Dünya'da -Beyni Yıkanmadık- Aydın mı Kaldı?!..
Tarihî devirleri aşma limitine yaklaşmakta olduğumuz şu sıralarda insanlık, büyük bir “öncü aydın” sıkıntısı içindedir. Zira -at gözlüklü- spesiyalist, kariyerist akademisyenlerin konformizmi (literatür bağnazlığı) ile, kapitalist medyanın sansürcülüğü birleşince, bütün düşünce kıvılcımları ânında söndürülmektedir. Ama bununla birlikte, mevcut şöhret ve otoritelerden de, hiçbir yeni görüş veya teori sâdır olmamaktadır; Dünya'daki ekonomik, sosyal ve politik sarsıntılara, ve hatta büyük depremlere rağmen... Yâni son tahlilde, “kapitalizm” doktrini sâdece -politikacıların başı çektiği- bir “eyyamcılık” mesâbesine düşmüştür artık... Bu tablonun en trajik ve komik yanı da, daha düne kadar, insanlığa “nurlu ufuklar” vaad eden, ve de inisiyatörlük iddiasında bulunan Rus ve Çinli aydınların (ve komünistlerin), içine girdikleri passif konumlarıdır; yani emperyalizm'in basit bir komplosuyla Sovyetler Birliği ansızın çökünce (çökertilince) bunların, ne olduklarını anlayamadan apışıp kalmaları, veya paralize olmalarıdır. Ki bunun nedeni, komünizm ideolojisinin “oto-kritik”e açık olmaması, dolayısile de zaman içinde dogmatikleşerek, emperyalizme kabak gibi hedef teşkil etmesiydi... İşte bu yüzden de kapitalizm, bu ülkelere, tam bir “eyyamcılık” hâlinde geri döndü; herne kadar Çinliler, “komünizm” tabelâsını hâlâ indirmemiş olsalar da... Onun için bugün Rusya'da ve Çin'de aydın geçinenlerin katmerli pişkinliğine veya yüzsüzlüğüne de pess demek lâzım; zira ne komünizmin sefâletinden ne de kapitalizmin faziletinden söz edebiliyorlar... Ama bu suskun tavırlarıyla da, hükümetlerinin ABD ile yeniden -hem de bu sefer “kapitalizm” parkurunda- “power policy” yarışına girmesini zımnen desteklemiş oluyorlar; sanki kendileri, “insanlığı anlama ve yüceltme” anlamındaki bir yüksek(!) dâvâyı (Komünizm'i) güderlerken bile, bu politikayla bir yere varabilmişler gibi... Ve böylece de, III.Dünya Savaşı'na (insanlığın mahvına) davetiye çıkarmış oluyorlar ister istemez... Bizim ülkemize gelince, Türkiye'de aydınım, entelektüelim diye geçinenlerin alayı da zâten, Dünya şöhretlerinin ağzına bakan, konformist taklitçi ve intihalcilerden başka bir şey değillerdi; eskiden beri... Zira hepsinin de, “din”, “iman”, “tanrı” gibi geleneksel metafizik kavramlarla bir sorunları yoktu; ve yoktur aslında... Çünki kendileri de, gizli (takiyyeci) dindar küçükburjuvalardır; ve “allahbaba” mitinden vazgeçemezler; vazgeçememektedirler... Onun içindir ki, “dindarlık” dozu -veya sos'u- fazla kaçmış kadroların, dışarıdan beslenmesi veya besili (baskın) hâle getirilmesi bile, fikrî hayatımızı fazla etkilemiyor. Yâni gelecek nesilleri “mankurt”laştıracak bir kadronun devleti ele geçirmesi gibi vahim bir durumda bile, bizim enteller, sâdece kariyer ve popülarite (yani şahsiyet) kavgası yapıyorlar; didişmeleri, halkı ve orduyu “isyâna teşvik” düzeyine de gelse... İlerici geçinen entellerin bütün dertleri, medya kanallarının kendilerine (pozitivist yâvelerine) kapatılmış olması, ve dolayısile de kendilerini gösterme imkânlarının kısıtlanmış bulunması... Bu gerzekler düşünemiyor ki, kendilerinin pozitivist yâveleri yüzünden metafizik bir alan açıldı (veya boş bırakıldı) da, “dindar politikacı” parazitleri orada üredi... Üstelik bu parazitleri başımıza çıkaran ve/veya musallat edenlerin, globalist “finans kapital” olduğu da ayan-beyân ortada iken, hâlâ kapitalizmle din arasında bir ilinti kuramıyorlar... Ve de boş boş, “anti-emperyalist” sloganlar atıyorlar; kapitalizmin dinsel zorbalığına demokrasi (!) çeşnisi (veya havası) verircesine... Zaten bunların, kariyer sâhibi ve organize olan, ve yayın organlarına sâhip bulunanları da aslında, ABD kontenjanından “anti-emperyalist”tirler. Ve de Atatürk'ün -başarı çoşkusunun heyecanından kaynaklanan- “Gençliğe Hitabe” ve “Bursa Nutku” gibi hatâlarını, emperyalizm yararına kullanmak üzere çalışmaktadırlar. Çünki bunlar, “damarlarında asil kan” varsayan gerzekleri, protest akımların heyecanları içinde güdüp kullanarak, “...en hakiki mürşit ilimdir.” anlamındaki bir idrâk'a sâhip olanların, gericiliğe karşı verdikleri mücâdelede önlerini kesmekte, ve çabalarını gölgelemektedirler... Zaten, AKP'den önceki yönetici (Atatürkçü, millici vs.) kadroların, ABD'ye ne kadar manke oldukları, bunlarla kolayca yer değiştir(til)ebilmelerinden de belli olmaktadır... Dolayısile, şimdi muhâlefet pozisyonunda görünenlerin foyası, apaçık meydandadır... Zira bunların hepsi de, o kadar yüzeysel ve emre âmâde (yani şartlı refleks edinmeye müsait) mahlûklar ki, akademisyen olanları bile meramlarını, ancak bir soytarı kadar abartılı jest ve mimikler kullanarak ifâde edebiliyorlar. Yâni meditasyon yapabilme ve matematikçe (sembolik mantkla) düşünebilme, dolayısile de sorunlara objektif bakabilme yeteneğine veya kalitesine sâhip değiller; bu entel lâik ve dindar küçükburjuvalar... Meselâ, -kaç defa anlattığım halde- Aristo Mantığı'nı bile hâlâ anlayamıyor, ve de hem genel mantığın transitif özelliğini, Aristo Mantığı'nın karakteristiğiymiş gibi lânse(!) ediyorlar, hem de “insanlar iki ayaklıdır, iki ayaklılar kuştur; öyleyse insanlar da kuştur” şeklindeki hîleli -ve “paradoks”la alâkası olmayan- örneklerle, paradoksu açıkladıklarını zannediyorlar. İnsanları böylesine bir ukalâlığa cesaretlendiren cehâlet, ancak “yarım tahsil”le kazanılabilir (mümkündür) herhalde... Yâni kaz kafaları bir türlü basmıyor (kavrayamıyor); Aristo Mantığı'nın, paradoksa sebep olan iki özelliğinin, “mutlak eşitlik” prensibi ile, -bununla bağlantılı- “sıradışı varlık” kabûlü olduğunu... Kaldı ki bunlar, bir bilimsel (matematiksel) mantık terimi olan “paradoks”u da, her türlü çelişkiye yakıştırılabilen bir metafor sanıyor, ve öyle kullanıyorlar. Halbuki, 1) Basit (geçici) çelişki; 2) Diyalektik (sürdürülebilen=ilerleten=ürettiren) çelişki; 3) Antagonist (çözümsüz) çelişki sıralamasının sonunda da mütealâ edilse, aslında “paradoks”, bir çelişkiden çok, “belirsizlik” hâlini ifâde eder. Yâni bir durum veya varlık, “hem olabilir, hem de olmayabilir” ise, veya oldu kabul edildiğinde olmadığı, olmadığı kabul edildiğinde de olduğu ortaya çıkıyorsa; yani tersi ile birlikte -aynı derecede- doğrulanıyorsa, işte o durum veya varlık paradoksaldır; akıl dışıdır ve dolayısile de “kaale alınamaz”dır: Meselâ sıradışı varlık anlamındaki, “tanrı” miti gibi... Ama ne yazık ki bizim enteller, doğru dürüs bir “paradoks” metaforu bile uyduramıyorlar; ömürlerinde hiç paradoks görmediklerinden... Hatta lâfzen kolay anlaşılan, “Giritli'nin Paradoksu” nu bile okumadıklarından... Bütün bu “geri”lik ve cehâletler, ülkemizdeki eğitim zihniyeti ve sisteminin sakatlığıyla da ilgili tabii... Çünki bizdeki -ve bütün “koloni”lerdeki- eğitim sistemi, “düşünen insan seçme ve yetiştirme” esâsına göre değil, “taklitçi maymun veya papağan yetiştirme” amacına yönelik olarak kurulmuştur. Dolayısile de, evrensel iletişim ve anlaşma vâsıtası olan “matematiksel (sembolik) mantık” yerine, “yabancı dil” öğretimine ağırlık verilmiştir. Halbuki insanlığın evrensel anlaşma vâsıtası olan “matematiksel mantık”ın yanında, bütün diller, birer “mahalle jargonu” mesâbesinde kalır aslında... Onun için de, matematiksel mantıkla düşünebilen bir insan, ürettiği fikirleri, ana dilinde bile ifâde etmekte güçlük çeker; nerde kaldı ki, bunları yabancı dillerde anlatabilmek için, gerekli metaforları uydurup düzenlemeleri yapabilsin... Ki bundan dolayı da o ülkede, çok dil bellediği halde matematiksel mantıkla düşünemediği için bilimsel fikir üretemeyen insanlarla, sembolik mantıkla düşünerek bilimsel fikirler ürettiği halde -kolay kolay- yabancı dil belleyemeyen bireyler arasında bir ayrışma meydana gelir. Ve sonuçta da, “papağan” tıynetliler, yabancı güç mihraklarının desteğiyle galebe çalıp, o ülkenin fikir üretimini ve hayatiyetini bitirirler; “verem kurdu” gibi bir misyonla... O halde demek ki, bir ülke, hayatiyetini muhafaza edebilmesi ve özgün varlığını sürdürebilmesi için, hem matematiksel mantık öğretimi yapması, hem de bu mantığa göre düşünebilen bireylerini ayıklayabilmesi (selekte edebilmesi) gerekmektedir. Hem zâten bundan sonra, yabancı bir ülkeden “dil” vâsıtasıyla öğrenilebilecek -esasta- bir şey de kalmamıştır artık... Zira 1901'de keşfedilen Russell Paradox mûcibince, Well-Ordering Principle gibi bir aksiyomun kabûlü zorunlu olmuştur; ki bu aksiyom da bize, tüm mevcûdâtın -mutlaka biri önce diğeri sonra gelmek üzere- iyi sıralanabilirliğini bildirmiştir. Ve buradan da, bütün varlıkların sıralanabilirliğinin idrâk edilmesi için, -ritm melekesinden mütevellid- “sıralama melekesi”ne sâhip bir yaratığın (insanın) mevcut olması şartını dayatmıştır. Ve böylece de insan, “ritm melekesi kazanmış primat” olarak, Kâinât'ın mütemmim cüzü, ve “bilim” disiplinini yaratan inisiyatörü şeklinde açıkça tanımlanmış ve anlaşılmıştır...
“İnsan”lığı Bir Uzaylı Olarak (Objektif) Kavrayıp, Tarihî Devirleri Aşmak:
Torunlarımız bir gün, Dünya'yı tamamen terk edip bir uzaylı hâline gelecekler, ve de o konumdan, insanlığın Dünya'da yaşadığı metamorfozu -objektif olarak- yazacaklarsa, bunun ipuçları, daha bugünden, birileri tarafından görülmüş, bilinmiş olmalıdır herhalde... Zira insanlığın uzaya taşınması, bu “metamorfoz”un doğru okunup yaşanmasıyla mümkündür; ki buna da biz, “uzaydan bakış” diyebilir, ve şöyle düşünebiliriz: Farz-ı muhâl, uzayın bir köşesinden, yüksek bilince sâhip bir uzaylı çıkıp da, bugün, Dünya'daki yaratıkları incelemeye gelseydi, herşeyden önce kendi kendine hareket eden mahlûkları (hayvanları) farkedecekti. Ve bunların içinden de önce, kolayca seçilebilen kara memelileri gözüne çarpacaktı herhalde... Bu uzaylı zât, “uçan-daire”sinin altına yerleştirdiği özel bir dürbünle, bütün hayvan sürülerini veya kolonilerini incelediğinde ise, genel karakteristik olarak şu tespiti yapacaktı: Doğurarak üreyen (memeli) türden hayvanlar, beslenen, çiftleşen, çoğalan, ve de kendilerine barınak bulan veya yapan yaratıklardır... Ancak, dürbününü insan kolonilerine zumladığında, bu mahlûkların çok mübâlâlı barınaklar, karada, havada ve suda giden oto-mobil araçlar yaptıklarını, ve de yaşadıkları mahalleri tümden ısıtıp ışıklandırabildiklerini, dolayısile de, herhangi bir faunaya bağımlı olmadan Dünya'nın her yerinde rahatça yaşayabildiklerini görüp hayrete düşecekti. Hele bir de, insanların, yaptıkları araçlarla (uydularla) Dünya'nın eko-sistem'inin dışına da çıkabildiklerini gördüğünde, şaşkınlığı iyice artacaktı; ki işte o zaman da, ister istemez kendine şu soruyu soracaktı: Oluşum ve yaşam ortamını -veya faunasını- inkâr (negasyon) edebilen bu anormal hayvanın, kendisini apnormal yapan özelliği, veya spesifik davranış biçimi nedir?... Sonra da hemen fark edecekti ki, insan denilen bu primat türü, -faunaları tâyin eden- içgüdüsel refleksif hareketlerden ma'dâ, devamlı olarak ritmik sesler çıkarıyor ve/veya dinliyor, fırsat buldukça ritmik hareketler (dans veya âyin) yapıyor, ve üstelik ritmik adımlarla çok uzun mesafelere yürüyüp koşabiliyor. Hatta bunların yavruları bile, ritmik sesler ve sallamalarla uyuyor/uyutuluyor, ve/veya rahat ettiriliyor. Halbuki diğer bütün hayvan yavruları için, böyle bir ajitasyon, onların uyumalarına ve rahat etmelerine engel teşkil ediyor... Sonra da düşünecekti ki, bu yaratığın iki ayak üzerine dikilmesi, yaptığı ritmik hareketlerle ilgili olmalı... Zira nedensiz olarak (veya bir kaostan kaynaklanan zorunlulukla) yaptığı ritmik hareketler, vahşi hayvanları -anlam veremediklerinden- uzakta tutmasaydı, ve de onda ritmik yürüme alışkanlığı yaratmasaydı, hiçbir primat, dört ayağın sağladığı koşma ve kaçma avantajından vazgeçip iki ayak üzerine dikilemez, ve dolayısile de, ön ayaklarını, yeni işlevler için serbest bırakamazdı... Bu mülâhazalar üzerine bizim muhayyel uzaylı, şöyle bir hükme varacaktı: İnsan denilen primat türünün, faunasını, ve hatta Dünya'nın eko-sistem'ini aşacak kadar bilinçlenmesine sebep olan davranış biçimi, sürekli olarak yaptığı ritmik hareketler neticesinde kazanmış olduğu “ritm melekesi”dir... Ve sonra da, insan kılığına girip insanların arasına karışacaktı; bu bilinçlenme sürecinin ayrıntılarını öğrenmek için... Ve matematik, fizik konu başlıklı bilimsel eserleri -bir şekilde- inceleyince de, anlayacaktı ki, insanlar ritmik davranışlarıyla, akıp giden bir “zaman” mevhûmu ile onun ölçü birimini, ritmik adımlarıyla da “mekân” mevhûmu ile “uzunluk” ölçü birimini yaratmışlar. Ve bunlarla da, tüm nesne, potansiyel ve olayları ölçen ölçüler türeterek, maddi âlemin -sanal âlemde- sayısal reprezantasyonunu gerçekleştirmişler; düşünceyle maddi âleme hükmedebilmek (yani bilim yapmak) için... Ama diğer yandan da, yaptıkları ritmik hareketler (âyinler) sırasında, -göğüs kafeslerinin sıkışması neticesinde- gayri ihtiyârî olarak çıkardıkları çok çeşitli sesleri (heceleri) ve bunların kombinasyonlarını (kelimeleri), muhtelif nesne ve olaylara tekâbül ettirmek sûretiyle, “konuşma” denilen bir iletişim biçimi geliştirmişler; bilimsel anlaşmalarının dışında... Hayvânî sübjektiviteye (içgüdüsel çıkarlara) açık olan bu iletişim biçimi yüzünden de, bilimsel çalışmalar hep engellenmiş ve -çıkarlara bağlı olarak- dallandırılmış; ve üstelik insan kümeleri, dil farklılıklarından dolayı da birbirine düşmüş... Ve dolayısile de insanlık, bilinçlenmesi frenlenerek, âdetâ durduğu yerde patinaj yapar, kendi kendini tekrarlar ve yıpratır, ve de Dünya'yı mahveder hâle gelmiş... İşte bu tabloyu gören bizim uzaylı, son tahlilde insanlara acıyarak diyecekti ki: Ey insanlar!.. Bilim adamı olarak ortaya çıktığınız ve hayvanlardan farklılaştığınız halde, doğru dürüs bir bilimsel faaliyet disiplini (düşünce metodolojisi ile birlikte, inisiyasyon=seçilim sistematiği) kuramayıp, uyduranların ve servis edenlerin sübjektif tercih ve yorumlarına açık olan dînî akide, felsefe ve ideoloji adındaki lâfzî düşünce sistemlerinin peşinden sürüklenmişsiniz hep... Zira bilimin (ve kendinizin), ritmik hareketlerin meleke kesbetmesiyle ortaya çıktığını(zı) idrâk edememiş ve bilince çıkaramamışsınız; hâlâ... Onun için de, sırf bu yüzden, doğal peryodik olayların ve tenbihlerin tesirlerinden kurtulamayıp, onlara yüklediğiniz mistik anlamları fazlaca önemseyerek, sizi mit'ik “tanrı” kavramından kurtaracak objektiflikte bilimsel disiplinler (metodolojiler) geliştirememişsiniz. Müzik refâkatinde söylenen sözler (şarkılar) ile, vezin-kâfiye disiplinine sokulmuş ifâdeleri (şiirleri) de -ritm bazında- icat etmeseydiniz, muhtelif doktrinlerle beyni yıkanmış insan kümelerinin, birbiriyle hiçbir sosyal (insanî) irtibat noktası kalmayacaktı... Önceleri, lâfzî düşünce sistemlerini uyduranlar (tanrı-kral'lar), aynı zamanda toplumsal artı-değer'i de tekellerinde bulunduruyorlarmış; ama sonradan, onların mavallarına alışan kitlelerin yönelişleriyle, kapitalist adındaki yeni “artı-değer” kralları ikâme edilmiş demokratik(!) olarak... Ve onun için de, aşırı üreyip şişmanlayarak Dünya'yı da kirletmişsiniz. Artık siz siz olun ve aklınızı başınıza toplayın da, şimdiye kadar, “ritmik hayvan” olduğunuzu bilmeden uydurmuş bulunduğunuz -Aristo Mantığı ile mâlûl- bütün dinsel, felsefî ve ideolojik doktrinlerinizi ve teorilerinizi (en başta da Kapitalizm olmak üzere) ÇÖPE ATIN; veya tarihî devirlerdeki “zihinsel pataloji” hakkında inceleme yapacak bir araştırma müessesesi kurup oraya kaldırın!..
İşte biz de, tam olarak bunu (yukarıdaki uzaylının dediğini) anlatmaya çalışıyoruz; özellikle de “birey” insan olanlara... Ama dogmalara şartlanmış, geleneklere alışmış konformist insanlar da bize, “başka bir gezegenden gelmiş uzaylı” gibi bakıyorlar; aval aval... Bugünki insanlığa, tepeden (uzaydan) objektif olarak bakabiliyoruz zira, ilk insanın “panteist zon”daki, yani “tabulu zamanlar”daki oluşumunu, ve de bu oluşumun uzayda, geriye (hayvanlığa) dönüşsüz olarak, kalite farkıyla -bilinçli bir şekilde- sürdürüleceğini idrâk etmiş bulunuyoruz. Onun için de artık, “tarihî devirleri (ve kapitalizmi) aşmak” anlamındaki bu insanlık problemini, bir an önce bilimsel plâtformda tartışmaya (incelemeye) açmak durumundayız. Ama ne var ki, “global finans kapital”in politik strateji uzmanları da, sözkonusu problemin gündeme getirilememesi için, hem spesiyalist (at gözlüklü) bilimcilerin, ısmarlanmış veya tesâdüfî buluşlarını reklâm etmek, hem de magaziner politikaları ve protest eylemleri önemli göstermek sûretiyle kitleleri oyalamaktadırlar. Ve bu arada, güdülen “güç politikası” mûcibince patlayan mahalli savaş ve terör eylemlerini de, “medyatik gözdağı” şeklinde kullanmaktadırlar; “aba altından sopa göstermek” gibilerinden... Zira insanlığın tüm aktiviteleri, bilimsel çalışmalar gündemine, “feed-back” etkileşimi hâlinde bağlandığında, Kapitalizm'e yer kalmayacaktır. Ama sözkonusu bağlantı, Panteist Zon Kulüpleri vasıtasıyla realize (ve sistematize) edilinceye kadar da, aşağıda formüle edilmiş “ilk hedefler”in, -kitlelerin dikkatini çekmek üzere- her zaman ve her yerde zikredilmesi gerekecektir; kapitalistlere de, “insan”lığı hatırlatan, “Demokles'in kılıcı” gibi bir sembol teşkil etmesi için...
İLK HEDEFLER:
I- İnsanları, körü körüne (boş vaadlerle) itaatkâr kılmaya yarayan mitolojik -veya mit'ik- “tek tanrı” kavramını, bilimsel olarak (paradoksal olduğunu ispatlamak sûretiyle) red ve cerh etmek, ve de dinleri yeniden, mahalli folklorik etkinlikler hâline indirgemek...
II- Yaratıcılığı ve verimliliği arttırıp, spekülâtif kazanç alanını daraltmak üzere, “hafta” döngüsünü 5 güne indirmek...
III- İnsanların ritm melekelerini ve -bundan mütevellid- aralarındaki rezonansı (duygu birliğini) güçlendirmek için, zaman ölçü birimi “saniye”yi, ritmik boyuta çekmek...
İlericiler Cephesinde Büyük Yer İşgâl Eden “Doğu Perinçek” Fenomeni:
1948-50 yıllarında Ankara'da, aynı apartmanda (Maltepe, Sabah Sok. No:22'de), kapı karşı komşu olduk Doğu Prinçek'lerle... Babasının (Sadık Bey'in), savcı olarak tâyini dolayısile Ankara'ya gelmiş, ve de benim doğduğum eve (yani gözümü açıp tanıdığım ilk çevreme) taşınmışlardı... Ben Doğu'dan iki yaş büyüktüm; ki ilkokula başlama çağlarında bu yaş farkı, bâriz bir üstünlük anlamına gelirdi genellikle... Ama ne var ki, Savaş yıllarının Ankara'sında kol gezen salgın hastalıklara peş peşe yakalanmış olduğumdan ben, bünyece pek zayıf düşmüştüm o sıralar... Doğu ise, -bacak zaafiyetine rağmen- güçlü kuvvetli bir çocuktu... Kaldı ki, babası tarafından da çok seviliyor, ve güçlü bir şekilde motive ediliyordu; kendinde hiçbir noksanlık hissetmemesi veya kabul etmemesi için... Gözüne kestirmesinden dolayı olsa gerek, Doğu beni sık sık güreşe dâvet ederdi; meydan okuyan tavırlarla... Ki 1948 Londra Olimpiyatları'nda önlerine gelen rakiplerini kısa zamanda tuşla yenen güreşçilerimizin estirdiği havayla, güreş sporu pek revaçtaydı o sıralar... Ama bu zaferlerin verdiği milli coşkuyla da -galibiyet algılamasındaki- çıta o kadar yükseltilmişti ki, tuş yapamadan kazanan güreşçimizin galibiyeti pek makbul sayılmıyordu... Ben güreşe tutuştuğumuzda, Doğu'yu hemen yere düşürür ve altıma alırdım. Hatta bazen de kendisi -ayakta benimle başa çıkamayacağını bildiğinden- kendini hemen yere atar ve yüzüstü yayılırdı. Sonra da başlardı, tuş edemedin ki, tuş edemedin ki diye beni kızdırmaya... Ben bu kızgınlıkla bir gün, tuş etmek için toz toprak arasında kendisini öylesine sürüklemiştim ki, yoldan geçen amcalar tarafından bir güzel azarlanmıştım; hiç unutmam... İşte Doğu Perinçek'in, “güreşe doymayan yenik pehlivan” karakteri ile, “yenildiği hasmının eksiğini veya zaafını, kendi mârifeti gibi görme ve gösterme” mentalitesi, ve dolayısile, motivasyona (dolduruşlara) müsait kişiliği, o çocukluk çağlarında tebellür etmişti...
Doğu Perinçek'in kişiliğini aksettiren, diğer bir çocukluk anım da şöyle: Bizim mahallenin, daha doğrusu Sabah Sokak'ın çocukları olarak biz, bir futbol takımı kurmuştuk; ve de diğer mahallelerin, ve özellikle de Uludağ Sokak!ın çocuklarıyla iddialı maçlar yapıyorduk. Oynadığımız toplar, lig maçlarında oynanan nizâmî topun -parçalı meşin (imitasyon) dış kılıfı, bisiklet pompasıyla şişirilen iç lastiği ile- tıpatıp benzeriydi; ama ondan daha hafif, ve biraz daha ufaktı. Çünki o zamanki nizâmî futbol topunun ağırlığı -yanlış hatırlamıyorsam- 4,5 kg kadardı; ve biz yaştaki çocuklara epey ağır geliyordu... Zaten o zamanlarda, o topu santra çizgisinden aşırtan -degajlar yapabilen- kaleciler de alkış alıyorlardı; hiç unutmam... Bizim maçlarda, futbola meraklı olan Doğu'yu da kırmıyor, kaleci veya bek mevkilerinde oynatıyorduk. Ancak bir gün Doğu, santrfor oynamak istediğini söyleyince, inanamadık ve şaka yapıyor sandık önce... Ama sonraki günlerin birinde, koltuğunun altında koskoca bir “gerçek futbol topu” ile çıkagelince şoke olduk... Sonuçta bizim takım, gerçek futbol topuyla oynama sevdalıları ile, maç kazanmalarına imkân olmayanların bu maskaralığına katılmak istemeyenlerin ayrışmasıyla ikiye bölündü... Ve de netice itibâriyle ben, Doğu Perinçek'in şahsında, fıtraten sahip olunan “inat” huyu ile, -kadere isyan derecesinde- oğluna düşkün olan bir babanın (Sadık Perinçek'in) gayretleri sonucunda, “oto-kritik”siz bir kişiliğin nasıl oluştuğunu, yakînen görmüş ve izlemiş oldum... Nitekim sonradan da, etrafına -bir şekilde- topladığı avaneyle kişilik edindiğini sanan, dolayısile de daldan dala konan, bir politikacı tipi olup çıktı Doğu... Zira etrafında toplananlar, ya “gurup mensûbiyeti” hissi ve birkaç sloganla mümin olan gerzekler, ya burjuvazi adına “solculuk” deneyimi yaşayan stajyerler, ya da ajanlar ve istihbârat elemanları oldu... Ve giderek de görüldü ki, birinci kategorinin en imanlı olanları, şu veya bu şekilde “niyazi”, ikinci kategoridekiler, en yüksek mevkilerde danışman veya üniversitelerde akademisyen oluyorlar... İstihbaratçılarla passif müminler ise, küçükburjuva konformizmi içinde Atatürkçülük ve “devrim” hamâseti yaparak görevlerine devam ediyorlar... Diğer yandan, inatçı, refleksif ve tutkulu kişiliği de Doğu'yu, muhtelif güç merkezleri tarafından, istenilen pozisyona kolayca taşınabilen sivri köşeli -ve hatta kulplu- bir siyâsî araç haline getiriyor... Zira insanla, insâniyetle ilgili bilimsel (objektif) fikirler üretmeye -ve inisiyatör olmaya- kalkanların, huysal uzantılara veya sivriliklere sâhip olmaması gerekiyor...
Biz 1950'nin yaz aylarında, Maltepe'deki evden çıkıp da, uzak bir semte taşındıktan sonra, Doğu ile hiçbir ilişkimiz ve karşılaşmamız olmadı; taaa ki ben, 1969 yılında Kerim Sadi ile tanışıncaya kadar... Kerim Sadi o sıralarda, Doğu'nun çıkardığı dergi ve gazetelere, müstear isimlerle yazılar veriyordu; ki bazen de bu yazıları ben götürüp, Cağaloğlu'ndaki İşçi-Köylü Gazetesi bürosunda Bora Gözen'e veya onun yokluğunda İbrahim Kaypakkaya'ya teslim ediyordum... Ama bir süre sonra, Aydınlık Dergisi'nin ikiye bölünmesinden, ve yazılarında tahrifat yapılmasından çok rahatsız olan Hoca, bunlara yazı vermekten vaz geçti... Ve de işte o zaman bana, bir dergi çıkarmamı tavsiye ve teklif etti; ki ben de bunu kabul ederek, 15 Eylül 1970'ten itibâren Katkı Dergisi'ni çıkarmaya başladım... Doğu da o sıralarda, hem etrafındaki avane vâsıtasıyla, muhtelif ajanlar tarafından TKP nâmına kuşatılmakta olduğunu hissettiğinden, hem de böyle bir kuşatmayı tesirsiz kılacak teorik derinliğe sâhip olmadığından dolayı, bir süredir Kültür Devrimi adıyla gürültülü bir kampanya yürüten Mao'nun taraftarı oldu... Bunun üzerine Kerim Sadi hoca da benden, Doğu ile görüşerek, Kültür Devrimi denilen olayın mantığını öğrenmeye çalışmamı, ve de mümkünse Çin'den gelen son dökümanları elde etmemi istedi... Ankara'daki, Muammer Aksoy'un derneğiyle aynı binada bulunan merkezlerine -refâkatçim olan Ali Bayram Kara ile birlikte- gittiğimde Doğu, beni her zamanki sıcaklığıyla karşıladı; ve üstelik de merkezde bulunan kalabalığa, sitâyişkâr bir şekilde taktim etti... Kendisinin özel ofisine geçip de başbaşa kaldığımızda, sorduğum ilk soru, “Çin'deki olayların (Kültür Devrimi'nin) diyalektik mantığı nedir?.. Yeni bir kânûniyet mi keşfetmişler?” şeklinde oldu... Ama aldığım cevapla da nutkum tutuldu. Çünki Doğu bana, Çinlilerin “bisiklete binmenin diyalektiği”ni keşfettiklerini anlattı; ballandıra ballandıra... Halbuki bisikletin -tekerleklerinin jiroskop değeri kazanıncaya kadarki- kalkış sürecinde, ön tekerleğin didon vasıtasıyla sağa sola döndürülerek sürülmesi olayı, “diyalektik çelişki”ye model olarak gösterilir, ve bunu da herkes bilirdi... Benim sorduğum ise, Kültür Devrimi diye koparılan fırtınanın, neyin anti-tez'i olduğu, veya hangi sentezi amaçladığı anlamında bir soruydu. Ama ne yazık ki, Doğu da birçok insan gibi, diyalektik sözcüğünü, sözün gelişi mantığına göre anlamlandırılan bir metafor olarak kullanmaya alışmış olduğundan, benim sorumu bile anlayamamıştı... Ancak bu sûretle de, biz anlamıştık; Doğu'nun neden Sovyetler ile Çin arasında yalpalar yapmak zorunda kaldığını...
Son olarak, yeni yüzyıla girerken, yükselen gericilik dalgası yüzünden dikkatimi çekti Doğu Perinçek... Zira o sıralarda da, kendisine “yeni ve orijinal futbol topu” misâli televizyonlar vs. hediye edilmekle birlikte, bu sefer, hızlı Atatürkçü kesilerek -yenilmeye mahkûm- yeni “takım”lar oluşturuyordu. Ki nitekim, o zamanlarda Ulusal TV'de kükremiş olan ne kadar küçükburjuva aslanı varsa mimlendiler; ve sonra da toparlanarak içeri atıldılar... Halbuki gericilik, Atatürk'ün ve/veya ardıllarının eksiğinden, gediğinden yol (menfez) bularak suyüzüne çıkmış ve gelişmişti; dolayısile de Atatürkçülük gibi bir doktrinle, bu belâya çare değil, âlet veya paravan olunurdu ancak... Ve de Türklerin, dindar ve lâik olarak ayrışıp kutuplaşmalarına yol açılırdı. Zira her iki tarafta da, dinsel dogmalar, ortak payda teşkil etmekte, ve onun için de tarafeyn, döğüşe (didişmeye) doymayan ve yenişemeyen ikiz kardeşlere benzemekteydi... Son zamanlarda, her iki tarafın da birbirini “Gladyo” diye itham etmesi, bunun bâriz bir göstergesidir. Kaldı ki, şâyet bir “Gladyo” teşkilâtı varsa, her iki tarafı da idâre etmesi gâyet normaldir... Ben bu mülâhazalarla, başımıza geleceği bildiğimden (öngörebildiğimden), 2003-4'lerde Doğu'ya, Osman Çetinkaya vasıtasıyla bir mesaj göndererek kendisinden, bana, teorik yayın organlarında yazı yazmama imkân sağlamasını istedim. Eğer bu imkânı sağlasaydı, bu Tebliğ'lerde yazdıklarımı yazmaya, taa o günlerden başlayacaktım; ve dolayısile de -bilinçlenmede- epey yol alınmış olacaktı; onların “politik sörf”lerine de hiçbir zarar vermeden... Ama ne var ki -son aşamada- havâle edilmiş olan, Bilim ve Ütopya dergisindeki sorumlu memur, yazılarımı çok ütopik bularak iade etti. Ancak, zaman biriminin yeniden tâyini, ve “hafta” peryodunun yeniden düzenlenmesi hakkındaki konuların, bilimkurgu temalarından daha ütopik görülmesinin hiçbir inandırıcılığı yoktu; ve onun için de, tipik bir “polisiye mâzeret”ti bu... Kaldı ki, o sırada Aydınlık Dergisi'nde yayınlanan, Kerim Sadi biyografisine dair göndermiş olduğum tashih metnini de, aynı polisiye zihniyet -bana danışmadan- kafasına göre sansürleyerek yayınlama küstahlığını göstermişti... Yâni birileri bunlara, Atatürkçülük ve lâiklik sekterliğinde bastırın ve toplumu -lâikler ve dinciler olarak- polarize edin diye emir vermişti sanki... Halbuki aslında, Türklerin, bilinçliler ve gerzekler olarak iyi sıralanması, ve bunun için de herşeyden önce, bilinçlilerin gerzeklere hadlerini bildirip, onları sıraya sokmaları gerekiyordu; dinli dinsiz demeden... Bu taktirde, yeni bir dil ile edebiyat ve felsefe yapmanın, insanlığa hiçbir fayda sağlamayacağı, dolayısile de, Kürdistan vs. gibi “Gerzekistan” devletleri kurmanın da, sâdece Globalist sömürgenlerin işine geleceği açıkça anlaşılacaktı... Kaldı ki, böyle bir insâni diziliş veya disiplin, bütün Dünya halklarını da etkileyecek, ve onlardan da müttefikler kazandıracaktı; zira Türkiye'nin -taa 1826'lardan kalmış- problemi, aynı zamanda insanlığın, “doğru düzgün bir yolda ilerleme” problemiydi... Aksi taktirde ise, dindar Türkler de, lâik Türkler de ayrı ayrı dış mihraklardan destek görecekler, ve de kendilerini haklı sanarak, ayrışmaya ve parçalanmaya hizmet edeceklerdi. Zira, küresel finans kapital için, dincilerin yanında, Atatürkün yaptığı reformlara alışmış lâiklere de -borç'sal- yatırım yapmak, hem kârlılık bakımından, hem de “böl ve kolay yönet” politikası mûcibince tercihe şâyan olacaktı...
Doğu Perinçek son zamanlarda, hemşerisi ve -bir bakıma- huydaşı olan Tuncay Özkan'a da kötü örnek olmuştur. Ve onun için de, aynı manyetik kutuptan veya aynı cins elektrikten elemanlar gibi biribirlerini itmektedirler; hiçbir teorik farklılık ortaya koyamadan... Özel Silivri Cezaevi Mahkemesi bunlara, hiç de hukûkî inandırıcılığı olmayan iddianâmelerle, cezâi müeyyideler uygulamakla, onların inatlarını bilemekte, ve de Atatürk mukallitliği anlamındaki rollerini pekiştirmektedir aslında... Salıverildiklerinde, boşanmış zemberek gibi koparacakları “küçükburjuva milliyetçiliği” yaygarasından yararlanılarak, üniversitenin medreseye, Ordu'nun da, “Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye” veya “Peygamber Ocağı” hâline dönüşmesi sağlanacaktır; yobazların aklınca... Ki bu arada, bizim Atatürkçülerin (!), halka yaranmak için verecekleri tâvizlerle de -en azından- Atatürk'ün profili, dindar bir şekle sokulmuş olacaktır... Halbuki herşeyden önce Ordumuzun, kalite farkı ile, Ocağ-ı Bekdâşiyân gibi, insanlığın fikrî ve fiilî tevhîdi için ceht gösteren, ve ondan dolayı da mensuplarına, ezber ve taklit becerisine göre değil, inisiyasyon (liyâkat) seçilimine göre kıdem (rütbe) veren, dolayısile de mecbûren anti-kapitalist olan bir yapıya kavuşturulması lâzımdır; ama tabii ki, üniversitelerde tatbik edilen ilim(!) anlayışının da aşılmasıyla birlikte... Bu işleri gerçekleştirmenin, insan ömrüyle mukayyet bir kestirme yolu yoktur. Böyle bir kestirme yol bulduğunu zannederek devleti ele geçiren Lenin'in sonu belli... Fakat Çinliler hâlâ şanslarını denemeye devam ediyorlar; Amerika (USA) ile aynı parkurda (Kapitalizm'de), zıt yönde (uzlaşmaz hayâlî hedefler yönünde), çarpışma noktasına doğru hızla yol alarak... Ve tüm insanlığın da, başını belâya sokmak üzere... İş işten geçmeden, uyanacaklarını umarız...
Tarihî Diyalektik Mûcibince Yapılması Gereken:
Eger insanlık, hâsıl ettiği toplam artı-değer'den, yaratıcılığa ve “yaratıcı insan” çoğaltmaya, gerektiği kadar yatırım yapmıyorsa, felâketini veya kıyâmetini hazırlıyor demektir. Çünki tarihî diyalektik mantık mûcibince, insanlığın gelişimi, bir yandan insanların yaşam şartlarının iyileştirilmesi ve lâzım geldiğince çoğalmaları için yatırımı gerektirdiği kadar, diğer yandan da, -son tahlilde- biyolojik bedenden ve Dünya'dan kurtulmayı sağlayacak yaratıcılıklara yatırımı gerektirir. Bu aynen, bireyin bir yandan beslenme ve çiftleşme etkinlikleri ile biyolojik varlığını idâme ettirirken, diğer yandan da, yemeden çiftleşmeden uzaklaşarak, yıkım metabolizması (katabolizma) yoluyla düşünce faaliyetinde bulunmasına benzer. Bu diyalektik çelişki(ler), iyi idare edilmediği taktirde, toplumlarda sosyo-ekonomik ve politik krizlerin patlak vermesi, insan vücudunda da, muhtelif hastalıkların zuhûr etmesi kaçınılmazdır. Ama bu diyalektik çelişkileri iyi idare edebilmek için de, “düşünce”nin objektif olabilmesi, yani düşünen insanın, “içgüdüsel ihtiyaç” endişesi taşımaması gerekmektedir. Fakat bu gereklilik de, objektif (bilimsel) düşünme vaadi veren herkesin -devleti ele geçirmiş “komünist”ler gibi- peşînen finanse edilmesiyle karşılanamaz tabii ki... Ondan dolayı, kapitalistlerin, şehvet, lezzet ve fetişizm uğruna para kazanmak için, mal üretimine ve “üretici (aynı zamanda tüketici)” çoğaltmaya yaptıkları yatırımları -objektif olarak- frenlemek üzere, herşeyden önce “itaat” anlamındaki disiplin anlayışını, ve bu arada tapınılası “tanrı” mitini (dolayısile ibadet ritüellerini) tedrîcen ortadan kaldırmak lâzımdır. Zaten itaat anlamındaki disiplin, sâdece, mal üretimi ve paylaşımı (son tahlilde savaş) için gerekli, bir tarihî fenomen olduğundan, ve de insanlığı var eden (insanı yaratan; veya tanrı emri olan) bir disiplin olmadığından, üretim ve komünikasyon araçlarının muayyen bir gelişim aşamasında tarihe gömülmeye mahkûmdur; her türlü “tapınç kültü”yle beraber... Diğer yandan da, hem “insanı insan yapan disiplin = ritm melekesi”ne uygun bir zaman birimi, bütün saatlere yüklenmeli, hem de -iş verimliliğinin yüksek tutulması, ve yaratıcı faaaliyetlere (bilim ve sanata) fazla zaman ayrılması için- insanlar mal üretiminde (rutin işlerde), en fazla üç gün üst üste çalıştırılmalı; yani “hafta” döngüsü 5 güne indirilmelidir... Demek ki bugün artık, Batı Medeniyeti'ni kuran korsan zihniyeti, bilimcilerini at gözlüklü uzman yapmak, ve de aydınlarının beynini “kapitalizm”le yıkamak sûretiyle, insanlığın gelişme rotasını kaybederek, -argo tâbirle- fena halde keriz düşmüştür. Tarihî devirlerle birlikte işinin biteceği (hatta bittiği) gerçeğinin anlaşılması, sâdece bir îlâm'a (ve îlâna) kalmıştır. Tespit etmiş olduğumuz “İlk Hedefler”, sesini duyurabilen aydınlar tarafından etkili bir şekilde îlan edildiği andan itibâren insanlık -onun lehine- pozisyon almaya başlayacak, ve muayyen bir süreç sonucunda da Kapitalizm'i bitirecektir. Onun içindir ki, sözkonusu “ilân”, kapitalistler için “îlâm” anlamına gelecektir aynı zamanda... Zira, istedikleri kadar para da bastırsalar, “eler-tutar” yeri kalmamış olan tezlerini yenileyemeyecek veya yeniletemeyeceklerdir artık... Sözkonusu “İlk Hedefler” bildirimi medyada patladığında, ABD halkları, aynen 1957 yılında Sovyetler'in fırlattığı ilk uydu Sputnik'in, yörüngeye oturmasıyla birlikte yaşadıkları şok gibi bir şaşkınlık yaşayacaklardır; “yöneticilerimiz uyuyor mu?!” şeklindeki bir tepkiyle birlikte... Ama ABD yetkilileri bu sefer, bu insâniyet yarışında, sâdece para bastırmakla inisiyatifi ele geçiremeyeceklerdir. Hatta tam tersine, ilk defa ciddi bir muhalefet oluşacaktır Amerika Birleşik Devletleri bünyesinde... Zâten Amerika'da ciddi muhalefet yaratmayan bir fikriyâtın, gerçek (orijinal) olamayacağı da, Komünizm'in orada tutunamamasıyla ispatlanmıştır âdetâ... Yâni son tahlilde, en güçlü silahları, ve karşılıksız para basma imtiyâzını ellerinde bulunduranlar, yakın çevrelerinden kuşatılmadıkça, Dünya'nın her yerindeki, her türlü hak ve özgürlük talepleri, -“ihsân edilecek olanın pazarlığı” şeklinde de olsa- bastırılmaya mahkûmdur...
Bu ülkede, emperyalizme ve onun tepemize oturttuğu gerici iktidara fena halde içerleyen “eli kalem tutanlar” var... Ama onlar, sâdece iktidarın yalanını yanlışını ortaya çıkararak “tenkit” yapmakla, yani bir bakıma iktidardakilerin seviyesine inmekle, bir iş yaptıklarını sanıyorlar; sanki takiyyeci yobazlar oto-kritik sahibiymişler de, utanır ve kendilerine gelirlermiş gibi... Ve bu yüzden de, süper düzenbazların düzeninin bir aksâmı hâline gelerek, bir bakıma “bozuk düzen”i tahkim ediyorlar... Ayrıca, iktidara oturtulmuş olanların, bîzâtihi kendilerinin, yanlış (yamuk) olduklarını bildikleri veya -en azından- hissettikleri halde, emperyalist mihraklara karşı, “kahrol düşman!” der gibi komik çıkışlar veya pasif protestolardan öte bir şey yapamıyorlar... Böyle sorumsuz ve ciddiyetsiz “özgürlükçü” tavırlardan, veya -her türlü bilimsel disiplinden kopuk- “libero yazar” snobizm'inden kurtulmaları için, insanlığın “İlk Hedefler”ini yazılarına taşımaları kâfidir aslında... Üstelik, bağımsız kişiliklerini korumak için de bunu yapmak zorundadırlar; zira kâbus gibi -sinsice- üzerimize çökmekte olan mistik hava, bir süre sonra kendilerini de sarıp mayıştırarak, “Stokholm Sendromu”na sokacaktır. Ya da, sürdürülen metodsuz, sorumsuz aykırı tavırların, şekillendireceği “züppe” profili, bir aşamadan sonra antipati yaratacaktır toplumda... Ancak ne var ki, teoriden anlamak için biraz iz'ân, prensip olarak -yani kıvırtma payı bırakmadan- “anti-kapitalizm” tavrını koruyabilmek için de, biraz yürek gerek; mesela Emin Çölaşan, Bekir Coşkun, Yılmaz Özdil, Can Ataklı gibi tanınmış yazarlarımıza... Sözkonusu “İlk Hedefler” kampanyası, -kendileri anlamasalar da- Silivri tutsaklarına da yarayacaktır tabii ki... Zira köpek, bir tarafınızı ısırdığında, onun çenesini açmaya çalışacağınıza, parmağınızı gözüne sokarsanız, refleksif olarak bırakacaktır kaptığı parçanızı...
Mayaların “Kıyâmet” Diye Müjdeledikleri Olay, Onların Kökünü Kurutan Korsan Zihniyetinin (Kapitalizm'in) Sonu Olsa Gerek...
Ali Ergin Güran: 21/12/12