Sonuncu ve Birinci Yeniçeriler
bekdasikodu.org

Tebliğler

İfşaat

Mektuplar

Saklı Tarih Arşivi

Yayınlar

Dava Belgeleri

Haber - Yorum

Cevaplar

Bekdaşi Kodu - bekdasikodu.org - Türk olmak adam olmak demektir.


Türk Olmak Adam Olmak Demektir.
back yaz

Kapitalist Uşaklığı Demek Olan “Uzman Bilimci”lik Rezâleti Yüzünden, “Bilim”in Düştüğü Sefâlet Üzerine...

“İnsan”ın kendini, tüm evrenle birlikte idrâk etme, ve yenileyerek gerçekleştirme etkinliği demek olan “bilim”, dinleri ve kapitalizmi izah edip aşamıyorsa (aşamaz hâle gelmişse), o -tarihî- noktada ortaya bir ârıza ve/veya melânet çıkmış demektir. Son tahlilde, Evren'in -olay ve olgu olarak- bütün unsurlarını “ölçmek” sûretiyle matematik reprezentasyonunu (haritasını, plânını) çıkarıp, bunun üstünde operasyonlar yaptıktan sonra, bu değişiklikleri -teknoloji vâsıtasıyla- tekrardan maddi hayata tatbik ederek onu değiştirmek anlamına gelen “bilim”, nasıl olur da “din” gibi, “kapitalizm” gibi ideolojilerin, toplumlarda yarattığı “menfî insan seçilimi” sistematiğine kayıtsız kalabilir; ve hatta, o ideolojilerin âleti mesâbesine indirgenebilir?.. Başka bir deyişle, kendini “ölçü” ve “sayı” yaratmakla gerçekleştirmiş olan, ve gerçekleştirmesi gereken bir “varlık (insan)”, nasıl olur da, -toplumda- ölçüsüz (kademsiz) insanların seçilimine yol açan ideolojilere teslim olabilir? Yâni insanlık nasıl olur da, gerekçeleri “aksiyom”lara oturtulamayan ve sâbit “ölçü”lere vurulamayan eylemlerle, aktivitelerle güdümlenen (yâni subjektif yorumlara açık olan) doktrin veya felsefe, anlamındaki “ideoloji”lerin peşinden sürüklenme durumuna düşebilir?... Bütün hayvanların, hayattaki esas -insiyâkî- amacı, kendilerinin yerine bir (kaç) benzerlerini ikâme ederek (doğurup doğurtarak) ölüp gitmektir tabii ki... Ondan dolayı da, yaşam boyu, sâdece beslenme ve üreme etkinliği üzerinden yarışırlar -ve hatta yiyişirler- biribirleriyle... Çünki onların “hayvanlaşma” veya “hayvanlığını koruma” gibi bir misyonları ve/veya dertleri yoktur; zira onların şuursuzca îfâ ettikleri içgüdüsel görevleri, “fauna” denilen yaşam bölgelerindeki bir -boş veya uygun- alanın ihtiyâcını karşılamak üzere refleksler kazanarak uyum göstermek veya tahavvül etmektir... Ama gel gör ki, sâdece kas güçlerinden yararlanılan ve/veya “şartlı refleks” faaliyeti demek olan “rutin” işlerde çalışan insanlar da, cemiyet hayatında -geleneksel ve güncel öğretilerle tanımlanan- “insan” taklidi yaparak yaşayıp, hayvânî insiyâklar doğrultusunda gizli niyetler ve gâyeler peşinde fırsat kollayan, dolayısile de sosyal hayatı zehirleyen mahlûklar (psikopatlar) hâline gelmişlerdir bugün... Hatta sırf hayvanca bir hayat ve hazlar için, “ne iş olsa yaparım” diye övünen ve kendini -piyasaya- arzeden insancıklar bile çoğalmıştır artık... İnsanlığın müptezelleşerek, ideolojilere mahkûm olmasının hem sebebi, hem de neticesidir bu durum... Zira “insan”, sâbit bir olgu olmayıp, “insanlaşma” anlamında bir “bilinçlenme fenomeni”dir aslında... Sanayi kapitalizmi zamanında bu tür insanlar (işçiler, bürokratlar vs.), toplumsal hayatın vazgeçilmez öğeleriydi belki, ama o zamanın “hukuk”u da, bugün bize “acımasız” gibi görünen kâide ve müeyyidelerle doluydu... Halbuki artık, bu tür “mahlûk”lara ihtiyâcı kalmamıştır insanlığın; rutin işlerin ve kas gücünün yerine, bilgisayar ve robotların ikâme edilebilmesinden itibâren... Onun için, bundan böyle artık “insan” kalitesi, objektif  bir seçilim (inisiyasyon) programı vasıtasıyla süratle yükseltilmeli, ve de kalitesiz “doğum”lara imkân tanınmamalıdır... Bunun için de, herşeyden önce “ritm melekesi” güçlü, yani “zaman duygusu” hassas olan çocuklarla, çevresini refleksif etkileşimle anlamaya çalışan -melekeleri muhtel- “veled”leri bir arada eğitmeye çalışmaktan vazgeçilmelidir; bunun insanlık nâmına büyük bir cinâyet, hatta “soykırım” olduğu farkedilerek... Çünki eğer, 4-5 yaşlarından itibâren “zaman duygusu” rakik olan çocuklar seçilip de, ayriyeten eğitilirlerse, insanlık -Uzay'a doğru- büyük bir sıçrama yapacaktır. Ama şâyet bu seçilim gerçekleştirilemezse  insanlık, “birey insan” ceninlerini katletme suçunun (günâhının) cezasını, kitlesel olarak biribirini kırarak (veya yiyerek) çekmeye devam edecek, ve böylece de, Dünya'nın sonunu getirecektir tabiatıyla... Zira sağlıklı bebekler, 3-4 yaşlarında ritm melekelerini olgunlaştırdıktan sonra, “refleksif fauna”dan çıkıp “zamanlı Dünya”ya doğmakla, düşünce ve irâde sâhibi bir “küçük insan (çocuk)” olurlar. Ki bu meyanda biyolojik şarj (beslenme) ve deşarj (dışkılama) fonksiyonları da dâhil “zamanlama”, daha doğrusu, cinsel organ ve eğilimlerden “utanma” duygusu olarak bilinen “frenleme” de  dâhil olmak üzere -içgüdülere karşı- tabusal “sabretme (erteleme)” yeteneği kazanırlar... Nitekim mesela, hayvanların aşık kemikleriyle ve küçük toplarla bireysel olarak oynanan çocuk oyunları da, aslında bir “zamanlama antrenmanı”ndan başka bir şey değildir... Bilimimsi (veya bilimimtrak) bir branş olan psikolojide buna, -sanki bebek, kilo almakla veya içindeki bir muhayyel “biyolojik saat”in komutuyla “bencillik” seviyesini yükseltiyor ve acelecilikten vazgeçiyormuş gibi bir mülâhazayla- “id” mertebesinden “ego”ya geçiş aşaması denilmektedir... Ama bu çocukların büyük çoğunluğu, ritm melekelerinin bozukluğu yüzünden, “adam olacak çocuk” değildirler; yâni -psikolojik terminolojiyle- “süper ego”ya ulaşabilecek kapasitede değildirler. Çünkü çevrelerindeki olgu ve olayları, daha çok -hayvanlar gibi- refleksif etkileşimle, ve “deneme-yanılma” metoduyla kavrayabilir veya anlayabilirler; dolayısile de teorik (metodolojik) anlamda bütüncül veya objektif -insânî- fikirleri üretemez ve içselleştiremezler. Ve onun için de, objektif bir “hakkâniyet” anlayışına sâhip olamazlar. Ki bununla birlikte, “ritmik rezonans”tan kaynaklanan anonim (veya epidemik) -insânî- bir duygu olan “sevgi”yi de, hayvânî “cinsel haz”lar ile karıştırırlar dâima... Dolayısile de, ömür boyunca tatminsiz, şikâyetçi (yakınmacı), niyazcı (talep eden), yaranmacı bir  karakterin, ve de asalak (yaratıcı olmayan) veya “koyunsu” bir hayatın biçimlerini oluştururlar; binlerce yıl önceki bilgilerle kurgulanmış “din(ler)”i de ihyâ etmek sûretiyle... Onun için bunları, ömür boyunca, -ritmik davranışlardan tertiplenmiş- “insanlaşma disiplini” anlamındaki bir “terapi”ye tâbî tutmak gerekir aslında... Ki nitekim, müzik ile dansın böyle bir iyileştirici etkiye sahip olduğu da, eskiden beri bilinmektedir. Ama esas mesele, bu insanların bilinçli olarak (veya farkında olarak) insanlaşma gayreti veya cehti içine sokulmalarıyla, “günah işle, sonra da git Tanrı adındaki bir şahıstan, tapınma ve dua etme şekillerinde af dile” anlamındaki fikrî -ve rûhî (psikolojik)- yalpalamalardan kurtarılmalarıdır. Ve bunun neticesinde -ve daha da önemli olarak- toplumların da, “din adamı” denilen vesâyetçilerden, ve dolayısile dinlerden kurtarılmalarıdır. Yoksa bu noksân insanlar, yüksek(!) bir “ezber” ve “taklit” yeteneğine sâhip olduklarından, kendilerini sanki bir “adam”mış gibi pazarlayıp satabilirler, gerçek “adam”ların likidasyonu pahasına... Ve ondan sonra da, “fikir üretme” etkinliğini ve hazzını bilmedikleri, ve/veya içgüdüleri frenleyen meleke (yaratıcılık) faaaliyeti özürlüsü oldukları için, gizliden gizliye -anal ve oral cihetlerden- çeşitli içgüdü uyaranlarının peşinden koşarlar; hayvânî hayat “sevk-i tabii”si ile, maskeli psikopat veya seksopatlar olarak... Anlatıyla, gösteriyle verilen bir “didaktik” öğreti veya eğitimde, çok çabuk öğrenip başarılı olan (öğretmenlerinin gözüne giren) sözkonusu noksan çocuklar, “otorite”ye veya “güç merkezi”ne kendini beğendirmek veya yaranmak husûsunda da mâhirdirler; papağanlık ve maymunluk yetenekleri sâyesinde... Ve dolayısile de, bir ideolojinin idâmesinin teminâtıdırlar; mesela din(ler)de, otokritik'siz inanç (veya îman) manipülâtörleri (vâiz'leri), kapitalizm'de de, spekülâtif ve manipülâtif kazanç uzmanları olarak... İşte bugünkü “kapitalist düzen”in, yapısı itibâriyle insanlığa empoze etmiş bulunduğu “menfî seleksiyon” sistematiğinin baş aktörleri, bu tür (melekeleri muhtel) çocuklardır aslında... Yâni bu da demektir ki, “kapitalist düzen”, -melekeleri muhtel- sakar ve sarsak insanlar cennetidir aslında... Çünki bunlar, müteselsilen biribirlerini var eden, ama silsileden koptuklarında kendilerini - Robinson gibi-  insanlığın temsilcisi bir “birey-insan” olarak gerçekleştiremeyen mahlûklardır. Onun için de, “din kültürü” zemînine oturtulmuş “kapitalizm” ideolojisinin bukağı'larından kurtulmak üzere, herşeyden önce, bütün bilim dalları ile entegre hâle  getirilmiş antropolojiyi (İEB'yi) anlayabilecek derecede “oto-kritik” sâhibi, veya kendini de derecelendirmeye (değerlendirmeye) sokabilecek seviyede “inisiye” olan özgür bilim adamlarına ihtiyaç vardır...

 

Diğer yandan, bedenî “sayma(ritm)” ve aklî “sıralama” melekeleri sıhhatli veya güçlü olan çocuklar ise, “didaktik öğreti”leri zor öğrenirler; aldıkları doneleri, “sıralama” melekeleri vâsıtasıyla kendilerine göre yeniden sistematize etme eğiliminde -hatta ıstırârında- oldukları için... Dolayısile de, eğitmenliği rutin bir iş hâline getirmiş ve kanıksamış öğretmenler tarafından hiç sevilmezler; daha doğrusu, çok defa küçümsenir ve azarlanır; ve hatta -geç öğreniyorlar diye- cezalandırılırlar; sanki “gerzek”mişlercesine... Kaldı ki bu çocuklar, melekeleri muhtel olan akranları tarafından da tâcize uğrarlar; refleksif yoklama veya etkileşme şekillerinde... Hatta -insâniyet nâmına- ne yazık ki, onları ilginç bulur ve onlara benzemeye de çalışırlar; bu sıhhatli çocuklar... Yâni melekeleri bozuk olan çocuklar, sağlam olanları -meleke güçlerinden dolayı- câzip (çekici) bulsalar da, onların zamanlama ve sıralama yetilerinden mütevellid mahâretlerini edinemez veya taklit edemezler. Ve dolayısile de, onlara karşı psikopatalojik bir  husûmet (kin) duygusu beslerler içlerinde; ister istemez, veya insiyâkî olarak... Ama sıhhatli çocuklar, sakar ve sarsak olan arkadaşlarının gösterdikleri anormal (anti-ritmik) davranışları bir mârifet sanarak, kendilerini bunları yapmak için zorlayabilirler. Kaldı ki, hem “gerzek”lerin çoğunlukta olmalarından, ve de refleksif etkileri reflekslerle karşılama zorunluluğundan dolayı, hem de büyüklerinden aldıkları, “arkadaşlarınla iyi geçin, onlarla uyumlu ol” filân gibi telkinler yüzünden, buna mecbur da hissedebilirler kendilerini... Bu da demektir ki, bir jenerasyondaki “adam olacak çocuk”ların hayâtiyeti öldürülerek, bir devirdeki insanlığın, “mevcûdât”ın matematiksel prezentasyonlarını yeni yeni disiplinler (teoriler) hâlinde yoğurduktan sonra, elde edeceği neticelere göre Kâinât'ı -teknoloji vasıtasıyla- yeniden yapılandırması, yâni son tahlilde  “bilinçlenme” anlamını da içeren “gerçek ilerleme”si, engellenmektedir. Ki bunun da esas nedeni, kadîm devirlerdeki “tanrı-kral”ların, ve onların ardılları peygamberlerin işçi ve savaşçı üretimini gerekli görmeleri, ve daha sonra da kapitalistlerin, “ekonomik büyüme” ve “kâr maksimalizasyonu” kurallarını vazgeçilmez -ekonomik dogma- saymaları yüzünden, insanlara, bazı ahlâkî (şeklî) kurallar dâhilinde tanınan sınırsız “üreme özgürlüğü”nün tartışılamaması, ve hatta tartışılmasının, bir “dinsel dogma” olarak, akla dahî getirilememesidir. Halbuki tartışılamayan bir “üreme özgürlüğü” dogmasının, yine din kaynaklı “Kıyâmet” dogmasının sebebi (veya tetikcisi) olduğu gâyet açıktır. Onun için de şimdiki esas -mantıkî veya bilimsel- mesele, “İnsanlık, bir metafizik Öbür Dünya ütopisine inanıp da, mezbahada kesilmeyi bekleyen davarlar gibi mahvolmayı mı bekleyecek, yoksa kaderini, aklı ve bilinciyle kendisi mi tâyin edecektir.” ikileminde düğümlenmektedir... Tabii ki bu soru, kitlelere sorulduğunda alınacak -demokratik(!)- cevap bellidir; ve bu cevap, “galat-ı meşhur” olan, “her oluşun (oluşumun), bir de bitişi (yok oluşu) vardır” mantığı uyarınca tutarlı gibi de görünebilir. Ama bilenler için, “tanrı-kral”ların ve peygamberlerin, “sonsuz”luk ve “diyalektik çelişki” kavramlarından bîhaber oldukları da besbellidir... Yâni peygamberler, “sonsuz”daki bir transandantal limit noktasına (veya çizgisine) kadar yönetilebilecek bir “diyalektik çelişki” olayını ve mantığını  bilmedikleri, anlayamadıkları için, her çelişkiyi, basit veya geçici çelişki şeklinde anlamışlar, ve  kehânetlerini de bu mantığa göre kurgulamışlardır. Mesela onların “tanrı-şeytan” çelişkisi aslında, “ritm melekesi”nin, ve onun  zihinsel türevlerinin güdümünde, -en azından-  bilinçlenme sürecinin “biyolojik bedenden kurtulma” anlamındaki limit noktasına kadar idâre edilmesi gereken “irâde-içgüdü” diyalektik çelişkisinden başka bir şey değildir. Çünki içgüdüler, hayvanlığımızın bakiyyesi, irâdemiz de, “panteist zon”daki ritmik âyinlerimizin ve -ondan mütevellid-  “tabu”larımızın yâdigârıdır.  Ama ne var ki, “tanrı-kral”lar ve peygamberler, “ateş öncesi” vahşet döneminin “anti-tez”i konumunda bulunduklarından, inkâr etmiş oldukları ilkellikleri kendilerine yakıştıramamış, ve bununla birlikte, o dönemin “tabu”larına da -doğallığa aykırı diye- akıl erdirememişlerdir. Onun için, bazı mutasavvıflar, îmâlı lâflarla karşı çıkmaya çalışmış olsalar da, din kurucuları ve resmî uygulayıcıları, “tanrı-şeytan” zıddiyetini, insanlığın, tanrısal (transandantal) bir sınıra kadar yönetmesi gereken “diyalektik çelişki”si olarak değil, Tanrı'nın “şeytan”ı tepeleyeceği ve de insanları sorguya çekeceği, kıyâmet gününe kadar geçerli olan bir “basit veya geçici çelişki”  şeklinde anlamış ve anlatmışlardır... İşte, o eski zaman insanları (hatta bu zamanın büyük çoğunluğu da), sırf  “çelişki” çeşitlerine ve diyalektik mantığa yabancı olmaları yüzündendir ki, metafizik kurgulara mecbur kalmışlardır. Zaten Rabb ,Yehova, God, Allah gibi adlar verdikleri “tanrı”yı, bir “sıradışı varlık” olarak kurgulamalarından, “çelişkiler”  mantığının “paradoks”  hâlinden de   bîhaber oldukları, ve sırf  -zırvalamaya yol açan- bu paradokstan (Russell Paradox'tan) kurtulmak için  “tanrı”yı “metafizik varlık” şeklindeki “akla ziyan” bir tarifle belirlemek zorunda kaldıkları  anlaşılmaktadır...  Aslında bugün bizim için, mesela  “irâde-içgüdü” diyalektik çelişkisinde, içgüdüler tesirinde yaşanırken, irâde'nin devre dışı (etkisiz) kalacağı, onun için içgüdüsel etkinliklerin şartlarının ve sınırlarının önceden kararlaştırılıp doğru tespit edilmesi, ve de içgüdülerin etkisindeyken -yalan veya çelişik olacağı için- fazla konuşulmaması, aksi halde ortaya çıkacak bilinç ve irâde dışı nâhoş durumların ve olayların sorumlusu olarak -mantıkî zarûretten- metafizik kişilikler (meselâ şeytan) kurgulanacağı gâyet açıktır. İnsanların sırf bu sersemlik halleri yüzünden, -hâlâ bir mârifetmiş gibi okutulan- koskoca  bir “aşk edebiyatı” ortaya çıkmış, ama bununla birlikte, büyük bir “kriminoloji literatürü” de birikmiştir... Tanrı-Kral'lar ve sonra da peygamberler, “irâde-içgüdü” diyalektik çelişkisinin yönetimini, “sosyal ahlâkî yaşam tarzı” olarak fikse ettikleri (veya dogmalaştırdıkları) için, “çelişki”nin, muhtelif değişik şartlarda, verili klişenin veya çerçevenin içinde tutulamadığı zamanlarda, daima bir “şeytan işi” izâhı -mantıken- gerekli olmuştur. Halbuki her “birey” insan, “irâde-içgüdü” diyalektik çelişkisinin bilincinde olsa, her türlü şartlarda bunu yönetmesini de öğrenecek, ve bunu yönetmeyi başaramayan “geri”lere de, -onları cinlerle, şeytanlarla korkutarak istismar etmeden- iyi ve/veya olumlu bir örnek teşkil edecektir...   Onun için, bugünkü bilim adamlarının, peygamberleri eleştirerek veya yalanlayarak, ve de çoğunluğu buna -propagandayla- inandırarak bir yere varma zarûretleri yoktur aslında... Kaldı ki, hiçbir -gerçek- bilimsel ilerlemenin de, felsefî “eleştiri” metoduna ihtiyâcı yoktur zâten... Zira 3-4 yaşlarındaki çocukların, ritm (sayma) melekelerinin rakikliğini (hassâsiyet derecesini), gerekli düzeyde ölçebilecek elektronik davullar yapmak mümkündür bugün artık... Ve ondan sonra da, “ritm” melekeleri sıhhatli olan, -yani zaman boyutunda yaşayan- irâdî, bilinçli çocukları diğerlerinden, yani reflekslerle bir nevî “fauna hayatı” yaşayıp metafizik hayaller kuran çocuklardan ayırarak eğitmek sûretiyle “müsbet seleksiyon”un olumlu sonuçlarını gözler önüne sermek gâyet kolaydır... Ki bunun ardından, “ikinci sınıf” evlât sâhibi olmak istemeyen -aklı başında- insanların, dinlerden (dindarlardan) ve kapitalizmden (kapitalistlerden) bağımsız olarak bilim adamlarını azmettirmek sûretiyle, “birinci sınıf” çocuk (veya insan) adayı bebek doğurmanın/doğurtmanın şartlarını öğrenmeye çalışacakları da  gâyet açıktır. Dolayısile bunların, dindarların ve kapitalistlerin -bütün kurum ve kuruluşlarıyla birlikte- önlemeye güç yetiremeyecekleri bir “dinamizm” oluşturacakları da “görünen köy”dür. Ve böylece, kapitalizm'in yaratmış olduğu “menfî seleksiyon” sistematiğinin bozulacağını anlamak için de kâhin olmaya gerek yoktur... Onun için diyorum ki, “kapitalist uşağı bir rezil” olmayan her bilim adamının,  insâniyetin belirleyici (yaratılış ve yaratıcı) aktivitesinin, “ritm melekesi” olup olmadığı hakkında araştırma yapmak veya yapılmasını istemek, ve de bu hususta fikir beyân etmek gibi bir zorunluluğu ve sorumluluğu vardır artık... Zira insanlık bundan böyle, gerçek öncülerini (inisiyatörlerini) -objektif bir seçilimle- ortaya çıkararak “fâil-i muhtar” olmalı, ve dolayısile de bir “tanrı” mitosunun muhtelif yer ve zamanlardaki tezâhürüne (kavranışına) göre çağrı yapan (veya vaaz veren) hikmeti kendinden menkûl din adamlarının peşinden sürüklenerek biribirini yememelidir. Ve bunun için de, “bilim adamı”yım diyen herkes, herşeyden önce, “mit”ik bir “tanrı” kavramının, “sembolik mantık”a, “bilim”e  ve akla mugâyir bir kabul olduğunu, böyle bir varsayımı -zımnen ve gayri ihtiyârî de olsa- kabullenen birinin, total bazda objektif düşünemiyeceğini, çünki bir “sıradışı varlık” kabûlünün paradoksal (Russell P.) olduğunu her zaman ve her yerde haykırmalıdır... Yâni son tahlilde şu anlaşılmalı ve anlatılmalıdır ki, bir “tanrı” mitine inanan hiç kimse, “matematiksel mantık”ı lâyıkıyla kullanamaz, ve dolayısile de “bilim adamı” sayılamaz; olsa olsa ancak, bilimin dallarından birinin (veya birkaçının), -müstakil düşünce sistemlerinin veya teorilerin tatbikat uzmanı anlamında- “mühendis”i olabilir...

 

Babamla Yaşadığım Uzun Diyalog Sürecinin Öğrettikleri...

Babam Yük. İnş. Müh. Mehmet Orhan Güran (Gümüşsuyu Mühendis Mektebi, 1930 mezunu) bana, ilkokula başlamamdan itibâren daima aritmetikle, matematikle ilgili problemler sormuş, ve hatta bu hususta beni teşvik etmek için, başarılarımı -bir lira, ikibuçuk lira gibi- ufak paralarla da ödüllendirmiştir. Ama bu “problem çözme” pratikleri içinde bana ayriyeten, yaptığım çözümlerden mutlaka emin olmam gerektiği husûsunu da öğretmiştir. Çünki, “çözüm” diye görüşüne sunduğum hesaplamalarda en ufak bir hatâ gördüğünde, -sonradan tashih etsem bile- beni başarısız saymıştır. Ve de demiştir ki, şâyet ben bir köprü inşaatında bir hesap hatâsı yapsam, ve bu hatâ da, köprü statiğini hayâtî derecede bozuyor olsa, o köprünün üzerinden -şimendiferle- ilk defa ben geçtiğimden, hayâtımın hatâsını yapmış olmazmıyım?!.. Bu “ders”ten sonradır ki ben, “bir problem çözümünde nasıl hatâ yapılmaz” sorusuna cevap aradım uzun süre... Ve de “meditasyon”la ilgili olarak bulduğum ilk (ham) cevaptan sonra bile, çözdüm!  dediğim hiçbir problemde yanlışım çıkmadı... Babamla girdiğimiz bu diyalog süreci, ödüllerin “taktir ve prestij kazanma” biçimine dönüşmesiyle birlikte, üniversite ikinci sınıfa kadar sürdü; ve de bir gün, “köprü ve tuneller”  uzmanı  olan Babamın bana, köprülerin titreşim problemi ile ilgili bir “çift katlı entegral” hesâbını sormasıyla nihâyete erdi... Problem, bir demiryolu köprüsünde, üzerinden geçen katarların (trenin)  yaptığı dikey ve yatay salınımlar yüzünden, bir “rezonans” olayı  husûle gelmemesi için, bu salınımların bindirdiği yük ve peryotların -sonsuz- toplamını veren, bazı trigonometrik fonksiyonların çift katlı entegrali şeklindeydi... Kendisi, entegral formülünü bulmuştu bir yerlerden, ama çözümünü, yâni açılımını yapamıyor, dolayısile de emin olamıyordu... Hiç unutmam, bu çözümün detaylı açılımı, koskoca “aydınger” kâğıtlarında, iki metreden fazla tutmuştu... Ve ondan sonra Babam, hem bana artık “yoklama” bâbında sual soramayacağını bildirmiş, hem de benim yaptığım “çözüm”ü kitabına koymuştu; en büyük ödül (taltif) olarak... Sözkonusu süreç zarfında Babamla, -tasavvuf bazında- metafizik fikriyât ile matematiğin anlam ve kapsamı hakkında da pek çok tartışma yapmıştık; hiç unutmam... Babam, mesleği (mühendislik) itibâriyle matematiği, daha çok “hesap (calculus)”  olarak anlıyor, ve dolayısile de hayâtı, Kâinât'ı, “mevcûdât”ı kavrayabilmek için mutlaka benzetmeler yapmak, analojiler kurmak ve metaforlar (mecazlar) kullanmak gerektiğini düşünüyordu; Aristo mantığını ve “pozitivizm” mentalitesini aşamadığı için... Ben ise, matematiğin gerektiği kadar soyutlanarak, -davranışlar vasıtasıyla- realiteyle  irtibatlandırılabildiği taktirde, hiçbir lâfa ve metafizik düşünceye yer bırakmayacağını, hatta bir aşamadan sonra -hiçbir- söze dahi gerek kalmayacağını tahayyül ediyor ve savunuyordum. Ve bu savımı güçlendirmek için de sık sık, Pisagor'dan geldiği söylenen, “Kâinat sayılardan ibârettir” sözünü hatırlatıyordum. Çünki, dışarılarda bir yerlerde insanların  bilmediği, ve  hiçbir zaman da bilemiyeceği bir şeyler (cinler, şeytanlar, tanrılar vs.) varmış düşüncesi, beni çok rahatsız ediyor, ve de düşünce yoğunluğumu (konsantrasyonumu) bozuyordu... Ayrıca, daha sonraları, “dışarıdan birileri tarafından gözetlenildiği ve etkilenildiği” gibi bir düşüncenin (veya evhâmın), meditasyon yapmaya da mâni olduğunu anladım... Nitekim tapınç (niyâz) kültünün ve semâvî (!) dinlerin yaygın olduğu yörelerde, bir nevi “oto-terapi” demek olan “meditasyon” teknikleri de yayılamıyor ve üretilemiyordu; zira insanlar, “içe bakış”ta yoğunlaşamıyorlardı... Kaldı ki, bir “metafizik mekân ve mevcûdât” kabûlü, aynı zamanda bilime ipotek koyma anlamına da geliyor, ve evrensel -tek- bir teorinin (dolayısile kişilik bütünlüğünün) imkânsızlığını dayatıyordu. Onun için de ben  Babama, insanlığın -bilimsel- bilgi birikiminin yetersiz olduğu eski devirlerde, toplumsal düzeni “itaat” veya “biat” kültü ve geleneğiyle  sağlamak üzere, böyle metafizik argümanlara ihtiyaç vardı belki ama, bugün bu düşünceler düpedüz bir zorbalığın (düzenbazlığın) alâmetidir ancak, diyordum... Ben üniversiteyi (Lisans'ı) bitirip de “matematik asistanı” olunca, ve bir de kendisini hocam M. İkeda ile tanıştırınca Babam çok sevinmişti... Ama bir süre sonra, bir “doktora” titri bile almadan akademik hayattan ayrıldığımı duyunca da bayağı üzülmüştü... Fakat daha sonraları, pek çok kişiye “politika” gibi gelen düşüncelerimi yakından öğrenince anladı ki, aynı eski metodolojimi sürdürüyorum düşüncelerimde... Ve onun için de, 1980'de ölmeden kısa bir süre önce, bana şu açıklamayı yapma gereğini duydu: Sen belki, seni matematikçiliğe teşvik etmek (ve/veya yönlendirmek) için küçüklüğünden beri problemler sorduğumu düşünüyorsundur; ama işin aslı (amacım) öyle değildi... Ben 1930'larda, Hitler Almanyası'nda basılmış bir kitap okumuştum (sanırım yazarı İsveçliydi) ki, orada, “ritm” duygusu erken gelişen ve güçlü olan çocuklarda “matematik zekâsı”nın da güçlü olacağı tezi işleniyordu... İşte ben bu “tez” uyarınca seni denemek istedim; ve gördüm ki, daha üç buçuk dört yaşlarındayken, benim gösterdiğim bütün “ritm” usûllerini aynen vurabiliyordun. Bunun üzerinedir ki, okulda aritmetik öğrenmenle birlikte sana problemler sormaya başladım; ve de -hakikaten- matematik problemlerini zorlanmadan (severek) düşündüğünü ve çözdüğünü müşâhade ettim... Ve nitekim, Ortaokul'dan îtibâren görüştüğümüz matematik ve fizik hocaların da, benim bu müşâhedemi teyid ettiler... Babamın bu söylediklerini kafamın bir köşesine yazmıştım o zaman ama, 1984'de içeri (hapse) girinceye kadar da bunun, yıllardır aradığım, “insan ile hayvanın farkı” hakkında bir ipucu olabileceğini düşünemedim; yâni bir  illiyet kuramadım; ortamın kargaşasından olsa gerek...  Şimdi gâyet iyi anlıyorum ki, II.Dünya Savaşı öncesinde Avrupa'da da “objektif insan seçilimi ( inisiyasyon)” üzerine düşünen beyinler varmış; 1929 krizinin yarattığı sarsıntının yönlendirmesiyle olsa gerek... Ama Hitler ve Mussolini gibi siyâsî liderler bu düşünceleri ve tezleri, ırkçılığa saptırarak provoke etmişler. Ve ondan sonra da “elit insan” arayışı lânetlenip, “demokrasi”cilik, yâni cemaatçilik, yâni “insan sürüsü”nün içgüdüsel eğilimleri -ve de onların çobanları- kutsanır olmuş. Ki bu kutsamada, komünistlerin “doktrinci parti-devlet” veya “devlet kapitalizmi”  uygulamasına karşı duyulan reaksiyonun da katkısı büyük olmuş... Ve böylece de, “demokrasi !” diye diye insanlık, “dinler” zamanının “sürü ve çoban” anlayışına geri dönmüş; kapitalistlerin ekmeğine yağ sürercesine... Bu durumun en hazin vechesi ise, âlim geçinen “uzman bilimci”lerin,  -“ak koyun” şeklinde de olsa- bu sürünün arasına katılmış olmaları...

 

Bir İdeolojinin (Kapitalizm'in) Akıntısında Çer-Çöp Olmak, Âlim'likle Bağdaşmaz...

Bilimsel inceleme konusu olan bir alanın veya âlemin unsurları (veya elemanları) şâyet ölçülemiyorsa, o alan (veya konu) hakkında ancak felsefe yapılabilir, veya -güdümlü felsefe anlamında- ideolojiler uydurulabilir. Yâni başka bir deyişle, unsurlarının veya elemanlarının değerlendirildiği objektif “ölçü”lere sâhip olmayan bir düşünce sistematiği “bilim” değildir... Demek ki o halde, “insan” hakkında bilim yapılabilmesi için de, “birey”lerin objektif ölçülerle değerlendirilip sıralanabilmeleri gerekir. Yoksa, “cemaatçi”likle, “demokrasici”likle “toplum bilimi” yapılamaz; ancak “toplum çobanlığı” ideolojileri uydurulabilir. Ki zâten, kendini “mensûbiyet” hissiyle gerçekleştirebilen insanlar da (yani büyük çoğunluk da), anal ve oral hazzlar peşinde koşarak yaşayıp, yerlerine bir (veya birkaç) benzerlerini ikâme ederek geberip giden hayvanlara benzemektedirler. Onun için, insan kalitesini yükseltmek ve popülâsyonunu azaltmak, ancak, objektif insan seçilimini gerçekleştirmekle mümkün olabilir; demokratik kararlar (!) ile değil... Bu -önümüzdeki- kalitatif sıçrama aşaması, insanlığın ateşi kullanmayı başarmasıyla (yani “ritm melekesi”ni geliştiren insanların “zamanlı Dünya”ya doğmasıyla) girilen tarihî devirlerin kapanması demek olacaktır; ki bunun, tarihî geleneklerle birlikte gerçekleştirilebilmesi mümkün değildir. Çünki tarihî gelenekler, “ateş öncesi insanlığı”nın, yani “insan oluşum zonu”nun yok sayılması, ve insanların tam teşekküllü olarak -standart bir formatta- yaratıldığı varsayımı üzerine kurulmuş ve/veya kurgulanmıştır. Ve onun için de, “muktesep hak” olarak kazanılmış bir “insan”lık fikrine istinâden, bir “eşitlik” ideali güdülmüştür dâima; sanki gerçekten de “adâlet” isteniyor ve aranıyormuş gibi... Halbuki, insanlar arasında gerçek bir adâletin sağlanabilmesi, kânunlar ve hâkimlerle değil, onların yetki ve sorumluluk alma bakımından eşit olmadıklarının idrâkı, ve de bu kapasitenin objektif ölçümü ile mümkün olabilir ancak... Onun için artık, ateşi ilk defa kullandıklarında, farklılıklarını (üstünlüklerini) fiilen ortaya koymuş ve kendilerine “tanrı” gözüyle bakılmış olan ilk “birey insan”lar gibi, bugün de keskin ferâsetli bireyler çıkıp,  -“Tanrı'dan mesaj alma” iddialarına binâen üstünlüklerini ispâta çalışmış olan, peygamber sıfatındaki tarihî bireylere özeneceklerine- açıkça “insanlar eşit değildir” deme idrâkını ve cesaretini gösterebilmelidirler. Ve sonra da, hem insanlığın daima yaşanması (kazanılması) gereken bir fenomen olduğunu belirtip, hem de bunun “ölçü”sünü ortaya koymalıdırlar. Yoksa, herkesin eşit derecede insan (var)sayıldığı bir dünyada insanlık, insan kisvesine bürünüp insan  taklidi yaparak hayvânî hazzlar peşinde koşan agressif mahlûkların (dindar kapitalistlerin) tasallutundan ve tahribâtından kurtulamayacaktır...

 

Ben, peygamber de değilim, bir  peygamberin ardılı veya takipçisi de değilim; neme lâzım... Çünki, kendisini -güçlü bir önyargı ile- üstün (seçilmiş) görüp, diğer insanlara acıyan (!), ve de onları, bir muhayyel güçlü şahsiyet (Tanrı)  nâmına, bir takım ezberlere ve ritüellere istinâden doğru yola getirmeye çalışan (!) birinin, bugün artık “psikopatalojik vaka” sayılması gerektiği gâyet açıktır... Zira, normal bir insan, kendine benzeyip de kendisi gibi davranmayan ve düşünmeyen hemcinsine ilk etapta öfke duyar, ister istemez... Meselâ “deli”lerin, hasta olarak kabul  ve tedâvi edilemediği zamanlarda ve yerlerde dövüldükleri gibi... Sonra da -kendine gelince- onları, bir “tedâvî disiplini (veya otoritesi)”ne havâle etmeye çalışır; hâmîlik, vasîlik taslayarak istismâr etmeden... Kaldı ki, pek çok aydın da, toplum hayatında iyi gitmeyen işlerden dolayı, kendileri gibi düşünüp davranmayan insanları suçlarlar; câhiller, geri zekâlılar filân diye aşağılayarak... Bunlar normal insan tepkileridir... Anormal olan ise, kötü gidişâttan “şeytan”ı  sorumlu tutarak, Tanrı nâmına insanları kurtarmaya (daha doğrusu istismâra) kalkmaktır...

Ben, “hayvânî haz”lara mahkûm olmamış, ve de akademik konformizm'e ve kariyerizm'e kapılarak “at gözlüğü” takmamış bir “birey” veya “bilim adamı”yım sâdece... İşte bu yüzden de, Dünya'da hâlâ, insanlara acımayı (!) ve onları doğru yola getirmeyi (!) kendine misyon edinmiş bir sürü “psikopatalojik fenomen (din adamı)”,  kapitalistlerce organize edilip, -sersemleştirmek üzere- insanlığın üzerine sürülüyorken, “at gözlüğü” takarak kendi spesifik konularıyla uğraşmaya, ve üstelik de mârifetli “sirk hayvanları” gibi kapitalistlerden ödül almaya devam eden “uzman bilimci”lere, “bilim adamı” veya “âlim” denilemez artık diye düşünüyorum... Çünki bunlar artık, Kapitalizm'in “insanlığı mahvetme süreci”ni hızlandıran mikroplara dönüşmüşlerdir; tıpkı, avını içinden öldürmeye yarayan, Komodo Ejderi'nin salyasındaki bakteriler gibi...

 

Bilim bize, “bir ülkede, ritm melekesi esâsına göre bir seçilim (seleksiyon veya inisiyasyon) sistematiği tesis edildiğinde o ülke, Büyük Piramit (Khufu veya Keops) zamanından -yaklaşık 4500 yıldan- beri görülmemiş bir hızla kalkınacak (gelişecek), ve de tüm insanlığın inisiyatörü olacaktır.” diyorken, hiçbir lâfın kıymeti ve anlamı  yoktur artık... Nitekim, ileri kapitalist ülkelerin aydınları ve bilimcileri bile, -kapital ganîmetinden pay verileceğini bildikleri halde- felsefî veya ideolojik teoriler üretemiyorlar artık... Ortalıkta sâdece, kapitalistlerin -kâr etme ve irileşme- amacına göre kurgulanan istihbârî bilgiler ile, aynı amaca mâtuf  olarak yapılan provokatif ve manipülâtif müdâhaleler muvâcehesinde, politikacılar tarafından uydurulmuş, ve çoğu da “zorbalığın kılıfı” anlamında olan, “doktrin” veya  “strateji”ler  dolaşıyor...   BURADAN  DA, AÇIKÇA  TANIMLANAN  VE DE  ANTROPOLOJİ  İLE (İNSAN OLUŞUMUYLA) BÜTÜNLEŞEN  GERÇEK  “BİLİM”İN,  YAKIN  ZAMANDA -DİN VE IRK GİBİ  POLİTİK  İSTİSMAR  ARAÇLARINI  DA  İŞLEVSİZ  KILARAK-  KENDİNİ  KABUL  ETTİRECEĞİ  ANLAŞILIYOR...

 

Ali Ergin Güran: 04/07/11