Normal İnsanlara, Hallerinin Îzâhı; veya Bilinç Bildirimi...
Bilim ve bilimciler, insanlığa hiçbir zaman, bugünki kadar ihânet etmemişlerdir; hatta Engizisyon devrinde bile... Zira kapitalistler, bilim'i bölüm bölüm parçalara ayırıp, bilimcileri de at gözlüklü beygirler gibi -biribirlerinden habersiz- farklı farklı “koşum”lara soktular; âcilen para getirecek amaçlar uğruna, onlara para bastırarak... Böylece de insanları, kendilerinden habersiz, yâni akıllı olsalar da, aklını hayvanlığa (hayvanca hazlar uğruna) çalıştıran bilinçsiz yaratıklar hâline getirdiler. Öyle ki, insanlık ekonomik açmazlar ve politik çıkmazlar (savaşlar) içinde bocalarken bile, kimse çıkıp da, “ey insanlar, bütün bu çözümsüz çelişkileri veya çözemediğimiz problemleri anlamak ve çözüm yoluna sokabilmek için, başlangıcımıza dönüp oluşumumuzu anlamamız gerekir” diyemiyor. Çünki statükonun seçkinleri(!) veya hâkimleri, her hâlükârda -spekülâtif kazanç ve savaşlarla- pozisyonlarını korumaya kararlı olduklarından, işin (bozukluğun) aslını veya kökenini araştırmaya yanaşmıyorlar. Ondan dolayı artık, kapitalistler tarafından satın alınarak “koşum”a sokulmuş bilim adamlarını kendilerine getirmek için, -onları dürtükletmek üzere- normal insanların bilinçlendirilmesi, gerek şart hâline gelmiştir. Yâni son tahlilde, kendilerini tanrı(ları)nın seçkin kulları sayan kapitalistlerin karşısına, gerçek seçkin insanları çıkarmak için, herşeyden önce “insan”ın ne olduğu anlaşılmalıdır; “tanrı” kavramının bilimsel argümanlarıyla birlikte... Bir defa şu bilinmelidir ki, insanlığı, evrensel veya sonsuz bir küme (elemanlar topluluğu) olarak, yâni transandantal bir limit noktasına (Tanrı'ya) kadar giden şuurlanma süreci şeklinde kabul ettiğimizde, tüm insanlığa şâmil, “sıradışı varlık” anlamında bir “tanrı” miti düşünülemez; zira o halde paradoksa (Russell Paradox), yani akıl ve mantık dışına düşülmüş olunur. Ama şâyet birileri (Yahudiler), sâdece kendileri için, ekstra ordiner bir “tanrı” miti tasarlamışlarsa, o da ancak sonlu (veya geçici) bir zaman ve halk indinde geçerli olabilir. Onun içindir ki, Yahudiler ve Yahudiliğe rücû etmiş protestocu (Protestan) Hristiyanlar, insanlığın “artı-değer”ini ele geçirmek sûretiyle, “Tanrı”larını -zorla- evrensel göstermeye çalışmaktadırlar. Ve bunun için de, kutsal kitaplarında yazan, “bütün insanlığı sizin emrinize vereceğim” mealindeki “tanrı vaadi”ne inanmakta ve güvenmektedirler. İşte bu sûretle de, kendi sonlarını (Kıyâmet'lerini), bütün insanlığa şâmilmiş gibi göstermekle, -kapitalist- pozisyonlarını kaybetme tehlikesi karşısında, tüm insanlığı mahvetmekten kaçınmayacaklarını belirtmiş olmaktadırlar; şecaat arzederken esas niyetini açığa vuran “merd-i kıpti” misâli... Ki buradan da son tahlilde, “Yahudi kapitalist, kapitalist de Yahudi olmak -veya Yahudileşmek- zorundadır” gibi bir sonuç çıkmaktadır. Zira kapitalist ideolojinin “monopolist” karakteri dolayısile, her kapitalistin zihninde, tüm insanlığa hükmeden bir “tanrı” özleminin canlanması kaçınılmazdır. Ki bu cümleden olarak, kapitalistleşen Müslümanların da, -tevhidcilikten ayrılarak- İsrailiyâta rücû etmeleri kaçınılmazdır; herne kadar lâfzen “tevhid”i savunur gibi görünüp mugâlâtalar yapsalar da... Yâni İbrahim peygamber ile başlayan Yahudi dini, Musa peygamberin anti-kavmiyetçi, İsa peygamberin anti-kapitalist, ve en sonunda da Muhammet peygamberin tevhidci görüş ve çabalarına rağmen, dönüp dolaşıp aslına rücû etmiştir. Zira mit'ik bir tanrı anlayışı, zamanlar va mekânlar (kavimler) üstü evrensel bir insâniyet çapına teşmil edilememektedir; matematiksel mantığın kesin hükmü (paradoksu) mûcibince... Onun için, insanlığın en önemli güncel görevi, Yahudi zihniyetini, Kapitalizm'le birlikte yok ederek, tarihî devirlerin -çok tanrılı ve tek tanrılı- bütün “din” mitolojilerine son vermek olmalıdır... Zira mitolojiler, tarih öncesindeki (ateşin kullanımı öncesindeki) insanlaşma sürecinden kopmuş, yâni o “tez” sürecinin “anti-tez”i (veya inkârı) olarak ortaya çıkmış bireylerin -kendi ilişkilerinden örnekleme yaparak- uydurdukları “yaratılış” senaryoları veya efsâneleridir. Çünki, -peygamberler dâhil- mitoloji uyduran tarihî insanlar, kendilerinden geri veya vahşi gördükleri insanları insandan saymaz, kendilerinin bir hayvandan gelebileceğine ise, hiç ihtimal vermezlerdi. Ama artık, tarihî devirlerin inkârıyla (negasyonuyla) insanlığın “sentez” konumuna geldiğimiz bu aşamada, Panteist Zon dediğimiz o alacakaranlık bölgeyi keşfetmek ve anlamak durumundayız... Bir tür primatların, yaşadıkları kaostan sonra, ateşi kullanabilen ilk insanlar hâline dönüşünceye kadar geçen yüzbinlerce (veya milyonlarca) yıl anlaşıldıkça, bundan bîhaber olarak 2-3 bin yıl önce yaşamış insanların (peygamberlerin) görüş ve düşüncelerinin, ne kadar çocukça olduğu ayan beyan ortaya çıkmaktadır. Ve, insanlığın uzun gelişme sürecine nazaran düşünüldüğünde, peygamberlerin, “dünkü çocuklar” denilebilecek bir -tarihî- konumda bulunduğu da açıkça anlaşılmaktadır; Kerim Sadi hocanın dediği gibi... Aslında “insan”ın, “hayvan”ın, ve hatta “canlı”nın anti-tez'i (yani negasyonu) olarak bir kaostan ortaya çıktığı gâyet açıktır. Çünki canlılığın ana karakteristikleri olan “beslenme” ve “üreme” etkinliklerine “tabu”sal çekinceler getirmiş, yani bu belirleyici karakteristikleri tanımama veya inkâr etme eğilimine girmiştir; insan(lık)... O halde insanın, tek bir parametreden (değişkenden) neşet etmiş bir fonksiyonlar mecmuası olması gerektiği de âşikârdır. Zira her inkâr (negasyon) olayı başlangıçta, kaostan türeyiş veya oluş anlamıyla tek yönlü ve lineer(eksenli)dir; yani “kaostan çıkma, ve yeni kozmosu oluşturma disiplini” şeklindedir. Nitekim Büyük Patlama ile fizikî âlemin ve maddenin doğuşu olayında “zaman”, canlılığın oluşumunda da, kendini “kopyalama” aktivitesi (genom dizgesi), yaratıcı parametre olarak ortaya çıkmıştır başlangıçta... Dolayısile “insan” da, tek bir temel aktivite (parametre) ile oluşmuş, ve tüm insânî özellik ve beceriler de bu aktiviteden türemiştir; ki bu aktivite, “kozmik emek” adını da verdiğimiz “ritm”dir... İnsan olacak primatlar, yaptıkları ritmik hareketlerin (âyinlerin) meleke kesbetmesiyle, “an”ları sayma ve dolayısile de zamanlama yapabilme becerisi kazanınca, -herşeyden önce- ateşi kullanmayı öğrenerek, tüm diğer hayvanlara büyük bir fark (kalite) atmışlar, ve böylece de “hayvanlar âlemi”nden temâyüz etmişlerdir. Zira bir ateşin yakma hızı, ve de alevlerin yön ve uzanımları o kadar değişkendir ki, bunlara karşı şartlı refleksler geliştirebilmek için, sonsuz defa deneme (ve yanılma) girişiminde bulunmak gerekir; ki bu da imkânsızdır tabii... İnsan olacak primatların, neden toplu olarak ritmik hareketler (âyinler) yapmaya başladıkları bilinmemektedir ve bilinemez de... Kaldı ki, bilinmesi gerekmez de... Aynen, canlanacak protein kompleksinin neden kendini kopyalamaya başladığının, veya Büyük Patlama'nın hangi sebepten meydana geldiğinin bilinemeyeceği gibi... Çünki “kaos” denilen olay(lar), biricik -Tanrısal- anlar olup, hiçbir şekilde denenemez ve tekrarlanamazlar; sâdece, “kaos”un bilimsel (genel) tanımını yapabilmek için model olarak, yeni yeni kaos deneyleri, yâni “model fenomen”ler husûle getirilebilir; “kum tepeciği” deneyi gibi... Ama isteyenler, hayal güçlerini zorlayarak, sözkonusu ritmik davranışların, felç olmuş titrek hemcinslerini taklit eden primatlar tarafından icat edildiğini, veya soğuktan korunmak üzere titreyen primatlar tarafından âdet hâline getirildiğini düşünebilirler; hiç gereği -ama sakıncası da- yokken, sırf nedensellik mantığıyla tatmin olmak için... Ama böyle bir kurgu bile, insanın “oyuncakçı dede” anlamındaki bir “Tanrı” miti tarafından özene bezene (yani modeller kullanılarak) îmâl edildiği şeklindeki dînî kurgulardan çok daha mantıklıdır tabii... Ancak biz herne kadar, bir primattan insan yaratma deneyini gerçekleştiremesek de, insanın, “ritm melekesi”ni köpek ve at gibi hayvanlara geçirerek (sirâyet ettirerek) onları, “şartlı refleksler kazandıran terbiyeci” olmanın çok ötesinde, insanın hâlinden en iyi anlayan canlılar seviyesine yükselttiğimizi açıkça görebiliriz. Ve üstelik “bilinç”in, gittikçe daha hızlı “sayma-sıralama” işlemleri yapabilen cansız aparatlara (bilgisayarlara veya elektronik beyinlere) intikal ettirilmekte olduğunu, yâni tanrısal bir hedefe doğru yol aldığımızı da izleyebiliriz... Yâni son tahlilde, ritmik aktivitelerin (âyinlerin) meleke kesbetmesiyle birlikte, insânî davranışlar ve -aklî- düşünceler kaçınılmaz olmuş, dolayısile, içgüdüsel (hormonal, fizyolojik) dürtüleri -hiç olmazsa zamanında- algılayamaz hâle gelen gelişmiş insanlar da, bu durumlarını, “tabu” denilen yasaklama simgeleriyle herkese teşmil ederek meşrûlaştırmışlardır. Ve böylece de, “artı-değer” dediğimiz birikimi ve yaratımı gerçekleştirmişlerdir. Ama ondan sonra, insanlaşmada geri kalmış -ve hayvânî hazlara bağımlılıktan kurtulamamış- olanlar da hep, “artı-değer”e sâhip olma amacıyla yaşayıp, kitleleri de bu yönde kışkırtarak (heveslendirerek) Kapitalizm denilen ara rejimi icat etmişlerdir. Onun için artık, “artı-değer”i insanlık nâmına kullanması ve yönlendirmesi gereken insanlar, başlangıçta “tabu”ları ihdâs edenler kadar melekeleri güçlü bireyler olmalı, ve de bu işi, biyolojik ardıllarına (genetik vârislerine) devredememelidirler. Ama bunun için de herşeyden önce, bilim, müzik, edebiyat adını verdiğimiz üç temel insanî etkinlik tarzının veya disiplininin, ritm melekesinden kaynaklandığını, bütün normal insanlar açıkça anlamalıdırlar.
Bilim:
Bir defa ritm, bizzat kendisi “zaman” ölçüsü olmakla birlikte, aynı zamanda “tabii sayılar”ın ve bütün “ölçü”lerin de anasıdır. Çünki ritm (sayma) melekesi, ordinal (veya niteliksel) özellikli “tabii sayılar” kümesini oluşturduğu gibi, vurgu aralıklarıyla “zaman ölçüsü” anlamına da gelmektedir. Ayrıca, ritmik yürüyüşler de, sâbit bir “ayak aralığı” uzunluğu oluşturmakla, “uzunluk ölçü birimi”ni yaratmıştır; ki buradan da, “tabii sayılar”ın kardinal (veya niceliksel) özellikleri ortaya çıkmıştır... Kadîm Mısır'daki uzunluk ölçü birimi olan Kude (63,5 cm)'nin, bir ritm saz olan Kudüm'ün vuruşlarıyla uygun (senkronize) yürüyüşlerden istihsal edildiği gâyet açıktır. Ve de istenirse, bu uzunluğa denk gelen ritmi, hem bugünkü Arap ve İspanyol müziklerinin içinden bulup çıkarmak, hem de laboratuar deneyleriyle yeniden keşfetmek mümkündür. Ki bu yapılmalı, ve bulunan ritmin vuruş aralığı (peryodu), bugünkü zaman birimi “saniye”nin yerine ikâme edilmelidir artık... Zira Kadîm Mısır'ın çalışma temposundaki (disiplinindeki) verimliliği, sözkonusu kudüm ritmine bağlamak çok mantıki bir çıkarımdır. Kaldı ki, Türk-Tarikat Sistematiği'nde uygulanan “inisiyasyon” seçiliminin temel kriteri de, “kademli (kıdemli) olmak”, yani doğru düzgün -bir tempoda ve uzunlukta- ritmik adımlar atabilmek veya hareketler yapabilmek anlamını taşımaktaydı... Son tahlilde kolayca anlaşılır ki, yukarıdaki gibi yaratılmış bulunan “zaman” ve “mekân(uzunluk)” ölçülerinden de, diğer bütün ölçüler türetilmiştir. Ve bu şekilde, bütün maddi unsurların -ölçüler vâsıtasıyla- sayılara tekâbül ettirilmesiyle de, “matematiksel mantık” denilen objektif düşünce metodolojisi, ve bilim disiplini tesis edilmiştir... O halde demek ki, matematik ve/veya matematiksel mantık, diğer bütün insânî özellik ve becerilerden daha orijinaldir (kökenseldir); herne kadar tenâsüp, oran (ratio), kavramları ve “geometri” branşı, ve dolayısile de muhtelif sayı çeşitleri, daha sonraları ortaya çıkmış olsa da...
Müzik-Dans:
Ritm melekesinin kazanılması, hem beslenme, çiftleşme tabularının ortaya çıkmasını, hem de amaçsız olarak yapılan ritmik hareketlerin, -sütlerinden, yumurtalarından, meyvelerinden vs. faydalanılan- totem hayvanlara ve bitkilere karşı yapılan şükran âyinlerine (veya ritüellerine) dönüşmesini intaç etmiştir tabii ki... Ve böylece de, ilk bilinç kıvılcımının parlamasıyla birlikte, nedensellik mantığı başgöstermiştir. Bu durumda, yapılan ritmik hareketlerin, monotonluktan (tekdüzelikten) çıkarılarak çeşitlendirildiğini düşünmek gerekir; ki bu çeşitlerin ilki de, ritmin frekansını yarıya indirip (peryodunu iki katına çıkarıp) hareketi yavaşlatmak, veya frekansı iki katına çıkararak (peryodu yarıya indirerek) hareketi hızlandırmak şeklinde olmuş olmalıdır; mecbûren... İşte bu mecbûriyet muvâcehesinde, bütün kasların katlı kuvvetlerle kasılıp gevşemesi yüzünden, gırtlaktaki ses kasları arasından çıkan sesler de, katlı tonlarla -yâni basit bir “gam” teşkil edecek şekilde- melodik hâle gelmiş olmalıdır. Yoksa, insanın taklit edebileceği, katlı tonlu (yani “gam”lı veya melodik) hiçbir ses yoktur doğada... Müziğin dinlerle ve tapınaklarla olan sıkı bağı da, -metafizik îzahlardan sarfınazar- mantıken ancak, böyle bir orijinle açıklanabilmektedir. Ve de bir bakıma, nasıl ki “ölçü”ler vasıtasıyla fizîkî unsurların sayısal kayıtları veya gösterilişleri (representation) yapılmaktaysa, “melodi”lerle veya “gam” dizgeleriyle de, duyguların ses'sel kayıtları veya gösterilişleri yapılmaktadır denilebilir. Çünki bir “gam”, ilk çıktığı anda bile, coşkulu duygu ve hareketlerin (âyin veya ritüellerin) kaydını tiz sesler, dingin duygu ve -ağır- hareketlerin kaydını ise pes sesler olarak gerçekleştirmiştir. Ve daha sonraları da, “söz”lerle, hoş durumların -yarattığı güzel duyguların- çağrışımları yüklenmiştir melodilere... Ama buradan şu nokta da iyi anlaşılmalıdır ki, melodik sesler, ritmik rezonans hâlinde birlikte davranan (âyin yapan) insanların kollektif veya anonim duygularını aksettirmektedir. Yâni insânî duygu denildi mi, bir “birlik rûhu”nun müşterek algısı anlaşılmalıdır; yoksa, -bireysel biyolojik ihtiyaçlara binâen çıkarılan- hayvânî sesler için, “duygu” ve “şarkı” benzetmesi yapılması bile abesle iştigâldir; ve hatta yanılsama ve yanılsatma saçmalığıdır. Ki bu arada, sevgi duygusunun da, anonim bir sevinç hissiyle ilgili olduğu, dolayısile seks (orgazm) hazzı ile invers (ters) etkileşim içinde bulunduğu, yâni birinin şiddetlenmesi hâlinde diğerinin zayıfladığı husûsu da, bilinçli bir hayat yaşamak için iyi anlaşılmalıdır; hem “tabu”ları idrâk edebilmek, hem de “irâde-içgüdü” diyalektik çelişkisini yönetebilmek anlamında... Bunun için antropoloji uzmanı olmaya, veya bir uzmana danışmaya da ihtiyaç yoktur; çünki insanlığın başlangıcı, bugün de hâlâ yaşanmaktadır; muhtelif yerlerde ve şekillerde... Zira insanların ritm melekesi -devamlı olarak- çalışmasa, ne akıp giden bir “zaman” mevhûmu, ne hâfıza, ne de “tarih” diye bir konu kalır ortada... Arzu eden herkes şu deneyi yaparak sözkonusu tersliği veya karşıtlığı anlayabilir: Meselâ “dam-kavalye” olarak yapılan bütün danslarda, taraflardan (veya ortaklardan) biri, -genellikle erkek olanı- partnerine karşı cinsel alâka (güdü) hissettiği anda, aralarındaki ritmik rezonans bozulur; dolayısile de yapılan dansın ritmi ile, müştereken duyulan hoşnutluk ve sevinç duygusu kaybolur. Güzel ve uyumlu bir dans icra edilirken ise -insânî- ortaklar, “cinsel taraf”lar hâline gelmez ve dolayısile de biribirlerinin “cinsel çekim”i altında kalmazlar; ama büyük bir hoşnutluk hissi içinde biribirlerini çok beğenir, sever ve hatta överler. Zâten -genellikle- ergenlik çağındaki flört ilişkilerinde duyulan “aşk” adındaki hisler de, “irâde-içgüdü” çekişmesinin tam ortalarında yaşanan bir dalgalanmanın (veya dansın) verdiği bir nevi sarhoşluk hazzından başka bir şey değildir; ki buna, “aklın gidip gelmesi” de denilebilir... Ayrıca, bir melodiyi ritminden koparmanın veya çıkarmanın da akıl sağlığı ile oynamak demek olduğu iyi anlaşılmalıdır. Zira akıl, ritm melekesinden türemiş olan “sıralama melekesi”nden mütevellid bir “düşünme fonksiyonu”dur. Dolayısile, aklın müşterek mutâbakatlar yaratabilmesi, veya objektif hükümler üretebilmesi için de, -aynen dansta olduğu gibi- beraber düşünen insanlar arasında cinsel ve çıkarsal etkileşim olmaması gerekir... Onun içindir ki, başkalarıyla iletişimimizin koptuğu ve aklımızın iflâs ettiği bazı sıkıntılı hallerimizde, el, ayak veya parmaklarımızla, gayri ihtiyârî olarak tempo tutarız (ritm vururuz); aklımızı -yeniden- başımıza toplamak için... Düşünen bir insan evvelâ kendine şu soruyu sormalıdır: Şâyet “akıl”, nesneleri, olayları anlama, yönetme ve yaratma kaabiliyeti anlamıyla, Tanrı tarafından verildi veya apriori olarak ortaya çıktıysa, o zaman bu “akıl” neden ve hangi amaca hizmeten, insanları -muhtelif zaman ve şekilllerde- ritmik olarak titreştirip duruyor?.. Ve ondan sonra da, bu sorunun cevabının bulunmadığını anlayarak, aklın, “ritm melekesi”nin bir türevi olduğuna kanâat getirmelidir... Bu açık gerçeğe rağmen ne yazıktır ki, özellikle bizim ülkenin -gerzek- şarkıcıları, melodiye bindirilmiş (veya giydirilmiş) seksî sözlerin de etkisinde kalarak, sanki ritmi kullanmak veya kullanmamak aklın ihtiyârında (isteğine bağlı) imişcesine hareket etmekle, “sanat” yaptıklarını zannetmekte; ve böylece de -bilir bilmez- milletin aklî dengesiyle veya moraliyle oynamaktadırlar. Oysa müzik, tapınaklardan çıkıp da halka mâl olunca, onun ritminin “seks”e engel teşkil ettiğini sezen -ve de cinsel açlık içinde bulunan- insanlar, melodilerin üzerine genellikle seksî sözler giydirmişler, ve bu şekilde de “irâde-içgüdü” diyalektik çelişkisinin yönetimi husûsunda güzel bir örnek oluşturmuşlardır. Ama bu çelişkinin “irâde” kanadının temelini teşkil eden “ritm”i bozanlar ise, diyalektik çelişkinin insanı geliştirici dengesini, tenâsübünü ve güzelliğini bozmuş olmakla, hayvanlığa dönüşün yolunu açmışlardır aslında... Kuvvetli tahminim ve inancım odur ki, Atatürk, şarkıcılardaki bu aymazlıktan rahatsız olup, Türk Sanat Müziği'ni, “a-ritmik” ve “de-tone” gördüğü, ve dolayısile de moral bozucu bulduğu için yasaklatmıştır; fevrî -ama haklı- bir kararla... Hem de o zamanlar, usûle (ritmin rakikliğine) çok daha fazla riâyet edildiği halde... Aslında, Türk Sanat Müziği'ndeki ritm (usûl) ve hatta ton bozukluğu, 1950'li, '60'lı, '70'li yıllarda -yoğun olarak- sarhoşlara sunulmaya başlanan “gazino şarkıcılığı” hizmetinden(!) sonra iyice artmıştır. Çünki, sarhoş söylemlerindeki ritm bozukluğu, halkın (çoğunluğun) talebiymiş gibi algılanmıştır şarkıcılarca... Halbuki sarhoşların içine girdiği, şarkı söyleme ve dans etme (göbek atma) eğilimi veya ıstırârı, alkolün etkisiyle bozulan melekelerini düzeltmek veya tedâvî etmek amacına mâtuftur; ve de onlar şarkıcılardan, kendilerine doktorluk yapmalarını istemektedirler aslında... Onun için iyi anlaşılmalıdır ki, eğer bir halkın müziğindeki ritm bozuksa, bozulduysa veya câhilce mülâhazalara istinâden bozuluyorsa, o halkın -melekî rezonanstan mütevellid olan- birlik duygusu (irâdesi) kayboldu veya kayboluyor demektir; aynen bizde olduğu gibi... Büyük kitlelerin bozulması, onları var eden parametrelerdeki çok ufak bir değişikliğin, -günlük hayatımızdaki kısa peryodlara mahkûmiyetimiz nedeniyle- tâkip ve dikkat edemeyeceğimiz uzun süreçler içindeki tesirleriyle gerçekleşir; aynen, yıllık ortalamadaki 1-2 derecelik sıcaklık farkının, koskoca Kutup buzullarını mahvetmesi gibi...
Aslında insanların, gırtlakları vasıtasıyla ürettikleri (yarattıkları) müzik fenomeni, katlı tonlardaki seslerin ritmik aralıklarla çıkarılması gibi çok muhteşem bir olaydır; öyle ki, gırtlaktaki küçük ses kaslarının katlı kuvvetlerle -ritmik olarak- gerilip gevşemesi hareketinin meleke kesbetmesi, herhalde yüzbinlerce yıl sürmüştür. Ama ona rağmen, “gam” melekesi olgunlaşmamış pek çok insan mevcuttur; hâlâ Dünya'da... Öte yandan, yalnızca insanların gerçekleştirebildiği “şarkı” olayı, hayret edilecek bir şekilde, aynen fizikteki “ışınım” olayı gibi “KuantumTeorisi”ne uymaktadır. Zira şarkı (veya müzik) olayında, fizik teorisindeki maddi tanecik yerine “ses tonu”, dalga fenomeninin yerine de “ritm” geçmektedir, sâdece...
Edebiyat-Felsefe:
Hiçbir hayvan, insan kadar çok fazla (çeşitli) ses çıkarmaya gerek duymamış; taklitçi kuşlardan sarfınazar... O halde demek ki, insanın çıkardığı sesler, esas itibâriyle biyolojik ihtiyaç ve amaçlardan kaynaklanmamış... Gerçekten de insanlar, şâyet sert ritmik hareketlerle (dans veya âyinlerle) göğüs kafeslerini bir “tulum” veya körük gibi sıkıştırarak gırtlaklarından -şimendifer istimi misâli- daimi nefes pompalamasalardı; bu kadar çok ve değişik ses çıkarmayı da beceremezlerdi tabii ki... Zira, ciğerlerden ritmik olarak nefes pompalanması (veya körüklenmesi), ağızda da, o nefes impulslarını karşılayacak (frenleyip yönlendirecek) refleksler geliştirmiş olmalı; ki bu sûretle, hem ahlama, ohlama, puflama gibi nidâların tesiriyle avurtlar -yanaklarla- kapanarak akustik bir ağız biçimi oluştursun, hem de dil-damak, dil-diş, diş-dudak, dudak-dudak vs. temaslarıyla harf sesleri ve “hece”lemeler üretilsin... Aslında bu kadar ses, beslenme ve çiftleşme ihtiyaçlarını belirtmek, çağrı yapmak, yardım istemek ve de rakiplere meydan okumak için gereken nidâlardan çok fazlaydı. Ama aynı ritmik hareketlerle (dans veya âyinlerle) insan, mekân algısı, ferâset ve estetik görüş kazanmakla beraber, bir de “tabu” denilen beslenme ve çiftleşme frenlerine veya engellerine sâhip olunca, çevredeki nesneleri, olayları, güzellik fetişlerini, ayıplama-lânetleme (topluluktan dışlama) vs. duygularını adlandırabilmek için, ağızlarından bir solukta çıkardıkları -yalın- sesler yetmedi bile... Ve onun için de, heceleri biribirlerine ekleyerek kelimeler oluşturdular... Fakat ondan sonra da, insanların çıkardıkları sesler (sözler), hayvanlarınki gibi istek ve niyetleri doğrudan bildiren ileti (ajitasyon, irritasyon) vâsıtaları olmaktan çıkıp, nesnelere, olaylara ve duygulara yapıştırılan etiketler, veya onları çağrıştıran işâretler anlamını kazandılar... Bilim, sayma(ritm)-sıralama melekelerinin türevi olan “sayı”larla ve “ölçü”lerle -tüm insanlık nâmına- yapılmakta, ve bütün insanlık tarafından tam kabul görmekteydi. Benzer şekilde Müzik de, doğrudan ritm melekesi ve onun türevi olan bir nevî ölçü (gam) ile yapılmakta, ve tüm insanların gönüllü katılımı sağlanmaktaydı. Ama “söz”ler, ritm melekesinin türevi değil, bir ürünü olduğundan, insanlar arasında doğrudan bir bağ(birlik) sağlayamıyor, ve dolayısile de her insanın subjektivitesine âlet oluyordu; ki bu yüzden de, bir takım lâf canbazları, “her şeyden önce söz vardı” ifâdesini, tarihî devirlerin en ünlü “galat-ı meşhur”u hâline getirip, bilimcileri ve müzisyenleri hor-hakir görebiliyor, gösterebiliyorlardı... Yâni aslında insan Dünya'ya, bir bilimci, müzikçi ve dansçı olarak gelmişti; ama sonradan konuşmayı icât edince saçmalamaya başlamış, ve dolayısile de, bazı peygamber ve filozof denilen edebiyatçı ideologlarca, -zamanın popüler insan formasyonu esas alınarak- “insan”ın, peygamber (hayat yorumcusu) veya işçi (üretici) olarak Dünya'ya geldiği tezleri ortaya atılmıştı. Çünki, tek bir “söz”ün atfedildiği nesne, olay, tahayyülât veya hissiyât, herkes tarafından -“nüans” mesâbesinde de olsa- farklı anlaşılıyor veya, pek çok değişik anlamlara çekilebiliyordu. İşte onun içindir ki, insanlar, sözlerle anlaşabilsinler diye şiir, efsâne, felsefe, tiyatro, hikâye, roman gibi edebiyat disiplinleri icat ettiler. Zira şiir, vezin ve kâfiye kriterleriyle, öteki türler de, ahlâkî, bediî mizansen veya senaryo kalıpları, ve de Aristo Mantığı ile, -görgü kuralları, darbımeseller, deyimler ve metaforlar üretip- bir anlayış disiplini sağlayarak insanları terbiye ediyor, ve onları fikir birliğine vardırıyordu; zaman zaman ve kısmen de olsa... Ki sonradan, bir nevi “beyin yıkama” usûlü olan -gayri ilmî- konferanslar da, aynı gâyeye hizmet ettiler; ve ediyorlar... Böylece insanlar, zaman zaman büyük birlikler oluşturdular ama, aynı zamanda kitlesel karşıtlıklar yaratarak müzmin ve yaygın savaşlara da sebebiyet verdiler. Hele ki, ağızlarından çıkan ilk heceleri, farklı nesne, olay ve hislere atfetmiş olan topluluklar arasında meydana gelen “dil” farklılıkları yüzünden, biribirlerine yapmadıkları kalmadı; mesela, kendi dilini öğreten bir -dominant- halkın, öğrenen halkları meşrû (veya demokratik) bir şekilde köleleştirmesi gibi... Yâni son tahlilde, edebi sanatlar ve felsefî mugâlâtalar olmasaydı, toplumsal hayat da, toplumlar da olmazdı denilebilir. Zira sâdece sözlerle, insanların anlaşabilmesine imkân yoktu; yoktur. Yâni ciddi bir konuda, konuşarak anlaşmaya çalışan iki kişi, -en azından- ritmik beden (el, kol, baş vs.) hareketleri yâni birtakım jestler yapmadan anlaşamaz, veya biribirlerini iknâ edemezler. Ancak -ne sebeple olursa olsun- kendinden emin olan ve canlı ritmik jestler yapabilenlerdir ki, muhâtabını ritmik rezonansa sokarak iknâ edebilir. Meselâ, büyük mal (veya hayvan) alışverişlerinde, pazarlıkların -üçüncü bir kişinin de katalizörlüğünde- sert ritmik el sıkışmalarıyla sonuçlandırılması veya karara bağlanması da, anlamsız (veya protokoler) değildir aslında... Çünki büyük malların -serbest- alışverişlerinde daima, spekülâtif kazançlar (ve kayıplar) sözkonusu olduğundan, alıcının da satıcının da iknâ edilebilmesi ve “gönül rızâsı”na varabilmelerinin sağlanabilmesi için, onların ritmik rezonans hâline sokulmaları şart olmaktadır... Yâni “üst-yapı”da, veya fikrî plâtformda, kuruluş heyecanı geçmemiş devletlerin sponsorluğunda bir lâfzî anlaşma ve birlik sağlansa da, “alt-yapı”da veya insanlar arasındaki -maddi- alışveriş ilişkilerinde dâimâ, toplumun sosyal “üst-yapı”sındaki birliği bozan bir süreç işler... Çünki lâfzî (sözlü) iletişim, kelimelerin veya metaforların, insanların subjektif pozisyonlarına göre farklı anlamlar kazanması yüzünden, kurnazlığa, aldatma etkinliklerine çok müsait bir zemin teşkil eder. Şöyle ki: Bir kurnaz aktivist, muhâtabının, kullanılan kelime ve metaforlardan ne anladığını sezdiği an, lâfı onun ağzından alıp, rakibinin, mutâbık olmayı kanıksayarak dikkatini dağıtacağı bir noktaya kadar sözü dolaştırdıktan sonra, esas merâmını (amacını) sokuşturur lâfların arasına... Üstelik bir de, sözlerini, ritmik jestlerle destekledi mi, o zaman, hemfikir olmamak âdeta imkânsız hâle gelir. Onun içindir ki, lâfazan insanlar (özellikle de politikacılar), sözlerinin kesilmesinden hiç hoşlanmazlar; yaptıkları büyünün (veya illüzyonun) bozulmaması için... Ayrıca, sözlerin kaydı demek olan “yazı”nın da, -insanları aldatma anlamındaki- pek çok fal ve büyü etkinliğine vesile ve vâsıta teşkil ettiği unutulmamalıdır... Halbuki, matematiksel mantıkla düşünen insanlar arasında, metod'dan sapma gösteren birini ânında uyarmak, hem bir hak, hem de görevdir; bütün katılımcılar açısından... Onun için eğer bir konuda, objektif (bilimsel) bir görüş ve çözüme ulaşılmak isteniyorsa, lâfzî diyalogların -bir yerden sonra- mugâlâtalardan arındırılarak, “ölçü” ve “sayı”lara oturtuluncaya kadar soyutlanması gerekir. Ki nitekim biz de, “insan” konusunda bunu yaptık; yani insanların, daha çocukluklarından itibâren, ritm melekelerinin hassasiyetine (rakikliğine) göre -objektif olarak- ölçülüp değerlendirilebileceğini ortaya koyduk. Dolayısile de, sayma(ritm) ve sıralama melekeleri sıhhatli olmayan insanların, bütün karar mercilerinden (hem toplum, hem de “artı-değer” yönetimlerinden) uzak tutulmaları gereğini meydana çıkardık... Tabii bu, bütün müzisyenlerin seçkin insanlar olduğunu ifade etmez. Çünki müzisyenlerin, şarkıcıların çoğu, ritm melekesini çalıştırma ıstırârında olan, yani kendilerini diriltmek veya tedâvi etmek için uğraşan insanlardır; ve ondan dolayı -ve de para getirdiği için- hoşlanırlar müzikten veya şarkıcılıktan... Mesela -genellikle- kadınların daha konuşkan ve oynak (şarkıya ve dansa hevesli) olmaları, onların peryodik olarak değişen hormonal (fizyolojik) yapılarından kaynaklandığı, yani insânî dengelerini ve irâdelerini güçlendirmek için bunu yaptıkları gâyet açıktır... Müzisyenlerin, özellikle de kompozitörlerin arasında, her konuda yaratıcı olabilecek dâhiler çok çıkmıştır ve çıkmaktadır; ama her müzik heveslisi de, sağlıklı bir insan değildir tabii ki... Aslında, melekeleri güçlü insanlar, eskilerin “oturaklı” dedikleri cinsten olanlardır; yani oturdukları yerde, “içe bakış” hâlinde, bir bilgisayar gibi sayma-sıralama melekelerini çalıştırabilen, veya meditasyon yapabilen insanlardır... İşte biz de, “insan”ın ölçülebilir bir fenomen olarak -bilimsel- tarifini yapmakla, insanların içlerine dönerek kendilerini (özlerini) aramalarını ve tanımalarını, ve böylece de, en iyi “kendini bilen”lerin -bir panteist ortamda- su yüzüne çıkmalarını (veya seçilime uğramalarını) sağlamaya çalışıyoruz. Ki bu arada da, çok konuşarak etkili olmaya ve kendini empoze etmeye çalışan gerzeklerin foyaları dökülsün...
Anti-Kapitalizm'in Esasları:
Kapitalizm, yanlış ve zararlı bir ideolojik düzen olduğu, ve de insanlığı felâkete doğru götürdüğü -ilmen- açıkça görüldüğü halde, onu ebedî (hatta tanrısal) bir rejimmiş gibi algılamamızın sebebi nedir acaba?... Bu kadar benimsendiğine göre mutlaka, insanlığın en eski tarihî kabullerine (paradigmalarına) bir sarmaşık gibi yapışmış ve sarılmış olmalı bu ideoloji... Evet gerçekten de bu zehirli sarmaşık, hem dinlerin “sıradışı varlık” anlamındaki “tanrı” kavramına, hem Sümerlerden kalma “7 gün”lük “hafta” peryoduna, hem de “1 gün”lük zaman peryodunun Sümerlerin kutsal sayılarına bölünmesiyle elde edilmiş a-ritmik zaman birimine (saniye'ye) sıkı sıkıya sarılarak hayatını idâme ettirebilmektedir. O halde demek ki, bu -zararlı hâle gelmiş- paradigmalar değiştirildiği an Kapitalizm'in işi bitiktir... Yâni Kapitalizm'den kurtulmak için ihtilâl mihtilâl gerekmez; hatta, aç ve yoksul insanları ayaklandırarak -onların- kıyımlarına sebep olmak, bir nevi Kapitalist ajanlığıdır... Kapitalizm'i, istismar araçlarını elinden alıp, manevra alanını daraltarak boğmak, akıllı insanların (seçkin veya inisiye bireylerin) işidir. Yâni kapitalistleri, “ben -gizlice- hayvanlık yapabilmek için kapital sâhibi olmak istiyorum” deme raddesine getirebilmek, Aristo Mantığı'nı aşmış, ve “meditasyon” yapabilir hâle gelmiş gerçek entellektüellerin harcıdır ancak...
1) Mitolojiden Kurtulmak: Sıradışı Varlık kavramı, matematiksel mantığa göre, evrensel bazda, yâni sonsuz boyutlardaki kümeler içinde sözkonusu olamaz; Russell Paradox'tan dolayı... O halde bir “mit”ik tanrı tasavvur ediliyorsa bu, sonsuza veya transandantal bir limit noktasına kadar şuurlanacak bir “insanlık” adına düşünülemez. Sâdece bir zaman aralığında geçerli, ve de kısıtlı bir halklar topluluğuna şâmil bir tanrı olur bu... Ve işte bu yüzden de, bir “tanrı” mitine inanan ve tapınan insanlar, mutlaka bölünürler ve de birbirlerini yerler... Diğer yandan, düşünen, kendini bilen ve yaratan bir birey için de, hayatın hiçbir anlamı olamaz; şâyet insanlık, ucu açık bir bilinçlenme süreci değilse... Ki nitekim, “evrensel diyalektik siklus” formülü de, bu sürecin ucunun açık olduğunu göstermektedir; bir “canlı”nın, fizikteki “madde”nin karakteristik özelliği olan “atâlet prensibi” ile “entropinin artışı prensibi”ni inkâr (negasyon) etmesi, “insan”ın da, “canlı”nın “beslenme” ve “üreme” karakteristiklerini -tabu'larıyla- negasyon etmesi dolayısile... Yâni maddenin “anti-tez”i canlı, canlının “anti-tez”i de insan olmaktadır; tüm fizîkî âlemi bilinçlendireceği (ve canlandıracağı), transandantal bir sentez aşamaya kadar... Kaldı ki aklını bile, ritmik davranışlarla kendisinin yaratmış olduğunu bilen bir “insan” için, “kendi dışındaki bir tanrı tarafından -bir süreliğine eğlenmek üzere- bir oyuncak gibi, belli (sâbit) bir formatta yaratılmış olmak” fikri, kabul ve hazmedilebilir bir şey değildir. Herne kadar, böyle bir -çocukça- fikri kabul ettirebilmek için, ebedî bir “öbür dünya” vaad edilmiş olsa da... Zira böyle bir vaad de, akıl bâliğ insanlar için “özrü -veya telâfî mükâfaatı- kabahatinden büyük” anlamına gelmektedir; “öbür dünya”da veya “cennet”te, sonsuza kadar hayvânî (içgüdüsel) zevklere gark olarak yaşanacağı teması işlendiğinden, yani bir bakıma “hayvanlar cenneti” vaad edildiğinden dolayı... Yâni insanlara, “sen Dünya'da, Tanrı'nın oyuncağı olarak, O'nun formatlarına uygun yaşamaya katlan da, Tanrı da seni öbür dünya'da hayvânî hazlarla ödüllendirsin” denilmekle, aslında imrenilmesi ve amaçlanması gerekenin hayvanlık olduğu îmâ edilmektedir... Onun için gâyet açık ki, dinlerin vaaz ettiği “hayat” ve “öbür dünya” kavramları, aklen gelişmemiş ve hayvânî insiyakların tesirinden kurtulmaya muktedir olamamış insanları (çoğunluğu) aldatmak, ve de onları -bir sürü hâlinde- kapitalistlerin güdümüne sokmak için uydurulmuş konseptlerdir... Peki bu mit'ik “tanrı” -nâmına peygamberler-, neden Cennet'te yemek, içmek, seks yapmak gibi hayvânî etkinlik ve hazların çok bol ve kolay elde edilebilir olacağını vaad ediyorlar?.. İnsanlaşma sürecinde ortaya çıkmış bulunan “tabu”sal frenler (engeller) dolayısile, Dünya'da hayvânî hazların pahalılaşması yüzünden!... Zira içkili, lezzetli bir yemek ile, bol fetişli ve “uyaran”lı bir cinsel ilişki, bir de -ahlâkî baskılardan ötürü- gizli yapılması gerektiğinde, bayağı pahalı; ve hatta sâdece kapitalistlerin kârı... Demek ki kapitalistler “tanrı”nın sevgili (seçkin) kulları... O halde “tanrı”ya tapınarak -öbür dünya için- yaranmaya çalışmakla birlikte, bu Dünya'da hayvânî nimetlerden yararlanmak için de, kapitalistlerin gözüne girilmeli... İşte dinsel öğreti bu!.. Yâni kapitalist ortağı bir mit'ik tanrı vasıtasıyla, insanlığın oluşumunun ve gelişiminin tam ters yönünü işâret ediyor, bu öğreti... Halbuki insânî mârifet ve gelişme, beslenme ve çiftleşme gibi içgüdüsel (hayvânî) ihtiyaçları hakir görüp göstererek, fuhuş (aşırı seks) ve oburluğu (gırtlak düşkünlüğünü) aşağılayıp ayıplayarak -her bakımdan- ucuzlatmak probleminde düğümleniyor; mitolojik “tanrı” kavramlarının, “tek tanrı” diye lânse edilen sonuncularından da kurtulmak üzere...
2) Zaman Ölçü Birimi “Saniye”yi Ritmik Boyutlara Çekmek: Sümer, kastî işbölümü düzenine göre kurulmuş bir uygarlıktı. Onun için de kast mensupları, uzmanlaştıkları (veya şartlı refleksler geliştirmiş oldukları) konularda -ehlî hayvanlar gibi- rutin bir çalışma düzenine girip, öngörülen miktarlarda iş çıkarmak durumundaydılar. Dolayısile o “üretim tarzı”na göre, zaman kavramı ve ölçüsü, “peryod” olarak bir anlam taşıyordu; ki bunun için de, bir güneş saatinin bölümleri ihtiyaca cevap veriyordu... İşte bu “zaman” -ve birimi- anlayışı, hem köleci (ve feodal) toplumların, hem de Kapitalizm'in işine çok yaradığı için, binlerce yıl değiştirilemediği gibi, üstelik Sümerlerin 12, 60 gibi kutsal sayılarının günümüze kadar taşınmasına da sebep oldu... Ve onun için de, hem -Mısır'ın 10 tabanlı sayı sistemini kullandığımız halde- bugünki saatlerimizin taksîmâtı bu sayılara göre düzenlendi, hem de kullandığımız zaman ölçü birimi (saniye), “gün”lük peryodun önce 24'e, sonra da iki defa 60'a bölünmesiyle elde edilen, “a-ritmik” bir zaman aralığı olarak yerleşti ve kanıksandı... Ancak, son zamanlarda da anlaşıldı ki, topluca çalışılan sanayi merkezlerinde ritmik müzik çalındı mı, çalışma akortu ve temposu optimum noktalara (değerlere) ulaşıyor ve de verimliliği arttırıyordu. Ama buna rağmen, yâni bir ritmin içinde yüzdükleri halde, insanlar yine de saate bakmadan, zamanın ne kadar geçtiğini anlayamıyorlardı; saniyenin a-ritmik olmasından dolayı, mevcut saatlerle senkronize olamamaktan ötürü... Halbuki, eski Mısır fresklerindeki insan hareketliliğinden anlaşıldığına göre, o kadîm zamanlarda bile insanlar, ritmik davranışlarla çalışmayı bir usûl ve/veya âdet hâline getirmişlerdi. Ve büyük ihtimalle, o devâsâ piramitleri de, davullar (belki de kudümler) vâsıtasıyla vurulan uygun bir çalışma ritminin sağladığı verimlilikle inşâ etmişlerdi. Ki bu da, Mısırlıların, akıp giden bir zaman algısının (ve mevhûmunun), insanların -ritm melekesinden mütevellid- bir eseri (kreasyonu) olduğunu bildiklerini göstermekteydi... O halde artık bugünki insanlar da, akıp giden bir zaman hissini diri tutmak, ve yaşam etkinliklerini, muayyen bir ritme uyar hâle getirmek üzere, ritmik bir zaman birimi tespit etmek, ve de saatlerini buna göre -yeniden- âyarlamak durumundadırlar. Ki bu ritm, kadîm Mısır'ın -iyi neticeler verdiği denenmiş- çalışma ritmi de olabilir herhalde... Sessel ve görsel olarak , ritmik “saniye” efektleri verecek olan bir saat, hem insanların “akıp giden zaman” duygusunu (algısını) daima tazeleyerek, onları şevkle yaşamak husûsunda motive edecek, hem de aralarında akort (uyum) sağlayacaktır; kendilerini ritmik rezonans hâline sokarak... Ve böylece de, halklar arasındaki dil ve kültür farklarının törpülenmesiyle birlikte, hem iş verimliliğinin ve yaratıcılığın artması sağlanacak, hem de, kapitalistlerin spekülâtif kazanç ve savaşlarla nemâlanması engellenmiş olacaktır; son tahlilde...
3) Hafta” Peryodunu “5 gün”e İndirmek: Sümerlerin “tanrı-kral”ları, her kast, kendine mahsus âdetler çıkarmasın diye, insanların -o zamanki- yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamak üzere yapmaları gereken işleri 7 kalemde toplamışlar; şu gün çamaşır yıkanacak, şu gün cinsel temas yapılacak, şu gün istirahat edilecek filân gibilerinden... İşte bu yüzden de, yedi günlük bir “hafta” peryodu (döngüsü) ortaya çıkmış... O zamanlar için, prodüktif bir düzenlemeymiş bu; herhalde... Ama bugün yapılan bütün istatistikler gösteriyor ki, bir işyerinde çalışan insanların verimliliği, haftanın ilk üç gününde gâyet yüksek, ama son iki iş gününde verimlilik trendi uçurum gibi düşüyor... Üstelik, bu son iki iş gününde insanlar, hayatlarından bezdikleri için, tatil (veya serbest) günlerini de, içki ve fuhuşla dağıtarak geçiriyorlar; ve dolayısile de kendilerini geliştiremiyor, yaratıcılık yapamıyorlar... Demek ki çalışan çoğunluk için, perşembe ve cuma günleri (bazı ülkelerde biraz farklı günler), gerginleşme ve hastalanma, cumartesi, pazar da, dağıtma veya -çalışma hayatını unutmak için- kendinden geçme günleri... Yani son iki iş gününde, hem çalışanların toplam “artı-değer”e yaptıkları katkı miktarı düşüyor, hem de aynı insanlar, hastalanmak sûretiyle (tedâvi masrafları vs. ile) “artı-değer”den yemiş oluyorlar; ve üstelik, tatil günlerinde de rahatlayamıyorlar... Peki o zaman, bu 7 günlük “hafta” döngüsü, kimlerin işine yarıyor?... Sâdece, spekülâtif kazanç peşinde koşan kapitalistlerin!... O halde demek ki, “hafta” döngüsü 5 güne indirildiğinde, önce iş verimliliği en üst düzeye ulaşacak, sonra da insanlar, sık -ve bezginlik hâline düşmeden- gelen serbest günlerinde, kendilerini geliştirmeye, ve yaratıcılık, kâşiflik yapmaya daha temâyüllü olacaklardır. Ve bu durum da, toplam “artı-değer”i olağanüstü arttıracaktır... Kaldı ki, kapitalistlerin “spekülâsyon” sahaları da daralacağından, enflâsyon canavarı (!) sıkı sıkıya kontrol altına alınmış olacaktır... İnsanlığın yarattığı ve ürettiği toplam “artı-değer”in, Kapitalist denilen -hayvanlaşma ve “Kıyâmet” yanlısı- gözü dönmüş insanlara bölüştürülmesi uğruna “artı-değer”i büyütmekten vazgeçmek, mâzereti bulunmayan büyük bir insanlık suçudur aslında... Zira kapitalistlerin hepsi, “allâme-i cihan” ve dürüst müteşebbisler olsalar dahi, 7 günlük haftanın insanlığa kaybettirdiği “artı-değer”i telâfi edemezler... Kaldı ki, kapitalistler ne kadar direnseler de, komünikasyon araçlarının gelişip hızlanması, ve de rutin işlerin tamamen robotlara devredilmesi sürecinde, -aynı zamanda- iş ve tatil günü ayrımı da anlamsızlaşacağından, “hafta” döngüsünün hepten lüzumsuzlaşacağı gâyet açıktır...
Birleşmiş Milletler (UN), Neye Yarar; veya Yarayabilir?!..
Birleşmiş Milletler'in yaptığı iş, “havanda su dövmek”ten başka bir şey değil aslında... Mesela insan'ın tanımını yapmadan, bir insâniyet (bilinçlenme) yolu veya rotası çizmeden, “insan hakları” üzerine ahkâm kesmek, tam bir mugâlâta örneği... Nitekim, kurulduğundan beri bu teşkilât, patronaj (patronluk) rekâbeti ve çekişmesi (ABD-SSCB) içinde, -bir türlü- “birleşememiş milletler” topluluğu görünümü arzediyor... Şimdilerde ise, ABD'nin patronajında, Kapitalizm denilen ideolojinin gölgesi veya karartması altında çalışıp, bu ideolojinin yönlendirmesiyle “dostlar alışverişte görsün” kabîlinden müşterek kararlar alıyor; sırf milletlerin birleşebildiği (anlaşabildiği) görüntüsü vermek için... Halbuki, Kapitalist güdüm altında milletlerin birleşebilmesi mümkün değil; zira kapitalistler, milletlerin birleşmemesinden kazanç sağlıyorlar... Onun için de, son tahlilde “havanda su dövmek” anlamına gelen, diplomatik bir mugâlâta usûlü ve retorik çıkıyor ortaya... Oysa milletlerin (halkların) birleştirilebilmesi için, herşeyden önce Birleşmiş Milletler teşkilâtının, bilim dilinde ve disiplininde birleşmesi lâzım... Mesela BM, “bütün insanlar inanç özgürlüğüne sâhiptir; herkes istediği -gibi tanımladığı- tanrıya inanmakta ve tapınmakta serbesttir” diyor mealen... Ama şu bilimsel uyarıyı yapmıyor, veya yapmaktan imtinâ ediyor: Bütün insanlığa ve mevcûdâta şâmil -sıradışı varlık anlamında- bir “tek tanrı” mit'ine inanmak, paradoksal bir kabûldür; yâni akıl dışıdır... Halbuki bütün dinsel husûmetler ve savaşlar, hep bu “tek tanrı” inancı ve kabûlü dolayısile ortaya çıkmış ve çıkıyor. Zira bütün dinsel zorbalıklar, “tek tanrı”yı yanlış tanıyor ve tanıtıyor savına istinâden, o “tek tanrı” nâmına hasmı cezalandırmak için yapılıyor... Bu akıl dışı kargaşa, tüm insanlığa ve mevcûdâta şâmil bir “tek tanrı” mit'i kabûlünün, -matematiksel mantık'taki sonsuz kümelerde, bir “sıradışı eleman” kabûl etmekle ortaya çıkan Russell Paradox gibi- bir çıkmaza yol açmasından kaynaklanıyor... Bu durumda BM teşkilâtı, bilimin sözcülüğünü yaparak, “bütün dinlerin tanrıları, kendilerine hastır (özeldir), ve hepsi de aynı derecede saygındır” dese, diyebilse, bütün dinsel çekişmeler hâl yoluna girecektir. Zira herşeyden önce -megaloman karakterli- aydınlar, dinlerinin (ve peygamberlerinin), kendine has (yöresel ve kavimsel) mütevâzi “tanrı”lara sâhip olduğunu anlayınca, dinlerden de, dindarlardan da ellerini eteklerini (yani desteklerini) çekeceklerdir. Ve “tek tanrı”sal argüman (yön, delil) arayacak olanlar da, matematiksel mantık'ın sonsuz kümelerindeki transandant (aşkın) limit noktalarının (elemanlarının) târifiyle benzerlik kuracaklar, dolayısile de, insanlığın liyâkatli (kademli) lider seçilimleriyle düzgün, doğru bir tempo ve rotada ilerlemesini gözeteceklerdir. Ki bu şekilde de, tüm insanlığa şâmil -ekstra ordiner varlık (veya mit) anlamındaki- bir “tek tanrı”nın imkânsızlığı ile birlikte, tek “tanrısal yol”un mümkînâtını bütün insanlar giderek anlayacaklardır...
Diğer taraftan meselâ, münâsip bir ülkenin (farazâ Rusya veya Çin'in) delegesi çıksa da, Genel Kurul'a hitâben, “beyler, şu 7 günlük hafta peryodu artık insanlığa pek bol (hantal) geliyor, gelin şunu 5 güne indirelim de, insânî yaşamdaki verimliliği ve kaliteyi arttıralım” dese, kâhir ekseriyetle destek almaz mı?!..
Ayrıca diğer bazı uygun ülkelerin (mesela Mısır veya Fransa'nın) delegeleri çıksa da, Genel Kurul'a dese ki, “beyler kullandığımız anti-ritmik zaman birimi (saniye), insanlığa faydadan çok zarar vermektedir, gelin bunu, kadîm Mısır'daki gibi ritmik boyutlara çekelim de, insânî yaşamın verimliliğini arttıralım. Ve bununla birlikte, 0-Meridyen'i de, Büyük Piramit (Khufu, Keops) üzerinden geçirelim; zira bunun, öteki yarım çemberi, Pasifik Okyanusu'nun –civarında yerleşim bulunmayan- tam ortasından geçtiği için, günler arasında bâriz (ayırt edici) bir boşluk bırakmış oluruz”... Bu teklife de karşı çıkabilecek -devlet adını kullanan kapitalist çetelerden sarfınazar- hangi ülke (millet) olabilir ki?!...
Kaldı ki en sonunda, halklar arasındaki dinsel ihtilâf ve çatışmaları önleyerek insanlığı yoğunlaştırıp (insanları biribirlerine yaklaştırıp), yaşam temposunu hızlandıracak, dolayısile de insan kalitesinin ve doğumların (total popülâsyonun) kontrolunu zorunlu kılacak olan böyle -bilimsel- karar tasarılarının, Güvenlik Konseyi'nde hangi ülkeler tarafından ve ne yüzle (veya gerekçeyle) veto edileceğinin görülmesi bile, bir ibret (ve bilinçlenme) tablosu çıkaracaktır ortaya... Zira böyle bir plânlı değişimi ve disiplini bile gerçekleştiremeyen Birleşmiş Milletler'in, Kapitalizm'in ekonomik büyüme (ve popülâsyon artışı) politikalarının insanlığı sürüklemekte olduğu “katastrof”a çâre bulabileceğini sanarak beklemek, aşırı safdillik ve hatta ahmaklık olacaktır...
Bu Tebliğ, Tarihî Devirleri Kapatacak Olan Entelektüel Kalkışmanın İşâret Fişeğidir... Nizâm-ı Âlem tesisi için sâfiyâne ceht göstermiş olan “tevhid”ci fâtihlerin torunlarının başına, süper düzenbaz (yalancı) dinciler oturtulduğunda, onlar da Evrensel İnsâniyet Düzeni'ni keşfettiler; tam zamanında senteze ulaşan, uzun bir araştırma süreci sonucunda... Bu böyle bilinip, patronları dururken, “sâhibinin düzenbazı” iktidarı eleştirmek -ve hatta hicvetmek- gibi bir soytarılığa tenezzül edilmeye!..
Ali Ergin Güran: 29/09/12