullanmak istemişler, ama benim uyarım üzerine (L.B.) bunu kabul etmeyince, -bize de yaramasın diye- kadını evine geri göndermeye çalışmışlar... İşte bu evde, yapılan yoklamalar ve sorulan sorular üzerine verdiğim üç cevabı veya fikri çok iyi hatırlamaktayım: Birincisi, Fransa'dan (A.G.)'nin mektuplarla sorduğu, “kapatılan TİP'in yerine, kurulması istenen yeni bir sosyalist partinin ismi ne olabilir?” sorusuydu; ki buna cevâben verdiğim iki isimden biri “Türkiye Sosyalist İşçi Partisi” idi... Nitekim bu adla bir parti kuruldu; ve (A.G.)'de başı çekenlerden oldu... İkincisi, “baskıcı bir rejimde, ses getirecek ama terör unsuru taşımayacak bir sokak eylemi (demostrasyon) nasıl olabilir?” şeklindeydi. Buna cevâben de, daha önceleri İstanbul için düşündüğüm “balon uçurtmak” eylemini önerdim; ki bunu da “Yeşiller”, Leningrad'da gerçekleştirdiler... Üçüncüsü ise, “müstakbel Global Sosyalizm'de, enerji meselesi nasıl olacak?” gibilerindendi.. Buna karşılık olarak ben de, İst. Üniversitesi'nde deneylerini yakından izlemiş olduğum Füzyon Enerjisi'ni ortaya attım; istikbâlin enerjisi olarak... Ki bunu da, bizim Münih'deki ev sâhibemiz (L.B.)'nin de aralarında bulunduğu ICLC (International Caucus Labor Committees) örgütü, Uluslararası bir kampanya konusu yaptı...

Genel Af Kanunu'nun çıkışını müteakip, 27 Ağustos 1974'de Türkiye'ye döndüğümde, bir de baktım ki Kerim Sadi'nin etrafını TSİP'liler sarmış... Diğer yandan da -polis işbirlikçisi diye bilinen- eski “Lâz İsmail”ci komünistler, yeniden irtibat kurmuşlar Hoca'yla... Önce TSİP'in öncülerinden ve de Kitle yazarlarından Dr.Ziya Oykut'un evinde yapılan toplantıda ben,  bu “parti”nin  bir CIA tezgâhı olabileceğini, çünki Kerim Sadi'nin fikri bile sorulmadan, “soğuk savaş” stratejistlerince -İ.Bilen TKP'si ile- didişme aracı olarak alel acele kurulduğu intibâını verdiğini ifade ettim. Ki nitekim bir iki ay sonra da, bana Amerika'dan -bayan (L.B.) vasıtasıyla- ICLC örgütünün “Kitle” adını taşıyan Türkçe bir neşriyâtı ulaştırıldı. Yâni bu, apaçık bir “angaje etme” veya “kafakola alma” operasyonuydu; ki onun için de, tekrardan yayınlamaya başladığımız Katkı Dergisi'nin “Aralık 1974” tarihli 9. sayısında bu durumu fâş ve red ettim... Hatta -hiç unutmam- bunun üzerine, İ.Bilen'in yayın organlarında çıkan “Katkı Dergisi böyle böyle yazıyor... ateş olmayan yerden duman çıkmaz.” gibilerinden bir yazı ile, bize “olta” atıldığına da şâhit olduk... Ayrıca -eski tüfek- İ.Bilen'ci komünistlerle, Küçük Çamlıca Kır Gazinosu'nda yaptığımız toplantıda da, “Komünizm'in inşâsı” projesini yürütenlerin, plân ve programlardan (yani teoriden) kopmuş bulunduklarını, dolayısile de, yeni nesil yöneticilerin başa geçmesiyle Sovyetler Birliği'nin -Kapitalizm'le mücâdelede- havlu atacağından korkulduğunu söyledim. Ki buna karşı da, -Hoca hâriç- eski tüfeklerden müthiş bir tepki aldım. Hatta beni çürütmek, daha doğrusu korkutmak için öyle bir “devrimci hamâset” yaptılar ki, Kerim Sadi araya girip, “anarko-sendikalizm'e kadar gitmeyin artık..” diye onları uyarmak -daha doğrusu azarlamak- zorunda kaldı... Ben bu İ.Bilen'ci komünistlerin, daha sonraları, “cefâ çekmiş düşkün  komünist” ve/veya deli numarası yaparak, Hoca'nın en yakınlarına kadar sarkıp onları rahatsız ettiklerine, ve hatta darp etmeye çalıştıklarına bizzat şâhit olmuş ve vaziyyet etmişimdir... Yâni demem o ki, '74 Affı'ndan sonra ABD ile SSCB, aralarında oynadıkları “Global Satranç”ın icâbı olarak Türkiye'yi, tamamen ajansal operasyon ve manipülâsyonlarla gerip kutuplaştırarak “12 Eylül” darbesine getirmişlerdir. Ama tabii ki, Türkiye'deki insanların çoğunun mülteci (sığınmacı), “mübâdele”ci ve dağlı, dolayısile de câsus tandanslı (kaypak) ve sert kafalı (sâbit veya dogmatik fikirli)  olmasından yararlanarak... Üstelik, bizim gibi -bilinçli- insanlara göstere göstere, ve de -eziyet- çektire çektire... Yabancı “acenta”ların burada kolayca -ve etkin- faaliyet gösterebilmelerinin bir sebebi de, Türkiye'deki “kara” veya “koyu gri” para kaynaklarının ve cereyanlarının, kamu menfaatine kontrol edilip kurutulamamasıdır. Onun içindir ki, “koyu gri” diye nitelenen “ihâle-iâne-rüşvet” paraları bol bol üretilmekte, ve rahatça politik oluşumlarda kullanılmaktadır. Dahası, iktidara geçen politik kadrolar bile, bu “gri para” bataklığını kurutacaklarına, hem kendilerini daha genişletmek, hem de buradan nemâlanan marjinal grupları manipüle etmek üzere bu yola gitmemektedirler. Kaldı ki, sözkonusu -gayri meşrû- paralardan, bir sürü istihbârat elemanı da ekmek yemektedir... Yoksa, bu -yerli- kaynaklar olmasa, yabancı “acenta”ların dışarıdan gizlice külliyetli meblağlar getirmeleri sözkonusu olamaz; hiç olmazsa çok yönlü (devletli) murâkabe bakımından... Nitekim “Deniz Feneri” adındaki şebekenin foyası, nemâlananlar iktidar olduktan sonra bile -Almanya'nın tâkibâtıyla- ortaya çıktı... Bu tezgâhları ben, yurtdışına çıkmadan evvel de biliyordum, ama ihtiyaç duymamıştım; elime biraz “miras”  parası geçtiği için... Ancak yurtdışına çıkarken de, tedbir olarak (dönüşte asgari bir bağımsızlığı sağlayabilmek için), bir arkadaşla (M.A.) anlaşmıştık; “gri para” havuzuna bir ince hortum daldırmak husûsunda... Nitekim Yurda döndüğümde, “hortum”un âyarlanmış olduğunu gördüm; ve ondan dolayı da, bağımsız tavırları ve yayınları ortaya koyabildik... Bu arada, Kerim Sadi'ye, hapishâneden imzâlı bir kitabını göndermiş olan Behice Boran'ın da fikrini alalım dedik; ki onun için ben de, Hoca ile Behice Hanım'ın yakın ahbâbı olan, Türk Dil Kurumu'nun kurucu başkanı Ahmet Cevat Emre'nin kızı'nın oğlu refâkatinde kendisini ziyârete gittim. Ama kendisiyle konuşunca da büyük bir düş kırıklığına uğradım. Çünki Behice Hanım bizden sâdece, kaç kişi olduğumuzu, ve -herhalde parasal olsa gerek- gücümüzü sordu. Yâni bizimle, -varsa tabii- ne bir fikrini, ne de bir kriteryumunu paylaşmak istedi... Sanki kafasında bir şablon varmış da, -veya birilerinden hazır bir reçete alabilecekmiş de- sâdece o şablonu uygulamak üzere iktidâra geçmek yollarını, imkânlarını arıyormuş gibi, pragmatik ve oportünist bir kişilik görüntüsü verdi bana... Bundan sonra, artık fikrî inisiyatifi tamamen üzerimize almamız gerekiyordu; ama hiçbir zaman ve hiçbir şekilde, Lâz İsmail'in dümen suyuna da girmememiz îcâp ediyordu; ki işte ben onun için, 1977'nin başında (3 Ocak'ta) Sofya'ya uçtum, (F.A.) ile birlikte... Ve de eskiden tanıdığım “Gregorov”u bularak -ezcümle- dedim ki: Lütfen şu İ.Bilen makûlesine söyleyin, inisiyatifi bize bıraksınlar, ve bizi desteklesinler; veya hiç olmazsa, bize karşı çıkmasınlar... O zamanki taktik sorun, TKP'nin legale çıkması, veya legal bir Komünist Parti'nin kurulması meselesiydi... Ama ben döndükten sonra bir de baktık ki, “Lâz İsmail makûlesi” bütün yayın organlarıyla bize “veryansın” ediyorlar. Hatta onların dışarıdan yaptıkları radyo yayınlarını, içerideki uzantıları olan “eski tüfek”  İ.Bilen'ci komünistler de banda kaydedip bize (Kerim Sadi ile birlikte bana) dinletiyorlar; tekrar, tekrar... Ancak ne hikmetse (!), “Kerim Sadi'ci denilen provokatörler” diye lanse ettikleri grubun içinde benim adım geçmiyor... Yani besbelli ki, Hoca ile aramı açmaya çalışıyorlar... Bunlar daha sonra, bizi dağıtmak veya angaje etmek için öyle rezilâne işlere kalkıştılar ki, MİT'le anlaşarak düzenledikleri Konya Konferansı diye bir soytarılığı bile, millete -müsbet bir işmiş (veya mârifetmiş) gibi- yutturmaya çalıştılar.  Ama ne yazık ki, bu arada, Şadi Alkılıç (nâmı diğer Şadi Baba) gibi çilekeş bir emekli askeri de, bizden uzaklaştırmaya muvaffak oldular; “1917 İhtilâli'ne Sadâkat” mitolojisiyle... Bu arada bizim para hortumu da  gittikçe kalınlaşıyor, ve kalınlaştıkça da ticâret ve istihbârat erbâbı çevremizi kuşatıp -düşünce- ufkumuzu daraltıyorlardı. Ki aynı sıralarda bir akşam, ansızın bir ziyâretçi çıkageldi evime; şu meşhûr çocukluk arkadaşım (B.Ç.)'nin mârifetiyle... Bu zât, sonradan “resmî ajan” diye adı çıktığı için ortadan kaybolan, meşhur İngiliz gazeteci (D.T.) idi... Uzun uzun konuşup (konuşturup) beni istintâk ettikten sonra vardığı, ve de bana (B.Ç.) vâsıtasıyla ilettiği hüküm -mealen- şöyleydi: Ali bu kafayla hiçbir zaman Doğu Perinçek'in, ve hatta Murat Belge'nin önüne geçemez... O zamanlar Murat Belge'nin de bir gurubu vardı; ama o  sonraları, gurupçuluğu bıraktı... Bir gazetecinin, üzerine vazife olmaması gereken bir konuda vermiş olduğu, ve bana da özenle ilettiği bu hüküm, kafamı kurcalarken, bir de baktım ki, yakınımdaki insanlar da beni zengin (!) etmeyi düşünüyorlarmış meğer... O zamanlar  benim en yakınımda bulunan iki kişi vardı: Basın yayın gibi pratik işleri yürüten (S.M.) ile, parasal hortum işini âyarlayan (M.A.)... İşte aynı zamanlarda bir gün (S.M.) dedi ki, “abi sen evet de, bütün -İst.- Anadolu yakasının uyuşturucu gelirini senin emrine verelim; çünki zâten bu dağıtım işini, bizim Kürt mafyası yapıyor”... O zamanlar o gelirle, değil güçlü bir gurup oluşturmak, Türkiye çapında bir “parti” bile kurulabilirdi... Bunun üzerine ben, işi  hem derinliğine anlamak hem de yokuşa sürmek için dedim ki, “tamam, dağıtım şebekesine sâhip olabilirsiniz ama, değirmenin suyu (yani “mal”) nereden geliyor veya gelecek?”... İşte o zaman beni şoke eden bir cevap aldım: Abi hiç dert etme, malı yabancılardan değil, (M.A.)'nın kayınpederi ile kayınbiraderinden sağlayacağız; çünki onlar, yakılacak (imha edilecek) malların resmi “yedd-i emin”leri... Ki böylece de hiçkimse biribirini ele veremiyecek; ve dağıtımcıların yakalanmalarıyla da hiçbir zaman ve şekilde bize ulaşılamayacak; zira sistem öyle kurulu... Ben bu işi bir de (M.A.)'nın kayınbiraderine sorup doğrulattıktan sonra, artık (M.A.)'ya da iyi gözle bakamaz oldum; gri para yetmedi de, kara paraya geçiyor diye... Ve de “pess” dedim, böyle bir organizasyona... Ama sonunda, “korkunç organize” işin aslı, hiç de -ilk nazarda- göründüğü gibi çıkmadı. Ve de (M.A.) arkadaşım bugüne kadar, benimle aynı yolda beraber olmaya devam etti, en önemli şâhidim ve delilim olarak; hem de ufak bir emekli maaaşına düşerek... Netice itibâriyle, beni mutlak bir “fikrî güdüm” altına sokacak olan bu teklifi tabii ki kabul etmedim; ama reddederken de, mantıki olmaya, yani hissî ve fevrî olmamaya dikkat ettim. Ve de dedim ki, “teklifinizi prensip olarak kabul edemiyorum, çünki bir devrimci karapara'ya ancak, savaş hallerinde tenezzül eder; amma ve lâkin, henüz Türkiye'de bir savaş hâli yoktur”... 1977, çok mahşerî veya kaotik bir yıldı; ki meselâ 12 Ağustos'ta da Kerim Sadi'yi -75 yaşında- kaybettik. Basit bir kalça kemiği kırığından, beş gün içinde vefat etti gitti... Halbuki hastaneye gitseydi veya gidebilseydi, bir operasyonla çivi çakılacak, ve de büyük ihtimal -84 yaşındaki Babaannem gibi- dimdik ayağa kalkabilecekti. Ancak kendisi, hem birkaç ayrı nüfus cüzdanına sâhip olduğundan, hem de eski “câsus komünist-polis” ittifâkının mutlaka -kendisinden- intikam alacağını düşündüğünden, hastaneye gitmeyi kesinlikle reddetti; ve de âdeta kendi ipini, kendisi çekti; psikopat düşmanlarına, “suikast yapma”nın sevincini ve övüncünü yaşatmamak için... Bizzat kendisinden sıcağı sıcağına dinlediğime göre, kırda yürürken tökezleyip bir taş parçasının üzerine oturur gibi düşmüş ve de çömleği çatlatmış... Eve getirdiğimiz seyyar röntgen âletiyle de bu çatlağı net olarak teşhis ettik... Bu müessif olayda, bazılarının öngörüsüzlüğü ve dikkatsizliği düşünülse de, bir suikast ihtimâli asla sözkonusu değil... Kerim Sadi'nin ölümünden sonra, Katkı Dergisi'nin logosunu, -İ.Bilen'e kesinlikle angaje olmayacağımızı göstermek üzere- Türkiye Komünistlerinin Fikir Dergisi  olarak değiştirdik. Ve ondan sonra da, yaklaşık bir yıl boyunca Katkı'da, İ.Bilen ve câsus komünistleriyle uğraştım. Pratikte de, hortumlardan gelen “gri para”ları, arkadaşlar arasında bir “ekonomik entegrasyon” tesîsi ile aklamaya (meşrûlaştırmaya) çalıştım. Ama realitede gördüm ki, herkes büyük büyük siyâsî lâfların ve sloganların arkasında, ekonomik olarak sâdece kendisini ve ailesini düşünüyor... Yâni küçük burjuvalardan müteşekkil siyasi bir grubun, dışarıdan -bir şekilde- para pompalanmadıkça, varlığını ve bütünlüğünü idâme ettirebilmesi mümkün değil... Dışarıdan para pompalandıkça da, o grubun veya gurup liderliğinin bağımsız ve objektif bir fikriyât geliştirebilmesi -ve ajanların güdümünden kurtulabilmesi- olanaksız. Her ne kadar, o guruplara “ihâle-iâne-rüşvet” havuzundan para tedârik eden -kimi saftrik, kimi ajan- üyeler, kazandıklarının kendi emekleri ve becerileri (!) karşılığı olduğunu düşünseler veya iddia etseler de... Ve hatta buna, şeflerini (!) inandırsalar da...  Zaten bütün ideolojilerin açmazı da bu; darbeciliğe mecbur olmaları da bundan... İşte ben bu düşünceler içindeyken 1978'in yazına gelindiğinde, bütün hortumların kesilmesi ve “gri para”ların likide edilmesi ile birlikte, Lâz İsmail'in TKP'sine karşı da, geriye dönüşü imkânsız kılacak bir tavır konulması kararına vardım. Ve onun için de, Katkı Dergisi'nin Ağustos 1978 tarihli 36. sayısında, bir çıkış bildirgesiyle beraber, legal Türkiye Komünist Partisi için, Tüzük ve Program yayınladım... Bu durumda, İ.Bilen'in TKP'sine “Konya Konferansı” soytarılığını yaptıran MİT, bana karşı da hayırhah davranarak, yayınımıza -fiilî- müdâhalede bulunmadı; ve işi yargıya havâle etti. Ki böylece de, tarafsız kalmaya gayret ettiğini göstermiş oldu. Ama bu konuda İstanbul polisi (ve iktidardaki CHP'liler) aynı fikirde değildi; dolayısile beni biraz hırçın bir şekilde yakalayıp gözaltına alarak, ve de “zamanı mı idi ulan?” diye sitemler (!) ederek 3-4 saat sorguladı... Bundan yaklaşık iki yıl sonra bir de, Katkı'nın “Temmuz 1980” tarihli 37. sayısını çıkardık; “Türkiye Komünistlerinin Bülteni” logosuyla... Zira hem -Lâz İsmail dahil- bütün darbecilere ve darbe dâvetçilerine karşı çıkmak gerekiyordu, hem de İ.Bilen'e karşı olan veya duran insanları bir cephede göstermek îcap ediyordu. Ki bunlardan da önemlisi, Hoca'nın yeğeni (ablasının oğlu) ve “Yavuz dâvâsı” sanıklarından Cihat Aydınsal'ın, -ezelî düşman- Lâz İsmail'e karşı, açıkça tavır koymasıydı... Bundan sonra, 12 Eylül 1980'den, yakalanarak hapse sokulduğum 17 Temmuz 1984'e kadar geçen zamanda ise, karakteristik insan manzaralarından (veya hallerinden) kayda değer sâdece iki olay var... Bunlardan biri, 12 Eylül darbesinin akabinde, avukat çift (C.Y.) ile (N.Y.)'nin gelerek -Çamlıca'nın ıssız tepelerinde- bana, “Milli Güvenlik Konseyi paşalarından birinin yakın ahbapları olduğunu, istediğim taktirde onunla yüzyüze görüştürebileceklerini, dolayısile de cezâi tâkibâttan kurtulabileceğimi, ama bunun için, benim de bir pişmâniye'de bulunmam gerektiğini” söylemeleriydi... Meğer darbeye karşı yazdığımız yazıları onaylayıp, legal Komünist Parti kurulması için isimlerini yazdıranların arasında bile, en yüksek rütbeli darbecilerin adamları varmış; diye düşündüm, ve tabii ki -prensip olarak- teklifi reddettim. Ama sonradan (C.Y.)'nin, yazılı olan ismine rağmen tâkibâta uğramadığını, ve de sâdece tanık olarak dinlendiğini görünce de, bana yaptıkları teklifin ciddiliğine inandım... Diğer olay ise, yakalanmadan birkaç ay önce, -kaçak hükümlü olarak yaşarken- o meşhur çocukluk arkadaşım (B.Ç.)'nin yine ortaya çıkarak bana, Fransa'ya kaçmamı önermesidir; -sanki ipiyle kuyuya inilirmiş gibi- tanıdıklarının olduğu ve beni desteklettirebileceği vaadiyle... Böyle bir teklifi salaklığından mı, yoksa mecbûri bir misyon gereği olarak mı yaptı emin değilim; ama onu, ânında şöyle cevaplayarak susturduğumu iyi hatırlıyorum: Ulan ben Avrupa'nın, o yarı illegal “devrimci” yuvalarını 1970'lerden biliyorum. Bugünkü şartlarda oralara -yine- gitsem, Batılı istihbâratçılarla İ.Bilen'ciler bana dar ederler oraları...

İnsan-Hayvan Farkının İdrâkıyla Birlikte, Komünizm'in İflâsı...

17 Temmuz 1984'de yakalanarak hapse tıkıldıktan sonra, -ona buna angaje olmamak için- siyâsî manevralar düşünmem gerekmiyordu artık... Zaten benimle beraber mahkûm olarak içeri girenlerin çoğu, “yanlış yaptık ve cezalandırıldık” gibilerinden bir teslimiyet ve pişmanlık duygusuna kapılmışlar, ya da realiteden kopmuşlardı; dolayısile de beni dinlemez veya anlamaz olmuşlardı... Onun için insanlarla, mecbur kalmadıkça konuşmuyor, dolayısile şartlanmış olduğum metaforları (mecazları) -muhâtabıma kabul ettirmek üzere- kullanmaya çabalamıyordum; ki zâten benim dilimden (jargonumdan) anlayacak insan da, pek yoktu... Dolayısile de herkesin beden dilini anlamaya, ve beden diliyle konuşmaya çalışıyordum... Ve bu arada, on yıllardır bulmaya, görmeye çalıştığım, insanla hayvan arasındaki farkı da, burada farkedeceğimi hissediyordum. Ki nitekim bunun, “ritm” duygusu veya melekesi olduğunu, daha birinci senemi doldurmadan fark ettim. Çünki burada insanlar, başkalarından gelen veya gelecek olan saldırgan davranışlara veya tâcizlere karşı, -refleksif didişmelere girmeden- bireysel varlıklarını (kişiliklerini) korumak için de ritmik hareketler yapıyorlar (mesela “yâ sabır” tesbihi çekiyorlar), biribirleriyle anlaşma, uzlaşma hâline girmek için de müşterek ritmik davranışlar gösteriyorlardı (mesela “ritmik uygun adım”larla volta atıyorlardı)... Bu tesbitlerimi kompoze edip de, tarih öncesine projekte ettiğimde ise, şöyle bir tablo beliriyordu gözümün önünde: Toplu olarak ritmik tepinme şeklinde âyin yapan bir  “panteist gurup”, hem -refleksif etkileşime girmedikleri, dolayısile tahrik etmedikleri için- yırtıcı hayvanların saldırılarından korunuyorlar, hem de bir nevi “rezonans” hâlinde ritm melekesi (yani zaman duygusu) geliştirip, büyük otçul hayvanların avlanmasında senkronize davranmayı öğreniyorlardı... İşte ben bunları düşünürken, tam da o sıralarda Sovyetler Birliği'nin başına, “glasnost”çu  ve “perestroyka”cı  Gorbaçov geçti. Ama ben, teorideki veya metodolojideki (mantıktaki) hatanın, açıklık veya şeffaflık politikalarıyla düzeltilemeyeceğini gâyet iyi biliyordum; ki nitekim düzeltilemedi... Teorideki hata düzeltilemeyince de, “yeniden yapılanma” projesi gerçekleştirilemedi. Ve dolayısile de, Gorbaçov'un gösterdiği çabalar, çöküşü hızlandırmaktan başka bir işe yaramadı... 2 Ekim 1987'de dışarı çıktığımda, on yıllar süren bir zaman boyunca hiçbir dış tesire kapılmadan ve angajmana girmeden, ve de dogmatik fikir çağrışımlarına mahkûm olmadan yaşayıp düşünebildiğim için Marksizm'i  aşan, yâni ondan daha şümûllü olan   İnsan (Emek) Bilimi metodolojisini ikmâl etmiş bulunuyordum. Ki bu da, aynı zamanda, bir “meditasyon” tekniği geliştirdiğim ve -mistik vehimlerden, yakıştırmalardan sarfınazar- “inisiye” olduğum anlamına geliyordu. Onun için artık, Sovyetler Birliği'nin yıkılacağından adım gibi emindim... Nitekim çıktıktan hemen sonra, payandalarında (Varşova Paktı üyelerinde) başlayan çatırtılar, iki yıl kadar bir sürede Sovyetler Birliği'nin temelden çökmesiyle sonuçlandı... Ve bizim, câsus tandanslı komünistlerin TKP'si de bu yıkıntının altında kaldı tabiatıyla... Ama bu büyük çöküşün şokuyla akli dengelerini kaybeden dogmatik komünistler, marjinal guruplar olarak her memlekette soytarılık yapmaya (veya “komedi santimantal” oynamaya) devam etmektedirler; ve edeceklerdir de, bir süre daha... Çünki aslında, büyük bir depremin, kafalarda yankılanan artçı sarsıntılarıdır, onların hezeyanları... Ama insanlık nâmına en acıklı durum, allâme'den birinin -bile- çıkıp da, “Marksizm teorisinin şurasında bir hata vardı da, onun için yanlış oldu bu Sovyetler Birliği deneyi” diyememesiydi. Yâni milyonlarca kişinin hayatını ve hayallerini söndüren bir ideolojinin kritize edilememesi, ve bir efsâne gibi, insan muhayyelesinin -keyfî- tasarruflarına havâle edilmesiydi. Veya zımnen, Lenin'in taktik hatâsı olarak anlaşılıp, “devrimcilik” iddiası taşıyan yeni mâceralara dâvetiye bırakılmasıydı; sanki yetmiş yıl zarfında biri -tesâdüfen(!)- çıkmamış da, teoriyi inceleyip, taktiği düzeltememiş gibi... Çünki felsefe, ideoloji ayrı, bilim ayrıydı bir kere... Sonra da bilimin dalları ayrı ayrıydı... Onun için, kocaman kocaman ünvanlar taşıyan ve ödüller alan akademisyenler -bile- sâdece kendi çöplüklerinin (branşlarının) horozuydular; ve ancak, kapitalistlerin (pazar ekonomisinin) onları bıraktıkları çöplüklerin üzerinde eşelenip ötebilirlerdi. Bütün çöplüklerin şeması veya plânı üzerine fikir yürütebilmek için ise, herşeyden önce horozluktan (kuş beyinli'likten), yâni spesiyalist (uzman) bilimcilikten kurtulmak ve “adam” olmak gerekirdi... Bu “bilimsel sorumsuzluk”  her geçen gün, “kapitalizmin, alternatifsiz ve/veya ilâhî bir yaşam tarzı olduğu” yolundaki kanıyı daha da güçlendirdiği için, insanlık nâmına esef vericidir. Halbuki “insan”ı tarif etmeden, “insan hakları” diye bir kavramı -tüketim esâsına göre- bayraklaştırmanın, nasıl bir sahtekârlık olduğu apaçıktır... Kapitalizm'in “demokrasi havârîliği”ni  yaparak “sûret-i  hakk”tan görünenler, inandırıcı olabilmeleri için, herşeyden önce Kapitalizm ideolojisinin gerçek “anti-tez”ini düşünen ve yazanlara, ifâde -ve ifâdeyi yayma- özgürlüğü tanımalıdırlar. Yoksa, metaforik (skolastik) tartışmalarla hiçbir yere varılamaz; ancak havanda su dövülür. Yâhut da, gösteriş olsun diye  kapitalistlerin vitrinine konulmak üzere mostralık “ilerici-devrimci”ler üretilir; üretilmektedir... Nitekim, kapitalistlerin kâr tutkusu veya hırsı yüzünden insanlık, -Dünya'yı, içine göçertmek pahasına- yer altından petrol, gaz emmeye, ve yeryüzünü kirletmeye, ve de sıhhat kontrolunu düşünmeden herkese, çocuk yapma özgürlüğü tanımaya devam etmektedir. Ayrıca gıdâları daha rafine ve komprime hâle getireceğine, yeni yeni “oral hazz”lar -veya alışkanlıklar- icat edip, “obezite” gibi bir anormalliğe yol açacak kadar  kompleksleştirmeye, ve de “irade-içgüdü” diyalektik çelişkisini yönetmeyi öğreneceğine, kendini akıllı ve en kurnaz hayvan zannedip, cinsel hazz müptelâsı olarak “seksopat”laşmaya, dolayısile de “psikopat-kriminal”leşmeye doğru hızla yol almaktadır; gelişme ve ilerleme adına insanlık... Çünki insan sayısının (nüfûsunun) azaltılıp, kalitesinin yükseltilmesi meselesi, hiç de umûrunda değildir kapitalistlerin... Zira onlar, hem insanlar ürerken, hem de haddinden fazla çoğalıp  biribirlerini yerlerken (yani savaşırlarken) kazanırlar... Halbuki insanlığın Uzay'a intikâl edebilmesi ve aklını (bilincini) daha dayanıklı maddelere geçirebilmesi için, mevcut bedeni içindeyken en yüksek bilinç seviyesine ulaşması gerekmektedir. Aksi halde insanlığın ilerleme süreci, kendisinin yapmış olduğu araçlara mahkûm veya esir düşmesi gibi durumlarla inkıtâya uğrar, ve hatta büyük bir çöküşle de son bulabilir. Polislere, ajanlara “tarih” yazdırılıp, yeni nesillere bunlar ezberletilerek, bazı omurgasız mahlûklar şöhret sâhibi, hatta “mit” yapılmakla beraber, bir de “oral” ve “anal” hazzlar -zımni anlaşma şeklinde de olsa- hayatın başlıca gâyesi hâline getirilirse, bu çöküş hiçbir “politika”yla önlenemez; ancak hızlandırılmış olur. Çünki politikacılar, bir de yalanların üzerinden politika yapmakla, sosyo-ekonomik ortamı, mafyöz ve ajansal komplolar (gizli tertipler) alanı hâline getirirler...

Bütün bunlardan anlaşılacağı gibi ben, ömrümün -yaklaşık- son elli yılında, tamamen bilinçli olarak, yani düşünce ve davranışlarımı “feed-back” etkileşimi içinde tutarak yaşadım. Kaldı ki, benden önce benim gibi yaşamış olan Kerim Sadi'nin tecrübelerinden de yararlandım. Ve onun için de, esas itibâriyle (metodolojik olarak) hiçbir yanlış (mantıksızlık) yapmadım. Dolayısile de Antropoloji'yi -mantıkî bir şekilde- “ateş öncesi”ne kadar şümûllendirerek, “insan” fenomenini bilimsel bir disiplin veya bilimsel bir teori hâline getirmiş oldum. Ki böylece de, insanların kalitatif değerlerinin objektif ölçü ve kriterlerle ortaya çıkarılabilmesini, yâni “inisiye” insan seçilimini, -antik zamanlardan gelme mistik kurgulamalar olmaktan çıkarıp- olanaklı hâle getirdim. Ve böylece, Üniversite gibi bilim kurumlarını, hem yığılmış “literatür”lerin, ve kapitalist sipârişlerinin yaptığı baskıdan (manipülâsyondan) kurtarmak, hem de imtihan usûllerini -inisiyasyon seçilimine bağlı olarak- kökten değiştirmek sûretiyle reforme edilmesi gereğini de açıkça ortaya koymuş oldum...

ONUN İÇİN BU TEBLİĞ İLE, PRATİKTE BİR NETİCE ALAMASAK BİLE, O ZAMAN  DA, HÜSEYİN BARAK OBAMA  İLE  DİMİTRİ ANATOLYEVİÇ MEDVEDEV  NÂM ŞAHSİYETLERİN DAHİ, KAPİTALİSTLERİN MAHKÛMU VEYA KUKLALARI OLDUĞU HUSÛSUNDA TARİHE NOT DÜŞECEĞİMDEN EMİNİM...

Ali Ergin Güran:21/05/11