“Osmanlı Enkâzının
Altından Kalkmak” ile,
“İnsanlığı Ayağa
Kaldırmak” Arasında,
“Geri-Etkime”li Bir
“Sebep-Sonuç” İlişkisi Vardır:
Babam Mehmet Orhan Güran'ın bana ettiği en önemli ve “derin anlamlı” vasiyeti, şuydu: Şayet insanlığın geleceğini göremiyorsan, ecdâdımızdan kalan vakıfların sorumluluğunu alma üzerine... Yoksa, büyük bir vebâlin (enkâzın) altında kalırsın... Yani aslında tarih, istikbal vizyonu ve plânlaması ile “feed-back(geri etkime)” etkileşimi hâlinde değişir ve doğrulanır demek istiyordu Babam; ki buradan da, “tarih sonrası toplum” tasarımının (ve plânlamasının) da, -zaman mevhumunun oluşumu ve ateşin kullanımı zon'u demek olan- tarih öncesindeki “panteist zon”un keşfi (ve fethi) ile mümkün olabileceği anlaşılıyordu... Sonradan, tarihi belgeleri inceleyip düşünerek, bu vasiyetin açılımından veya muhtevâsından çıkardığıma göre babam, “Osmanlı, katiline (emperyalizme) âşık olan bir rehine gibi, geçmişini ve/veya kendini var eden iç dinamikleri mahvedip kötüleyerek, dolayısile de, Devlet-i Ebed Müddet idealine ihânet ederek can verdi. Sen Batılıların zihniyetini (Kapitalizm ideolojisini) çürütmeden, hele bir de, iç dinamiklerin önderleri olan atalarınla övünerek, Osmanlı enkâzının altından kalkmaya, ve bağımsız kişilik ispâtına çalışırsan, dejenere olmuş Osmanlı'nın mevtâsına sahip çıkmak zorunda olan, bizim -eski mevâliden gelme- yeni zenginler ile, Globalist sermâyedarların sözcüleri, seni bir kat daha gömer o enkâzın içine; hem de, geçmişin özlemiyle yaşayıp abartılı anılar anlatan, züğürtlemiş eski zenginlere veya aristokratlara benzetip alay konusu ederek... Çünki Osmanoğlu, Batı'ya rûhen ve zihnen teslim olunca, İslâmiyet'i Tevhid amacından saptırarak bir Kilise mesâbesine düşürmekle beraber, mevâlîsine de -Batı'nın köleleri gibi- Kapitalizm ideolojisini aşıladı; yerli kapitalistler çıkarabilecek Yeniçeri'leri ve Bekdaşi'leri ezmekle birlikte... Onun için de, bizim resmî tarihimiz, Batılı kafasıyla, yâni Kapitalizm ideolojisi esas (norm) alınarak yazıldı; Batılıların krallarına özenen bir hânedânın güncesi şeklinde... Aslında biz, -sosyolojik, ekonomik düzenimiz itibâriyle- 1453'de tarihe gömdüğümüz, yâni fiilen inkâr (negasyon) ederek anti-tez'ini oluşturduğumuz Roma Düzeni'nin, Atlantik korsanları mârifetiyle hortlatılan yeni versiyonu tarafından feth edilmiş ve/veya aşılmış değildik; ki zâten bu, bizim gibi “ehl-i tarik” olan, yani daima gerçeğe (hakka) ve insanlığın “tevhid”ine doğru yürüyen insanlar için, mümkün de değildi... Biz sâdece, dejenere Osmanlı'lar tarafından ihânete uğrayarak esir düşmüş, daha doğrusu rehin verilmiştik; “saltanat” uğruna... Onun için, içerisine tıkıldığın Batılı zihniyeti veya Kapitalizm ideolojisi kafesini parçalamak veya çürütmekle birlikte ancak, gerçek tarihimizi ve dolayısile atalarımızı, Osmanlı enkâzının altından çıkarabilirsin.” demek istiyordu... Nitekim Babaannem de, bu tavsiyeye uygun davranarak, üç büyük vakıftan sâdece, gelirleri hâlâ devam eden ikisinden mütevelli maaşı talep etmiş, ama bütün idârî sorumluluğu da Evkaf İdâresi'ne bırakmıştı... Kaldı ki, Babaannem ve ağabeyleri, tasarruf (kullanım) hakkı atalarından intikal eden selâtin vakıflarına ait büyük mesken arsalarını dahi, -Cumhuriyet'ten sonra cüz'i bir vergi ile üzerlerine geçirtebilecekken- yeniden kurulan devlete iade etmişlerdi; kafalarındaki “devlet” kavramı, desteklendikçe yücelecek ve herkese -bir şekilde- yâr olacak, bir “tanrısal” anlama sâhip olduğu için... Ve de bana söylendiğine göre, “biz bu kadar büyük ve mûtenâ yeri, gereği gibi îmâr edip değerlendiremeyiz; Devlet daha iyi değerlendirir” şeklindeki bir mülâhazayla... Yoksa, emperyalist işbirlikçisi Osmanlı kölelerinin torunları, tepemize çıkıp da, buraları yağmalasınlar ve yabancılara peşkeş çeksinler diye değil... Babam, Babaanne'min vefâtından sonra, bütün ecdât vakıflarını Devlet'e bırakacakken, benim “insanlığın istikbâlini göreceğime, ve bu yolda mârifet göstereceğime, dolayısile de atalarımın yâdigârını gereğince değerlendireceğime inanıyorum!” şeklindeki mülâhazalarım ve isrârım üzerine bana hak vererek, İmâm-ı Sultan Vakfı'nın mütevelli'liğini resmen aldı; ve akabinde de öldü; ki onun için de, bu vakfın mütevelli'liği, kendisinin vefâtından sonra -ekber ve elyâk evlât olduğum için- kolayca bana intikal etti... Ve ondan sonra ben de, diğer vakıfların mütevelli'liği için uğraşacak zaman ve güç bulamadım kendimde; gerçek tarihimizi anlamaya, ve de emperyalist uşağı “Atatürkçüler”in, başıma açtığı siyâsî dâvaları ve belâları savuşturmaya çalışırken...
Bizim büyüklerimiz, “Osmanlı” veya “Padişah” dendi mi, -fatih veya mareşal olanlardan sarfınazar- surat asar ve konuşmazlardı genellikle... Ama bu arada bazı pervâsızlar da, “keçi çobanları” gibi aşağılayıcı karakteristikler verirlerdi; bizim atalarımızın, Dânişmendiye'de şehirli'leşmişken, onların atalarının keçi güttüğünü (Karakeçili olduğunu) öne sürerek... Ben bu nâhoş durumu (burukluğu), kendimi bildiğim anda sezmiş ve yadırgamıştım. Ve onun için de birgün -hiç unutmam- babaannem Hayrünisa Güran'a, “mâdem ki büyük dedemiz Mevlâna Bekdaş Efendi, Kânûnî'nin hocası imiş, Fatih'in hocası -ve de sizin eşinizin (Büyükbabam'ın) atalarından- olan Molla Gürâni sık sık anılıyor da, Bekdaş Efendi'nin niye hiç esâmisi okunmuyor?” diye sormuştum da, aldığım baştan savma cevap, “karıştırma şimdi onları, sonra anlarsın” gibilerinden olmuştu... Evet sonradan, tarihî vesikaları (vakfiyeleri) inceleyince anladım ki, Osm. İmp.'daki halk, mevâlî, kul veya avâm'dan ibâret değilmiş; meğer orada, havâss'tan insanlar, sülâleler de yaşarmış; sosyo- ekonomik “otonom” üniteler olarak... Ama 1826'dan sonra, Yeniçeri Ocağı'nın imhâsıyla beraber, Istanbul'un fâtihân “havâss”ı da, “Bekdaşi” diye kötülenerek, hem yağmalamalarla, kundaklamalarla mülksüzleştirilmiş, hem de gerek Şehir -îmâr- nizâmının değiştirilmesi, gerekse tarihi kayıtların tahrîfiyle nisyâna gömülmüş; ve âdeta kazınmış zihinlerden...Ki bunlar köken itibâriyle, Selçûkîler'i de ihyâ ettikten sonra ihânete uğrayan Dânişmentliler'miş meğer... Ve Osmanlı, “alt-yapı”yı Kapitalist ekonomiye yamarken de, buna koşut olarak, “havâss”ın yerine, “âyân” denilen, mahallî zorbalar gürûhunu ikâme etmiş; emperyalistlere, -mülkün içinden- sunulan, soygun (veya suç) ortakları olarak... Ve böylece de, Kanuni'nin Batılılara tanıdığı ticârî kapitülâsyonlarla başlayan, özgün sosyo-ekonomik yapımızı baltalama girişimleri, meşûm sonucuna ulaşmış... Dolayısile de, dejenere Osmanlı, üzerinde yükselip, İslâmiyet'in “tevhid” amacına yöneldiği ekonomik “alt-yapı”sını kaybederek emperyalistlerin kucağına oturmuş... Meselâ, Abdüldüzenbaz padişahlar zamanında -kronolojiden sarfınazar- yapıldığını bildiğim îmâr tahrifâtı şunlar: Aksaray'daki Yeniçeri Odaları'ndan denize (Marmara'ya) giden yol üzerinde, bir sur kapısı varmış; ve bunun yakınında da, Yeniçeri'lerin devam ettiği, ve de zaman zaman önemli (tarihî) kararlar aldıkları bir dergâh bulunuyormuş bir zamanlar... Ve bu dergâhın müessisi olan -Yeniçeri kökenli- Mevlâna'ya atfen de, o sur kapısına ve mücâvir mûhite, Mevlânakapı adı verilmiş... Ama ne var ki, Yeniçeri Ocağı'nın imhasından sonra, sözkonusu Dergâh da hâk ile yeksân edildiği halde, bu semtteki, Dergâh (Tarikat) mensuplarının kalitesi, terbiyesi ve disiplini -külhanlı ve tulumbacı'ların korumacılığında- aynen sürüp de, semt sâkinleri için, “Mevlânakapılı olmak” bir övünç vesilesi olarak devam edince, Abdüldüzenbaz'lardan biri, o sur kapısının yanına daha büyük bir kapı açtırarak, ismine Yenikapı demiş; ve bütün resmî trafiği de oraya kanalize etmiş. Hatta bir de, Konya'lı Celâlettin Rûmî'ye atfen, uyduruk bir “mevlevîhâne” kondurmuş oralara; bendegân ve yâranları üşüşsünler de, Bekdaşi mevlânasının anısını ve esâmîsini unuttursunlar diye... Tıpkı, Yeniçeri'lerin, Sultanahmet meydanına (At Meydanı'na) giden yollarının ismini, Divanyolu olarak tahrif ettikleri gibi... Yine 19. Yüzyıl sonlarına doğru, Eyüp semtindeki Âgâh Efendi Dergâhı da, “Bekdaşiliğin yasaklanması” fermânı (!) mûcibince zaptedilip, uzun süre metruk bırakılarak unutturulduktan, ve hazîresindeki -postnişînlerin- mezar taşları da yok edildikten sonra, ne idüğü belirsiz bir Nakşibendî koluna intikal ettirilmiş sinsice... Metrûk ve harâp hâlini gençliğimde gördüğüm bu dergâhın, kurucusu olan Âgâh Efendi de, bizim sülâlenin sahih evlâtlarındanmış meğer... Meğer diyorum çünki, bu konudaki sorularıma hiç kimse hayattayken net bir cevap vermemiş, sâdece Babam, ölümünden sonra ulaştırılmasını istediği mektubunda bana bu gerçeği ifşâ etmiştir... Ayrıca, bugün Hasköy diye bilinen mıntıkadaki dirliği (Hass) üzerinde, çok uzun minâreli bir cami yaptırdı diye mimlenen, -büyük dedelerimden- Kiremitçi Ahmet Çelebi'nin mescidi de, sahtekâr düzenbaz Abdülhamit tarafından hem gasp edilmiş (tamir ettirdim diye kendi vakfına geçirilmiş), hem de etrafına toprak yığılmak sûretiyle, merdivenle 5-6 metre inilerek içine girilebilen bir derinliğe gömülmüştür...Yâni Kiremitçi Ahmet Çelebi Camii'nin durumu, acz içine düşmüş bir Sultan'ın hasetçiliğini göstermesi bakımından ibret vericidir... 1549 tarihli vakfiyesinde, “yükseklikte sema ile yarışan bir minâresi olan cami” diye söz edilen bu mescid, Yeniçeri'lerin rağbet ettiği ve Bekdaşi camii diye ünlendiği için de, böyle bir hasetçiliğe ve gazaba uğramıştır... Diğer taraftan, bugünkü Karaköy mıntıkasını dirlik (hass veya zeamet) olarak aldıktan sonra, imâr ve vakf etmekle oraya büyük bir ekonomik cevvaliyet kazandıran büyük dedem Mevlâna Bekdaş Efendi'nin yâdigârı da tamamen silinmiştir ortalıktan... Halbuki bugünkü Karaköy Palas iş hanının yerinde bulunan büyük (kadınlı, erkekli) bir hamam ile, bunun mücâvir alanındaki pek çok dükkan, ve bir esnaf mescidi, Yeniçeri'lerin “pîr” saydıkları, ama aynı zamanda da “İmâm-ı Sultan” olan, Mevlâna Bekdaş Efendi vakfına aittir.. Ama ne var ki, önce sözkonusu hamam kundaklanarak işlevsiz bırakılmış (dolayısile de vakıf emlâkı, külhanbeyi “koruma”sından mahrum bırakılmış), daha sonraki bir süreç dâhilinde de, bir takım tapu, kadastro ve îmâr(!) oyunlarıyla mıntıka, İmâm-ı Sultan vakfından parça parça koparılarak (veya didiklenerek), gayri hukûkî ve gayri meşrû olarak kapitalistlere -gâyet değerli arsalar hâlinde- mâl edilmiştir... Karaköy'de bugün, bu büyük insanın adını veya anısını yaşatan tek bir sokak tabelâsı bile yoktur... Kânûnî Sultan Süleyman'ın hocası (ve Saray imamı) olan Mevlâna Bekdaş Efendi'ye yapılan bu saygısızlığı ve vefasızlığı, dikkatsizlik veya ihmalkârlıkla izah etmek mümkün değildir. Aslında bu durum, Kanuni'nin başlattığı kaba (veya körükörüne) bir yayılma (istilâ) siyâsetinin iflâsıyla birlikte, Osmanlı'nın kendi derdine, yani saltanatını koruma dâvâsına düşmüş olmasıyla izah edilebilir ancak... Zirâ gerçek bir fütûhât veya cihat, hakça bir düzene dayanılarak yapılan, “haksız düzenleri açıp düzeltme” savaşımı olarak düşünülebilir. Yoksa, sırf şan ve çapul için yapılan savaşlar, en zengin hânedânları bile bir gün, dımdızlak veya cascavlak bırakabilir. Ki nitekim Kânûnî de, babasından kalan zengin hazineyi “nâfile savaş”larda eritince, önce memleketteki “havâss” zümresinin üzerine gitmiş, ve de onların -evkâf şeklindeki- işletmelerini, bile bile sömürmüş ve baltalamıştır. Ve böylece de Osmanlı, memlekette gelişmiş bir sosyo-ekonomik ünite bırakmamak sûretiyle üstte kalma (seçkin görünme) politikasına yönelmiştir; ki bu siyâset de, giderek, hem padişah seçme usûllerini, hem de Nizâm-ı Âlem için yapılan “meşveret”leri, “harem entrikaları” mesâbesine indirgemiştir. Ve bu arada, İslâmiyet'in “tevhid” ilkesinden fiilen vazgeçmesine paralel olarak (rağmen), avâm'ı da, yeni uyduruk ritüellerle ağdalaştırdığı koyu bir “tapınç kültü”ne alıştırmakla, onları -körü körüne her cihete sürükleyebileceği- bir kaz sürüsü hâline getirmiştir... Demek ki aslında, Kânûnî'nin Batılı tüccarlara tanıdığı, “kapitülâsyon” mâhiyetindeki imtiyazları, ülkedeki sosyalizan ekonominin gelişmesine vurulmuş ilk büyük -ve bilinçli- darbe olarak görmek gerekir. Son darbeyi de, “Yeniçeri Ocağı'nın imhâsıyla, vakıfların ve kapan'ların korumasız bırakılması” olarak anlamak lâzımdır; ki buradan da, müteakiben kurulan orduların, aslında “Peygamber nâmına kapitalistlere bekçilik yapan/yaptırılan silâhlı güç” anlamına geldiği açıkça anlaşılsın... Demek ki, şimdiki “mütedeyyin-muhâfazakâr” zenginlerimizin (gerek dincilerin, gerekse Atatürkçülerin), hem Osmanlı hayrânı, hem de Emperyalist işbirlikçisi olmalarını da ancak, Osmanlı'nın, mevâlî piçlerine aktardığı (aşıladığı) zihniyetinin (veya habis rûhunun) bir tezâhürü olarak izah etmek mümkündür... Bugünkü Istanbul şehrinde, Osmanlı Hânedânı'na ait (yani selâtin) olmayan gözalıcı bir eser görülemiyorsa, bunu da, aynı hasetçi politikanın -acımasız- tatbikâtı olarak anlamak gerekir. Çünki meselâ, bunun en hazin örneği olarak, bizimkilerin -özel mülkiyet şer'an memnû olduğundan- bir “selâtin” vakfından (sanırım III.Mustafa) kiraladıkları arâzi üzerine yaptırdıkları, yüz metreyi aşkın cephe üzerine üç kat çıkılmış ahşap oymalı yalısaray gösterilebilir. Kuzguncuk Korusu altındaki kıyı şeritinde inşâ edilmiş, ve Çamlıca'dan su getiren bir tesisât döşenmiş olan, ve de frenk kartpostallarında Kuzguncuk Palas diye isimlendirilen bu “Sulu Saray”, 1840'larda kundaklanarak yerle bir edilmiştir; enkâzı bile görülemeyecek şekilde... Ve, ne tesâdüf ki (!), bu olaydan kısa bir süre sonra da, Osmanlı'nın aklına, Boğaz'da -taştan, mermerden- yalısaraylar yaptırmak gelmiştir; hem de borçla, hem de Avusturya saraylarını kopye eden bir görgüsüzlükle...
İslâmiyet'in tevhid amacını prensip ittihâz ederek Dünya'ya düzen getirmeye çalışmış olan “Nizâm-ı Âlem” fâtihleri, aslında, hass veya zeamet adında büyük dirlikler edindikten sonra, oraları -dükkan, hamam ve îmâlat vakıfları gibi işletmelerle- şehirleştirip vakfeden insanlardı. Ki biz, Roma Düzeni'ni, bu “ehl-i tarik” insanların cehtleri ile fethetmiş ve/veya aşmıştık. Osmanoğullarından çıkan nitelikli kumandanların (mareşallerin) ettikleri gazâlar ise, bu insanların yaptıklarını korumaktan ve yollarını açmaktan başka bir anlama gelmiyordu; başlangıçta... Ancak ne var ki Osmanlı, Kânûnî'den itibâren kendini, biraz Şarlken, biraz Cengiz gibi görmeye başlayarak sapıttı; ve belki de, Emevî ve Abbasî halifelerine özendi... O kadar ki, savaşmakta olduğu Batılıların kafasına uyarak, daha doğrusu Batılı tüccar ve kapitalistlerce “kafaya” alınarak, sürekliliğini ve cihanşümûl'lüğünü sağlayan sosyo-ekonomik yapısını bozdu, ve/veya bozdurdu; Nasrettin Hoca'nın, bindiği dalı kesmesi gibi... Ama düşerken veya göçerken de, fikrî danışman olarak veya sosyo-ekonomik düzen kurucuları anlamında destek aldığı (dayandığı), -mistik olmayan- ne kadar “ehl-i tarik”ten büyük insan varsa, onların izlerini kazıdı ve esâmisini sildi, unutturdu... Onun için de, yıkıldıktan sonra görünürde sâdece, Osmanlı sülâlesinin ve bendegânının eserleri ve isimleri ile, bir de din olarak “tapınma ve taklit kültü (Sünnilik)” kaldı... Yâni demek ki, İslâmiyet'in tüm insanlığa şâmil tevhidci tatbikâtı ile, tapınılası bir “tanrı” miti çelişiyor, veya başka bir deyişle, “tanrıcı=tapınmacı” anlamdaki dinsel fikriyât (veya “üst-yapı”), anti-kapitalist bir “alt-yapı”yı koruyamıyordu... Son tahlilde denilebilir ki, Osm. İmp.'nun sosyo-ekonomik düzeni, tapınmayı pek önemsemeyen “ehl-i tarik” tarafından tesis edilmiş, ama “tarikat” sistematiğinin bozulması ve Osmanlı'nın kapitalist zihniyete râm olmasıyla birlikte de din, koyu bir tapınmacılığa ve niyazcılığa dönüşmüştür. Çünki sözkonusu bozuşma sürecinde, “ehl-i tarik” fâtihlerin tesis etmiş oldukları vakıfları ve mîrî araziyi yağmalayarak palazlananlar, tabii ki kendilerine hak verecek bir mâbut yaratacaklar, ve de ona tapınarak yaranmak (şükretmek) sûretiyle, haram servetlerini -vicdânen- aklama yoluna gideceklerdi... Ayrıca, -Osmanlı ve bendegânı- güçlü yabancılara (Batılılara) teslimiyet içine girmekle de, kaybettikleri kişiliklerini, var gibi göstermek üzere, katı bir “dînî taassup” kisvesine bürünmek zorunda kalacaklardı; ve kalmaktadırlar hâlâ... Tarikat sistematiğinin anti-kapitalist “sosyo-ekonomik” düzeni, Yeniçeri'ler gibi bir silahlı kuvvete de sâhip olduğu halde, -Panteist Zon'un bilinmemesinden ötürü- geleceği göremediği için, Osmanlı Hânedânı'nı devirebilecek kadar güçlü ve şuurlu bir devrimci potansiyel hâline gelemedi ve yozlaştı. Ama Osmanlı da, sıkı sıkıya dînî taassuba sarılarak, onların kapitalistleşmesine izin vermedi; sırf, kendi iktidârına tehdit oluşturabilecekleri mülâhazasıyla... Ve böylece de, dışardan kapitalistler, içerden Osmanlı sülâlesi elbirliğiyle, anti-kapitalist “tarikat” düzeninin önde gelen liderlerini ve eserlerini tarihten ve Yeryüzü'nden silmeye kalktılar; ve şimdiye kadar (yani insanlığın bugünkü bilinç seviyesine gelinceye kadar) da muaffak oldular buna... Onun içindir ki, köylerden kasabalardan koparak arkaik (dinsel) kültürleriyle gelen insanlar, “Istanbul” Dünya metropolünde, sâdece Osmanlı'nın -ve bendegânının- izlerini görüp, sâdece O'nun hamâsî öykülerini dinlemek durumunda kaldıklarında, Batı kapitalizmine işbirlikçi veya köle olmaktan başka bir çareleri yoktu. Şayet Osmanlı'dan başka -bendegân'dan olmayan- insanların da yaşayıp ceht göstermiş olduklarına dair bir işâret görselerdi, o zaman herhalde, bu uzun ömürlü devletin nasıl ve hangi zemin üzerine kurulduğunu ciddi ciddi düşünme yoluna giderler, ve de Osmanlı'nın bokunda boncuk aramaya kalkmazlardı. Ama ne yazık ki, Osmanlı'ya “şanlı ecdât” diye bakarak -boş boş- övünen, emperyalistlerin verdiği kredi veya harçlık karşılığında da “Allah” adındaki bir muhayyel kişiliğe tapınan (şükreden) bu, köksüz ve sorumsuz güruh vâsıtasıyla Ülkemiz, Globalistlerce satın alındı; veya ipotek altına alındı... Bu “tanrıcı=tapınmacı” güruh, iktidara ve Dünya nimetlerine alışarak, Gâvur'a rehin düştüğü nispette, tapınmasını koyulaştırma ve arttırma kurnazlığına sapan Osmanlı'yı bile, sözkonusu “tanrı”nın kurtarmadığını veya kurtaramadığını göremiyor ve düşünemiyor... Bizim bu yeni palaz kapitalistlerin, emperyalizme bağlılık veya bağımlılıkları o kadar güçlü ki, zevâhiri kurtarmak için bile olsa, -Osmanlı ile emperyalistlerin beraberce mahvettikleri- bizim orijinal işletmelerimizi öncü kabul ederek, bir milli tavır alamıyorlar; hem ataları saydıkları Osmanlı'ya, hem de “anti-kapitalist” geçmişimize düşman, Batılı kapitalistlere saygıda kusur etmemek veya “biat”larını bozmamak için... Mesela, 16.Yüzyıl başında, Hasköy-Silâhtar mıntıkasında büyük bir sanayi kompleksi kurmuş olan Kiremitçi Ahmet Çelebi'nin adına niye sâhip çıkmaz -ve hatta pîr edinmezler- ki, bizim milliyetçi geçinen sanayicilerimiz; O şahsiyetin vakıf arâzisini de kullanarak palazlandıkları halde?... Halbuki, bünyesinde “üniversite” de bulunduran “holding”lerinin -ilk- prototipidir; imâlathânelerin yanına bir de teknik okul tesis etmiş olan Kiremitçi Ahmet Çelebi'nin, sanayi kompleksi... Millici ve imâlatçı (sanayici) geçinen kapitalistlerimiz, böyle bir umursamazlıkla, Avrupa'daki şehirlerin sokaklarını bok götürürken, îmâr ettiği alana (Hass dirliğine),kapalı kanalizasyon tesisâtı döşeyip, yaptığı binâlara dahilî tuvalet koymuş bulunan (vakfiyesinden görülebilir) ceddim Kiremitçi Ahmet Çelebi gibi “sivil” atalarımızı çekemeyerek, medenî “background”umuzu örtbas etmeye çalışan emperyalistlerin safında yer almış olmuyorlar mı?!.. Belki bunlar da, -Adnan Menderes gibi- Osmanlı'nın itibarsızlaştırma kampanyasının tesirinde kalarak, Istanbul'un “ehl-i tarik” fâtihlerini, Anadolu'nun alevilerinden sanıyorlar; halbuki tam aksine, Anadolu alevilerine, -onları Şiilerden ve diğer alevilerden ayırmak için- “bekdaşî” sıfatını yükleyenler, bizimkiler oldukları halde... Ama ne yazık ki, Âyan (derebeyi=zorba) soyundan gelen Adnan Menderes de, “bekdaş” ismine takılıp, Yavuz'un yoldaşı, Kânûnî'nin hocası ve imamı olan büyük dedem Mevlâna Bekdaş Efendi'nin Ayvansaray-Eyüp arasındaki türbesini, yol açma bahânesiyle yok etmişti; hem de -Vandalizm örneği vererek- merhûmun kemikleriyle beraber... Aslında, Osmanoğullarının, yozlaşmadan, yobazlaşmadan önce nasıl bir -dinsel (tevhidci)- fikriyâta sahip olduklarını anlamak için, 16.Yüzyıl başlarındaki yoldaşlarının, imamlarının ve hocalarının fikirlerine bakmak, gerekli ve yeterli bilgiyi vermektedir insana... İmâm-ı Sultan Mevlâna Bekdaş Efendi, ünlü Ebusuud Efendiye yazdırdığı, 1534 tarihli vakfiyesinde diyor ki: “... her akıllı ve zekîye, delil ve kavrayış sahibi kişilere düşen, dünyaya ibret nazarıyla bakması, bütün varlıklardaki Allah'ın sırrının hakikatini araştırması, Allah'ın sıfatlarının özelliklerini ve gerçeklerin içyüzünü derinden düşünmesi...” Yâni demek istiyor ki, “Tanrısal argümanları (delilleri, yönleri) araştır ve geliştir; dolayısile de dogmatik olma”... Son Osmanlı, “tevhid” ilkesinden vazgeçip de, dogmatizm'e, yani “saltanatı koruyan, bir nevi kilise dinciliği”ne sapınca, millete “Esmâ-yi Hüsnâ”yı belletip, onları namazla niyazla meşgûl ederek gütme siyasetini oluştururken, tabii ki düşünmeyi teşvik eden böyle fikirleri yasaklıyacak, ve bu fikirlerin sâhiplerini de unutturmaya, hatta tarihten silmeye çalışacaktı... Osmanlı'nın son zamanlarında, fâtihân geçmişini (ortak geçmişimizi) bilinçli (hâinâne) ve sistemli bir şekilde redd ve cerh ettiğini ispat için, öne sürdüğüm “Tarikat”ın Kavlîyûn kolundan Mevlâna Bekdaş Efendi ile, Şurbîyûn kolundan Kiremitçi Ahmet Çelebi gibi ulu önderler yetmezse, Seyfîyûn kolundan da, -delil olarak- bir başka ceddimi daha ortaya çıkarabilirim; ki o da, Ayasofya imamı Hüsam Bey'dir... Kızı Fâtıma tarafından 1530 yılında tesis ve tevsik edilmiş, Yeniçeri'lerin “eski odalar”ına mücâvir alandaki (Şehzadebaşı-Saraçhâne mıntıkasındaki) vakfı, tamamen (gaddarca) zapt ve yok edilen Hüsam Bey, aslında Ayasofya imamlarının “fâtihân temsilcisi” sayıldığı, ve onun için de Cuma hutbelerine yalın kılıç çıktıkları bir zamanın imamıdır... Yâni çok önemli bir görevi îfâ etmiş bulunan ceddim Hüsam Bey, büyük bir ihtimalle Yavuz'a ve Kânûni'ye kılıç kuşatmış olan imamdır. Ama o devrin padişahlarının, Ayasofya'daki “kılıç kuşanma” merasimlerinden bahseden tarihçilerin hiçbiri, kılıç kuşatmış olan imamın (veya imamların) isminden söz etmemişler veya edememişlerdir; tarih yazımının başladığı zamanlardaki son padişahların, en ufak bir itibâr paylaşımına bile tahammül edemiyecek kadar “kırılgan biblolar” oldukları için, olsa gerek... Hüsam Bey'in, adının “keskin kılıç” anlamına gelmesi, ve de “bey” sıfatıyla anılması, onun kavlî (veya molla) değil, seyfî olduğunu göstermektedir; ki Yeniçeri kıyımından sonra onun da, -gıyâbında- gadre uğraması gâyet normaldir; dejenere Osmanlı kafasınca...
Bizler Nerden Geldik, Neden Durduk, Nasıl Devam Edeceğiz?!...
Bizler Roma Düzeni'ni, “Tarikat”ın -liyâkatli- insan seçilimi sistematiği, ve de “duran mal, mülk ve para üzerinden kazanç sağlamama” düsturu sâyesinde (mûcibince) aşmış veya inkâr (negasyon) etmiştik. Çünki, spekülâtif kazanç kapıları kapatılınca, “hayvanlığın yaldızlanması” anlamındaki sahte değerlerin -ve üretimlerinin- sukûtu, ve her türlü enflâsyonun düşmesi ile, liyâkatli insan seçilimi zorunlu hâle gelir, ve onların yaratacağı katma ve yeni değerlerle toplumlar gerçekten ilerlerdi. Ve üstelik, ticârî ilişkide bulunduğu diğer toplumları da, kendi sosyo-ekonomik sistemine entegre ederdi; devletlerin başına çöreklenmiş “hânedân”ları da devirerek... Ama kurduğumuz işletmeler (vakıflar), esnaflar ve zenaatkârlar, gerektiği zaman, gereken kurum ve kişilerle alışveriş yapma imkânından mahrum bırakılıp da, bazı stokçu spekülâtörlerle çalışmaya mecbur edildikleri taktirde (Kapitülâsyon'larla), tabii ki bozulurlar, ve insan (adam) seçilimini de bozarlardı. Zirâ, insan ayıklama (inisiyasyon) usûllerini, Şâmanizm döneminden gelen, naklî bilgiler ve beceriler olarak edinmiştik; dolayısile, bunların bilimsel kânûniyetini bilmediğimizden, ve -o zamanki bilime göre de- bulamadığımızdan, ekonomik “alt-yapı” değişince, ahlâkî “üst-yapı” da (Tarikat umdeleri de) bozulmuştu... Yâni son tahlilde, Batı emperyalizmi, Osmanlı'yı rehin alarak, O'nun ihânetiyle Türk-Tarikat Sistematiği'ni de bozunca, bizi mahvedeceğini veya fethedeceğini sandı. Halbuki Kapitalizm, Türk-Tarikat Sistematiği'nin mantığına “anti-tez” oluşturabilecek bir aşamanın ürünü değil, bilâkis, irticâi bir eğilimin ideolojisiydi. Çünki Batılı kafası “insan”ı, -bir şekilde- akıllanmış hayvan olarak görüyor, ve de gelişim (hatta varoluş) dinamiklerini, “nedensellik” determinizmi (veya “amaçlı davranışlar”) ile, yâni lineer (doğrusal) bir gelişme olarak açıklamaya çalışıyordu. Ve dolayısile de, insanlığı yaratan ve ilerleten dinamiğin, hayvânî (kazanan-kaybeden taraflar üreten) rekâbete dayalı, ve “içgüdüsel kazanım”lar ödüllü “kapitalist motivasyon” olduğu inancını yayıyordu; gaddar Davut'un dîni gibi... Halbuki biz, insanlığı var eden ve ilerleten dinamikleri, -Şâmanizm etkisiyle- seçkin insanların, ateşi kullanmalarını, türlü mahâret göstermelerini, “sayma(ritm)-sıralama” melekelerinin sıhhatine, gücüne bağlıyorduk; hem de bu hasletleri geleneksel usûllerle test ederek... İşte bu -aksiyomatik- çelişkinin realitede patlak verdiği noktada (veya konakta) biz, Osmanlı'dan tamamen vazgeçerek, sülâlesini gönderdik -hayran oldukları- Batılıların âguşuna; Gazi Mustafa Kemal'in mârifetiyle... Ve sonra da, ruh (melekî rezonans) ve düşünce olarak, bugüne kadar geldik... Ama bu süreçte, 1965 yılından itibâren de, Türk-Tarikat Sistematiği'nin, formüle edilmemiş mantığı ile, 1901 yılında, Aristo Mantığı'nın paradoksallığının (Russell Paradox) anlaşılmasıyla sistematize edilen Matematiksel Mantığın alâkasını kurmaya çalıştık; bilinçli ve metodolojik olarak... Ve en sonunda da gördük ki, matematiksel mantıkta “Well-Ordering Principle” diye bilinen aksiyom, Tarikat'ın “düşünce-davranış” sistematiğinde, “insan”lığın olmazsa olmaz şartı veya hasleti, “ritm melekesi”ne tekâbül etmekte...Ve de insanlar, ritm melekelerinin rakikliğine (veya gücüne) göre, yâni -o terminolojideki- “kademli”liğe göre seçilip sıralanmakta... Ancak, matematiksel mantıkta açık bir şekilde -Bertrant Russell tarafından- ortaya çıkarılmış bulunan, “sıradışı varlık” kavramının paradoksallığı, yâni bir “mit”ik tanrı kavramının objektif (tevhidci) olamayacağı gerçeği, Tarikat düşüncesinde ve Tasavvuf felsefesinde gâyet muğlâktı; sözsel fikriyâtın Aristo Mantığı'na mahkûm olmasından, ve de henüz daha Panteist Zon'un ayrımına varılamamış bulunmasından dolayı... Ehl-i Tarik en fazla, “meditasyon=murâkabe=çile doldurma” tecrübelerine binâen insanın, Tanrı'yı içinde aramasını öğütlüyor, ama bu şekilde, “Tanrı” kavramını “sıradışı mit” olmaktan kurtarsalar da, insanın içindeki mistik cevherin, realitedeki -tarih öncesine uzanan- açılımını (Panteist Zon'u) gösteremiyorlardı... Bugün artık, matematiksel (bilimsel) mantığın aslında “Panteist Zon”dan neşet ettiğini, ama -ritmik âyinlerde, göğüs kafesinin zorlanmasıyla, ağızdan gayri ihtiyârî çıkan seslerin (hecelerin) kombinasyonları olarak- konuşmanın îcâdıyla, bu mantığın gölgelendiğini, ve dolayısile de yerini, “alış-veriş” mantığına (veya hayvânî çıkar mantığına) bıraktığını iyi biliyoruz. Ve onun için de, Panteist Zon'un ritmik davranışçılığı ile, matematiksel mantığın “seçme-sıralama”yla ilgili düşüncesi arasında, “feed-back” etkileşimli bir sistematik tesis ederek, “pozitif insan seçilimi”ni, bütün sosyo-ekonomik etkenlerden bağımsız olarak gerçekleştirebileceğimize inanıyoruz. Zirâ gâyet iyi biliyoruz ki, her genç insan, kendini “adam” sanarak, birey seçilimi (inisiyasyon) imtihânına gönüllü olarak katılmak ister. Ama gerçek bir “panteist zon” ortamı sağlanıp da, bütün katılımcıların, kurnazlık becerileri (veya refleksleri) köreltilir ve “sosyal statü” enstrümanları işlevsiz kılınırsa, hepsi birden, melekeleri en diri (sağlıklı) olan birine doğru -sevgi ve sempatiyle- meyledip, onu, gurupsal idrâkın odağı hâline getirmekle “seçilim”e uğratırlar; kendilerini yenilmiş veya kaybetmiş gibi hissetmeden... Ve böylece de, -“vicdan”ın oluştuğu bazda- hayatları boyunca sürecek bir “adâlet duygusu” edinirler; hiçbir kânûnî müeyyidenin öğretemiyeceği kadar...
Batılılar Nerden Geldiler, Neden Azıttılar, Nasıl Buluşacağız?!
Batılı zihniyeti, antik ve orta çağların denizcilik mesleğinde mündemiç olan -ve sayma, sıralama melekeleri güçlü insanları ayıklayan- seleksiyon (seçilim) sistematiği ile ortaya çıkmış bir “birey” formasyonunun ürünüdür. Onun için, nasıl oluştuğunun bilincine varamayan bu insan türü, kendini -dinlerin vaaz ettiği gibi- apriori olarak “adam”dan saymış, ve “Tanrı'nın seçkin kulu” diye kabul etmiştir. Dolayısile de, diğer (başka) insanları adamdan saymama, ve onları hayvan gibi kullanma (sömürme) eğilimine girmiştir; bütün samimiyetiyle, kendini haklı görerek... İşte bugün, insanlığın geleceğini tehlikeye atmakta olan Kapitalizm ideolojisi ile, mit'ik “kabile tanrısı” anlayışı (kilisecilik), böyle bir -subjektif (sakat)- zihniyetin ürünüdür. Ki bu zihniyet bugün, insanlığın ürettiği “artı-değer”in çok büyük bir kısmını elinde veya kontrolu altında tutmakta, ve de para, tahvil, hisse senedi vs. gibi kâğıtlar vâsıtasıyla, insanlığın sırtından büyük (spekülâtif) kazançlar elde etmektedir. Ne uğruna?.. Türlü cinsel ve düşünsel (ideolojik) sapıklıklar -ve onların araçlarını, gereçlerini- üretmek, ve dolayısile de insanların, insanlığın başını belâya sokmak uğruna!... Çünki bunlar normal insan olsalar, o zaman zâten, kâğıt alışverişleri üzerinden (yani iş yapmadan) para kazanmayı, kendilerinde bir hak olarak görmezler, ve bunu -kumar gibi- bir meslek hâline getirerek asâbî ve rûhî dengelerini bozmazlar... Onun için artık, insanlığın “artı-değer (kapital)” stokunu, doğru dürüst değerlendirecek -adam gibi- adamların objektif seçilimi, ve/veya böyle bir seleksiyon sistematiğinin tesisi, bir “gerek şart” hâline gelmiştir. Zira bu insanlar (Global Kapitalistler) artık, demagoji kaldırmayacak, demokratik oyunlarla örtbas edilemeyecek bir yol ayrımına gelmişlerdir. Karşı karşıya geldikleri (gelecekleri) ikilem, teknolojinin gelişmesiyle zorunlu olarak ortaya çıkan (çıkmakta olan) bir gerçekliktir. Dolayısile denilebilir ki, teknolojik gelişme artık, kapitalistlerin sahtekârlığını, “kapitalizm”in gayri insânî bir ideoloji olduğunu, -turnusol kâğıdı gibi- kesinlikle ortaya koyabilecek bir ayraç hâline getirmektedir bazı ürünleri... Meselâ, sayma-sıralama işlemlerinin hızını arttıracak elektronik araç ve aparatların îcâdına paralel olarak, öngörülmeyen (hatta öngörülemeyen) veriler karşısında -bile- karar ve hüküm verebilen bilinçli bilgisayarların (veya elektronik beyinlerin) yapılmasıyla Kapitalistler, ya yok olmayı kabul edecekler, ya da eski “kölecilik”lerine dönerek, sözkonusu elektronik beyinlerin yazılımlarına, kendi standartlarının dışındaki özel ve tüzel kişiler için “düşman” tanımlaması veya “tehlikeli” kodlaması yerleştirmek zorunda kalacaklardır. Ki böylece de, Kapitalizm'in reaksiyoner (gerici) bir ideoloji olduğu, açıkça ortaya çıkacaktır. Çünki aksi halde yapay beyin (şuur), spekülâtif kazançlara ve doğurma (çoğalma) özgürlüğü -veya kontrolsuz nüfus artışı- gibi irrasyonel eğilimlere geçit vermeyecektir; “hayvânî hazlar” anlamında bir gizli beklentisi de olamayacağı için... Ve ondan sonra da, bugünkü “demokrasi” oyununun cılkı çıkmakla birlikte, insanlığın kapitalistlere karşı, şuurlu elektronik beyinlerin de katılımıyla, nihâi bir -nükleer- savunma savaşı vermesi kaçınılmaz olacaktır; komünistlerin zihinlerde bıraktığı saldırganlık imajını da silerek... Epey bir süredir ABD'de, bir yandan -bilgisayarlardaki- “sayma-sıralama” işlemini hızlandıracak elektronik aygıtlar üzerinde çalışılırken, diğer yandan da, gizli (veya olağanüstü) fonlarla biraraya getirilen “matematik”, “biyoloji”, “moleküler fizik-kimya” ve “bilgisayar” uzmanları, “bilinç canlandırma (animasyon)” problematiği üzerine kafa yormaktadırlar. Aslında, bu çalışmaların ulaştığı aşamaları bilmek, her insanın (insanlığın) hakkıdır; ama herkesten önce de, “adam” olanların hakkıdır... Onun için, bir yandan yapay adam (şuur) yaratmak için çalışılırken, diğer yandan da, “sayma-sıralama” melekeleri güçlü esas “adam”, bir “panteist grup” bazından, objektif (bilimsel) bir seleksiyon sistematiği vâsıtasıyla açıkça ortaya çıkarılmalıdır; ki bu şekilde yapay “adam”ların evsâfı kontrol edilebilsin... Aksi halde, yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalan kapitalistler, yine dinsel dogmaları kullanma yoluna gidebilir, ve de meselâ, -insanın, hayvan kökenini sûistimâl etmek üzere, “tabu”ları yok sayarak- metalden yaptıkları adamlara (şuurlara) bile “üreme” ve “beslenme” kodlaması yapabilirler; inanç vecibesi veya Tanrı ihsânı diye, şu veya bu şekilde haksız kazanç tırtıklamak için... Ve böylece de, gericilerle birlikte, bir kısım -kasıtlı kodlanmış- metalik şuuru, insanlığın üzerine sürebilirler. Zirâ, “sıradışı varlık” anlamındaki paradoksal “tanrı” kavramının, “şeytan”a dönüşmesi, gâyet mantıkî bir olaydır. Çünki “paradoks”, zıt hallerin, biribirinin hem sebebi, hem de sonucu olması gibi, akıl dışı bir “önermeler düğümü”dür aslında... Onun içindir ki, dinlerin “tanrı”sı da, “şeytan”ı bir türlü yok etmemekte, daha doğrusu edememektedir... Nitekim son zamanlarda Globalist'lerin, dînî cemaatlere, mezheplere ve/veya “kilise”lere gösterdikleri ilgi ve teveccüh de, dikkat çekicidir. Onun için biz de, matematiksel mantık'tan, antropoloji'den, psikiyatri'den vs. anlayan bilim adamlarının nezâretinde, objektif “birey-insan seçilimi sistematiği”ni şimdiden tesis etmeye başlamalıyız; ki bu bizim, uzun bir süreç dâhilinde -kendimizin de “denek” gibi katılıp, “inisiye” olarak içinden çıkmakla- liyâkatimizi ispatladığımız tarihî misyonumuzdur...
Şimdi Ne Yapmalıyız?..
Artık biliyoruz ki, tarihî devirlerde eğitim-psikoterapi-eğlence şeklinde polarize olarak kategorilere ayrılmış ve de bir takım otoritelerin, profesyonellerin veya patronların denetimine veya güdümüne sokulmuş bulunan insânî etkinlikler, aslında tek bir “insanlaşma komünikasyonu” hâlinde yaşanmıştır, yaşanmaktadır ve yaşanmalıdır Panteist Zon'da... Bu gerçeğin bilince çıkarılmasıyla da, tarih sonrası toplumlarda -özellikle de gençler arasında- kurumsal olarak böyle yaşanacaktır... Onun için biz, bir an önce, bir yandan “birey-insan seçilim sistematiği”nin laboratuarı olacak “Panteist Zon Kulübü”nü tesis ederken, diğer yandan da ABD'deki (varsa, diğer ülkelerdeki) yapay “şuur animasyonu” çalışmalarıyla irtibâta (haberleşmeye) geçmeliyiz. Ama bunun için de, herşeyden önce, hem matematiksel mantıktan anlayan, hem de ABD'deki (ve tüm Dünya'daki) bilim çevreleriyle yakın ilişki içinde bulunan bilim adamlarımızı göreve dâvet etmeliyiz. Ki bu cümleden olarak, benim aklıma gelen ilk isim Oktay Sinanoğlu'dur... Küçüklüğümden tanıdığım Oktay Sinanoğlu, çok erken yaşlarda “âlim çocuk” diye ünlendiğinden dolayı, “oyun”a doyamamış bir insandır. Ama zâten, onun araştırıcı (kâşif) karakteri de, kendisini oyunvârî etkinliklerin içine sürüklemektedir. Meselâ, şurda burda, hiç üzerine vazife olmayan konularda konferanslar vermesi, avâmın arasına karışarak sohbetler etmesi, onun bu tür uğraşlarındandır... Ama artık bu oyunlara son vermesi, ve de Amerika'ya giderken çocuk kafasıyla ve yıkanmamış bir beyinle, kendi kendine “ben, ülkemi işgâl etmiş olanların memleketine, onların dilini ve ilmini öğrenip, ülkeme yararlı olmak için gidiyorum” diye vermiş olduğu sözü tutması gerekmektedir. Ki bunun için de, herşeyden önce, herkesin -rol yapmadan- kendini oynayacağı Panteist Zon aktiviteleri ile, Amerika'daki “bilinç animasyonu” çalışmaları arasında “feed-back” etkileşimli bir münâsebet tesis ederek, “insanlığın inisiyatörü” olmak gibi, kendisine yaraşan bir tarihî görevi üstlenmelidir. Zira Türkiye gibi, Dünya'nın orta göbeğinde bulunan bir ülkedeki insanların (Türklerin) kurtuluşu veya bağımsızlığı ancak, tüm insanlığa önderlik yapmakla mümkün olabilir; kaldı ki, küresel kapitalizm'e entegre olmuş hiç bir ülkenin, politikayla, politikacılarla kalkınıp bağımsızlığını sağlayabilmesi de, görülmüş bir şey değildir. Zirâ böyle ülkelerdeki politikacılar, - “demokrasi” görüntüsüyle- küresel kapitalizme meşrûiyyet sağlayan “sülük”lerden başka bir şey değillerdir aslında... Sözkonusu görevi, Sinanoğlu'na hatırlatması gereken kişiler ise, 1997-98'lerde benim -İnsan (Emek) Bilimi adındaki- ilk kitabımı taktim etmek üzere kendisiyle iki defa yüzyüze görüşen Cumhur Aksel ile Osman Çetinkaya olmalıdır herhalde... Bu arkadaşlar, normal bir gazeteci kadar -bile- bir “fikri tâkip” prensibine sâhipseler Oktay Sinanoğlu'nu -bir şekilde- bulup, kendisine “bu zâtla (benimle), benzer düşüncelerimiz var” mealindeki sözünü hatırlatmalı, ve de benim, artık netleştirmiş bulunduğum “metodoloji”de, mutâbakât aradığımı bildirmelidirler; selâm ve saygılarımla tabii...
1826'da Düştüğümüz Yerden, Kalkacağız!...
1826 yılında, Osmanlı Hânedânı'nın Kapitalizm'e satılarak, üzerinde yükselmiş olduğu sosyo-ekonomik düzene (ve Nizâm-ı Âlem projemize) ihânet etmesiyle yıkılmıştık... Bu Vaka-i Şerriye olayından sonra Avrupalarda, Nizâm-i Âlem tesisi için -Batılı kafası ve Aristo Mantığı'yla- Sosyalizm, Komünizm gibi adlarla bazı teoriler geliştirildi, ve de bunları hayata geçirmek üzere, pek çok ayaklanmalar gerçekleştirildi. Ama sözkonusu teorilerin -ve pratiklerin- hiçbiri, “insan seçilimi (inisiyasyon) sistematiği” gibi, tarih öncesine kadar uzanan bir boyuta ve/veya derinliğe sâhip olmadığı için, ve ayrıca Aristo Mantığı'nın paradoksallığı da henüz ispatlanmamış olduğundan, olumlu bir netice vermedi; ve de sâdece Kapitalizm'in -sömürgenlik husûsunda- tecrübe kazanmasına sebep oldu... Ama bugün, Kapitalizm'in güdümündeki insanlığın gelmiş olduğu noktada, öngörülmemiş veriler, algılar veya tesirler karşısında -bile- düşünüp (yani birikmiş “karar” formatlarına göre tasnif edilebilecek bir karar üretmek üzere, büyük bir süratle sayma-sıralama işlemleri yapıp) karar verebilen elektronik beyinlerin (veya şuurların) îmâlâtı gündeme geldiğinden, bu sürecin, objektif (bilimsel) düşünebilen insanlar tarafından izlenmesi gereğine binâen, bir “insanî seçilim sistematiği”nin tesisi şart olmuştur artık... Ama bu arada, Türkiye'mizde de, Atatürkçülük denilen “küçükburjuva ideolojisi”nin provokasyonları büyük çapta engellenmiş bulunduğundan, subjektif şartlarımız dahî çok elverişli hâle gelmiştir... Emperyalistler Rusya'da, 1917 ihtilâlinin, “devlet”i ele geçirmekle büyük bir gelişme kaydettiklerini sanan muzaffer(!) devrimcilerini (Komünistleri) bile, marjinal hâle getirdikten sonra, o ihtilâlin gölgesinde “milli devlet”e geçmiş bulunan Kemalistleri de, marjinalleştireceklerdi tabii ki... Çünki bir defa, “komünizm ideolojisi”, hayvânî (içgüdüsel) ihtiyaçların kardeşçe paylaşılmasını öngören, yâni bir nevî “hayvanlar cenneti” vaad eden, bir küçükburjuva ütopyasıydı. Sonra, “milli egemenlik ve bağımsızlık” da aslında, bir kültür izolâsyonu ve övüncüyle kimlik edinmek ve “adam”lık taslamak hayâliydi; ki bunların ikisi de, kapitalist burjuvalara kıskançlık duyan “küçükburjuva” makûlesinin hissiyâtı üzerine oturtulmuş (veya uydurulmuş) ideolojilerdi aslında... Yâni son tahlilde, “paranın para kazanması” önünde hiçbir engel istemeyen emperyalistlerin, acentaları vâsıtasıyla gerçekleştirdikleri, küçükburjuva akımlarını likide etme ve marjinalleştirme operasyonu, ne bize bir ihsandır, ne de bizim için sürpriz olmuştur... Onların, gâyet iyi bildiğimiz niyeti, son düzenbaz şizoit Osmanlı'nın, dinsel zihniyetini, -mevâlî torunları vâsıtasıyla- bu ülkede yeniden domine etmekti; ki böylece, koyu bir dogmatizm ve “tapınç kültü” anlamına çekilmiş İslâmiyet'le, geniş halk kitlelerini “kaz sürüsü” gibi idâre edeceklerdi... Ama onların bilmediği -veya yok edildiğini sandığı- bir şey vardı ki, o da, Türklerin “tevhid” ilkesine dayanarak 8-9 yüzyıldır kafa patlatıp ceht gösterdikleri “Nizâm-ı Âlem” projelerine olan fikrî bağlılıkları ve sarsılmaz inançlarıydı. Ve de Türkler, Emevi, Abbasi, Şii'ler gibi “dogmatik öğreti” odaklarının dışında, sâdece politik atraksiyonlar yaparak ve harbederek var olmamışlardı; aynı zamanda, Panteist (Şâmanist) kökenlerinden gelen dinamizm ile, özgürce davranıp düşünerek tesis ettikleri, evrensel bir sosyo-ekonomik düzene de dayanmak sûretiyle otonomi kazanmışlardı... Son tahlilde şu nokta iyi anlaşılmalıdır ki, bizim en büyük handikapımız, Atatürk'ten sonra O'nun adına “Atatürkçülük” diye bir naat, “Atatürkçü Düşünce Sistemi” adında da bir mugâlata sistemi veya manzûmesi uydurup, ilericilik kisvesi altında türlü melânet karıştıran (provokasyonlar yapan) küçükburjuva gürûhudur. Hem zâten bugün, başımızdaki gericileri, tepemize çıkartan da, bu küçükburjuvaların gizli (takiyyeci) dindarlığıdır aslında... Çünki bir defa, yarım yamalak ezberledikleri “devrimci edebiyat”ın klişelerini kullanarak çıkardıkları gürültü ve patırtıyla, memleketteki fikir hayatını provoke edip, arkaik bir zihniyetin (dînin) gelişmesine yol açmışlardır. Kaldı ki -ibâdetler husûsunda tembel davranan “lâik dindar” da olsalar- aynı “tanrı” mitine doğru yönlenmiş, ve aynı tapınma ritüellerini benimsemiş bulunduklarından, gericilere karşı ciddi bir anti-tez oluşturamadıkları gibi, üstelik, “cemaatler bizi ele geçiriyor” filân şeklindeki evhamlara (veya teslimiyet psikozuna) da kapılmaktadırlar. Hatta zâhiren, komünist “artı-değer” anlayışı ile, Aristo Mantığı'ndan kaynaklanan, “emek=iş” denklemine istinâden, işçiler nâmına kapitalistlere dâva (savaş) açmış gibi davrandıkları halde... Halbuki Atatürk bizim için, -Anadolu fütuhâtındaki “gazi eren”lerin sonuncusu olarak- bir bağımsızlık veya inisiyatörlük timsâlidir. Dolayısile de O'nu, metaforik kavramlarla ifâdeye kalkmak ve/veya ideolojik klişelerin içine hapsetmeye çalışmak hâinliktir. Zirâ O'na lâyık olmak için, O'nun nâmına protest zevzeklikler ve gösteriler (yani politik muhâlefet) yapmak değil, zamanın şartlarına ve bilgi birikimine göre, fiilen inisiyatif almak, veya başka bir deyişle “bir metodoloji uyarınca, ritmik olarak yürüyüp gitmek (ilerlemek)” lâzımdır... Yani netice itibâriyle anlaşılmalıdır ki, bugün artık, -fiilî mücadeleyi bırakmış bulunduğumuz- 1826 yılında olduğu gibi, binlerce yıllık geçmişe sâhip, ciddi bir dogmatik (gerici=dinci) literatür ve hasım, yeniden çıkmıştır karşımıza... Ama şu geçen -yaklaşık- iki yüz yıl içinde insanlık, Aristo Mantığı'nın paradoksallığını keşfedip, matematiksel mantıkla, “yapay şuur” îmâl etmeye kalkacak kadar ilerlediği için, sözkonusu literatürün kendini (tutarlılığını) savunacak ve direnecek hâli kalmamıştır. Onun için artık mücadelemiz, Osm. İmp. sınırlarıyla kısıtlı, veya Dersaadet (Istanbul) metropolü dâhilinde kalmayacak, tam anlamıyla Nizâm-ı Âlem hedefine yönelecektir...
Bilindiği gibi, Atatürkçülüğün en ciddi (pratikte etken olabilen) versiyonu, askerlerin önderlik yaptığı “darbecilik” idi aslında... Ama “Sovyetler” zamanında, ABD'nin teşvik edip kullandığı “darbecilik (tepeden inmecilik)” düşüncesi ve/veya taktiği, darbe ile elde edilmiş en eski ve en büyük devlet Sovyetler Birliği de yıkılınca, artık meşrûiyyetini tamamen yitirmiştir; aynı zamanda küçükburjuva devrimciliğinin (!), gerçek bir ilerlemeye engel teşkil ettiğinin de anlaşılmasıyla beraber... Çünki, “hânedan”lara veya “kapitalistler kastı”na göre âyarlanmış devletlerin yapısını değiştirmeyi amaçlayan bir devrimci (veya ilerici) fikrî akım, veya bilimsel bir metodoloji, nasıl olurdu da, sözkonusu devletlerin üzerine oturmakla işe başlayabilirdi?!.. Veya başlasa da, üzerine oturmuş olduğu koskoca bir aygıtı, nasıl temelinden değiştirebilirdi?!.. Nitekim değiştiremediler ki, geri vermek zorunda kaldılar kapitalistlere... Onun için bugün, herşeyden önce insanları, ya üretim aracı (veya ehlî hayvan), ya da kapital özdeşi (veya küçüklerini yutma -gibi balık- refleksine sâhip kapital) şeklinde gören (kabul eden) zihniyeti aşmak gerekir; insanın oryantasyonunu veya oluşumunu tatbîki olarak anlamak sûretiyle... Ve de “insan”ın, maddeye râm olmuş sûretleri yerine, -bir “şuurlanma süreci” olan- özünü ortaya (ve öne) çıkarmak lâzımdır. Yoksa “insan(lık)”, yarattıklarının esiri olarak bunalacak, ve dolayısile de, özgürlüğü, hayvanlığa (içgüdüsel aktivitelere) kaçışta görüp sorumsuzlaşarak, “muhayyel bir tanrı tapıncı (tapınmacılığı)” vâsıtasıyla, o “tanrı”nın sevgili kulu (seçkini) olduğu propagandası yapanlara, ve en başta da kapitalistlere köle olacaktır; Kıyâmet'e kadar.... Üstelik de, “kıyâmet” olayının, bir Tanrı irâdesi mi, yoksa, “karga” misâli kılavuzların (kapitalistlerin) yol açtığı, kötü bir âkıbet mi olduğu bile anlaşılamadan... Çünki mit'ik bir tanrı kavramı paradoksaldır, ve dolayısile de, her an karşıtına (şeytan'a) dönüşebilmektedir... Yâni son tahlilde, Kapitalizm'den kurtulmak için, “tanrı” kavramını, bilimin ulaştığı aşamaya göre yeniden delillendirmek şarttır. Zira, transandantal bir kavram olan “tanrı”nın, nihâi tanımını yapmak, veya tamamlanmış delillerini, argümanlarını ortaya koymak iddiası, hiçbir fâninin haddi -ve hakkı- değildir. Nitekim bu yapılamamıştır ki, tektanrıcılık aşamasında bile, pek çok din ve mezhep çıkmıştır ortaya... Çünki nihâi bir “tanrı” tanımı veya tasarımı, subjektif ve spekülâtif bir iddiadan başka birşey değildir; ve olamaz. Onun içindir ki, bu tanım veya tasarımların pek çok istismarcısı ve spekülâtörleri çıkmıştır ve çıkmaktadır; en başta, kapitalistler ve -onların suç ortakları- profesyonel din adamları olmak üzere... Ama bununla birlikte (ve buna rağmen), “kapitalist+dindar karması” demokrasilerinde, “teizm=tanrıcılık=tapınmacılık” dindarlığına (veya kültüne) karşı söz söylemek, kesinlikle yasaklanmakta, ve de isyankâr beyinler, -çoğunluğun müşterek “tanrı tahayyülâtı” altında ezilsinler diye- “tanrı tanımaz”lığa yönlendirilmektedir; “ateizm” teriminin anlamıyla oynamak, ve onu, bir “tanrı tanımaz” metaforu hâline getirmek sûretiyle... Onun için, boş boş (veya hayvânî arzular yönünde) fikir özgürlüğü isteriz diye yırtınanlar, önce “tanrı” kavramı hakkında istesinler bu özgürlüğü de görelim; bakalım alabiliyorlar mı en ufak bir hakk?!...
Yaklaşık iki asırdır yığılmış bulunan tahrifât ve cürûfâtı kaldırarak, tarihimizin doğrusuna yaklaşamasaydık, insanlığın istikbâl rotasını çıkaramazdık. Son bilimsel buluş ve gelişmelerin ışığında, geleceğin yol haritasını da tasarlayamasaydık, bu sefer, tarihimizi doğru anlayamazdık... İşte bu çalışma, “zaman” parametresinin (ve onun izâfî'liğinin) sözkonusu olduğu her bilim dalında, “feed-back” metodunun kullanılabilirliğini ve geçerliliğini teyit etmekle birlikte, aynı zamanda İnsanlığın da, geçmişi ve geleceği ile bir bütün olduğunu, ve de “tarih”in, her aşamada değişebilen, ve doğru düşünceleri besleyen (destekleyen) bir kapasite (potansiyel) anlamına geldiğini açıkça göstermektedir... Ki buradan da, “tarih”i ve “antropoloji”yi değiştirmeyen fikirlerin, yeni veya ilerici olamıyacağı; ve de sâdece “politik safsata” veya bir “zorbalık ideolojisi” anlamına geleceği çıkmaktadır... Böyle bir metodolojiyi çıkarıp kullanabilmemiz sâyesindedir ki, bütün “ajan tasallutlarından” ve provokasyonlardan kurtularak, bugünkü sentez aşamaya ulaşabildik... Onun için, geçmişte bizim çalışmalarımıza -bir şekilde- müzâhir olmuş, ama bir dönemeçte gidişâtı anlayamayarak yoldan ayrılmış bulunan samimi insanların artık, gözleri, görüşleri açılmış olmalıdır herhalde... Şâyet kendilerine sâhip çıkacak, veya -bir şekilde- hâmî gibi görünecek karizmatik lider(!) arayışından vazgeçmişlerse, ve insanlığın oluşumuna, dolayısile de sâhibe, hâmiye ihtiyaç duymayan bireylerin ayıklanması sistematiğine ilgi duyuyorlarsa, aynı “insâniyet yolunda” tekrardan buluşmamamız için hiçbir sebep yoktur. Zira anlaşılmış olmalıdır ki, “inisiyatör” karakterli insanlar, kendileri sâhip veya hâmi aramadıkları gibi, etraflarına toplanan insanlara, “sâhip” de, “rol model” de olmazlar; olamazlar. Onlar ancak, insanları doğru yöne sürükler, ve bu arada aklı erenlere de, yol (metod) gösterirler. Çünki, taklit edilebilir (rol model) olmak, duran ve kendini (düşünce ve davranışlarını) tekrarlayan insan olmak demektir... Atatürk de, bütün peygamberler de, işte böyle (inisiyatör) liderlerdi; ki nitekim taklitçileri de, saçmalayıp hüsrâna veya dejenerasyona uğrayarak biribirlerine düştüler... Ama bu taklitçiler, hâlâ da, “Atatürkçü” veya “Muhammetçi (Sünni)” sıfatını almış takipçilerini hüsrâna, dejenerasyona ve “tefrika”ya uğratmaya devam etmektedirler...
Demek ki artık hiç kimse, benim kısır (antagonist) çelişkilere düştüğümü, ve o yüzden de birilerine haksızlık yaptığımı iddia edemez... Ayrıca, doğru sözlerim, bazılarına kırıcı geldi ve/veya kibirlilik ifâdesi gibi göründüyse, o da, onların -gerzeklik- sorunudur... Ama ben de -samimi olan, yani art niyeti ve gizli angajmanları bulunmayan- hiç kimseyi, anlayışsızlığından ötürü kınayamam; ve kınamam da... Bu bölgede, bin yıla yakın bir süredir -insâniyet yolunda- sürdürdüğümüz inisiyatifi, 1826'da tökezlediğimiz yerden kalkarak, tekrardan ele alamazsak, bizi gerilerden takip etmiş olan mahalli halkların, kültürel ve töresel ilişkilerini sosyalleştirip de, bölgenin birliği ve Dünya ile entegrasyonu husûsunda inisiyatörler çıkarmaları için, yüzlerce yıl geçmesi gerekecektir... Herkes bu konuyu iyi anlamalı ve gereğini yapmalıdır; zira, küresel (ve evrensel) anlamda inisiyatif alamayıp da, -nereden beslenirse beslensin- Kürt milliyetçiliğinin önünü, Türk milliyetçiliğiyle veya Arabın dinciliğiyle kesmeye kalkmak, insâniyet yolunda bu kadar aşamalar kaydetmiş olan Türklüğe yakışmayacaktır; yakışmaz!..
Ali Ergin Güran: 26/05/12