Din ve Kapitalizm İdeolojilerinin Meş'um Dogması “Kıyâmet”, Kimlerin Sonu Olacak Acaba?...
İnsanlık, zihniyet olarak, biribirine zıt iki -temel- kategoriye ayrılmaktadır; Kıyâmet inancı taşıyanlarla taşımayanlar şeklinde... Dogmatik dindarlarla, vurguncu ve “büyüme”ci kapitalistler birinci, bilimciler de ikinci kategoriye girmektedirler... Ölçü denilen araçları icat etmemizi ve sayı denilen soyut (sanal) kavramları yaratmamızı sağlayan “ritm melekesi” ve -buna müstenit- bilim disiplini, içgüdüsel ihtiyaçlarımızı karşılamak gibi bir amaç uğruna ortaya çıkmamıştır. Bilâkis, beslenme ve üreme gibi içgüdüsel etkinliklerden çekinmek ve imtinâ etmek (tabular yaratmak) sûretiyle meydana çıkmıştır. Yâni, canlılığı inkâr etmek, ve dolayısile de ölümsüzlüğe (tanrılığa) aday olmak eğiliminin disiplinidir bilim; ki onun için de insanlaşma ve/veya şuurlanma disiplini anlamına gelmektedir aynı zamanda... Demek ki bilimle uğraşan ve/veya bilimsel düşünceye sahip olan birinin, “kıyâmet” gibi bir kavramı üretmesi ve ortaya atması mümkün değildir. Zira bilimci, insanlaşmayla başlayan bilinçlenmenin, tanrılaşmaya kadar süreceğini, dolayısile de, “kıyâmet” gibi bir “fizik-metafizik” kırılmasının mümkün olamayacağını bilir; matematiksel mantığa göre, Kâinat'ın -küre yüzeyi gibi- sınırsız bir bütün olduğunu (olabileceğini), ve bunun da ancak, Kâinat'ı fetheden insanlığın, onu dönüştürebilecek tanrısal bilince ulaştığında değişebileceğini (değiştirilebileceğini), bunun aksi bir düşünceyle, çift mantık, çift bilinç, ve dolayısile çift “tanrısal yol (tekâmül yolu)” ikilemi gibi bir mantıksızlığa -veya “şirk”e- düşüleceğini bildiğinden... Ama kadîm uygarlıklardaki “tanrı-kral”ların, ilâhî buyruklara karşı gelindiği sebebine bağlayarak, ibretlik misal olarak anlattıkları kıtlık, deprem, volkan patlaması gibi tarihî felâketlerin genellenmesiyle ortaya çıktığı düşünülebilir “kıyâmet” kavramının... Aynen, büyük sel felâketlerinden genellenerek uydurulmuş “Tûfan” efsânesi gibi... Ki ondan sonra da, rivâyetlerle, insanları îmâl etmiş (ve oynamaktan bıktığında da onları yok edecek) bir “tanrı” kişiliği (mitosu) kurgulayan peygamberlere kadar gelmiş olmalıdır aynı kavram... Yâni son tahlilde, kaadir-i mutlak (hiçbir disipline tâbi olmayan, başınabuyruk) bir yönetici karakteri ile, böyle bir yönetime itaate mecbur olanların, sorumsuzluk ve çaresizlikle ma'lûl zihniyetlerinin ürünüdür “kıyâmet” kavramı... Hele ki, muhtelif “tanrı” mitoslarına karşı (veya atfen) gerçekleştirilen ihtiram seremonilerinin, “bilinçlenme disiplini”nden sayılamayacağı, ancak “otoriteye itaat etmekte birleşme”ye yaradığı da düşünüldüğünde, daha iyi anlaşılır bu sorumsuzluk... Çünki, “bilinçlenme süreci” anlamındaki insanlıktan, ve bu sürecin îcâbı olan insânî disiplinlerden nasîbini -gereği kadar- almamış sorumsuz insanların (ve kurguladıkları tanrılarının), hayatı bir oyun gibi görmeleri, ve dolayısile de bu oyuna bir “son” öngörmeleri gâyet normaldir... Ama işte bu kavram yüzünden de, insanlardaki ölümsüzlük hissinin ve idealinin tatmini, hem “sonsuza kadar hayvânî (içgüdüsel) arzuların karşılanması” anlamına indirgenmiş, hem de bunun tahakkuku, fizikötesi bir muhayyel âleme (yani ilmen imkânsızlığa) havâle edilmiştir; hayvanımsıların kandırılarak iyi güdülebilmeleri, ve de -îcâbında- şevkle savaştırılabilmeleri için... İşte bundan dolayıdır ki (yok hükmünde sayılması gereken) bu kavram bugün, kapitalistlerin “üreyerek, tüketerek, büyüme” ekonomisinin -yani son tahlilde, insanlığın varoluşuna (“anti-canlı” veya “tabusal” karakterine) zıt bir şekilde, beslenme ve üremeyi teşvik yönünde yapılan yatırımların- fikrî “üst-yapı”sı olarak, dindarlarca daha büyük bir tutkuyla yaşatılmaktadır. Yâni bir bakıma kapitalistler fiilen, dindarlar da fikren “kıyamet” için çalışmaktadırlar; insanlığın mahvedilmesi (veya yok edilmesi) uğruna... Başka bir deyişle, kapitalizmin -bünyesel- katastrofik krizleri, yaygın zihniyetteki “kıyamet” inancı vâsıtasıyla tolere edilmekte, veya ekonomi jargonuyla ifâde etmek gerekirse, satın alınmaktadır; körü körüne “kıyamet” şartlarını hazırlayarak... Ki bu yüzden, “intihar bombacılığı” da dahil olmak üzere, türlü “katliamcılık” şekillerinde tezâhür eden bir nihilist zihniyet, dinsel sâiklerle, 19.Yüzyıl'dakinden çok daha yaygın ve güçlü olarak hortlamaktadır. Ve dolayısile, çoğunluğun bu husustaki zımnî ittifâkıyla da, demokratik(!) olarak Kıyâmet'e sürüklenmektedir insanlık; âdeta, sayıları artınca insiyâkî olarak -uçurumlara atlamak sûretiyle- intihar eden kutup fareleriymişlercesine... Halbuki “mit”ik bir “tek tanrı”nın, sâdece bir kısım insanın -ve de sonlu bir zaman aralığında- tanrısı olabileceği anlaşıldığında, dincilerin kurguladıkları “kıyâmet”in aslında, kendilerinin kıyâmeti (yani dinlerin sonu) anlamına geleceği gâyet açıktır. Ama bunun için de, insanla başlayan bilinçlenme (kendini farketme ve geliştirme) sürecinin, -milletler arası (veya üstü) işbirliği hâlinde, bir ilmî “doğum kontrolu” programıyla geliştirilerek- evvelâ “eksik” ve “geri”lerin doğumlarını önler hâle getirilmesi gerekmektedir. Çünki bu süreç, fikrî plâtformda, “ene el Hak” diyenlerle, “Hak Semâ'da” diyenler arasında eskiden beri -şiddetle- yaşanmış bir mücâdele süreci olduğundan, “tek tanrı”yı gökyüzüne gönderip O'nun nâmına hüküm süren gericilerin elini zayıflatmak için, herşeyden önce onların dayandıkları “gerzek” nüfusunu azaltmak gerekmektedir. Zira insanlar nâhak yere, ve bazen de hiç yüzünden (bir ajitasyona kapılarak) öldürüyor ve intihar ediyorlarsa, o zaman bir “fuzûlî doğumlar” sorunu var demektir... Ama bu arada, “kıyamet” dogmasının ana kaynaklarından olan Ortadoğu mahreçli dinleri de, bilimsel olarak analiz edip, gerçek anlamlarını ve önemlerini ortaya koymak lâzımdır... Çünki, “tanrı-kral”lardan sonra, onları tashîhen ortaya çıkan peygamberler, tarihî -gerekli- şahsiyetlerdir belki ama, insanlığın bütün geleceğine ipotek koyabilecek bir “tanrısal zirve”yi de temsil edemezler herhalde... Zira onların ne “metafor”ları yeterdi, böyle bir tarihî pozisyona kurulabilmeleri için, ne de bilimsel enstrümanları ve vizyonları elverirdi... Kaldı ki, peygamberlerin kurguladıkları “Tanrı”nın kendisi bile, o zamanki insanların ifâde imkânları ve donanımlarıyla, insanlığın tüm geleceğini ipotek altına almaya yarayacak bir metni veya teoriyi ortaya koyamazdı; ve onun için de, insanlara vermek istediği her mesajı, onların -almaya- hazır oldukları zamanlarda vermeyi yeğlerdi... Mesela peygamberler, gördükleri hayâletleri tele-vizyon sandıkları için tanrılara özel, bir başka mekân (metafizik alan) kurgulamışlarken, bugünki insanlar, gerçek televizyonu olanaklı kılmışlardır. Ve bu şekilde de, hem makro ve mikro kozmosların derinliklerine kadar gözlem yapabilir hâle gelmişler, hem de icat ettikleri türlü ölçülerle bütün mevcûdâtın matematiksel reprezentasyonunu yaparak, kâğıt (veya ekran) üzerinden âlemleri (kozmosları) keşfe çıkabilmişlerdir... Bunlar bilinmezse, “tanrı-kral”lardan peygamberlere intikal etmiş, ve dinler vasıtasıyla da insan zihniyetini içten içe kuşatmış bulunan, “ekstra ordiner bir yaratıcı varlık (tanrı)” fikriyâtından, ve de bunun aşıladığı sorumsuzluk hissiyâtından (dolayısile “kıyamet” saplantısından) insanlığı kurtarmak mümkün olamayacaktır. Dolayısile de, tüm artı-değer'i ellerinde bulunduran “tanrı-kral”ların, insanları korkutmak ve disipline etmek için, insanlığın yaşadığı felâketleri genelleyerek uydurdukları “kıyamet” kavramının, -“para” adındaki mübâdele aracının değeriyle oynayan- sorumsuz kapitalistlerce realize edilmesi önlenemeyecektir... Semâvî (veya İbrahimî) dinlerin, doktrin itibâriyle 5-10 asırda bir güncellenen efsânevî rivâyetler silsilesi olduğu gâyet açıktır. Bunların “oruç” ibâdetlerinin ve cinsel ilişki kurallarının da, tabusal yasaklardan güncellendiği açıkça anlaşılmaktadır. Bu dinlerde, kafaları karıştırıp zihinleri bulandırarak, insanların dogmalara teslim olmasını sağlayan esas kavram, “vahiy” veya “tanrısal âlemle temas” diye ifâdelendirilen olaydır. Eğer bu olay -bilimsel olarak- aydınlatılırsa, bütün dogmalar dokunulmazlıklarını yitirecektir hâliyle...
Vahiy Nedir, veya Ne Olabilir?...
Peygamberlerin, “vahiy” adı altında gördükleri ve konuştukları şeyler, “halüsinasyon objesi” değillerdi herhalde... Zira, “galat-ı rûyet” de denilen “kötü görüş” halleri, bazı muğlak şekilleri olmadık varlıklara benzetmek gibi bir sağrılık (veya gerilik) alâmetidir. Halbuki peygamberleri, melekeleri güçlü, ferâsetleri keskin olan, zamanlarının ve mûhitlerinin en seçkin kişilikleri şeklinde kabul etmek gerekir; uzun süre geniş halk kitlelerini tesirleri altına alabilmiş olmaları hasebiyle... Onun için, peygamberlerin görüp konuştukları “hayâlet”lerin aslında, “uyurgezer”lerin vücutlarının ürettiği, yüksek voltajlı statik elektrikten mütevellid hologramik figürler olması iktizâ eder. Zira gerçek “uyurgezer”ler, yüksek seviyede “oto-kritik” sâhibi olduklarından, şiddetli iç çelişkiler yaşayan, ve bu yüzden de, muhaliflerine hak veren “alt-ben”lerini, -uyurken- karşılarında hayâlet olarak görüp onlarla tartışan, ve uyanmakla beraber de, kendilerine gelip kesin kararlara varabilen melekeleri çok güçlü kişiliklerdir. O sebeptendir ki, devamlı özeleştiri yaparak yaşayan, dolayısile de kurnazlık ve yalan nedir bilmeyen bu seviyeli insanlara, antik devirlerde ulviyyet, hatta ulûhiyyet atfedilmiştir... 8-10 bin yıl önceki mağara resimlerinin üzerlerinde bulunan beneklerden anlaşıldığına göre, o zamanın insanları genellikle, bugünki bir insanın kafasına odun yediğinde veya saksı düştüğünde gördüğü yıldızlar gibi parıltılar (yani halüsinasyon) görmekteydiler; ki zâten, melekelerinin bozuk olduğu, yaptıkları resimlerdeki tenâsüp ve oran bozukluklarından da anlaşılmaktaydı. Dolayısile 3-5 bin yıl önce yaşamış insanların büyük çoğunluğu da, bazı muğlak şekilleri veya karaltıları, dev, ejderha, cin, peri filân diye algılıyorlardı herhalde... Ve böylece de, ritm melekesinin -âyinlerle- çalıştırıldığı (tazelendiği) gündüzleri algılanan üç boyutlu ve sürekli (mantıklı) bir dış dünya ile, geceleri algılanan parçalı ve mantıksız dış dünya biribirinden ayrılıyor, ve ikincisine “öbür dünya” adı takılıyordu anlaşılan... Ancak ne var ki, büyük çoğunluk, gördükleri “öbür dünya” yaratıklarından (yani halüsinasyonlardan) korktuklar halde, peygamberler gördükleri esrârengiz görüntülerden (yani hayalet hologramlarından) korkmuyor, hatta onlarla iletişime geçiyorlardı; ki onları diğerlerinin gözünde ulvî yapan da, bu farklılıkları veya ayrıcalıklarıydı. Ama peygamberler de, “uyurgezer”liklerinin bilincinde olmadıklarından, - “tanrı-kral”lara nispet yapmak ve rakip olmak üzere- ilâhî (metafizik) bir âlemle iletişime geçtiklerini sanıyorlardı... Mesela bugün dahî, müslümanların Hacc ziyâreti sırasında, sembolik gösterisini yaparak yâd ettikleri, Hz.İbrahim'in “şeytan taşlama” olayı, tipik bir “uyurgezer” vakasıdır... Rivâyete göre İbrahim peygamber, -rüyasında- oğlunu (İsmail'i) Tanrı'sına kurban etmek üzere hazırlanırken, kaşısında, “şeytan” olarak nitelendirdiği bir figür belirip, kendisine, oğlunu kurban etmemesi husûsunda telkinlerde bulunmuş... Hz.İbrahim de, Tanrıya karşı gelmesini isteyen bu “şeytan”ı taş atarak kovmuş... Ve sonra da, -bir koç görmesi veya düşünmesi gibi- bir vesileyle oğlunu kesmekten vaz geçmiş... Aslında o zamanlada, bazı çocukların (evlâdın) kurban edilmesi geleneği var... Ama buna karsı olanlar (ve/veya vicdanlar) da mevcut... Hz.İbrahim bu iki zihniyet arasında öylesine sıkışıyor ki, “uyurgezer” haldeyken, çocuğunu kurban etmeye râzı olmayan vicdânî “alt-ben”i, karşısında bir hayâlet (hologram) olarak belirip, kesim hazırlığında bulunan İbrahim'e, bu işten vaz geçmesini öğütlüyor. Yâni Hz.İbrahim, kafasında muhayyel bir “tek tanrı” tasarlamış, ve de onu zamanın en ciddi ve kıymetli kurban türüyle yüceltmek istemiş; inancını da sınamak ve bilemek üzere... Ama bu çelişkilerin zoruyla “uyurgezer” hale gelince de, karşısında hologram şeklinde, “çocuk kurban etme” karşıtlarının sözcüsünü ve/veya buna tekâbül eden kendi vicdânî “alt-ben”ini görmüş; ve de o figürü, “beni inancımdan döndürmek isteyen şeytan” diyerek taşlamış... Ve taş atarken, bedenini sarstığından dolayı da uyanınca, hayâlet de kaybolmuş tabiatıyla... Fakat netice itibâriyle de, hayvan (koç) kurban etmekte karar kılarak, hem inancını korumuş, hem de vicdânını tatmin etmiş kendince... Ve ondan sonra, insan kurban etmeye karşı olanların, kendisini kınayarak rahatsız etmelerini de önlemiş olmalı... Diğer taraftan Kuran'a da baktığımızda, âyetlerin çoğunun kesin karar niteliğinde didaktik bildirimler (öğretiler) olduğunu, ama diğer bir kısım âyetlerin ise, yeminle başladığını, yâni bir diyalog mahsûlü olduğunu görürüz. Ki buradan da, didaktik âyetlerin, Hz.Muhammet'in uykudan uyanması sırasında -aklındaki meselelerin, geleneksel temel kabullere (paradigmalara) istinâden çıkardığı çözümü olarak- zihninde beliren net formülâsyonlar olduğunu çıkarırız. Yeminle başlayanların ise, geleneksel yargıların üstünde kararlar verebilen ilerici “alt-ben”inin hologramik görüntüsü olan -dinî literatürdeki melek Cebrail diye nitelendirdiği- “hayâlet” ile, peygamberliğine inanması, güçlüklere dayanması (gevşememesi), önceki dinlerdeki ihtilâflı konuların kesin karara bağlanması, ve paradoksal meselelere de, “öbür dünya”ya (yani metafiziğe) atfen -demagojik- çözümler getirilmesi husûsunda yaptığı tartışmalarla, varılan hükümleri ifâde ettiğini anlarız... Ama şâyet birilerine, tüm Kâinât'tan sorumlu -olduğu kabul edilen- bir kişiliğin (Tanrı'nın), meramını ancak sözle anlatabileceği, ve sözünü de yeminle kabul ettirebileceği husûsu mantıklı geliyorsa; onları da ayrıca mütealâ etmek lâzımdır... Böyle mantıksız düşünenler de, fikir özgürlüğü kapsamında konuşup sohbet edebilirler -mahalli topluluklar veya cemaatler olarak- aralarında ama, bir devleti ele geçirerek bütün milletin beynini yıkamaya kalkamazlar herhalde... Çünki “devlet”, mutlaka mantıklı ve bilimsel olmak zorundadır. Yoksa gerzekleri tepemize çıkaranların cehâletini, böylesine teşrih ve teşhir ederiz; insanlık için, insanlığa...
Övünmek Gibi Olmasın; Ben de Bir Uyurgezer'im...
Antik devirlerde yaşasaydım, ben de peygamberliğimi ilân eder, ve de meşrûiyyet sağlamak için, benden önce -“tanrı-kral”lara isyân etmekle- ortaya çıkmış bulunan peygamberler silsilesinin forme ettiği gibi bir “tanrı” kişiliği (mit'i) kurgulardım herhalde... Ama peygamberler de, bugün yaşasalar ve benim bilgi birikimime sâhip olsalardı, onlar da benim gibi düşünürlerdi sanırım... Çünki ben, kendimi bildim bileli, bazı geceler kalkar oturur, dolaşır, konuşur ve hayâlet görürüm... Önceleri bu hallerimi hastalık gibi gören ebeveynim, 2.Dünya Savaşı'nın karanlık günlerinde beni, okutup üfletmedikleri -nefesi kuvvetli(!)- hoca bırakmadılar Orta Anadolu'da... Ve bu yüzünden de, namaza niyaza önem verip, boynunda üçgen şeklinde muska taşıyan bir softacık gibi yaşadım çocukluğumu... Ama bluğa erdikten (13-14 yaşlarımdan) sonra da, hem bizimkiler bu hallerimin hastalık olmadığını (hatta bir nevi seçkinlik belirtisi olduğunu) anladılar, hem de ben “hayâlet”lerime alışarak namazı niyazı gereksiz gördüm... Beni, uyurgezer modundayken, uyandırmadan sistemli olarak konuşturan ilk kişi, benden 18 ay büyük olan -rahmetli- kızkardeşim Esin olmuştur. Ve de O, keşfedip söylemiştir bana; herşeyi açıkça ve doğru olarak anlattığımı... Ayrıca da ilâve etmiştir; evlendiğim zaman, karıma yalan söyleme şansımın olmadığını... Ki sonradan da, bu tahkîkâtı, 26 yıl 19 gün resmen evli kaldığım bayan yapmıştır... Daha sonraları, uyanıkken hıfzetmekte zorlandığım bir kitabı, uyurgezer modunda sayfa sayfa fotokopi şeklinde hâfızama alabildiğimi, ayrıca gündelik hayatta üşenip de biriktirdiğim -dikkat ve îtinâ gerektiren- zahmetli işleri, uyurgezer haldeyken gâyet kolay ve hassâsiyetle yapabildiğimi hayretle müşâhade ettim. Mesela, uyanıkken yapmaktan sıkıldığım -öteyi beriyi toparlayıp tertiplemek, zahmetli bir yemeği veya zor bir tâmirâtı yapmak gibi- işleri, uyurgezer modunda gâyet kolay yaptığım, hatta sabah kalkıp da gördüğümde, hazıra konmuş gibi sevindiğim çok olmuştur. Zira insan, sabah uyandığında birşeyler hatırlamakta ama, onun bir rüyâ mı, yoksa “uyurgezer”lik mâcerâsı mı olduğunu ayırt edememektedir; dolayısile de ancak yaptığı mârifetleri görünce anlamaktadır rüyâ olmadığını... Daha sonra da, -İEB metodolojisini geliştirdikçe- anladım ki, uyurgezer'lerin pratikte “en zor işleri hatasız yapabilme” yeteneği ile, fikriyatta “yalan söyleyememe” hasleti arasında, melekelerden mütevellid bir râbıta vardır. Yâni “uyurgezer”ler, yemek yiyemediklerini, ve seks yapamadıklarını (böyle zorlamalarda uyandıklarını) gözönüne aldığımızda, aslında insanlığın “tabu”lu başlangıcını (Panteist Zon'u) yaşayan “mücessem vicdan” hâlindeki insanlardır; diyebiliriz. Melekeleri çok güçlü ve etkin olduğu içindir ki, -dikkatlerini dağıtacak- içgüdüsel (hayvânî) eğilimlerden tamamen kurtulmakla birlikte, bütün fikir ayrılıklarının ve kişilik farklarının da üzerine çıkabilmektedirler. Normal insanların, sarsaklık yapmak ve yalan söylemek mecbûriyetleri ise, melekelerinin kendilerini, içgüdülerinin tesirinden kurtaramayacak kadar güçsüz olmasından kaynaklanmaktadır... Hayâletler gördüğüm en son “vaka”larımı, 55-56 yaşlarımda yaşadım; ki o sıralar (1995-96), bazı -değer de verdiğim- kişilerle ihtilâfa düşmüş, ve merâmımı anlatamaz duruma gelmiştim. Zira 12 Eylül 1980 öncelerinden tanıdığım bir takım, “esnaf-zenaatkâr” kategorisinde mütealâ edilebilecek kişiler, beni gözlerinde çok büyütmüşler ve âdeta ulûhiyyet atfetmişlerdi. Öyle ki, bunların şefi konumundaki bir şahsın (A.Mete'nin) karısı, ötede beride konuşup, kocasının beni “tanrı” gibi gördüğünü söyleyebiyordu. Ama normal bir insanın, tanrısal nitelendirmeleri ve sıfatları, tapınılası (veya tapınılan) bir “tanrı” mitine dayanmaksızın (inanmaksızın) kaldıramayacağını, kabullenemeyeceğini düşünemiyorlardı. Ve dolayısile de beni, kendilerinin -mit'ik Tanrı- inançlarına, yaşam biçimlerine ve geleneklerine göre -zımnî anlaşmalar yoluyla- forme etmeye çalışıyorlardı. Bu cümleden olarak meselâ, ailevî meselelerine kadar bana soruyorlar, ama çözümü onların kafalarındaki şablonlara uygun olarak yapmamı veya söylememi bekliyorlardı. Bu durum, 12 Eylül'ün insanları soktuğu cemaatleşme (veya sahip arama) eğiliminin bir sonucuydu; ki 1990'ların “tedhiş” ortamında, daha da güçlenmişti bu eğilim... Nitekim bir süre sonra, bu arkadaş grubunun çevresi, Fethullah Gülen hocanın müritlerine kadar genişledi; ve bu arada bana da, Fethullah Hoca'yla tanıştırılmam husûsunda israrlarda bile bulunuldu... İşte ben ilk defa, o gençlerin getirmeleri dolayısiyle F.Gülen'in kitaplarını gördüm, ve bazılarını okudum; ve de baktım ki adam düpedüz mistik... Yâni açıkça sırcılık ve dogmacılık yapıyor (veya sırlar, dogmalar satıyor); ama bizim çocuklar, “her türlü yalancılığın, itaat (veya itaat tazeleme) karşılığında affa mazhar olduğu” bir doktrin vaaz eden (veya güden) bu adamla, benim aramda hiçbir fark göremiyorlardı. Ve bu yüzden, onların “büyük adam” kriteri, “ekonomi-politik” anlamda güçlü olmayı gerektirdiği için, beni de böyle bir başarıya(!) ulaştırmak için çabalıyorlardı. Ki nitekim bu Fethullahçılar, bizimle “ekonomik entegrasyon”a girmek üzere, bir şirket ortaklığı bile tesis ettiler; merhum Av.Ali Tümer arkadaşımız vasıtasıyla, hem de onun bürosunu paylaşarak... Hatta hiç unutmam -“kırmızı” lâkaplı- bir Fethullah müridi bir gün, Ali Tümer'in masasının tam karşısına, koskoca bir gösterişli (tahta oymalı) yazı masası getirerek oraya kurulduydu... Yani yurt dışıyla yapılacak ticarette, Fethullah müritlerinin olanaklarından (ve okullarından) da yararlanacaktık; o hesaba göre... Ama nedenini tam olarak bilmediğim (bazı Türkçü çevrelerin F.Gülen'e duydukları alerjiden kaynaklandığını sandığım) bir şekilde, Ali Tümer bu ortaklığı kısa sürede bozdu... İşte ben böyle -gizli, açık ve de derin- çelişkilerle boğuşurken gördüm yine, “hayâlet”lerimi... Çünki çok yardımsever ve perestişkâr olan bu insanlara sempati duyan (ve hak veren) bir “alt-ben” oluşmuştu içimde... Ama benim “esas ben”im, yalan söyleyemeyen, hatta -nâhak yere- iltifat etmesini bile beceremeyen, ve üstelik yalan konuşanlara, beden diliyle de olsa insiyâkî tepkiler veren, hatta hatta, yalanlarını (iki yüzlülüklerini) kibarlık veya nezâket kisvesi altında gizleyenlere karşı da, acımasız alaycı olan bir kişilikti; ve onun için de bazılarına, “kaba bir insan” gibi görünmeme sebep oluyordu... Nerde kaldı ki, bir kadın, “ben evliliğimi bitirmek istiyorum” derken, kocasının tarafını tutup, kadına psikolojik telkin (veya baskı) yaparak, bir fitne (yalan, dolan) yuvasının müsebbibi olabilsin... Zira tabiatın kânununa göre dişi, “kabul eden”, erkekse “kabul gören” idi; dolayısile de erkeklik raconunda “teklif var, müziç israr yok” prensibi geçerliydi. Ama ne var ki, insan türünün “fetişist erkek”leri, bu kânunun dışına çıkıp, “fitne-fücur” yuvaları kuruyorlardı. Ve üstelik bu şekilde, erkek arayışında olan kadın fazlalığına da, haksızlık yapmış oluyorlardı... Kaldı ki ben, tarihin en dengesiz sosyal müessesesi olan “çekirdek aile”yi korumak gibi bir nâfile işi de üzerime alamazdım; ve alamam... O iş, kapitalistlerin -proleter ürettirmek üzere- din adamlarına verdiği eski bir görevdir... Şâyet ben bu insanların huyuna gitsem ve geleneklerine göre davransaydım, “ekonomi-politik” anlamda güç sâhibi bir cemaat şefi olacaktım; ama o zaman da, İnsan (Emek) Bilimi metodolojisini geliştiremeyecektim. Ve dolayısile de, ister istemez, kapitalist şefler hiyerarşisinde hizâya -ve kapitalizmin güdümüne- girecektim; âfâki dinsel, töresel veya pozitivist vaazlarda bulunarak... Nitekim peygamberlerin de, etraflarında büyük cemaatler, ümmetler toplayanları -sünnetlerinde- hata yapmışlar, ve kötü haleflerin ortaya (veya öne) çıkmasına yol açmışlardır. Çünki peygamberleri en iyi taklit edenler, kafalarında canlı bir “tanrı” miti tahayyül edebilen, ve de ona iştiyakla tapınan, -kadîm tapınç kültüne alışık- eski putperestler olmuşlar, dolayısile de diğer insanları kandırabilmişlerdir. Zira aslında, insanların fıtraten şevk duydukları davranış biçimi -ihtiram ritüelleri değil- ritmik hareketlerdir... Ve böylece de, “tanrı-kral” düzenlerinden beri devam edegelen “metbû”lar metbûluklarına, “teba” mensupları da tâbîliklerine devam etmişlerdir... Yalan söyleyemediğim içindir ki, giderek yalnızlaştım; ama yalnızlaşırken de “insan” fenomenini, kaotik başlangıcına kadar yaptığım soyutlamalarla, bir bilimsel metodoloji olarak sistematize edebildim. Daha doğrusu, terminolojisi -henüz- oluşmadığı için, matematiksel mantıkla kavramış bulunduğum İEB'nin, Türkçe'yle sözsel anlatımını gerçekleştirebildim... Fakat bu arada, o insanlardan kopmam da, öyle normal (fikrî ve/veya maddi) bir anlaşmazlık neticesinde gerçekleşmedi... Çok bunaldığım bir gece yarısı, uykudayken dolaşmaya kalktığımda, gözümün önünde üç hayâlet (hologramik silüet) belirdi, ve de bana karşı nümâyiş yapmaya başladılar; ki bunların başını çeken hayâlet de, bâriz bir şekilde, sözkonusu esnaf-zenaatkâr grubunun şefine (A.Mete'ye) benziyordu. O kadar üstüme geldiler ki, ben de elimin tersiyle şiddetli (impulsif) bir tokat savurdum, ve onları yok ettim; yâni bedenim sarsıldığı için uyandım... Ne gariptir ki, bu olaydan sonra o çocukların hiçbiri, semtime dahî uğramadılar; veya uğrayamadılar. Hatta ben -denemek için- israrla dâvet ettiğim halde, yanıma gelemediler: O zaman, yaptığım bu iş, kapitalizm ideolojisi güdümünde çalışan pratikçilere (fiilî büyücü veya ajanlara) karşı bir “kontr-büyü” olsa gerek diye düşündüm... Ve bu hayâlet olayından sonra, İbrahim peygamberden rivâyet edilen, “kurban” efsânesinin de, gerçekte ne olabileceğini çıkardım... Aynı zamanda, bu “hayalet görme” olaylarının, vücutta biriken yüksek voltajlı statik elektrikle de ilişkili olduğunu anladım. Çünki, sık sık hayâlet gördüğüm o sıralarda, kapı kollarına, elektrik düğmelerine vs. dokunurken, parmaklarımdan şerare şeklinde elektrik boşalıyordu; canımı da yakarak...
Kapitalizm'in Uyurgezer'lere Uyguladığı Mezâlim; Hatta Katliam...
Kapitalizm, dinlerin “çoğalınız” emrini benimseyip, herkesin çocuk yapmasını “insan hakları” kapsamında mütealâ etmişse, bunu insaniyet hakkı için değil, “tüketim ve büyüme” ekonomisi mûcibince yapmıştır. Yâni insanlar için üreme serbestîsi, ancak “hayvan hakları” adı verilebilecek bir “içgüdüsel faaliyetleri (veya hayvanlaşmayı) teşvik” operasyonudur aslında... Ve böylece, sakat, hasta, gerzek vs. doğan çocukların tedavisi, rehabilitasyonu ve eğitimi husûsunda kâr garantili büyük -ama ölü- yatırım alanları elde etmekle birlikte, kolayca güdülecek “ehlî” insanımsılar popülâsyonuna (çoğunluğuna) da sahip olmuştur; ve olmaktadır kapitalizm... Ama buna mukâbil, dâhi tandanslı “uyurgezer” çocuklar hakkında ne inceleme araştırma fonu (tahsisâtı) ayrılmaktadır, ne de onlara göre eğitim sistemleri geliştirilmektedir; gerçek “insan”lığın ortaya çıkmasından korkulduğu için... Ve bu sûretle de, yalan söyleyemediği ve kurnazlık yapamadığından, kapitalizmin vahşî tabiatına uyum gösteremeyen (gösteremeyecek olan), dolayısile de anti-kapitalist olması mukadder olan çocuklar (insanlar), ya standart eğitim parkurlarında, ya da çalışma alanlarında -bir şekilde- harcanmaktadır. Zira akademisyenler, kendilerinden akıllı talebeleri, âmirler ve ustalar da, kendilerinden ferâsetli, dürüst ve uzak görüşlü memurları ve çırakları hazmedemediklerinden, bunlar genellikle çevreye veya düzene uyumsuzluk gibi bahânelerle ihbar ve ihraç edilmektedirler. Üstelik bu “uyurgezer”ler, otoritelerin ve çoğunluğun karar verdiği konularda şirretlik yaparak -şahsî- hak arama taktiklerini de kendilerine yediremediklerinden, yok olup gitmektedirler; aynen soykırım mağdurları gibi... O halde demek ki, kapitalizm ideolojisi, insâniyet âleminde apaçık bir “negatif seleksiyon” sistematiği tesis etmiş olan, ve de insanlığı mahva (kıyamete) yönlendirmiş bulunan şeytânî bir fikriyâttır; ki uyguladığı, herkese aynı nitelikte oy kullandıran demokratik(!) eleksiyon sistemiyle de, devlet yönetimine en kurnaz yalancıları seçtirmektedir. Bu durumu dinsel sembolizmle anlatmak gerekirse şöyle denilebilir: Sözkonusu peygamber (veya İsa) tandanslı insanları mahvetmek sûretiyle, Hz.İsa'yı çarmıhta (veya Araf'ta) tutan, bu kapitalist zihniyettir aslında; hem de bu işi (katliâmı), -Hristiyan sıfatıyla- Hz.İsa nâmına yapmaktadırlar; hiç utanmadan... Yoksa uyurgezer'lerin önü açıldığında, -onların diğer bireyleri de etkilemesiyle- Hz.İsa, birçok birey'in şahsında avdet etmiş olacak, ve de insanlığı bilimin rehberliğinde, tarih sonrası çağın selâmetine eriştirecektir. Yâni İsa(lar) avdet ettiğinde, yakınılacak-tapınılacak bir “tanrı” miti değil, tanrısal bir inisiyatif koyacak(lar)dır ortaya... Ama şu da bir gerçektir ki, kapitalistler, durup dururken İsa'nın (veya insan'ın) hakkını İsa'ya (insan'a) vermeyeceklerdir; zira bu, kendilerinin (kapitalizmin) inkârı ve intiharı demek olur... O halde yapılması gereken iş, onların, dindarlarla zımnî mutâbakat hâlinde insanlığa -tarihî süreç içinde yedire yedire- yutturdukları dogmaları gündeme getirip, teşrih ve teşhir etmektir. Böyle bir durum, bilimcilerle, geleneksel inanç ve yargıları kullanan (istismar eden) politikacıların karşılaşması gibi bir tablo yaratacak, ve sonuçta da, “beşerî vicdan” doğru kararı verecektir... Çünki insanlığın, tüm kâinattan sorumlu “tanrısal bilinç”in taşıyıcısı ve geliştiricisi bir organizma olduğu, bilimsel, felsefî ve sanatsal dillerle anlatıldığında, insanların çoğu, dogmalara karşı pozisyon alacaklardır; “sağ duyu” denilen “melekî rezonans” itibâriyle...
Paradoksal ve Zararlı Olan, Başlıca “Galat-ı Meşhur” Kabuller:
I- Herşeyden önce, “tüm insanlığın, tek bir tanrıya inanıp ibâdet ettiği” yolundaki dogma, büyük bir yutturmacadır. Bu dogma, “tanrı” tarafından seçilmiş olan, zengin kavim ve kulların bulunduğu inancının -fakirlere- kabul ettirilmesi için yutturulmuştur insanlığa... Ve de sonuçta, USA gibi bir devlete, “tanrı” adına para basma imkânı sağlamıştır... Ama böylece de, “tek tanrı” diye sıradışı bir varlık (veya mit) kabul etmenin paradoksallığı, açıkça ortaya çıkmıştır; anlayanlar için... Çünki, şâyet Dolar'ın tanrısı, tüm insanların taptığı “tek tanrı” ise, dinsel çatışmalar ve savaşlar sürdüğü için de, değildir. Ama, Dolar'ın tanrısı, bütün insanların taptığı tanrı değilse, o zaman da, bu husus açıkça deklare edilmediği (politeizm'in açık ikrârı olacağından edilemediği) için, herkesin taptığı tanrı sayılmaktadır... İşte bu paradokstan mütevellid kavram kargaşası yüzündendir ki, kapitalizmin “güç politikası” ve “savaş” taktikleri, -son tahlilde- tek çıkar yol olarak gözükmekte ve gösterilmektedir zaman zaman... Onun için, bu açık paradoks muvâcehesinde, insanlığın bilimsel metodlarla gerçek seçkin bireylerini ortaya (veya öne) çıkararak, doğru düzgün bir ilerleme yoluna, veya tanrısal rotaya (veya tanrılaşma rotasına) girmesi, gerek şart hâline gelmiştir artık... Ama herşeyden önce, bilimsel mantık terimi olarak “paradoks”un ne olduğu öğrenilmeli, ve de yukarıdaki paradoks tartışılarak iyi anlaşılmalıdır. Zira “paradoks” sözcüğü, politikacıların dilinde, her türlü çelişki ve uygunsuzluk için kullanılan -ciklet gibi- bir metafor'a dönüştürülmüştür...
II- İnsanların dogma olarak içselleştirdikleri ikinci husus, “hafta'nın 7 gün olduğu” inancıdır... Antik devirlerdeki “tanrı-kral”ların uydurmuş olduğu bir döngüdür bu, aslında... Bugünki insanlığa gâyet büyük, hantal veya bol gelmekle, hem verimliliği düşürmekte, hem de aradaki boşluklardan kapitalistlerin - “spekülâtif kazanç” sömürüsü şeklinde- yararlanmasına sebep olmaktadır... Dolayısile de, Kapitalizm'in geriletilmesi için, bunun 5 güne indirilmesi, gerek şart hâline gelmektedir; hatta gelmiştir...
III- Üçüncü dogmatik kabul ise, “zaman biriminin (Saniye'nin), bir gün'lük peryodun önce 24'e, sonra da iki defa 60'a bölünmesi şeklinde elde edilen süre olduğu” inancıdır... İnsanlık bugün, bütün hesaplarında kadîm Mısır'ın 10 tabanlı sayı sistemini kullandığı halde, nedense zaman birimini hesaplarken, Sümer'lerin 12 tabanlı (düzine) sayı sistemini kullanmış; bir zamanlar... Ve de bu “galat-ı meşhur” veya “şöhretli hatâ”, günümüze kadar gelmiş; insanların “ritm” melekelerini bozan veya yoran bir parazit olarak... Halbuki kadîm Mısır'da, insanların melekelerine uygun bir ritmle davullar çalınarak, çalışanların motive edildiği, ve de verimliliğin arttırıldığı gâyet iyi bilinmektedir... Üstelik uzun zamandır sanayi şehirlerinde, -işe gidiş saatlerinde- toplu taşıma araçlarında, ve de mesai zamanlarında iş yerlerinde, ritmik müzik neşriyâtı yapılması gibi bir uygulama da sürdürülmektedir... Ayrıca, insanların yürürken ve koşarken, adımlarını muayyen bir ritme göre attıkları da bilindiği halde, “saniye” adındaki, ne yürüme temposuna uyan, ne de bir şarkı melodisine refâkat edebilen anti-ritmik zaman birimi hâlâ muhafaza edilmektedir... İnsanların ritmik rezonans hâline gelmelerini engelleyen, dolayısile de onların, hem yaşama şevkini kıran, hem de iş verimliliğini azaltan bu zaman birimi, bir an önce -mutlaka- değiştirilmelidir... Zira insanlar, “ritm melekesi” sâyesinde, akıp giden bir zaman algısına (mevhûmuna) sahip oldukları, ve ondan sonra da, sürekli (panaromik) bir mekân mevhûmu ile “ölçü” kavramını yarattıkları halde, kullandıkları a-ritmik zaman birimi (saniye) yüzünden, “şartlı reflekslerle yaşayan hayvan”lar mesâbesine düşürülerek “kıyâmet”e sürüklenmektedirler; kapitalistlerin “sömürü” düzeni mûcibince...
Nereye Gidiyoruz, Ne Yapılabilir ve Ne Yapıyorum?!..
Sovyetler Birliği'nin gölgesinde ve himâyesinde -başta Türkiye Cumhuriyeti olmak üzere- kurulan milli devletler, aslında, gereken ekonomik şartlara sahip olmadan, Fransız burjuva devrimini taklit etmiş küçükburjuva oluşumlarıydı... Marksizm-Leninizm doktrini uyarınca, I.Dünya Savaşı şartlarında ayaklanan geniş işçi-köylü yığınlarının dinamizmi ile oluşturulan Sovyetler Birliği organizasyonu, miâdını doldurup da çökünce, Tito'nun Yugoslavya'sının, Nasır'ın Mısır'ının, Kaddafi'nin Libya'sının, Saddam'ın Irak'ının vs. emperyalistler tarafından birbiri ardına -domino taşlarının devrilmesi gibi- nasıl geri alındığını gördük... Şimdi de sıranın, -belki Suriye'den sonra- Sovyetlerin gölgesinde kurulmuş bulunan, ilk küçükburjuva milli devleti Türkiye Cumhuriyeti'ne gelmekte olduğu gâyet açıktır. Bu âkıbetten, 1826'dan beri kurnaz politikacılarca, Türkiye'nin jeo-stratejik konumu itibâriyle uygulana gelen “Doğu-Batı dengesi” politikalarıyla da kurtulabilmek mümkün değildir; bundan böyle... Ama biz “tevhid”ci ve “nizâm-ı âlem”ci Türkler, düştüğümüz yeri (1826-Istanbul), ve düşme sebebimiz olan bilgi eksikliğini iyi biliyoruz -ve tamamladık- artık... Onun için de, düştüğümüz yerden kalkarak (veya küllerimizden doğarak) yeniden, fakat bu sefer ilmî tevhid yolundan, eski mefkûremize (Dünya Düzeni'ne) yöneleceğiz. Çünki, insanlığın fikrî inisiyatifi (öncülüğü) bize geçmiştir artık... Ve bu fikriyât, ideolojik olmadığı için de, insanlığın başlangıcındaki gibi, ekonomik “alt-yapı”sını kendisi (yeniden) yaratacak, ve kapital sâhiplerini, kapital mutasarrıfları şekline dönüştürecektir; “bilgi toplumu” konseptine yaraşır şekilde... Yoksa, 1826'dan sonra ortaya çıkan “Hânedan dindarlığı” ile onun rakibi olarak zuhûr eden “İttihatçı veya Türkçü dindarlığı” gibi “kilise İslâmcılığı” dejenerasyonu, ve onların günümüzdeki uzantıları bizi yanıltmamalıdır. Bu cereyanlarda seçilim, en güçlü (zorba), en entrikacı ve/veya satılmışların başa geçmesi/geçirilmesi şeklinde gerçekleşir; ve gerçekleşmektedir.. Ama Luteryen bir reformist olan Atatürk'ün zihniyetini de bunlarla karıştırmamak lâzımdır. Zira O, tam bir burjuva devrimcisi gibi, dini (İslâmiyeti) Türkçeleştirip, mistik spekülâsyonlara son vererek, zenginlerin -Tanrısal- seçkin sayılmasını sağlamaya, ve böylece de, kapitalist burjuva zihniyetini yerleştirmeye çalışıyordu... Ama olmadı; zaman ve zemin çok değiştiğinden... Ve artık olamaz da...
Yukarıdaki dogmaların medyada dillendirilmesi, ve tartışılır hâle gelmesi, Kapitalizm için, sonun başlangıcı olur, olmalıdır ve olacaktır!.. Zira aksi halde, dinleri ve kapitalizmi sonlandırması gereken “Kıyâmet”, insanlığın sonunu getirir, ki böyle bir ihtimal de sözkonusu olamaz; tanrılaşma (şuurlanma) yolunu kapatacak veya iptal edecek bir başka bilinç düşünmenin, “şirk” yaratacağından (yani mantıksızlığından) dolayı... Ama ne yazık ki, bugün büyük çoğunluğu teşkil eden yalancılar, dogmaları, sâbit (mutlak) doğrular olarak kabul etmek zorundadırlar; düşmeden, ve biribirlerine çarpmadan “yalan sörfü” yapabilmeleri için... Dolayısile de ben, -hele ki ajitatif ve hatta hakâretâmiz sözlerimle- yalancılardan taraftar toplamayı (cemaat şefi ve/veya ünlü olmayı) düşünemem; düşünmüyorum herhalde... Ayrıca o yalancılar sürüsünün -kızgınlıkla- birleşerek, beni (fikriyâtımı) yalanlayabileceklerine de hiç ihtimal vermiyorum... Bütün amacım, yalancılar kitlesinde bir tür (öfkelenme, dedikodu etme vs. şekillerinde) dalgalanma yaratarak, fikriyâtımın bir doğrucuya, bir an önce ulaşmasını sağlamaktır. Çünki “dünya gözüyle”, insanlığın, şu seviyedeki düşünce ve bilince ulaşabileceğini görmek istiyorum: Bazı primat ve insanımsılarda, -yüzbinlerce (hatta milyon) yıl süresince yaptıkları- ritmik hareketlerin meleke kesbetmesiyle, ve bu sebep mûcibince, sözkonusu mahlûkların “tabu”lar edinip “artı-değer” yaratmasıyla ortaya çıkan “insan”lık, aynı zamanda Doğa'nın kendisine -tahsis etmiş bulunduğu fauna kontenjanından- karşılıksız olarak sunduğu “içgüdüsel nimet”lerden de vaz geçmiştir. O halde, başınabuyruk -muhayyel- bir “tanrı” miti adına ve uğruna, “artı-değer”e el koyan kapitalistlerin güdümünü ve/veya “besici”liğini nasıl kabul edebilir ki “insan”... Halbuki aslında, insanların “ritm melekesi” ile başlayan, “tanrısal yol” denilebilecek bir “şuurlanma disiplini” vardır, ve gerçekliktir; ama, başınabuyruk (her an, her şey yapabilen) bir “tanrı” mit'i yoktur, ve tasavvuru bile aklî değildir. Hatta böyle bir tasavvur, İslâmiyet'in “din akıllı insanlar içindir” şeklindeki düsturuyla da çelişir; antagonist olarak... Küresel finans kapitalin babaları, Türkiye'deki mahlûkâtı ne kadar, dindi, milletti vs. gibi kisveler altında yemleyerek ayrıştırırlarsa ayrıştırsınlar, sonunda gelip toslayacakları duvar, işte bu evrensel fikriyâttır. Dolayısile de son tahlilde, insanlığın ortak kazanımı olan artı-değer (finans kapital)'in, en “akıllı” ve “bilinçli” olarak selekte edilmiş (ayıklanmış) insanların tasarrufunda değerlendirilmesi şarttır; şart olacaktır...
BİR BİLİMSEL TEORİYİ [METODOLOJİYİ] ANLAMAK DEMEK, O METODOLOJİ UYARINCA, FİKREN VE FİİLEN İNİSİYATİF ALMAK DEMEKTİR!... YANİ, EYLEMSİZ İDRÂK MÜMKÜN DEĞİLDİR... ZİRA, HOŞ HAYALLER KURDURAN, VE DE İNSANI PASİFİZE EDEN -EDEBÎ, FELSEFÎ- METİNLERİ HIFZETMEK, “İDRAK” KAVRAMIYLA KARŞILANAMAZ.
Ali Ergin Güran: 10/11/12