“ABD (USA) Tüzel Kişiliği”ne İnsanlık ve Demokrasi Dersi:
Sen ne utanmaz, kalleş ve rezil bir kişiliksin ki, -ezici propaganda (beyin yıkama) araçların ve tekniklerinle- anlı şanlı bilim adamlarını bile serseme çevirebiliyorsun. Öyle ki adamlar, 1901'den beri paradoksal (Russell Paradox), yâni “akıl dışı” olduğunu bildikleri halde, kapitalistlere karşı çıkmamak -veya ters düşmemek- için Aristo Mantığı'nı reddedemiyor, ve de bile bile yanlış fikirlerin peşinden sürükleniyorlar. Bu mu senin, Dünya'ya pazarlamaya -veya sokuşturmaya- çalıştığın “fikir özgürlüğü” anlayışın?... Kaldı ki sen bu -spesiyalist- bilimcilerin, kapitalistler tarafından, boyunlarına arpa torbası geçirilmiş, gözlerine “at gözlüğü” takılmış koşum hayvanları gibi, “kâr-kazanç” arabasına koşulmalarına da göz yumuyor ve hatta destek veriyorsun. Aslında sana, “devlet” demeye bin şâhit ister; doğru dürüst bir “devlet” tanımı yapabilecek kafa bıraksan bilimcilerde... Bu bilimciler kendilerinde olsalar, Aristo Mantığı'nın “mutlak eşitlik” prensibinin -sonsuz kümeler (veya evrensellik) bazında- paradoksal (akla ziyan) bir “yanlış” olduğunu, yâni her eşitliğin, ancak bir takım şeylerin (modülün) inkârı (negasyonu) üzerinden sağlanabildiğini bildikleri halde, bazı filozofların ve politikacıların “eşitlik” ideallerine ve vaadlerine prim verir, hatta göz yumarlarmıydı acaba?!.. Bunun gibi, antik Grek sitelerindeki “vatandaş eşitliği”nin ve buna müstenit “demokrasi” rejiminin de, “köleler”in inkârı üzerinden tesis edilmiş olduğunu bildikleri halde, bütün millet efrâdının eşit sayıldığı, ve herkesin -eşdeğer- tek bir oy kullandığı “genel seçim”lere dayalı düzene “demokrasi” derlermiydi hiç?!.. Ve o zaman sen de, bu “kapitalistler oligarşisi” rejimini bütün Dünya'ya “hakça düzen” ve/veya “demokrasi” diye pazarlayabilir, ve hatta bu yolda (yani “demokrasi” ihrâcâtında), askeri güç kullanacak kadar küstahlaşabilirmiydin ki?!.. Gerçek (orijinal) demokraside site vatandaşları, soytarılar (politikacılar) kirâlayıp, kölelerin hoşuna gidecek şeyler söyleterek, -oy toplayabilmek için- onların teveccühüne mazhâr olmak mecbûriyetinde kalmadılar. Eğer kalsalardı, gerici (ilkel) söylem ve davranışlar, herkese sirâyet edeceğinden (ve hatta iktidara geçeceğinden), insâniyete zemin teşkil etmiş bulunan “Grek Uygarlığı” diye bir şey olmazdı... Ama o sitelerin vatandaşları, orijin itibâriyle gerçekten seçkin insanlardı; -bugünkü- kapitalistler gibi sahtekâr, dolandırıcı veya spekülâtör değillerdi. Zira o vatandaşlar, “denizcilik” gibi, sağlıklı “meleke”ler -yani keskin bir zamanlama ve sıralama duygusu- gerektiren bir uğraşın içinden, “inisiye” olarak temâyüz eden denizciler ile, o denizcilerin ferâsetine, basîretine uygun işler yapan (ve düşünen), insanlardan müteşekkil, elit kişiler topluluğuydu. Dolayısile de onlar, kölelere, yani geri kalmış insan zihniyetine yaranmayı, akıllarının ucundan bile geçirmiyorlardı... Ayrıca antik devirlerde, kastî işbölümü düzeniyle kurulmuş emperyal uygarlıklarda da, alt kastların hiçbir söz hakkı olmamıştı yönetimlerde... Onlarda da “demokrasi” veya “meşveret”, ancak üst kastların içerisinde, özellikle de inisiye (seçkin) bireyler topluluğu olan “râhipler kastı” içerisinde sözkonusuydu... Antik devirlerin düşüncesi (idrâkı), köle topluluklarını ve alt kastları “yok” saymaktaydı; ama aynı zamanda, sıfır sayısını da “yok” sanmaktaydı. Ve onun için de Aristo, “eşitlik” ilişkisini, bedîhî (mutlak) bir gerçeklik (prensip) olarak kaydetmişti... Bugün ise, sıfırın da bir anlamı -ve önemi- bulunduğunu idrâk etmiş insanlık olarak artık, Aristo'nun “mutlak eşitlik” prensibinden vazgeçmemiz (kurtulmamız), ve onun yerine “iyi sıralanma (well-ordering)” prensibini vaz ve kabul etmemiz gerekir; felsefî ve politik ezberleri de bozup aşarak... Ki bunun için de pratikte, “köle veya alt-kast mensûbu” insanların bugünkü muâdillerine oy hakkı tanırken, aynı zamanda -objektif kriterlerle tespit edilecek- kaliteli insanlara da, nitelikli (çok puanlı) oy kullanma hakkı vermeliyiz. Zira, sözkonusu olan, “hayvan türü” anlamında bir “insan” değil, “insanlaşma” veya “bilinçlenme” anlamındaki bir süreçtir... Yoksa, herkese eşdeğer oy kullandırma -şeklindeki bugünkü demokrasi(!)- usûlü devam ettikçe, “kapitalistler oligarşisi” bütün sahtekârlıklarına rağmen meşrûiyyetini, popülizm (halk dalkavukluğu) yapan politikacılar mârifetiyle dâima koruyacak, ve böylece de, insanlığın (inisiyatör insanların) bütün ileri hamleleri, “arkaik zihniyetler” rezidüsü tarafından geriye doğru çekilmeye -dolayısile de “yap-boz tarihi” yaşanmaya- devam edecektir; taa ki, insanlığın intihârı demek olan “kıyâmet”e kadar... Dinlerin katalizörlüğünde süratle intihâra sürüklenmekte olan insanlığın bu gidişâtını önlemek üzere, -başlangıçta “kapitalist oligarşi”nin, “faydalı meslekler sıralaması” şeklindeki kriteriyle dahî olsa- insanların sınıflandırılarak, o sıraya göre nitelikli (çok puanlı) oy kullanmalarının sağlanması, artık bir “gerek şart” hâline gelmiştir; aynı zamanda “politikacı popülizmi”ni de, “bilimsel aktivist”liğe dönüştürmek üzere... Tabii ki, bu ilk adımdan sonra bilimciler, -kapitalist esâretinde- yaşadıkları travmadan kurtulup kendilerine gelecek, ve de insanları “meleke” güçlerine göre sıralayan objektif kriterleri bulacaklar, daha doğrusu, bilimsel “inisiyasyon” seçilimi sistematiğini kuracaklardır. Çünki artık zâten, hayvanlığın (hatta canlılığın), ritm melekesi dediğimiz aktivite ile aşıldığı, psiko-sosyal kategorilerin de -zamanlar üstü- “ritmik davranış disiplinleri mecmuası” demek olan “panteist zon” modülünün üzerinde (inkârıyla) oluştuğu açıkça anlaşılmıştır. Onun için de, bir “insâniyet algoritması” ile insanları objektif (bilimsel) olarak sıralamak mümkündür artık...
Bugünlere Nasıl Gelindi; Farkına Varılmadan?..
“Sümer” ve “Mısır” gibi kadîm kastî işbölümü düzenleri, imparatorlukları ve/veya uygarlıkları bidâyette, inisiye râhipler kastının, ve onun içinden temâyüz etmiş “baş râhip kral”ların idâresinde teessüs etmişti. Ki meselâ, Mısır'daki Büyük Piramit (Khufu veya Keops) gibi bir anıt eser, inisiye (seçkin) râhipler yönetiminde, bilgi birikiminin ne düzeye geldiğini gösteren -ilk hânedân yapıtı- bir işâret gibidir... Takas devrinin bitiminde, nâdir ve değerli -görülen- mâdenlerden yapılmış paraların tedâvüle girmesi, ve de ataerkil verâset hukûkunun tesisi ile, hânedanlar ortaya çıkınca, “insan seçme (inisiyasyon)” usûlleri ve zihniyeti silindi kafalardan... Ve böylece de, insanların -genellikle- parayla ölçülen mallar mesâbesine düşmesiyle birlikte, aynı zamanda “tanrının yakını olmak” gibi mistik (anlamsız) iddialar ve/veya spekülâsyonlar, yâni türlü türlü dinler de çıktı ortaya... Ve site devletlerinin imparatorluklara bağlanmasıyla, oralarda da, seçkin denizcilerin değil, imparatorların atadığı vâlilerin borusu ötmeye başladı... Peygamberlerin, tanrısal hânedanlara (firavunlara) başkaldırmaları da, hiçbir şey değiştirmedi esasta... Zira ondan sonra da, ya “peygamber-kral”ların, ya -kutsal (mübârek)- aziz veya halifelerin yönetimleri başladı; ya da, krallık yönetimleriyle, râhipler (kilise) veya “halife” noterlikleri paylaştılar iktidârı; ki bu son iktidârın her iki kanadı da basbayağı zengindi; biri vergi, diğeri de iâne yoluyla halktan emdikleriyle... Daha sonraları, halk isyanları kralları devirdi, ve hatta rahiplerin (imamların) kastlarını da itibârsızlaştırır gibi oldu... Fakat insan'ın, ve onun toplumsal izdüşümü olan “devlet”in, ne olduğu bilinmediğinden, “hânedân”ların yerini “kapitalistler kastı” alıverdi; kolayca... Ve böylece de, kapitalistler kastı ile râhiplerin veya imamların kastları, beraberce gütmeye başladılar insanlığı; biri, “ekonomi” adını verdiği “istismâr” ve “kumar” jargonunu bilim (objektif) diye, diğeri de “efsânevî-geleneksel” mavallarını ve tapınmalarını, -derde devâ- “psikoterapi temrini”ymiş gibi yutturarak... Halbuki, bütün “ekonomi” teorileri, “kapital sâhibi” olmayan insanları -alınıp satılan- birer üretim aracı ve/veya mal (ücretli) olarak görüyor, dînî akideler de, “öbür dünya”ya yatırım (!) anlamındaki tapınç ritüelleriyle, insanları, kanaatkâr ve itaatkâr köleler hâline getirmeye çalışıyordu. Zirâ bu düşünce sistemleri, hiçbir -değişmez- ölçüye sahip olmayan, hiçbir sâbiteye ve “aksiyom”a (veya “prensip”e) dayanmayan, yâni bilimsel (objektif) olmayan -kast içi- jargonlardı... Kaldı ki, -muhayyel de olsa- bir başka kişiliğe tapınmak (yaranmak, yakınmak) anlamındaki ibâdetler, insanların sorumsuzlaşarak, kendi bedenleri üzerindeki kontrollarını (murâkabe'yi) dahi kaybetmelerine, dolayısile de hastalıklı edilgen mahlûklar hâline gelmelerine sebep oluyordu... Yâni, Aristo Mantığı'na göre kurgulanan, “sıradışı varlık” anlamındaki “tanrı”, -seçilmiş peygamberlerden sarfınazar- bütün insanları eşit olarak yaratmış bulunuyor; ve de insanlar, O'nun dediklerini yapıp, O'na hürmet ve ibâdet etmek derecesine göre sıralanıyorlardı... Ama işin aslında, “rahipler kastı” -hânedânların kurulmasından sonra- inisiyasyon usûllerini unutunca, “tanrı-kral” ve peygamber sıfatındaki uyanık kişiler, “tanrı” nâmına bir takım kurallar koyuyorlar; ve de bu “kurallara uyma”yı kriter ittihâz ederek -kastlarına- adam seçmeye çalışıyorlardı. Bu kuralların çoğu, “tabu”lu zon'dan (Panteist Zon'dan) kalma, beslenme ve üreme ile ilgili yasakların güncellenmesi anlamındaki ibâdetler ve ahlâkî gelenekler; diğerleri de, yönetime karşı mutlak bir itaat sağlanması için düzenlenmiş -itaat antrenmanları anlamındaki- tapınma ritüelleriydi... Bu şartları aynen yerine getirenler arasında ise seçimler, ya o eski “âyet” ve “akîde”lerin -işe yarayacak- yeni tevillerini ortaya koymak, ya da “tanrı”ya yalakalık gösterileriyle bir nevi illüzyon (göz boyama) yapmak şeklinde -gâyet subjektif olarak- gerçekleştiriliyordu... Aristo Mantığı'nın “mutlak eşitlik” prensibinin aşılması gereğine binâen, genel seçimlerde liyâkatli insanlara nitelikli (çok puanlı) oy kullanma hakkının tanınmasıyla aynı zamanda, “sıradışı varlık” anlamındaki “tanrı” kavramı da aşılacaktır tabii ki... Zirâ “kapital” sâhibi olmayan, -melekeleri sağlam- kaliteli insanlar îtibarlı kılınınca, onlar da, yegâne sermâyeleri olan “meleke” güçleri ile herşeyden önce, toplu psikoterapi ve meditasyon teknikleri geliştirecekler, ve böylece de, hem hekimliği baytarlıktan, psikoterapiyi sahtekârlıktan kurtaran, hem de tapınma ritüellerini lüzumsuzlaştıran önderler (inisiyatörler) hâline geleceklerdir; hahamların, papazların ve imamların yerine geçerek... Sonra da, sanatsal ve bilimsel metod ve aktivitelerle, yeni yeni eserler (ürünler) ve üretim süreçleri yaratacaklardır; insanlığın “artı-değer (kapital)”ine değer katmak, ve de Uzay'a çıkış yollarını döşemek üzere... Ve böylece de, toplumlarda, yaratıcı (seçkin) insanları öne çıkaracak -ve aynı zamanda “gerzek” doğumlarını önleyecek- “pozitif seleksiyon” rejimleri teessüs edecektir... Bu noktada hiç kimse, bugünkü tapınaklar (camiler, kiliseler, havralar) ne olacak diye düşünüp dert edinmemelidir; çünki onlar da aynen, antik devirlerin tapınakları gibi birer müze hâline dönüşeceklerdir. Zirâ, “uzay çağı”na geçildiğinde, -insanlığın, “savaş”ları normalleştirdiği, ve de toplu intihâr (Kıyâmet) halinin sınırlarına yaklaştığı- bugünkü zor zamanların ibretlik ıvır zıvırlarını muhâfaza ve teşhir edebilmek için, mevcut ibâdethâneler bile yetmiyecektir...
Bundan Sonra, İvedi ve Radikal Olarak Yapılması Gerekenler:
Herşeyden önce, Amerika Birleşik Devletleri, “din”i kullanarak kitleleri, ülkeleri, “ekonomi” jargonunun iç mantığı mûcibince -kâh edilgen tüketici, kâh savaşçı üretmek üzere- yönlendirme ve gütme huyundan (politikasından) vazgeçmeli ve/veya vazgeçirilmelidir. Bunun için îcâbında, “kapitalist+dinci” işbirlikçilerin “iktidar” olduğu ülkelerde, “hükümet darbesi” yapmak bile artık, mubah ve meşrûdur; bilimi ve bilim adamlarını, “kapitalistler kastı”na karşı uyarmak ve uyandırmak üzere... Yâni böyle bir “darbe”, Bolşevik'lerin yaptığı gibi, -“iyi niyet”lerin uygulanması ve sınanması gibi- bir ideolojik taktik (veya kumar) anlamını taşımaz; taşımayacaktır... Son zamanlarda, “Amerikan kapitalistleri kastı”nın “ekonomi” jargonunda ortaya çıkan “falso”yu (aslında “antagonist çelişki”yi), USA devletinin, vergi gelirleriyle telâfiye veya ört-bas etmeye kalkması, Amerikan kamuoyu tarafından bâriz bir “yanlış”lık olarak algılanmış, ve de -müzmin- sokak protestolarına yol açmıştır... Gerçekten de, “ekonomik kriz” gibi bir mistik (bilinemez'likle ilgili) ad takılarak olağanlaştırılmak ve meşrûlaştırılmak -ve de dâima halk sömürüsüyle geçiştirilmek- istenen olay aslında, “ekonomi” jargonunun antagonizmasını, yani -çözümü olmayan- aksiyomatik çelişkisini ortaya koymaktadır. Zira, “emek=iş” eşitliği, Aristo Mantığı uyarınca “mutlak” kabul edilip de, burada inkâr (negasyon) edilmiş bulunan, “insan”ın kendini yapılandırdığı zon (panteist zon) veya “kozmik emek” modülü (yaratıcılık yaptıran, verimlilik kazandıran “düşünce-davranış” etkinlikleri, ve/veya meleke faaliyetleri) yok sayıldığında veya görmezden gelindiğinde, -palyatif tedbirlerle ne kadar geciktirilirse geciktirilirsin- algoritmik bir siklus (döngü) mûcibince ekonomik krizler daima nüksedecek veya tekrarlayacaktır tabii ki... Çünki, sözkonusu insâniyet denklemi esâsen, emek = iş + “kozmik emek” şeklindedir... Onun için aslında herkes, ürettiği mal karşılığında ücret alırken, melekeleri güçlü (veya sağlam) olan bazıları -doğrudan mal üretimiyle ilgili olmayan- icatlar yapar, kolaylıklar yaratır, öğretici ve örnek olurlar; hatta bir nevi “rezonans” şeklinde, diğer insanlara “meleke gücü” transferi yaparak, onların gayretini, şevkini (veya moralini) arttırırlar... Ama “aristokratik” anlayışla bu “kozmik emek”, sâhiplerine ücret olarak geri ödenmediği gibi, üstelik yarattığı katma değer de, -dolaylı olarak mal üretimine ve para'ya dönüştükten sonra- yeni insânî yatırımlar için değil, “kozmik emek”leri kayda değer olmayan insanların, “hayvânî (içgüdüsel) tüketim malları” taleplerini arttıran ve çeşitlendiren yatırımlarda, veya -fuhuş gibi- değer yaratmayan “alış-veriş”lerde, yâni insanlığı ucuzlatmak üzere kullanılmaktadır. Yâni aslında, sömürülen veya -hayvanlığa- harcanan değer, büyük oranda, kaliteli insanların, görmezden gelinmiş ve ücretlendirilmemiş kozmik emeğidir. Yoksa, mal üreten bir işçinin, “üretim=tüketim” denklemine göre âyarlanan bir “emme-basma tulumba” -yâni araç- olmanın ötesinde bir anlamı ve değeri yoktur; idealist veya ideolojik görüşlerden sarfınazar... Bu bakımdan, ekonomik krizlerin sebebini, “insan”ın -veya Hz.İsa'nın- âhı'na bağlamak, hiç de mistik bir izâh sayılamaz; esas mistik ve kastî olan, bu krizleri tanımlanmamış bir “pazarın rûhu” metaforuna bağlayan -kapitalist (ekonomist)- düşünce veya zihniyettir... Dolayısile, kaliteli insanların “kozmik emek”lerinin yarattığı “artı-değer” boşa harcanınca da, değer kaybeden mübâdele araçları (para, tahvil vs.) üzerinden, türlü sahtekârlıklar yapılmaktadır; ekonominin patlama (kriz) raddesine kadar şişirildiği ve kapitalistlerin biribirini yediği süreçte... Çünki parayla (hatta altınla) alınacak, insan yapımı bir değer olmadığı (veya kalmadığı) zaman, paranın ne değeri olabilir ki?!.. Zira böyle bir “geriye gidiş” sürecine girildiğinde, -optimum bir noktada, “kriz tedbirleri” denilen kitlesel sömürü (yani angarya) yoluna gidilmezse- içgüdüsel ihtiyaçların karşılanması husûsunda, önce “takas” usûlü geri gelir, sonra da orman kânunları ve kaos... Onun için, aslında hayvanlığın, yâni beslenmeyle ve çiftleşmeyle ilgili hayvânî ihtiyaç ve etkinliklerin her bakımdan önemsizleştirilmesi ve ucuzlatılması gerekmektedir; ama bütün “teşvik”lerin yasaklanması ve, “mübrem biyolojik ve fizyolojik ihtiyaçların komprime ve yalın şekillerde karşılanması” anlamını aşan eğilimlerin de kötülenerek, ayıplanarak ucuzlatılması şeklinde... Zira, insânî davranış ve düşünce (bilinçlenme) süreci dâhilinde yapılması çok zor olan, ve de bir eşikten itibâren “obez”liğe ve “salak”lığa yol açan içgüdüsel etkinlikleri, pahalılaştırmak (ve gizliliğe itmek) demek, hayvanlığa -insanlık aleyhine- önem ve prim vermek demektir. Ki bu anomali de aslında, bin yıllar boyunca insanlığın zenginlikle (altınla, parayla), zenginliğin de “bol bol yiyip içip seks yapmakla” ölçülür hâle gelmesi, yâni hânedanların kötü önderliği (ve örnekliği) yüzünden husûle gelmiştir... Tarihi devirleri kapatmakta (aşmakta) olduğumuz bugünlerden itibâren, “tabu”lu -panteist- zamanların kalite farkıyla benzerini (sentezini) yaşayacağımızı bilmeli ve/veya bilince çıkarmalıyız artık... Tabu'lu zamanlarda nasıl ki, doyumuna beslenmek ve taammüden çiftleşmek, düşünülmesi bile korkunç “akla ziyan” etkinlikler idiyse, bundan sonra da aynı etkinlikleri hem ucuzlatmak, hem de hakir görmek durumundayız; aradaki tarihî devirlerin anti-tez'i olarak... Zira tarihî devirlerde “ziftlenme” ve “çiftleşme”, çok zevkli ve faydalı ama, meşrû olanı pahalı, meşrû olmayanı ise “gizli-kapaklı” -ve illegal, immoral, inestetik- etkinlikler olarak yaşanmıştır... Bugün artık, “adam” olan herkes, yemek yemekten ve seks'ten aldığı hazları -samimiyetle- hakir görebilir; şâyet “meditasyon (murâkabe)” denilen, ve zihinde fikir kıvılcımları çaktıran iyileşme-dirilme hallerinin zevkine varabiliyorsa... Ve ondan sonra seks'i de, aynen bir “içkili yemek” gibi, meditasyon (toparlanma, yenilenme) imkânı sağlayan bir dağıtma hâli olarak (yani “insanlaşma”yı icbâr eden, tâlî bir olay ve zevk olarak) görüp yaşayabilir. Ve de bu kişiler aynı zamanda, tarihî devirlerde, -akıl dışı olay- seks üzerine uydurulmuş olan ve cinsel fetişizm ile melânkoliye (ve psikopatolojiye) yol açan, mistik “aşk edebiyâtı”nı zem ve hicv edebilirler... Bunları artık, Amerikalı bilimciler de anlamalı, ve “ekonomik kriz”ler gibi, “kriz zamanı nümâyişleri”nin de kanıksanarak, “bastırılması gereken rutin (olağan) huzursuzluklar” şeklinde anlaşılmasına izin vermemelidirler; herne kadar, hüsranla sonuçlanmış bulunan “komünizm denemesi” kötü bir örnek olarak kullanılsa; ve hatta başlara kakılsa da... Çünki bu krizler, insanlığı yerinde saydırmakta, dolayısile çıkmaza sokmakta, ve de -son tahlilde- intihâra (Kıyâmet'e) sürüklemektedir... Ama biz artık, insanlığın ve tarihin, kesin bir determinizme (nedenselliğe) oturtulamayacağını, zira her gelişmenin, zamanlar üstü “panteist-zon” çekirdeği ile, yâni umulmadık yaratıcılıklara gebe insanlığın -ritmik bazdaki- yücelme etkinlikleriyle “feed-back” etkileşimi hâlinde vukû bulduğunu gâyet iyi bilmekteyiz. Yâni insanlığın çıkışında (orijininde), herhangi bir kânûniyetin veya nedenselliğin değil, ritm melekesini yaratan -zamanlar üstü- bir “kaos”un bulunduğunu, -dolayısile Marksizm'in sakatlığını- açıkça anlamaktayız... O halde, Amerika'da da bazı inisiyatör liderler çıkıp, mevcut sokak protestolarının yarattığı -kinetik- enerjiden yararlanarak, “nitelikli oy” kullanımını amaç edinen bir programla, gerçekten “demokrat” bir siyâsi parti kurabilirler. Ve böyle bir parti ile de, mevcut “Demokratlar”ın muvâzaa (danışıklı döğüş) partisi olduğunu, dolayısile Amerikan Halkı'nın esâsen, “Cumhuriyetçi” adı verilmiş tek bir parti tarafından -kapitalistler oligarşisi veya kastı nâmına- yönetildiğini (güdüldüğünü), yani aslında Amerika'daki rejimin, “tek parti diktatörlüğü” olduğunu açıkça ortaya koyabilirler... Böyle bir partinin, -orta sınıfları iknâ ettiği taktirde- katılacağı ilk seçimlerde iktidara gelmemesi için hiçbir sebep yoktur. Çünki Amerika'lılar, Devlet'lerinin, kendilerinden çok “kapital rezervi ortakları” denilen “kast”a hizmet ettiğini, Ülke yönetiminde kendi -kollektif- irâdelerinin hiçe sayıldığını gâyet iyi anlamışlardır artık... Zâten seçimlere katılım oranının düşüklüğü de, bunu göstermektedir... Ama Amerika'da, “başıbozuk sürü” şeklindeki halkın değil de, “iyi sıralanmış halk”ın -gerçek- irâdesi iktidara geçtikten sonra, hem popülist partilere ve “politikacılık” mesleğine hayat sahası kalmayacak, hem de ABD bütün Dünya'ya, doğru bir örnek ve lider olacaktır. Ve de farklı siyasi partiler kurulsa bile bunlar, stratejik ve bilimsel vizyon farklılıklarına istinâden kurulabilecektir. Ki, muayyen bir bilimsel aşamadan sonra da, “akıl için tarik birdir” idrâkına ulaşılınca, “partisyon”a veya “tefrîka”ya gerek kalmayacaktır tabiatıyla... Bu süreci lider olarak götürebilecek bir ABD, bilimsel bir “doğum kontrolu” ile birlikte, biyoloji, fizik, matematik gibi ana bilim dalları ve “uzay çalışmaları” konularına da ağırlık verdikten sonra, tarih ve insanlık indinde öyle bir itibar ve meşrûiyyet kazanacaktır ki, taktim ettiği toplumsal düzeni (rejimi) kabul etmeyip de hâlâ “üreme ve savaşa hazırlanma” politikalarında ısrâr eden -sapkın- ülkeler üzerinde, nükleer silâh kullanması bile mubah ve meşrû hâle gelecektir; insanlığın, son fazlalığından veya safrasından radikal bir şekilde kurtulması anlamıyla... Çünki iyi sıralanmış bir halk irâdesi tahtında, ve de Uzay'ın fethi yolunda, şahsi kapital sâhipleri bile, gerçek müteşebbis öncüler olmak veya sermayelerini bazı inisiyatörlerin tasarrufuna bırakmak zorunda kalacaklarından, sömürünün “s”si bile sözkonusu olmayacaktır... Zira, sıralanmış halk irâdesi, hiçbir tapınç kültüne (dinlere) de prim vermeyeceğinden, subjektif tutum veya tavırlara sürüklenmeyecektir. Kaldı ki, her ülkenin gerçek seçkinlerinin fikirlerine de peşinen değer verilmiş olacaktır... Zâten bütün ülkelerde “nitelikli oy” rejimi uygulanmaya başladığında, halk tahrikçiliği de, dolayısile halk ayaklanmaları ve “milli kurtuluşçu”luk da, anlamını yitirecektir... Ve ondan sonra, Birleşmiş Milletler'in görevi de, “insan”ın ne olduğunu araştırmadan “insan hakları” savunuculuğuna soyunmaktan, ve de bir takım politik zevzeklikler yapmaktan çıkacak, ve “ülkeler arası kapital (artı-değer) akışlarını ve spekülâsyonları kontrol etmek” anlamıyla somutlaşacaktır. Zira ülkeler, “gerzek” doğumlarını yeteri kadar önlediklerinde, küresel “artı-değer”e yaptıkları katkı ile, tükettikleri birikim (stok) değeri arasındaki oran, sâbit bir rakama yaklaşacak, ve dolayısile de, onların hiçbirinin diğerini sömürmeye -objektif olarak- hakkı veya bahânesi kalmayacaktır... O halde, son tahlilde şu anlaşılmaktadır ki, bundan sonra ABD'nin hangi yönde inisiyatif alacağı (alması gerektiği) açık olduğuna göre, ABD hâlâ “kapitalistler kastı”na “body-guard”lık yapma kabadayılığında devam ettiği sürece, uyanık ilericilere veya devrimcilere sâhip ülkelerde, ve özellikle de -hem özerk devrimcilik geleneğine, hem de güçlü savunma silâhlarına sâhip olan- Rusya'da, bir “hükümet darbesi” hiç yadırganmamalı, ve hatta, insanlığın ilerlemesi yolunda yüklenilmiş tarihî -ideolojik- görevin bilimsel tashihi ve ikmâli olarak görülmelidir. Ki bu arada, Rusya'daki Komünist Parti'nin, “bilimsel sosyalizm” adındaki ideolojiyi aşıp, ismini de değiştirerek, -gerçek- bilimin ışığında, yeni bir programla ortaya çıkması da beklenmelidir; küllerinden doğan “phoenix” gibi... Zira artık açıkça anlaşılmıştır ki, tarihte “komün” diye bir “tabu'suz ilkel toplum” bulunmadığı gibi, yiyip içip seks yapmanın serbest olacağı bir “ileri komüncü toplum” ideali de, sâdece bir “ham hayal”den ibârettir. Kaldı ki artık insanların, bugünkü biyolojik bedenleriyle varacakları en ileri toplum biçiminin, beslenme ve çiftleşme gibi içgüdüsel etkinliklerin, öz ve yalın hâle getirilerek önemsizleştirildiği ve her bakımdan ucuzlatıldığı (def-i hâcet mesâbesine indirildiği) bir sosyo-ekonomik yapı olduğu/olacağı da açıkça ortaya çıkmıştır...
Değerli hocam CAHİT ARF, Karl Marx için, “şâyet matematik -mantık- bilseydi, koca koca ciltler dolusu yazı yazmak zorunda kalmazdı” demişti... Bu Tebliğ'de, O'nun görüşünü ve dileğini gerçekleştirmeye ne kadar yaklaştıysam, o kadar mutlu olacağım...
Son olarak şu noktayı da açıklığa kavuşturmalıyım ki, Amerikalılar bize öğretecekleri kadar İngilizce öğrettiler artık... Köylülerimize, hatta imamlarımıza kadar herkes “tûtî” kuşları gibi İngilizce konuşuyorlar maaşallah... Ama ben, 1952 yılında Ankara'da ortaokul'a başladığımda, İngilizce dersini mecbûren almak (okumak) zorunda bırakıldığım için, bu “savaşsız (yumuşak) işgâl”i gerçekleştiren sinsi müstevlîlerin dilini, -bilinç altı'ma kazınan isyan hissinin engellemesiyle- hiçbir zaman doğru dürüs belleyip konuşamadım; hem de annemin, anaokulu'ndan itibâren Gedikpaşa Amerikan Koleji'nde yetiştirilmiş bir “Amerikan hevesli”si olmasına rağmen... Fakat bu durum, bilimsel çalışmalarımda hiç de engel çıkarmadı; hatta M.İkeda'dan, Japonya'da -yabancı dili öğreninceye kadar- doktora talebelerine tercüman verildiğini duyduğumda da bayağı keyiflendimdi... En sonunda da anladım ki, bir insanın, matematiksel mantıkla düşündüğü taktirde, bu mantığı ana dilinde bile söze dökmesi, veya başka bir deyişle ana dilini -bile- matematiksel mantığa göre disipline edebilmesi çok zor... O halde bütün düşünen insanlar, başka dillerde ukalâlık (veya felsefe) yapmaya hevesleneceklerine, herşeyden önce kendi ana dillerini matematiksel mantığa göre disipline etmeye çalışmalıdırlar. Böylece her dilin metaforları ve idiom'ları -matematiksel mantığa göre- yontula yontula, gramerleri de tesviye edile edile, uluslararası notasyonel terminolojik bir “iskelet dil”e varılabilecektir. Yoksa -sanılanın aksine- tek bir dilin yaygınlaşmasıyla, evrensel bir “iletişim” kurulamaz... Onun için, bundan böyle Amerikalılar da, Türkçe anlamaya, veya “Türkçe” tercümanı kullanmaya başlamalıdırlar artık...
DURUM TESPÎTİ VE TUTULMASI GEREKEN YOL:
Tarihî Devirler'in sonu ve Uzay Çağı'nın başlangıcı (Milâdı) olan 01/01/12 tarihinden itibâren, Kapitalizm ve Teizm (tanrıcılık=tapınmacılık) ideolojileri, bilim kânunları (ve/veya matematiksel mantık) nezdinde -paradoksal olduklarının anlaşılmasıyla- meşrûiyyetlerini yitirmişlerdir. Dolayısile de devletlerin, bu gayri meşrû ideolojilere verdikleri desteği kaldırmak için mücâdele etmek, Dünya'daki bütün ilericiler için, öncelikli ve hatta âcil bir görev hâline gelmiştir. Onun için Türkiye'de de, “nitelikli oy” esâsına dayalı gerçek Demokrasi'yi amaçlayan bir siyasi partinin kurulması, ilerici ve/veya devrimcilerin başlıca gündem maddesi olmalıdır artık... Aksi taktirde kimse, “adam”ım diye ortaya çıkıp da konuşmamalıdır; çünki bu “soytarılık” olur, en azından... Zira biz, daha Sovyetler Birliği'nin başında Brejnev gibi itibarlı bir “eski tüfek” oturuyorken, yani Komünizm, en gelişmiş “ilerici ideoloji” olma iddiasını sürdürüyorken, hem onları eleştirmiş, hem de “Türkiye'de ilericilik bizden sorulur” diyerek, Türkiye Komünist Partisi adına yasal tüzük ve program yayınlamış -ve bedelini ödemiş- insanlarız (1978)... O zamandan sonra da, inisiyatörlüğü kesintisiz sürdürüp, “komünist ideoloji”nin hatâsını da somutlaştırmakla beraber, “ilericilik” kavramını ve iddiasını ideolojik olmaktan çıkararak bilim temeline oturtmuşuzdur... Gâyet açık olan bu “ahvâl ve şerâit”e rağmen, birilerinin çıkıp da, ilericilik -veya Atatürkçülük- nâmına gündemi işgâl etmeye kalkması, “ajan-provokatör”lük değilse, “ajan taşeronu soytarı”lık anlamına gelecektir; hele ki gericiliğin, memleketin tepesine çöreklendiği (çöreklendirildiği) bir zamanda, gericilere karşı “hukûkî savunma” yapmak zavallılığına da düşüldükten sonra...
ALİ ERGİN GÜRAN: 01/01/12