Ebedî Devlet'i Gerçekleştirme Zamanı...
Devlet, bir “yönetim organizasyonu” olmaktan önce, bir “seçilim sistematiği”dir; ve de öyle olmalıdır. Zirâ insanlığa özgü bir yapı olan “devlet”, herşeyden önce “panteist zon”daki “insânî oluşum” parametresinin bir fonksiyonu olmak, ve dolayısile de, bozulmamak (yıkılmamak) için daima, insânî hazları duyabilen (hayvânî hazların zebûnu olmayan), ve de -“matematiksel mantık” objektivitesine sâhip olmakla- kendine hâmî (tapınma, yakınma mercii) aramayan bireyleri ayıklayıp öne çıkarmak zorundadır... Tarihî devirlerde devlet tesis etmiş başlıca seçilim sistemleri, tapınak râhiplerinin inisiyasyon usûlleri, savaşçılık seçilimi, ve de denizcilik mesleğinde mündemiç olan doğal (doğayla ilgili) seçilimdir... Sümer, Mısır, Pers gibi kadîm uygarlık -emperyal- devletlerini kuranların inisiye râhipler, Moğol ve Türk imparatorluk devletlerini kuranların seçkin savaşçı komutanlar, deniz kıyılarında “pıtırak” gibi bitip yayılmış olan site devletlerini tesis edenlerin de deniz kurtları (kaptanlar) olduğu düşünüldüğünde, bu durum açıkça anlaşılır. Yâni demek ki, ilkel halklar veya topluluklar içinde, herşeyden önce -panteist zon kaynaklı- bir seçilim sistemi oluşuyor, ve bu şekilde ortaya çıkan seçkin insanlar vâsıtasıyla da, bir “yönetim organizasyonu” tesis olunuyor; halkların sosyo-ekonomik entegrasyonunu da gerçekleştirerek... Ama böyle bir “pozitif seçilim” sürdürülemediğinde de, o devlet yıkılıyor... Mesela, “ataerkil verâset hukuku” yaygınlaşıp da meşrûiyyet kazanınca, hânedânlar devletlerin başına çöreklenmiş, ve böylece devlet, sâdece bir “yönetim organizasyonu” anlamına indirgenmekle birlikte, biyolojik bir organizma imişcesine ölümlü hâle gelmiştir; İbni Haldun'un -“panteist zon”u bilmeksizin- kânunlaştırdığı gibi... Ama artık açıkça anlaşılmaktadır ki, insan, bilinç ve düşünce faaliyetini, cansız maddeye (bilgisayarlara) intikal ettirerek ölümsüzleştirirken, aynı zamanda onu, son âna kadar (biyolojik bedenin gereksiz olacağı zamana kadar) kontrol altında tutabilmek için, bozulmadan sürekli ve bilinçli kalacak toplumsal bir yapıyı da (devleti de) gerçekleştirmesi gerekmektedir. Zirâ aksi halde, “bilim kurgu” senaryolarının gerçekleşmesi, yâni karar verme -ve uygulama- yeteneğine sâhip bilgisayarlarla insanlar arasında, silâhlı çatışmaya varacak kadar keskin ihtilâfların çıkması, hiç de ufak ve uzak bir ihtimal değildir... Bugün artık denizcilik mesleği, melekelerin test edildiği bir seçilim imtihanı olmaktan çıkmıştır. Savaşçılık da, fizikî güç ile, zamanlama (ritm) ve sıralama melekelerinin sınandığı bir eliminasyon seçilimi değildir artık... Herne kadar, savaş kazanan komutanlar hâlâ yüceltilseler de, çoğu zaman, onlara o modern silâhları sağlayanların taltifleriyle ve ödülleriyle yetinmek zorunda kalmaktadırlar... Ayrıca, bugünkü dinlerde de, ciddi bir “seçilim sistematiği” sözkonusu değildir. Halbuki bugünkü dinlerin tarihî gelişim sürecinde, “tapınma”yı öne çıkaran saltanat (yönetim) versiyonunun paralelinde daimâ, çilecilik, keşişlik gibi, sabır ölçen, dolayısile de zamanlama ve sıralama melekelerinin gücünü sınayan “seçilim” usûlleri (tarikat) vardı. Kaldı ki, kadîm tapınaklarda “ateş”in önemli bir âyin unsuru olduğu düşünüldüğünde, o zamanki inisiyasyon usûllerinin de, -ateşin kullanımı dolayısile- “meleke”lerin değerlendirilmesi (dirilik ölçümü) anlamını taşıdığını kolayca çıkarabiliriz... Yâni demek ki, bütün tarihî devirlerde, “adam” olanları ayıklamak için, “insan”ın türeyiş süreci (panteist zon) bazında seçilim sistemleri oluşmuştur. Ama ne var ki bugün, “devlet”in “seçilim sistematiği” olma özelliği veya bileşeni, -aynen uzun ömürlü “hânedân” yönetimleri zamanında da olduğu gibi- görmezden gelinmekte ve hatta yok sayılmaktadır; insanlığın tepesine çöreklenmiş bir “kapitalistler kastı” mârifetiyle... Zirâ bu kast, “eğitim” adı altında, bir “bilgi, beceri yükleme” müessesesi ihdâs ederek, kendi amaç ve eğilimlerine uygun şekilde, bir “insanları âlet etme (yapma)” sistemi oluşturmuştur. Ve dolayısile de, tarihî devirlerde, “asâlet” adı altında, -sâdece- huy ve becerileri nakleden “genetik kalıtım”a büyük önem atfederek, bütün “pozitif seleksiyon” sistemlerini dumûra uğratmaya çalışmış olan “hânedân” yönetimlerini bile gölgede bırakmıştır; bu “kapitalistler kastı” yönetimi... Çünki hânedân devletlerinde, hiç olmazsa zaman zaman krâliyet aileleri -bir şekilde- değiştiriliyor, ve böylece de, asabiyyeti ( etik disiplini ve ahlâkı) daha diri, ve melekeleri güçlü insanların başa geçmesi sağlanabiliyordu. Halbuki, “kapitalistler kastı”nın ayaklanmalarla ve hatta ihtilâllerle bile, değişmesi veya yenileşmesi ihtimâli yoktur; şâyet “bilgi ve beceri yoklaması” anlamının dışında olan, yâni mevcut bütün eğitim kurumlarını “by-pass” eden bir “insan seçilimi” sistematiği devreye sokulamazsa... Zira bir defa, bütün Dünya'daki kapitalistler, aristokratların evliliklerle, nezâket kuralları ve seremonilerle sağlamaya çalıştıklarından çok daha sıkı bir şekilde bütünleşmiş durumdalar; “ekonomi” adını verdikleri “kitleleri gütme ve sömürme jargonu” vâsıtasıyla... Dolayısile, “kast”a yeni girenler de, aynı form'a sokulmuş (veya kopyalanmış) bir kişilik olarak girebiliyorlar. Ve onun için de, “devlet” kavramının, sâdece “para kazanma” işiyle uğraşan insanların, Hedonizm (gayri insânî haz tutkunluğu) uğruna, istedikleri gibi/kadar harcamalar yapmalarına özgürlük(!) ve meşrûiyyet sağlayan bir “yönetim organizasyonu” olduğu kanısı, korkunç bir “galat-ı meşhur” olarak zihinlere perçinleniyor; “ekonomi”nin, bir “bilim dalı(!)”dır diyerek, üniversitelerde okutulması veya belletilmesiyle birlikte... Halbuki “devlet”, tedâvüle çıkardığı “para”nın tek sorumlusu olarak, onun değerini korumakla yükümlü olmalı, ve bunun için de, “kozmik emek”leriyle yeni değerler yaratabilecek insanları objektif (bilimsel) olarak seçip ayıklayabilmelidir; tağşiş'in (enflâsyonun) her türlüsünü önleyebilmek için... Ama ne var ki kapitalistler, insâniyet zararlısı ve “kozmik emek” katili bir canavar olarak, gittikçe daha ince (veya gizli) cinâyetler işlemektedirler. Meselâ, ritm melekesi -doğuştan- güçlü olan çocukları (gençleri) yakalayıp, onları genç yaşlarında büyük paralarla iğfâl ederek, müzik (eğlence) sektöründe, -garantili gelir getiren- bir “marka” yapmaktadırlar; ki bu, ham meyveden reçel üretmek gibi bir hırtlık ve açgözlülüktür. Zirâ ritm melekesi güçlü olan bir insanın, aklî “sıralama melekesi” de sıhhatli olacağından, matematiksel (notasyonel) bilgi veya estetik normlar yüklendiğinde (öğretildiğinde) onun, umulmadık keşifler, yaratıcılıklar yapan olgun bir “birey”e dönüşerek, insanlığa kalıcı eserler bırakması, ve de huzurlu (örnek) bir insan olarak yaşlanması büyük olasılıktır. Fakat aynı insan, şarkıcı olarak ünlenip yaşlandığında ise, hem “a-ritmik” ve “de-tone” şarkılarıyla, -“marka” nâmına aldığı ısmarlama alkışlardan sarfınazar- insanların rûhî (melekî) dengesini bozan, hem de elde ettiği haksız kazançları “hedonizm” yolunda harcayarak kötü örnek olan, nemrutlaşmış (hatta sapıklaşmış) bir moruktan, ve de onun, bazen hatırlanan bir kaç nâmesinden başka bir şey kalmayacaktır insanlığa... Halbuki normal bir cemiyette, şarkı ve dans etkinlikleri, muayyen bir yaş aralığındaki -liyâkatli- tüm gençlerin icrâ etmeleri gereken, bir hak ve görev olmalıdır/olur... Demek ki artık, gelinen bilinç seviyesinden, “insan”ın kendini yapılandırdığı “panteist zon” keşfedilip, “devlet”in esas tanımı ortaya konulunca, bütün bu dalavereler açığa çıkıyor. Ve de anlaşılıyor ki, -gerçek- bir devletin yönetim ve eğitim kurumları (mevkileri), “panteist zon” bazında gerçekleşen (gerçekleştirilecek olan) insânî seçilim ile “feed-back” etkileşimi hâlinde olmadıkça (hâline getirilmedikçe), insanlık “fâil-i muhtar” olamaz. Ve dolayısile de, Kâinat'taki misyonunu idrâk edemeyerek, kendi “kıyâmet”ini veya intihârını hazırlar... Onun için, hazırlanacak “panteist zon” ortamlarında – sağlıklı melekelere sâhip- peygamber tandanslı (yaratıcı) gençler, objektif bir sistematikle seçilime (ayıklanmaya) uğratılmalı, ama bu seçilimle temâyüz edenler de, sorumluluk aldıkları yönetim ve eğitim işlerinde kanıksamadan önce, kutsal (orijinal) kitaplarını yazıp, içinden geçtikleri seçilim sistematiğini yenilemeli veya güncellemelidirler. Aksi halde, “birey-insan” yetiştiren ve seçen “panteist zon” ile, yönetim ve eğitim mevkileri arasında “feed-back” etkileşimi olmaz da, devlet bir yönetim organizasyonu hâline indirgenirse, o zaman insanlar, sâdece “iş (mal üretimi)” anlamında çalışıp, beslenme ve çiftleşme etkinlikleri -yâni hayvanlaşma- husûsunda özgürlük talep eden ehlî hayvanlara dönerler. Ama öyle bir ehlî hayvan (veya davar) sürüsüne dönerler ki, başlarında, onların popülâsyonunu kontrol edecek bir çobanları bile kalmaz; ve dolayısile de, popülâsyondaki eşik değerlerin her aşılışında, o mahlûklar biribirlerini yerler; antagonist çelişki taşıyan mahalli (sekter) ideolojilerin, “iç mantık”ları mûcibince... Ve nitekim de öyle olmaktadır; kronik savaşlar ve -ekonomik- kriz şekillerinde... Onun için, her türlü bilgi, görgü, beceri ve fetişlerden arındırılmış bir “panteist zon” ortamında -güçlü melekeleri (irâdeleri) sâyesinde- içgüdülere karşı direnerek, insânî ilgi (veya câzibe) odağı olan bireylerin seçilimi, tarih sonrası toplumlarda, sosyalleşmenin gerek şartı olmalıdır; ve olacaktır. Ki bugün, bir sosyalleştirme (ve/veya terapi) kulübü çerçevesinde uygulanacak bir takım kurallarla insanları, -onlara toplumsal itibar ve statü sağlayan- her türlü donanım ve alışkanlıklarından soyutlayıp, güçlü melekelere sâhip olanlarını, objektif bir şekilde ayıklayarak rutin “mal üretimi” işlerinden muaf tutmak mümkündür artık... Bu seçilim aynı zamanda, “kapitalizm”in ham maddesi -ve insâniyet zararlısı- olan zekî psikopatların, deşifre edilip elenerek, “bilgi-beceri yükleme” eğitiminden önce tedâvî sürecine sokulmaları anlamına da gelecektir tabii ki... Ve bu “alt-yapı”sal (veya davranışsal) seçilim etkinliklerini, teorik plâtformda denetlemek üzere de, “üst-yapı”sal bir “Anti-Kapitalist ve Anti-Teist, Daimî İnsâniyet Konferansı” tesis edilmelidir; Dünya'daki özgür bilimcilerden müteşekkil...
Ebedî Devlet Özlemimizin Tarihî Zemini:
Aslında bütün ihtilâllerin veya devrimci ayaklanmaların, devlet'in “seçilim sistematiği”nin dumûra uğratılmasından (köreltilmesinden) dolayı meydana geldiğini söylemek mümkündür; ki bunların arasına, dinsel olanları da katmak lâzımdır... Mesela, İbrahim, Musa, İsa, ve Muhammed peygamberlerin kalkışmaları dahî, -o zamanlardaki anlayışa göre “mit”ik bir tanrı argümanı kullanılarak yapılmış- açık bir “seçkinlik dayatma”sıdır... Ancak ne var ki, bütün bu devrimciler ve ideolojileri, -insan'ı oluşturmuş olan ve oluşturan, “panteist zon”u yok sandıkları için- sâdece yönetimleri düzeltmeyi amaç edindiklerinden, iktidâra geçince, doğru dürüs bir “seçilim sistematiği” tesis edemiyerek kısa sürede seleflerine benzemişlerdir... Ama bizim, Anadolu'daki tarihimizde, -Şâmanizm (Panteizm) kaynaklı- seçilim sistematiği, “tarikat” adı altında, bütün yönetimlerden (hatta 1071'den) daha önce yaygınlık ve devamlılık kazandığı için, kurulan bütün devletlerde, daima yönetimleri murâkabe etmiş, ve hatta çok zaman, yönetimlerle silahlı çatışmalara bile girmiştir... Mesela, son zamanlarında tam bir yönetim zorbalığına dönüşen Anadolu Selçuklu Saltanatı'na karşı başgösteren Babâî ayaklanmalarını, aslında isyan olarak değil, böyle bir murâkabe (denetim) hakkının icrâsı şeklinde anlamak lâzımdır. Çünki onlar başarılı olup da, Selçûkî Saltanatı'nı yıkabilselerdi, ilk Dânişmendiye yerleşimlerinde olduğu gibi, veya yüz küsur yıl sonra Ankara'da ortaya çıkan Kadı Burhânettin Ahmet Devleti gibi, -sivil- site yönetimleri oluşturacaklardı herhalde... Ama olmadı zirâ, “seçilim sistematiği”nin dinamizmini bastıramayacağını anlayan Selçûkî Yönetimi, Kudüs ve Antakya civârında konuşlanmış Haçlı ordularından, ağır zırhlı şövalye birlikleri kirâladı; ki onlar o zamanlarda (13. Yüzyıl başlarında), “tank birliği” gibi bir anlama geliyordu... Ne garip bir -tarihî- tecellidir ki, Dânişmentlilerden aldığı büyük lojistik ve “muhârip asker”sel destek ile birinci Haçlı ordusunu perişan etmiş olan Kılıçarslan'ın torunları, o Haçlıların torunlarıyla anlaşarak, insâni bir seçilim ve düzen isteyen Dânişment Gâzi'nin torunlarını ezmiştir, Saltanat -hırsı- uğruna; hem de İslâmiyet'in “tapınmacılık” versiyonuna sarılarak... İlk aşamalarında Seçuklu ordusunun bozguna uğratıldığı bu savaşlarda, Hacı Bekdaş'ın da muhârip olarak bulunduğu ifâde edilmektedir, birçok kaynakta... Nitekim, 1243'te Moğolların Selçukluları mahvetmesine nezâret eden Hacı Bekdaş ve “ehl-i tarik” zevât, akabinde Moğol istilâcılara karşı -bir nevî- gerilla savaşı örgütlemişlerdir. Ve en sonunda da, “tarikat” seçiliminin şartlarına uyacağını belirten küçücük bir Otman Gâzi beyliğini, “devlet yönetimi” kurucusu olarak başa geçirmişlerdir. Ve böylece hem Selçûkîlerin hükmünü ortadan kaldırmakla, hem de -bir süre sonra- sâdece entrika, sahtekârlık ve zulüm yönetimi hâline gelen Bizans devletinin yıkılmasına yol açmakla birlikte, aynı zamanda geniş bir “Memâlik-i Müttehide”nin üzerinde hakça bir Dünya düzeninin gerçekleşmesini sağlamışlardır. Osmanlı Devleti'nin, tek bir hânedânın yönetiminde, altı asır gibi uzun bir süre yaşamasının sebebi de, bu “tarikat” adındaki seçilim sistematiğidir işte... Ancak ne var ki, -matematiksel mantıkla formüle ve tesbît edilememesi yüzünden- geleneksel “inisiyasyon” usûlleri zamanla yozlaşarak, “tarikat”ı bir “seçilim sistematiği” olmaktan çıkarıp, ya efsânevî hikâyeler ve ritmik âyinler ile, ya da dogmatik din öğretileri ve “tapınma”larla cemaat toplayan ve güden, bir idârî sistem hâline getirmiştir. Ki böylece de “devlet”, en geniş (ve üst) yönetim organizasyonu olarak anlaşılıp, ona karşı çıkmanın gayri meşrû olduğu (olacağı) kanısı yerleşmiştir zihinlere... Ve bu yüzden de, yönetici gözlüğü ile yazılan tarihlerde, bütün ayaklanma ve kalkışmalar lânetlenmiş, ama buna rağmen, halkın vicdânında taht kurmuş Hacı Bekdaş, Yunus Emre vs. gibi -“abdalân”dan- seçkinler de, sanki “tapınmacı dindar”mışlar gibi, kişilikleri çarpıtılarak alınmıştır, ve alınmaktadır; bütün -resmî- söylem ve söylevlere... Halbuki aslında onlar, kendilerini tanımaya (bilmeye) çalışan, ve Tanrı'yı içlerinde -“murâkebe” ile- arayan insanlardı. Yâni kendilerinin dışında bir mit (put) hayal edip, ona tapınacak -sorumsuz- insanlar değillerdi. Onlar herne kadar Hz.Muhammet'e ve bilhassa Hz.Ali'ye derin saygı duysalar da, Emevi'lerden bakiyye “Sünni”likten hiç hoşlanmazlardı; ki nitekim, Osmanlı'nın gösterişli zamanlarında başa geçen, “yezidoğlu” isimli iki padişahın da, sonu pek kötü olmuştur; bunların bedduası ile karışık işler yüzünden... Ayrıca, “tarikat”ın seyfîyûn kolunun, “Osmanlı”daki devamı olan Yeniçeriler'in, -resmî tarihlere, sanki mazarratmış gibi kaydedilen- “kazan kaldırma” eylemlerinin bile, genellikle Osmanlı Yönetimi'nin yaptığı yolsuzluk ve -parayı- tağşiş (enflâsyon) durumlarında uygulandığı da bir gerçektir. Ki bundan dolayı dejenere Osmanlı da, Yeniçeriler'e karşı, selefleri Selçûkîlerin Babâi'lere yaptığı gibi -bir kalleşlikle- Haçlı torunları Batılılardan parasal, askerî yardım istemiş ve almıştır; hem de bu sefer borçlanarak, ve sonra da memleketi ipotek ederek... Ve en sonunda da, meş'ûm 1826 vakası neticesinde Osmanlı Devleti mutlak bir “yönetim biçimi” hâline gelmekle birlikte, otonomisini tamamen kaybederek, Batı'daki güçlü devletlerin (organizasyonların) bir alt organı durumuna düşmüştür; tabiatıyla... Yâni, -yabancılardan tavsiye ve yardım alarak- “darbe” yapmak geleneğinin mûcitleri, çürüyen Selçuklu ve Osmanlı hânedanlarıdır aslında... Şâyet yirminci yüzyılın başlarında bir dizi savaşlar çıkmayıp da, onların içinden bir inisiyatör Mustafa Kemal temâyüz etmeseydi, belki de o zaman, İngiltere burada, -Hindistan'da yaptığına benzer şekilde- Osmanlı halifelerinin nezâretinde, bir nevî “racalıklar=aşiretler=cemaatler” cumhuriyeti (ve demokrasisi) kurduracaktı; ki böyle bir projeye de, “kast” kökenli Kürtler, balıklama atlayacaklardı... İşte Atatürk, yozlaşmış Osmanlı yönetimini indirmekle, böyle bir vesâyet (manda) rejimini önlemiş, ve de kuzeyimizdeki “işçi ihtilâli”nin rüzgârından yararlanarak, “burjuva ihtilâli”nden ödünç aldığı “milli egemenlik ve bağımsızlık” şiarıyla, alargada bekleyen -geçici- bir rejim kurmuştur aslında... Çünki o zamanlar henüz daha, Sovyet İhtilâli'nin ne olacağı, ve Batıdaki ekonomik bunalımların (ve totaliterizm'in) nereye varacağı belli değildi... Nitekim o günkü konjoktürde, Sovyetle Birliği de, Batılı devletler de, Atatürk'ün -bağımsız (inisiyatör) karakteri mûcibince- tesis ettiği rejimine ses çıkarmamış (çıkaramamış), ve hatta birçok “az gelişmiş” ülkeye örnek gösterip uygulattırmışlardır... Ayrıca o büyük insan (Atatürk), -o zamanlardaki modaya uyarak- bir ideoloji uydurmayıp, sâdece kendisinin hatırlanmasını istemekle, ve de rehber olarak “bilim”i tavsiye etmekle bize, eserleriyle birlikte bîzâtihî kendisini de inceleyerek izah etmeye çalışmamızı -dolayısile emânetini istikbâle taşımamızı- vasiyet etmiştir. Yoksa, mukallid ve perestişkâr kuşaklar yetiştirmek isteseydi, herhalde O da, spesifik mantığa sâhip bir doktrin (ideoloji) ortaya koyabilirdi... Dikte ettiği tek vasiyeti olan Gençliğe Hitâbe'sini ise, “seçilim sistematiği”nin bozulmasıyla, yönetimlerin aşırı yozlaşması durumunda, “panteist zon” dinamizminin baş kaldırma (patlama) hakkının bulunduğunu, -günün hamâsî üslûbuyla- hatırlatmak, şeklinde anlamak lâzımdır. Ama bunu, yönetimlere karşı “blöf yapmak” için kullanarak, hem gençliğin gazını almak, hem de -bu vesileyle- siyâsî kariyer edinmek, tam anlamıyla bir düzenbazlık ve/veya provokasyondur... Eğer Atatürk, bir düşünce sistemi (ideoloji) ortaya koymakla beraber bize “bilim”i rehber edinmemizi tavsiye etseydi, işte o zaman büyük bir çelişkiye düşmüş ve dolayısile de samimiyetsizlik göstermiş olacaktı. Halbuki O, “işçi sınıfı” ideologları kadar dahî, yâni görüşlerinin başına “bilimsel” sıfatı ekleyerek “bilim” kavramını sulandırmak şeklinde bile olsa -oportünistlik ve kariyeristlik anlamında- bir samimiyetsizlik göstermemiştir... O halde demek ki, bugün Atatürkçü'yüz diyerek ortaya çıkıp da, O'nun nâmına “Atatürkçü düşünce sistemi” îmâl edenler, müfterî, sahtekâr ve düzenbaz politikacılardan başka birileri değildirler... Ama biz her hâlükârda, bilimsel düşünebilmemiz ve Anadolu Türklüğü'nün yaratıcısı atalarımızın doğruluğunu idrâk edebilmemiz için, dînî taassup ve baskılardan âzâde bir zaman ve zemin -aralığı- kazandırdığından dolayı kendisine “medyûn-u şükrân”ız. Yoksa, gericileri tepemize çıkarmış olan, sahtekâr düzenbaz “Atatürkçü(!)”lere kızıp da, kendisine nankörlük edecek değiliz; tabii... Zira gâyet iyi anlıyoruz ki, altıyüz yıllık bir hânedânın cenâzesini kaldırmak kolay olmamıştır; ve nitekim bu cenâze hâlâ daha -bendegân torunlarının hevesleriyle- hortlatılmaya çalışılmaktadır...
Tarih Öncesi'nden Son Çıkan, Tarih Sonrası'na İlk Girenlerdeniz:
Atatürk'ün, bir “insan seçilimi sistematiği” kuramadığı, ve dolayısile tesis etmiş olduğu T.C.Devleti'nin geriye kaymasının önlemini alamadığı için, bugün kendisinin (ve kanunlarının), Globalist destekli bir “gerici yönetim” tarafından demokratik(!) olarak mahkûm edilebileceği, ve de ülkemizin yeniden hilâfet sultası altına düşürülebileceği ihtimâli açıkça sırıtmaktadır artık... Bu ihtimalin en azından, “Atatürkçü”lerin ehlîleştirilip (ılımlı Müslüman çizgisine çekilip) güdüme alınması yolunda kullanılacağı (hatta kullanıldığı) ise apaçıktır... Yâni Atatürk'ün iki defa teşebbüs edip de, sonradan vazgeçtiği demokrasi denemelerinde, korktuğu şey (gerici kalkışma ve emperyalist ipotek), kendisinin biyolojik ölümünden bunca yıl sonra başına gelmiştir. Ama, “alp-eren” veya “gazi-eren”lerin sonuncusu Mustafa Kemal'in kazandırdığı zaman ve zemin üzerinde de biz, Dünya'da ilk defa, hayvanla insan arasındaki -ritmle ilgili- kategorik (kaotik) farkı, ve matematikle antropoloji arasındaki maddî (ritmik) ilişkiyi ortaya çıkarıp, tarihteki tüm felsefî ve ideolojik (ve de dinsel) fikirlerin mantığının (Aristo Mantığı'nın) paradoksallığını gösterme imkânını ve fırsatını yakalayabilmişizdir. Yoksa bilimin, -uzmanlık bölümleri hâlinde- dallanarak kapitalistlerin güdümüne girdiği bugünkü zamanlarda hiç kimse, 1901'de keşfedilmiş “Russell Paradox”u, Set Theory kitaplarından ve “matematik dersi” münderecâtından dışarı çıkarıp da, “hayatta ne işe yarar ki bu?” diye düşünemeyecekti hâlâ... Nitekim, düşünemedikleri içindir ki, milletler, muhtelif ideolojik ve dinsel sâiklerle biribirlerini yerlerken, ve üstelik Globalist mihraklar da politikalarını, bu uzlaşmaz (paradoksal) çelişkilerin istismârı (manipülâsyonu) üzerinden oluştururlarken, anlı şanlı bilim adamları “trene bakar gibi” seyrediyorlar, olan biteni; veya mezbahaya dönen Dünya'yı... Tek bir “tanrı”ya inandıklarını söyleyenler arasında “din” farklılıkları, aynı dinden yola çıkanlar arasında ise “mezhep” farklılıkları oluşmuş da, milletleri birbirleriyle boğazlaşır hâle getirmişse, bu dinsel mülâhazaların temelinde, çözümsüz (paradoksal) bir mantık hatâsı olduğu âşikâr değilmidir?!.. Yâni meselâ, insanlar bir “tanrı” mitinden medet umarak edilgenleşip geri kaldıkça, zaman zaman ve yer yer ortaya çıkan inisiyatörlerin (peygamber, velî veya azizlerin), onları -yine aynı tek “tanrı” nâmına- ileriye doğru sürüklemeye çalışmaları, “monoteizm” ideolojisinin mantık hatâsını göstermiyor mu?!.. Dolayısile buradan da, o “tek tanrı”nın, zamanlar üstü düşünemediği ve plân yapamadığı, yani “tanrı” vasfına sâhip olmadığı anlaşılmıyor mu?!.. Ve de bu hatâyı ortaya çıkarmak, bilimin (bilim adamlarının) görevi değilmi?!.. Şâyet bilim adamları, toplumlardaki yaygın arkaik ve dogmatik (dinsel) zihniyetleri okşayarak iktidâra (yönetimin başına) gelmiş politikacıların güdümünde çalışmaya mecbur kalırlarsa, insanlık, kısır bir çelişkinin içine düşmüş ve de -dinlerin meş'um kehâneti(!) mûcibince- “kıyâmet”ini hazırlamış olmaz mı?!.. Aklı başında bilim adamları, nasıl olur da, binlerce yıl önce yaşamış insanların -o zamanki akla ve mantığa göre- salladıkları bir kehânetin (Kıyâmet'in) büyüsüne kendilerini kaptırıp, otomobil farlarına yakalanmış tavşanlar gibi paralize olabilirler?!.. Ama at gözlüğü takarak (uzmanlaşarak), kapitalistlerin güdümüne girilirse, böyle oluyor işte!.. Halbuki, Russell Paradoks da gözönüne alınarak, matematiksel mantıkla düşünüldüğünde, bir “sıradışı varlık” varsaymanın, -hatta hayâlini kurmanın bile- akla ziyan (akıl dışı) bir vehim olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Zira bütün varlıklar, “Well-Ordering Principle” aksiyomu mûcibince, -mutlaka biri önce, diğeri sonra gelmek üzere- iyi sıralanırlar; ki ondan dolayı, Aristo Mantığı'nın “mutlak eşitlik prensibi” de paradoksal bir hatâdır... Yâni, sonsuz (evrensel) çaptaki kümeler içinde “sıradışı eleman” düşünmek, paradoksaldır; akıl dışıdır. Sonlu kümelerde ise, “sıradışı eleman” ancak, subjektif tercihlerle seçilip tâyin edilebilir. Onun için de, “sıradışı varlık” anlamındaki -tapınılacak- bir “tanrı” figürü, hem subjektif tercihler mahsûlü, hem de “zaman” ve “mekân” bazlarında lokâl olmak zorundadır... Yâni son tahlilde, tüm insanlığa teşmil ve atfedilebilecek, tek bir “tanrı” figürünün veya “mit”inin kabûlü, mantîken mümkün değildir... Matematiksel (veya bilimsel) mantığa göre, en mantıklı tanrı argümanı ise, “insanlığın tekâmül (bilinçlenme) yolunun (sürecinin) en sonundaki transandantal limit mevkii” şeklinde ifâde edilebilir; ki bu mevki, -zaman dışı olacağından dolayı- aynı zamanda başlangıç irâdesi anlamına da gelir... Yâni “bilinç” tektir, ve tek olmak zorundadır; biribirine karşıt olan iki ayrı “matematiksel mantık” düşünülemiyeceğine göre... Onun için de, “tanrı” kavramı veya “tanrısal bilinç”, insanlığın veya insanlık bilincinin dışında (insan'dan kopuk olarak) târif edilemez. Farklı varlıkların eşit olabileceği -yanlış- inancını prensip edinen Aristo Mantığı yüzündendir ki, İslâmiyet'in “tevhid” ilkesi sakat (hatâlı) doğmuş, ve nitekim de hayata geçirilememiştir. Yoksa psikolojik açıdan, muhayyel bir varlıkla konuşma ıstırârı, çocuklarda ve -meditasyon yapamayan- bilinci düşük (kişiliği gelişmemiş) insanlarda ortaya çıkan bir “tamamlanma” eğilimi veya sendromudur; ve kişisel tedâvi (oto-terapi) çapında ve ölçüsünde kaldığı sürece de kimseye zararı yoktur... Ama kendine böyle bir “oto-terapi” uygulamayan her insan da, “bilinçli” demek değildir tabii... Zira bunların arasından, dincilerin şeytan taşlamasına benzer şekilde “tanrı-tanımaz”lık yapan, psikopatik tipler de çıkmaktadır... O halde insanlar artık, yeni keşifler yaparak bilinçlenmekle, tanrısal bir işlev gördüklerini anlamalı, ve dolayısile de -tarihi devirlerde, “tanrı-kral”ların ve peygamberlerin, “şartlı refleks” kazandırma şeklindeki terbiye usûlleri dolayısile edindikleri- “hayvânî hazlarla ödüllendirilme” alışkanlıklarından kurtulmalıdırlar. Ve bununla birlikte ortaya çıkacak olan “ebedî devlet” de, tanrı kavramının -sâdece- bilimsel argümanını benimsemeli, ve bütün arkaik din (ve tanrı) anlayışlarını da, mahalli kültürel etkinlikler mesâbesine indirgemelidir. Ve bunun için de, herşeyden önce -paradoksal- Aristo Mantığı'nın, biribirini destekleyen iki yanlış kabulünü, uygulamadan ve zihinlerden kaldırmalı ve silmelidir; ki “adam”ların yönettiği devlet de silecektir, hâliyle... Yâni son tahlilde, “insan eşitliği” prensibine istinâden, herkese eşdeğer oy kullandırılarak uygulanan “demokrasi” anlayışı ile, “sıradışı varlık” anlamındaki bir “tanrı” figürüne yönelik icrâ edilen “tapınç kültü”nün, birlikte ortadan (toplumsal gündemden) kaldırılması şarttır; tarihî “yap-boz”ların yaşanmayacağı bir “ileri toplum” ve “ebedî devlet” tesisi için... Zira, ancak bu şekilde insanlık, bilincinin tanrılaşmaya doğru yükselmesi sürecini, kesintisiz, ikilemsiz ve/veya “şirk”siz, didişmesiz yaşayabilir. Ki böyle bir doğru-düzgün yola (Tanrısal Yol'a) girildiğinin en açık göstergesi de, insan popülâsyonunun bilimsel (objektif) bir şekilde -en azından melekeleri muhtel kadınları, doğurmaktan vazgeçirmek sûretiyle- kontrola alınması olacaktır...
Ebedî Devlet Projesi'nin Tam Zamanıdır; Şimdi!...
Komünizan ideallerin ve ideolojilerin iflâs etmesiyle, kendilerinde olmadık seviyede güç vehmeden Globalist kapitalistler, “demokrasi projesi” adı altında kurguladıkları tertip (komplo) ve provokasyonlarla, gariban halkların üzerine çullanmışlardır; ve çullanmaktadırlar. Zirâ Globalistler, “tapınç kültü” ile şartlanmış ve -üç boyutlu mekânda- yönlenmiş kitlelerin, âdetâ bir kaz sürüsü gibi, önlerine geçen/geçirilen bir figürü tâkip ettiklerini gâyet iyi bilmektedirler; yabânî kaz sürüleri üzerinde yaptıkları deneylere binâen... Mesela, yabânî kaz sürülerinin, önlerine geçen bir motorlu plânörü -kendilerinden sanarak- nasıl tâkip ettiklerini gösteren belgesel videoları, pek çok kere televizyonlarda yayınlatmışlardır... Onun içindir ki, “adam” olan insanlar ve toplumlar, -dördüncü boyutta- içlerine (murâkabe'ye) ve istikbâle doğru yönelirler; ve kendilerini güttürmezler... İşte Globalist'lerin “demokrasi projesi” adı altında yapmak istedikleri de, sürülerin kendi içlerinden çıkardıkları doğal rehberleri yerine, kendi “ajan-kaz”larını ikâme etme operasyonundan başka bir şey değildir; ve bu işlem de çok basittir aslında... Zirâ doğal lider kaz, bir şekilde itlâf edildikten sonra, aynı şekilde yönlenmiş görünen hangi mahlûk başa getirilirse getirilsin, bütün sürü ona da uyacak veya biat edecektir; şâyet bir açlık paniği çıkmazsa... Bizdeki, millîci Erbakan yerine, -kendisine alerji duyan Atatürkçü'lerin katalizörlüğünde- Erdoğan'ın ikâme edilmesi olayı da, aynı tip operasyonlardan biridir... İşte, herkesin tek bir oyla katıldığı “demokrasi” oyunu, böyle manipülâsyonların meşrûiyyet kılıfıdır aslında... Ve bütün bu düzenbazlıkların amacı da, insanları kitleler hâlinde “edilgen tüketici” durumuna sokmak, ve kriz zamanlarında da onları asker yaparak -kitlesel kıyımlarda- kullanmaktır; sırf, gastronomi ve seks üzerine -pataloji sınırlarını aşan- çeşitli hazlar üreterek(!) “eşşekçe keyif”lerini sürdürebilmek için... Yoksa hiçbir insanoğlu, para kazanmayı, onun değeriyle -gizlice- oynama (tağşîş etme) pahasına, bir amaç hâline getiremez; insanların ve insânî değerlerin ölçümüyle oynadığını bile bile...
Biz Türkler, duran mülkten haraç (vergi) alan, mal stokları üzerinden durduk yere -spekülâtif- kazanç sağlanmasına, ve sırf kâr amaçlı işletmeler (şirketler) kurulmasına cevaz veren, üstelik, insanlar arasında liyâkatı değil de asâleti önemli sayan, 1500 yıllık Roma düzenini tarihe gömmüş insanlarız; “haraç”ı kaldırmak, “kapan-narh” sistemi ile, sâdece hayr amacıyla çalışan “vakıf” işletmelerini kurmak, ve de insanları, iş ve kozmik emekleri (liyâkatları) ile değerlendirmek sûretiyle... Yâni “tarikat” umdeleri ve “pozitif insan seçilimi (zâviye)” sistematiğiyle kaldırdık hükmünü Bizans'ın; savaşlarla değil... Hatta Osmanlı şehzâdeleri bile, tarikat terbiyesi ile, “efendi” olarak yetiştirildiler; ve sonuna kadar da “efendi” sıfatıyla anıldılar... Başka bir deyişle, biz Anadolu'yu, Haçlılar gibi kaleler kurup, içlerine askerî yığınak yapmak sûretiyle işgâl etmedik; şehirlerdeki Ermeni ve Rum asıllı “efendi” insanları kazanarak, yâni devrimle fethettik. Ve onun için de, büyük mal ve para yığınakları yapıp, bunları, -aç ve sefil insanların istismârı üzerinden- “borsa” ve “banka” adlarıyla kurumlaştırarak, “kapitalizm” denilen kibar(!) veya ileri(!) çapulculuğa geçmedik... Ayrıca saltanatçıların -halkı kandırmak ve kendilerine bağlamak için- iddia ettikleri ve övündükleri gibi, meydan muharebeleriyle de kazanmadık (veya esir almadık) bu memleketi... Zirâ mahalli silahlı çatışmalar, her devrimde vukû bulmuştur; ve bulur... Yâni, “savaşlarla aldık bu memleketi” diye övünenler aslında, saltanatçı kafasıyla Türkçülük (ırkçılık) yapan dangalaklardır. Halbuki, bir ara üç kıtaya insanlık götürmüş olan Anadolu-Türk Uygarlığı'nın mayalanmasında, Ermeni ve Rum kökenli adamların veya seçkin bireylerin de, Türk kökenliler kadar katkıları ve hakları vardır aslında... Ama halkın yazılı tarihi olmaması, ve de dergâh ve vakıf kayıtlarının zaman zaman -saltanatçılar tarafından- berhavâ edilmesi, ayrıca “ehl-i tarik” sülâlelerin de dağıtılması veya katledilmesi yüzünden, bu gerçekler hep gizli-saklı kalmıştır. Ki bunun en somut misâlini de, 16.Yüzyıl başlarındaki İstanbul'un -yaklaşık- 1/3'ünü îmâr ve vakfettikleri halde, ve bunu tevsîk eden belgeler de benim elimde bulunduğu halde, “son Osmanlı” ve “Cumhuriyet sonu” devletlerinin mârifetiyle hayrâtları yağmalattırılmış olan, “fâtihân” atalarımın serencâmı ortaya koymuştur; ve koymaktadır. Ve de açıkça anlaşılmaktadır ki, bu gibi tarihi delillerin karartılması ve yok edilmesiyle devlet(ler)imiz, dindar düzenbaz işbirlikçi (veya Avrupâi Müslüman) yöneticiler tarafından piç edilmiştir... Ama bu, demek değildir ki biz, uzun süreli çapul birikimi yapmadık ve çapulculuğu kurallaştırmadık ve/veya içimize sindiremedik diye, Batılıların “korsanlık” kökenli “kibar çapulculuk” düzenine ilelebed boyun eğeceğiz...
Tarihimizdeki sultanlar, Batı ile olan bu zihinsel uyuşmazlığımızı hep, islâmi akide açısından bakarak, gazâ ile “tevhid”i gerçekleştirmek sûretiyle giderebileceklerini, çözebileceklerini düşündükleri için başarısız oldular; hazinelerinin erimesiyle... Kaldı ki, Batılı düşmanlarının “muhteşem” lâkabını yakıştırdıkları Kânûnî'nin, muhteşem aymazlığı da çok etkili oldu bu başarısızlıkta... Meselâ, Konstantiniyye, Şam, Bağdat gibi dinsel saltanat merkezleri alındıktan sonra, Katolikliğin merkezi Roma'nın da (Papalık'ın da) himâyeye alınması husûsundaki Fatih'in projesinden vazgeçilmesi, ve üstelik Roma'ya başkaldırdılar diye, “paragöz protestan” Kalvinist ve Lüteryen'lere, -Katolik Macaristan'ın istilâsıyla- büyük çapta müzâhir olunması, ve de Anadolu'daki huzursuzlukların acımasızca ezilip Batılılara ticârî kapütilâsyon verilmesi sûretiyle, “tarikat” seçilim sistematiği tahrip ve dejenere edildi. Ki böylece de, gösterişçi ve müsrif padişah I.Süleyman mârifetiyle, Avrupa'da -Hz.İsa karşıtı- paracı Hristiyan yaratıp, kendimizi de bunlara ve çıfıt'lara râm ettik. Ve bunun sonucunda da bugün, bütün vakıf mülklerinin yağmalanmasıyla (yâni ekonomik “alt-yapı”sını kaybetmesiyle) birlikte din'in, “kapitalist ideoloji”nin vahşi karakterini kamufle eden, yeni bir versiyonunun ortaya çıktığına şâhit olduk. Ki buradan da, bir kere daha, mantığının doğru olmadığını anladık... Fatih Sultan Mehmet'in, Roma'yı alma projesi gerçekleştirilebilseydi, hem Hristiyanlığın paracı versiyonu ortaya çıkamayacak, hem de tek tanrıcı dinlerin birleştirilmesi (tevhid) ve aşılması meselesi, sürekli olarak “dostça tartışma” gündeminde kalacaktı; “Devlet; Ebed Müddet” projesiyle beraber... Ama gene de, herşeye rağmen bu topraklarda, insâniyet nüvesi niteliğindeki bir “Türk Rûhu”nun var olduğunu, matematiksel mantıkla tespit ve ispat etmiş bulunuyoruz; güncel formülâsyonlar şeklinde... Ve böylece de, insanlık tarihinin, kronik olarak gelip geçen bir “film şeridi” olmadığını, içinde -sayma(ritm), sıralama melekelerinden mütevellid kararlılıklar (enstitüsyonlar) olarak- zamanlar üstü “sâbite”ler de barındırdığını göstermiş bulunuyoruz... Yani Batı'nın sosyalist veya komünist ideologları, insanlığın gelişiminde “neden-sonuç” determinizmi ararlar ve/veya uydururlarken biz, kaotik “panteist zon” orijini itibâriyle bunun mümkün olamıyacağını, insanlığın gelişen (kalitatif sıralanan) kararlılıklarının aslında, sayma(ritm) ve sıralama melekelerinden mütevellid “yığılma” veya “yoğunlaşma” noktaları olduğunu gösterdik. Çünki meselâ, “heceleme (konuşma)”, “melodik -veya ton'lu- ses çıkarma (müzik)”, “matematiksel mantık” ve “inisiyasyon seçilim kriterleri”nin ortaya çıkışı hep, “sayma-sıralama” melekelerinden mütevellid yığılma (kararlılık) noktalarından veya aşamalarından başka bir şey değildi... Örneğin, ritmik âyinler esnâsında heceleme sesleri -göğüs kafesinin sıkışmasıyla- kendiliğinden çıkmış (ve kararlılık kazanmış), sonra da bunların biribirine eklenmesiyle sözcükler oluşturulup, nesne ve olaylara tekabül ettirilerek işe yarar hâle (dil hâline) getirilmiştir; ihtiyaçlar husûsundaki iletişimde, ve/veya “alış-veriş”lerde kullanılmak üzere... Yoksa, “amaçlı düşünce(!)” ile sâdece “kurnazlık” yapılabilmekte, ve her hayvanın kazanabildiği bu beceri için de, hırlamalardan, tıslamalardan başka seslere gerek duyulmamaktadır. Bu da demektir ki, dil de, müzik de, bilim de (ve bilumum insânî hasletler de), tasarlanmış istekler üzerine kazanılmış beceriler değildir; ve o yüzden de “yaratıcılık (deha)”, biyolojik genlerle geçmez... Ama Batılı düşünürler, Kapitalizmin kâr (çıkar) amaçlı hayat (ve çalışma) tarzını, -iliklerine kadar- öylesine benimsemişlerdi ki, en kurnaz ve hırslı hayvanların, yiyecek (maddi çıkar) peşinde koşa koşa insanlaştıkları şeklindeki ön yargılarından (veya yakıştırmalarından) hiçbir zaman şüphe duymadılar; ve bu sûretle de, “mit”ik bir tanrı müdâhalesine -gizlice- açık kapı bırakan antagonist düşünce ve ideolojiler uydurarak, insanlığı kargaşadan kargaşaya sürüklediler; kurtarıcılık adına... Onun için, “tanrı-kral”lar ile peygamberlerin, insânî hasletlerin, “hayvanlık”tan kategorik farkını hissettikleri veya anladıkları, fakat esas sebebini çıkaramadıkları için, insanlığın “Tanrı vergisi” olması gerektiği kanaatine vardıkları bile düşünülebilir; bu Batılı “ham ervâh”lara nispet olarak... Yâni biz esasen, insanlığın doğuşunun ve ilerlemesinin, “kozmik emek” mahsûlü olduğunu, ihtiyaçların karşılanması ve mal üretimi (iş) gibi amaçlarla bir ilgisinin bulunmadığını, dolayısile de kapitalizme zemin (veya mâzeret) teşkil edemiyeceğini açıkça göstermiş olduk... Mütevâzı görünme ve kabul görme endişesi taşımadan, samimiyetle söylemek gerekirse bu, tarihî devirler'in sonunu belirleyen büyük bir keşiftir aslında... Bundan sonra artık iş, insâniyet hâini düzenbazların düzeninde, şöhret ve kariyer edinmiş olan bâzı vicdanlı (melekeleri sıhhatli) kişilerin, o hainlere ihânet ederek, insâniyet yoluna girmelerine kalmıştır sâdece... Çünki ancak bu şekilde Dünya'ya sesini duyurabilecek bir “Bilimsel Düşünce İnisiyatifi” çıkıp, bütün emperyalist politikalar ve stratejiler karşısında, Global çapta bir entellektüel fikir cephesi oluşturabilecektir... Bugün Türkiye'de, gericilere yeni bir anayasa yaptırmak sûretiyle, bir “koloni yönetimi” kurmaya kalkan Globalist'lere, en iyi cevap böyle verilebilir ancak... Yoksa, “ulusalcı”, “atatürkçü” vs. adlarındaki küçükburjuva milliyetçileri gibi, kafanız ermediği için esas patronu muhâtap alamayıp, -onun, oy çokluğuyla seçtirerek meşrûiyyet kılıfına soktuğu- taşeronla uğraşırsanız, hem kodese tıkılır, hem de “Amerika'ya karşı geldiğimiz için bizi içeri tıktılar” diye halka, baş edemiyeceği, (hatta somut hedef olarak göremeyeceği) bir devâsâ ahtapotu şikâyet etme durumuna düşer ve/veya etrafınıza toplayacağınız birkaç yüz saftrikle birlikte, “kahrolsun Amerika!” nidâlarıyla -büyüsel- âyinler tertiplersiniz; ilkel insanlar veya soytarılar gibi... Ve de diğer yandan, “ahtapot”un akıl almaz tertiplerini, “kül yutmaz” zehir hafiye edâsıyla -paranoyakça haz duyarak- anlatmakla, halkı korkutmak ve sindirmek husûsunda emperyalistlere yardakçılık yaparsınız; bilerek veya bilmeyerek... Artık Türkiye'nin (ve Dünya'nın), “atatürkçü”, “muhammetçi” vs. gibi inanan insanlara değil, matematiksel mantıkla düşünebilen insanlara ihtiyacı vardır. Zira, yukarıda da belirtildiği gibi, -dogmalara- inanmış insan toplulukları, hele ki ibâdet yönelişlerine (tapınç kültüne) sâhipseler, aynen kaz sürülerine benzerler; ve onun için de, önlerine “inançlı” görüntüsü veren hangi mahlûk konulursa konulsun onu takip ederler; cehenneme kadar...
Dindarlıktan (Tapınmacılıktan) Vazgeçemeyen Yobaz Atatürkçü(!)ler Provokatördür:
Bu memlekette MİT merkezli, muvazzaf ve -bir şekilde- ayrılmış ajanlar ile, onların kullandığı muhbir, ispiyon ve provokatörlerden müteşekkil geniş bir istihbârat ağı veya “şebeke”si daima vardır. Bu şebeke mensupları, teşkilâttan ayrılmış olsalar bile, psikopatça (takıntı şeklinde) bir özdeşlik veya mensûbiyet hissi ile, bu memleketin sahibiymişler gibi düşünür ve davranırlar; ki zaten çoğu da, metodolojik (bilimsel) düşünemeyecek kadar paranoyak ve şizofreniktirler. Zira, din ile bilimin uzlaşabileceği inancı (takıntısı) içinde bocalayan şaşkalozlardır bunlar... Ve o yüzden de, geleneklerinden vazgeçmeden “gâvur”un bilimini ezberlemeye alıştırılmış sıradan insanları yönlendirme husûsunda gâyet başarılı olurlar; bütün entellerden ve allâmeden çok daha fazla... Meselâ bunların -naklî (şifâhî) bilgilere alışmış- halk arasında, “mehdî beklentisi”ne uygun içerikli ve hamâsî üslûplu rivâyetler yayarak kamuoyu oluşturmaları (yani fısıltı gazetesi), çok bilinen ve müessir olan etkinliklerdendir... Ayrıca bunlar, kafası -biraz da olsa- çalışan entellektüellere yanaşarak onlara, “anahtar teslim” örgüt (yani şebekelerini) de sunarlar; ki bu imkân, skolâstik düşüncelerinden kerâmet (veya mârifet) bekleyen “ham ervâh” için bulunmaz bir nimettir... Ama sonradan, “entel lider” ne söylerse söylesin “örgüt” bildiğini okur; siyasi iktidarın ve/veya emperyalistlerin işine gelecek şekilde... Ve böylece de, “lider”ini çelişkiden çelişkiye düşürme pahasına -yâni “it ürür” dercesine- kervan (yani örgüt) yürür gider; görevini tamamlayıp, yasallığı veya meşrûiyyeti yitirmek anlamındaki bir çıkmaz sokakta terk edilmek üzere... Yakın zamana kadar, Milli İstihbârat Teşkilâtı'nın şefleri (veya patronları) hep asker olduğundan dolayı, sözkonusu ajanlar ve muhbirler de, ya sağ, ya da sol tandanslı Atatürkçü olarak görev yapmışlardır. Ve esas görev olarak da, sağ ve bilhassa -ciddi etüd gerektiren- sol fikriyâtın doğru dürüst gelişmesini engellemiş veya boğuntuya getirmişlerdir; bir takım klişeler üzerinden ajitasyon yaparak... Şimdilerde bu, MİT merkezli ajan, muhbir, provokatör ve likidatörler ağı (şebekesi) -CİA'nın mârifetiyle- Muhammetçiler tarafından yeniden örülmeye başladığı için, dışlanmakta olan “atatürkçü” Şebeke mensupları büyük bir infiâle kapılarak, sağcısıyla solcusuyla -ilkesizliği yüceltircesine- vatan kurtarma(!) misyonuyla birleşme eğilimine girmektedirler. Ama bu arada, onlara “alfa-kaz” yâni “lider” üreten merkezleri “Genelkurmay” da “darma-duman” edildiğinden, birleşerek bir yolda düzülmeleri, pek mümkün görünmemektedir. Ancak ne var ki, bu Atatürkçü(!) sürü hâlâ, Amerika'nın “Muhammetçi” sürüden -bir sebeple- vaz geçip, başlarına yeni bir “alfa-kaz” tâyin edeceği umudunu kaybetmemişlerdir. Çünki hâlâ, siyâsî kazanım ve iktidar mücâdelesini kaybetmedikleri inancı (veya opsesyonu) içinde bulunmaktadırlar; dayağa doymayan “kroke boksör”ler gibi...Halbuki, Amerikan strateji uzmanlarının, paydaları -veya paradigmaları- aynı (tanrıcılık=tapınmacılık) olan iki zihniyetten, payı (katılımcıları) daha tarihî ve büyük olanı tercihe şâyân bulacakları gâyet açıktır. Kaldı ki, politik (stratejik) tertiplere hedef ve âlet olmamak için de zâten, fikrî kalite atmak (paradigmaları veya temel varsayımları değiştirmek) bir ön şarttır... Yâni benim -analojiyle- kaz sürüsüne benzettiğim “inançlı topluluk veya toplum” organizmasının bizdeki iskeleti, bu MİT merkezli ajanlar, muhbirler, ispiyonlar vs. şebekesidir aslında... Ve ilk etapta, bu “şebeke”nin fikir hayatına müdâhalesi önlenmedikçe de, bize felâh yoktur... Onun için de bizim, herşeyden önce, hiçbir politik (ideolojik) cereyan ve dalgalanmadan etkilenmeyecek -sâbit- bir metodolojik duruş ve görüş (vizyon) sâhibi olmamız gerekmektedir. Ki bu arada, bir örgütlenme (veya taraftar yoplama) ıstırârı içinde de bulunmamamız icap etmektedir... Çalışmalarımıza kariyer sâhibi, mûteber bir akademisyen katıldığı an, CIA ve MİT'in aramıza “taraftar” sokuşturmaya, ve -tertipli- “örgüt” yamamaya çalışacağı gâyet tabiidir. Ama bizim görüşümüz ve yolumuz çok açık olduğundan, yâni fikrî yayılımın, bilimsel “Anti-Kapitalist ve Anti-Teist İnsâniyet Konferansı” ile, örgütlenmenin ise “Panteist Zon Kulüpleri” ile başlaması gerektiğini iyi bildiğimizden, bu gibi tasallutlar -daha başlangıcında- akâmete uğrayacaktır... Spesifik konularda pek fazla uzmanlaşarak (at gözlüğü takarak), kendini ideolojik ve politik cereyanlara teslim etmemiş her akademisyen bilimci de kabul eder ki, “tanrı” kavramının, “insanlığın içindeki, gelişme veya tekâmül etme dinamizmi” anlamından başka türlü tarif edilmesi akıl dışıdır. Ve bu yüzden de, insanların bireyler olarak doğru değerlendirilip (yarıştırılıp) sıralanması, insanlığın istikbâli bakımından çok önemli bir meseledir. Yâni meselâ, insanların, “zarar veren-zarar gören” tarafların oluştuğu bir serbest -veya kapitalist=hayvânî- rekâbet düzenine mahkûm edilmesi, büyük bir güç kaybına sebep olmakla, insanlığın ilerleme yolunun üzerindekideki en büyük engellerden biridir. Ama ne yazık ki, “para”nın îcâdından beri tesis edilmiş olan toplumsal düzenler genellikle böyle bir “hayvânî rekâbet” seçilimi üzerine kurulmuş ve sürdürülmüştür. Çünki, şimdiye kadar insanlığın kaotik oluşum zonu (Panteist Zon) bilinmediğinden, insanlar, kendilerinin yaratmış olduğu değerlerin -kolay taşınan “para” vâsıtasıyla- kaba güç ve kurnazlıkla yağmalanması şeklindeki başlangıçlar (bazlar) üzerine, gâyet dengesiz sıralanmalar ve düzenler (!) oluşturmuşlar, ve onun için de bir “yap-boz tarihi” yaşamışlardır. Ama artık insanın, kendisi dâhil bütün değerlerin yaratıcısı olan aktivitesinin, sayma (ritm) ve sıralama melekeleri olduğu anlaşıldığından, bireylerin “meleke”lerinin sağlığına veya diriliğine göre sıralanması gereği açıkça ortaya çıkmıştır. Dolayısile de insanların -para gibi- bir araç kullanmadan, bilimsel bir şekilde doğrudan değerlendirilip sıralanarak -zamanın en liyâkatli insanlarının- “devlet” kademelerine getirilebilir olmasıyla, ölümsüz devlet inşâsı mümkün hâle gelmiştir. Ve böyle bir -tanrısal- “devlet”in resmî “tanrı” tanımı da, tabiatıyla yukarıda belirtildiği şekilde olacaktır. Ki nitekim biz, “devlet” kavramını hep, “tanrının yeryüzündeki tezâhürü (veya izdüşümü)” olarak düşünmüş ve tanımlamışızdır... Yâni netice itibâriyle açıkça diyebiliriz ki, “kaz” olmayan veya “alfa-kaz”lığa adaylığını koymayan, ve bir “kaz sürüsü”nün ardısıra sürüklenen spesiyalist (at gözlüklü) bilimci de olmayan her “insanoğlu”nun, bizimle aynı yolda buluşması şarttır.
Onun için şimdi ben, artık açıklamak ve sormak zorundayım: Meselâ 2006 yılında bize e-mail mesajı göndererek, “çalışmalarınızın bir ucundan tutabileceğimi sanıyorum” diye gâyet aklî ve anlamlı bir irâde beyânında bulunan Prof.Dr.Toktamış Ateş, ne oldu da, sonradan “arâzî” oldu?... Bir yandan, acaba, yeni bir bilgi veya buluş karşısında her insanın -hayret edip yadırgamak şeklinde- az çok kapıldığı, “logofobi”ye veya “promete sendromu”na mı dûçâr oldu, diye düşünüyorum... Ama diğer yandan da, gerçek bilimcilerin, evrensel tek bir problemi çözmüş olmakla (yâni o tür konsantrasyon hâlini hissetmiş olmakla) bile, böyle bir korkuyu büyük oranda yenebildiğini, iyi biliyorum... Ayrıca, 2007 yılında, fikir belirtmesi gerektiği şeklindeki îkâzım üzerine, “Prof.Dr.Emre Kongar'dan görüş (veya rapor) istedik, Hoca mutlaka fikrini bildirecektir; o zaman sana haber veririm” diye bana söz veren Caner Güçal, nasıl oldu da sonradan -değil rapor bildirmek- “doğruyu MİT de söylese, CIA da söylese, doğru doğrudur” diye bir cevâhir yumurtlayarak, verdiği teknik hizmetten bile elini eteğini çekti; niye?... Acaba bu zât, -en iyimser yorumla- “sizinle paylaşmadığım bir doğruluk kriterim var, ben bununla, en güçlü mihrakların bile, doğru mu, yanlış mı söylediğini (ve/veya yaptığını) çıkarabilirim” mi demek istiyordu?.. Eğer öyle demek istediyse, o zaman, “sözkonusu mihraklar neler vermez ki, bir sus payı olarak, veya danışmanlık hizmeti karşılığında” diye düşünmez mi insanlar?!.. Yâni bu zât, ilericiler veya inisiyatörler için önemli olanın, bilimsel objektivite olduğunu, halbuki “doğru”luk kavramının daima bir “suje”ye nazaran sözkonusu -veya tarif- edilebileceğini bilmiyor mu?.. Yoksa herkesi bilmez (veya enâyi) mi sanıyor?... Ya da, bir emperyalist mihrâk (CIA) ile, onun mahalli bir acentasının (MİT'in), insanlık nâmına -bilimsel- düşünebileceğini mi sanıyor, ironik veya komik bir şekilde... Diğer yandan, insanın aklına şöyle bir soru daha geliyor: “Acaba, yukarıda isimleri zikredilen zevât, o zamanlardaki askerî kıpırdanmanın bir uzantısı olarak mı bize sarkmışlardı?”... Eğer öyle değilse, askerî düşünce ve taktiklerin iflâs ettiği şu sıralar, tam da bilim adamlarının, bilimsel düşünce ve kaabiliyetlerini gösterebilecekleri (ispat edebilecekleri) kaotik bir zaman değilmidir?!.. Onun için artık herkes, “eteğindeki taşları dökmek”, yani ya -doğru dürüst- fikrini, ya da yapmak istediğini açıklamak zorundadır. Zira, bundan sonra da susmak, “ajan-provokatör”lüğün açık bir ikrârı anlamına gelecektir. Ve bundan sonra, MİT de -umulur ki- ilerici hareketleri yönetme veya gütme hevesinden (huyundan) vaz geçecektir. Zira artık MİT, ya karşımıza, metodolojimizin çelişkisini gösteren bilim adamlarını çıkarmak, ya da bizi, sâdece bilgi almak üzere tâkip etmek durumundadır. Yoksa, hamâset ve suçlama (eleştirme) yapmayı mârifet sayan küçükburjuva ütopistlerinin iktidarla didişmesini organize ve idâre etmeyi sürdürdüğünde, adının açılımı Milli İğtişâş Teşkilâtı şeklinde geçecektir tarihe...
Son tahlilde, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin miâdını doldurmuş olduğu, yâni “otonomi”sini kaybettiği gâyet açıktır. Çünki son yarım asırdır cereyân eden politik olayları mantıken (görünen, bilinen dinamiklerin ve fikirlerin determinizmi anlamında) izah edebilmek, ve de “tarih”ini yazabilmek imkânsızdır; yabancı devletlerin -gizli- arşivlerini karıştırmadan... Böyle bir yapının içerisinde kalarak, onu onarmaya çalışmak beyhûde olduğu gibi, bir “dış impuls”la âniden çöktüğünde -herhangi bir şekilde- sorumluluk yüklenmek de ahmaklıktır. Devlet kurucularımızdan, ne Osman Gâzi, ne de Gâzi Mustafa Kemal, çökmekte olan Selçuklu ve Osmanlı devletlerini ihyâ etmeye kalkmışlardı... Tam tersine, yeni bir vizyon ve duruşla ayağa kalkarak, inşâ ettikleri devletin ilk (ve köşe) taşı olmuşlardı. Çünki “adam” gibi insanlar, bozulmakta, dağılmakta olan bir yapının içinde durarak, kişiliklerini ve görüşlerini çarpıtmaz, kafalarını karıştırtmazlar. Sâdece fare gibi (gerici) mahlûklardır ki, insiyâkî (içgüdüsel) bir nesnellikle(!), çökmekte olan (çatırdayan) bir binânın tepesine doğru tırmanırlar; batan gemilerin de direklerine tırmandıkları gibi... Onun için, biz bugün herşeyden önce, mevcut iktidara hiçbir şekilde angaje olmadığımızı, -protest tavırlara tenezzül etmeden- bir “kaos” ortamında dik durabilen, metodolojik düşünen, ve dolayısile de insanlığın geleceğini görüp, bundan görev ve sorumluluk payı çıkaran insanlar olarak ispat etmeliyiz; Dünya'ya... Yoksa “olur-olmaz” protest tavırlar sergileyerek, “sorumsuz muhâlif” edilgenliği veya teslimiyetçiliği ile, takiyyeci yobazlara demokratik “meşrûiyyet” görüntüsü kazandırmamalıyız... Bunun için yapmamız gereken iş gâyet basittir aslında... Biz, yüzyıllar önce -esas itibâriyle- yapılmış olan, cihanşümûl Anadolu-Türk Devrimi'ni, bilimdeki gelişmelerin ve matematiksel mantığın ışığında güncelleyeceğiz (güncellemekteyiz) sâdece... Bu arada, çökmekte olan müesses nizâmın(!) hiçbir kurumunu eleştirmeye zaman ayırmayacak ve tenezzül etmeyeceğimiz gibi, -câhil ve hâinlerimizi, kaz sürüsü gibi hizâya getirebildiği için- askerî işgâle lüzum görmemiş olan “ileri emperyalistler”e karşı, silâhlı bir direniş öngörmeyi de züll addedeceğiz. Çünki zâten, Dünya'daki bütün gerçek bilimcilerin ve ilericilerin desteğini arkamıza almış olacağız; Kapitalist İmparatorluğu'nun yıkılışı ve Tarihî Devirler'in kapanışı aşamasında... Zirâ hiçbir bilim adamı, Aristo Mantığı'nın, “eşitlik prensibi” ve “sıradışı varlık” diye bellenmiş “âmentü”süne, “âmin!” diyemeyecek veya göz yumamayacaktır artık... Ve bu sırada, fikrî temelini atacağımız ebedî devletin adını da, Roma Uygarlığı'nın inkârı (negasyonu) olan -son dinden (İslâmiyet'ten) referanslı- “Anadolu-Türk Devrimi”ne atfen, TÜRK DEVLETİ koyacağız; ki böyle bir devlette, “anayasa”ya bile gerek kalmayacaktır. Zirâ “müspet insâniyet seçilimi”ne istinâden kurulacağı için, “devlet”e mensup olan bireyler, hem -Dünya'ca onanan- insânî seçkinlikleriyle, hem de bilime yaptığı katkılarla “bilim dili” olmayı hak etmiş Türkçe'leriyle, övünerek, bu övünçte birleşeceklerinden, ayriyeten bir “vatandaşlık sözleşmesi”ne gerek duymayacaklardır. Hem zâten sözkonusu “devlet”imiz, hükümrânlık bölgesindeki bütün “mahalli-yoğun” kültürel topluluklara, din'sel, dil'sel folklorik etkinlik ve özyönetim hakkı da tanıyacağından, “kültür öğesi” olanlar, kendilerini rahatça, kültürlerinin özellikleri ve arkaik tarihleriyle -övünerek- tanımlayabilecek, ve de taktim edebileceklerdir... Ama yüksek öğretim ve seçilim kuruluşları ile, merkezî yönetim ve denetim kurumlarının dil'i ise, daima Türkçe kalacaktır; tarihî “devrim hakkı” gereğince...
Ali Ergin Güran: 10/04/12