Sonuncu ve Birinci Yeniçeriler
bekdasikodu.org

Tebliğler

İfşaat

Mektuplar

Saklı Tarih Arşivi

Yayınlar

Dava Belgeleri

Haber - Yorum

Cevaplar

Bekdaşi Kodu - bekdasikodu.org - Türk olmak adam olmak demektir.


Türk Olmak Adam Olmak Demektir.
back yaz

Esas Gündem: İnsan Nedir?.. Doğum Kontrolu Neden ve Nasıl Bir Gerekliliktir?...


Game Theory' ye göre, bir toplumda oynanan (icra edilen) bütün oyunların (etkinliklerin) vektörel toplamı sıfır veriyorsa, o toplum çürüyor demektir. Yani iktidar ve muhalefet dinamiklerinin dengelendiği istikrarlı toplumlar, böyle bir çürüme kültürüdür aslında... Ve de süper düzenbaz muhâfazakâr bir politikacı, halk dalkavukluğu yapıp, “sıfır toplam” denklemini korumak sûretiyle devamlı iktidarda kalarak, bir toplumu -rahatça- felâkete götürebilir; demokratik (!) seçimlerle dahî... Herne kadar, tüketim (büyüme) ekonomisi mûcibince, malları çoğaltan, değiştiren (kalitelendiren) ve çeşitlendiren yeni yeni üretim süreçleri icat edilse de, bu, sâdece insanların üremesine (çoğalmasına) hizmet ettiği sürece, çürümenin tüm Dünya'ya yayılmasından öte bir sonuç vermez. O halde, Dünya çapında düşünüldüğünde, sözkonusu “vektörel toplam”ın birçok -milli- toplumda pozitif bir genel dinamik ortaya koyması da, bütün insanlığın geleceği bağlamında hayra alâmet olmayabilir. Zira, tüm insanlığın üretici, yaratıcı ve tüketici (yok edici) dinamiklerinin toplamına bakıldığında, ortaya çıkmış bulunan pozitif (ilerleten) dinamik bile, şâyet -en azından- Dünya'nın doğal yapısında ve dengesinde yarattığı bozulmaya eşdeğer bir ilerleme yaratamıyorsa, yani bu dinamik, uçuşa geçemeden rampasını mahveden bir füze motoru gibi çalışıyorsa, o zaman da, insanlık tümüyle çürüyor ve bir tükenişe gidiyor demektir. Ki bunun için de, insanlığın gelişimini (ilerleyişini) sağlayan diyalektik çelişkiyi -objektif olarak- iyi idâre etmek gereği ortaya çıkmaktadır... İnsanlar “panteist zon”dan, yani -bazı hayvanların yumurtaları, sütleri vs., bazı bitkilerin meyveleri, yaprakları vs. ile beslenerek- sayma(ritm) ve sıralama melekelerini edindikleri “totemci (hazır yiyici) hayat”tan çıkıp da, akılları ile muhtelif üretim biçimleri geliştirirlerken, rutin (şartlı refleksif) çalışma ve mal üretme düzeni için, “itaat” disiplini tesis etmek zorundaydılar. İşte bu zorunluluğun dayatmasıyladır ki, insanların zihninde mitolojik bir “tanrı” kişiliği tebellür etti; ister istemez... Ama akıllanan primatlar (insanımsılar), faunalarını aşıp, bütün Dünya'ya yayıldıktan, hatta “eko-sistem”i aşıp uzaya çıktıktan sonra dahî, bu “tanrı” miti, kapitalist sömürüye yardım eden, ve de Dünya'nın doğal düzenini mahvetme pahasına insânî gelişimi (uzaya açılımı) engelleyen bir “galat-ı meşhur” olarak sürdü geldi günümüze kadar... Yani ne garip ki, Tanrı'sının yaratmış olduğu doğal düzeni aşıp (hatta bozup), onun üstüne çıkabildiğini açıkça gördüğü halde İnsanoğlu, hâlâ o “Tanrı”ya büyük bir hürmetle tapınıp duruyor; ve yaranmaya çalışıyor. Ve böylece de, yaratmış olduğu Dünya'yı, yine bir yaratığı olan insana mahvettiren bir “abuk” tanrıya tapınmış oluyor. Zira bu “abuk” tanrı, öyle zorba ve mantıksız bir kişilik ki, dinsel literatüre göre, insana re'sen -yani kendisine sormadan- “akıl” vermiş (veya kafasına monte etmiş), ama buna karşılık da insandan, ömrü boyunca kendisine tapınmasını, yalvarmasını ve şükretmesini istemiş; ödemesi bitmeyen bir ücret veya alacak gibi... Halbuki diğer hayvanların böyle bir mükellefiyeti yok; yani aklı verirken -veya kafasına monte ederken- insana sorsaydı, muhtemelen insan da kabul etmiyecekti böyle bir mükellefiyeti... Yani aslında -son tahlilde-, mitolojinin (ve dinlerin) tanrı miti, becerikli insan yetiştirme, mal üretme ve paylaşma düzeninin gerektirdiği itaat disiplini ile birlikte miadını doldurmuştur. Ama sözkonusu mitik “tanrı” nâmına itaat disiplinini sağlayıp -ibâdetle birlikte, parasal olarak da- tahsildarlık yapan, “tanrı-kral”lar, peygamberler, dindar hükümdarlar dizgesinin son halkası olan kapitalistler, alıştıkları kolay kazancı kaybetme pahasına, bu disiplin tarzından ve mal üretiminden vazgeçmeye niyetli görünmemektedirler. Zira onlar, duran (iş yapmayan) mal ve paradan da -borsa işlemleri ve tüketim kredileri şeklinde- kazanç sağlama kurnazlıkları geliştirmiş ve meşrûlaştırmışlardır. Ki onun için de, mal üretiminde canlı iş gücünün yerini robotların, bilgisayarların almasıyla âtıl kalan itaatkâr insanlar sürüsü, ancak sosyal kargaşalıklarda ve savaşlarda kullanılabilecek bir potansiyel güç hâline gelmektedir; kapitalistlerin indinde... Yâni son tahlilde ortaya çıkmıştır ki, -geçmiş ve gelecek- tüm insanlığa şâmil “sıradışı varlık” anlamında bir “tanrı” kabûlü, “matematiksel mantık”ça ve aklen olanaksız; yâni paradoksaldır. O halde Yahudi tanrısı, -kendilerinin subjektif tercihi olarak- sâdece Yahudilerindir; ve de Hz.Muhammet, bu tanrının tüm insanlığa teşmil edilebileceğini düşünmekle, büyük bir hatâ (Aristo Mantığı'nın paradoksal hatâsını) işlemiştir; bilmeden... Yoksa, büyük bir tarihî kategori olarak İslâmiyet, yarattığı kültür itibâriyle, tabii ki katkı yapmıştır insanlığa... Amma ve lâkin, bir Dünya düzeni kurma aşamasına gelindiğinde, fikriyât ve fiiliyâtta çözümsüz çelişkiler çıkmıştır ortaya... Yani son tahlilde, Sâbii'lerin “güneş tapıncı” kültünden alınarak salât (namaz) adı verilen ibâdet ritüeli, yetmemiştir insanlığı birleştirmeye... Zira, -ibâdet adıyla- yapılan senkronize hareketler, katılımcılarda birlik duygusu yaratsa da, katılmayanları yadırgatıp düşman ediyordu; ve insanların ister istemez katılacağı (cezbolacağı) yegâne davranış biçimi ise, sâdece ritmik hareketlerdi... Onun için, insanlığın öncelikli meselesi, mitolojinin son versiyonu olarak ortaya çıkan, “kavim panteonunun, çok isimli özel tanrısı”na sâhip Yahudi dininden kurtulmaktır; reformist İsevîlik ve tevhidci Muhammedîlikle birlikte... Yahudilikte orijinalite vehmetmek, büyük safdilliktir; zira Yahudi dininin çok isimli büyük tanrısı (Rab, Yehova vs.), Ortadoğu'daki otantik “panteon mitleri”nin, Hindistan'dan gelme “Nirvana” kavramıyla terbiye edilmiş şeklidir; ki bunun mûcidi de, Brahman'dan bozma isme sâhip olan İbrahim peygamberdir... Çünki artık, insanlığın toplam “artı-değer”inin çoğu, bilinçlenme sürecine ve bilgi üretimine yatırılmak zorundadır; ve onun için de “tanrı” kavramı ancak, insanlığın gelişim sürecinin sonunda varılacak bir “transandantal limit” noktası olarak anlam kazanabilecektir. Dolayısile de insanların, “itaat” anlamındaki sürü disiplininden çıkarak -meleke güçlerine göre- doğru sıralanmaları için, “sıradışı varlık” anlamındaki tapınılası “tanrı” mitinden kurtulmaları gerekmektedir. Zira “tapınılan tanrı” miti, insanlığı doğru yoldan çevirmeye çalışan “siren”ler gibi, şeytânî bir figür ve çağrıdır artık... Bugün her -normal- insana anlatılabilir ki, bir “tanrı”ya tapınmadan (ibâdet etmeden), yâni bir dine mensup olmadan rahatça yaşamak mümkündür; şâyet boş tehditler kafaya takılmazsa... Ama ritmik davranışlar göstermeden sağlıklı yaşamak mümkün değildir; ki dolayısile de, “ritm” melekemizin bize -dans ve müzik şeklinde- yaptırdığı davranışları, bir bakıma, Tanrı'nın bünyemize “emr-i vâki” şeklinde yüklediği ibâdet programı olarak anlamak da mümkündür... Onun için bu geçiş sürecinde, sâdece köylülerin, esnaf ve zenaatkârların, küçük tüccarların, ve de rûhî ve/veya zihinsel özürlülerin “ham hayal”lerinin bir köşesinde varlığını sürdürse de, eninde sonunda tamamen ortadan kalkmaya mahkûmdur; tapınılan, yakınılan “tanrı” dogması... Bunun böyle olması gerektiği veya gerekeceği fikri, çok eskiden beri bizim tasavvuf düşüncesinde işlenmiştir aslında... Mesela çok anlatılan bir fıkra vardır ki, “tarikat” sistematiğinin fikrî “üst-yapı”sı olan “tasavvuf” düşüncesinin, dogmatik olmadığını açıkça göstermekte, ve de insanlar bilinçlendikçe -ortaya koyacakları düşünce ve davranışlarla- “tanrı” kavramının dahî değişebileceğine işâret etmektedir: Dergâhın birinde, şeyh efendinin verdiği, “herşeyin Allahtan sâdır olduğu” yolundaki vaaz ve nasihattan sonra, bir sininin etrafında yemeğe oturulmuş. Ne var ki, şeyh efendinin elini yıkamak için dışarı çıktığı bir esnâda da, bir kedi gelerek sininin ortasında duran yoğurt çorbasını içmeye başlamış... Ama buna rağmen, derslerini yeni almış olan dervîşân, “herşey Allahtandır” diyerek hiçbir şey yapmamışlar kediye... Ve biraz sonra şeyh içeri girip de, kendilerine niye kediyi kovmadıklarını sorduğunda ise, “herşey Allahtandır demediniz mi efendim” diye cevap vermişler... Bunun üzerine şeyh efendi, kediyi, pisst!.. diye kovaladıktan sonra, “bu da Allahtandır!” demiş... Demek ki bir bakıma, bizim, kapitalistleri kovmaya (dışlamaya), ve “itaat” disipliniyle birlikte “allahbaba” anlamındaki tapınç figürünü -veya “tanrı” mitini- ortadan kaldırmaya çalışmamız da Allahtandır...



Artık İnsanlığın, Küresel Çapta ve Düzenli Olarak Yoğunlaşması Gerek...

Bir defa, mal üretiminden (yâni îmâlât sürecinden) insan emeği çıktıktan sonra, itaat disiplinine de, “velînimet tanrı” mitine de ihtiyaç kalmayacaktır. Kalmaması gerekir; insanların kapitalist politikacılar tarafından, kendilerine mezarları kazdırılan rehineler veya esirler gibi (yani hem silah sanayii işçisi, hem de o silahların maktûlü askerler olarak) kullanılmasına da mahâl bırakılmadığı taktirde... Ve bununla birlikte, yatırımların yaratıcılığa yönlendirilmesiyle de, -kapitalist sömürüyü bitirmek üzere- yaratıcılık yapabilecek bireylerin seçilimi meselesi ortaya çıkacaktır. Ki bu mesele de, insânî kalitesi düşük (yani melekeleri muhtel) kişileri azaltma anlamında, bir “doğum kontrolu” problemini gündeme taşıyacaktır. Böylece de, hem komünikasyon araçlarının gelişmesi, hem de gerzek insanların likide edilip nüfusun azaltılmasıyla, birey insanlar, küresel çapta biribirleriyle yakınlaşarak yoğunlaşacaklar, ve de matematiksel mantıkla anlaşarak tek bir -insânî- bilinçte birleşmeye (tanrılaşmaya) doğru gidecekler veya yükseleceklerdir. Ki bu gelişmeye paralel olarak da, insanlar, içgüdüsel eğilim ve etkinliklerini önce kontrola alıp, sonra da sistemli bir şekilde düşüreceklerdir; başlangıçtaki tabusal yasaklar düzeyine (zemînine) kadar... Ve bu gelişme rotasındaki ilk somut hedefler de şunlar olacaktır:



  1.    1.   Mal üretiminin ve onun gereği olan itaat disiplininin önemini yitirmesiyle birlikte, tapınılan (ibâdet edilen) bütün “tanrı” mitlerinin (ve dinlerin) akıl dışı olduğunun -resmen- îlânı;


  2.    2.   İşyeri ve işçi (mal üreten emek) kavramlarının ortadan kalkmasına paralel olarak, “hafta” peryodunun iptaline giden sürecin ilk etapında, iş verimliliğinin ve yaratıcılığın arttırılıp spekülâtif kazanç alanının daraltılması için, “5 günlük hafta” uygulamasına geçilmesi;


  3.    3.   İnsanlar arasındaki ritmik rezonansın, dolayısile de zamanlama (senkronizasyon) ve duygu birliğinin güçlendirilmesi için, zaman birimi “saniye”nin, bir münâsip ritmik boyuta çekilmesi... Bu İlk Hedefler'in bir bildirge olarak ilân edilmesinden sonra, gidişâtı yönetebilmek, doğru insan seleksiyonu veya “inisiyasyon” seçilimi ile ortaya çıkan seçkin insanların, doğru bir “doğum kontrolu”nda anlaşmasıyla da mümkün olabilir; yanlış (melekeleri muhtel) insanların doğru eliminasyonu konusunda düşünen, doğru insanların temâyüz ederek, bir metodolojide anlaşmalarıyla da gerçekleşebilir...




Panteist Zon'da, yani “tabu”lu zamanlarda insanlar, ritmik âyinler yapmak sûretiyle, onlarda zaman ve mekân mevhumlarını yaratan “sayma(ritm)” ve “sıralama” melekeleri geliştiriyorlardı; ki böyle bir ritmik rezonans ve senkronizasyon hoşnutluğu da, aynı zamanda bir “Uluruh” mevhûmu yaratıyordu zihinlerinde... Avcılık döneminin ilkel tapınaklarında bile, bu ritmik hareketler ve şarkılar devam etti; tapınma (yaranma) olmayan bir av büyüsü (aslında senkronizasyon antrenmanı) ve iyiniyet (veya dilek) anlamında... Ama mal (her türlü tüketim maddesi) bilinci ve üretimi, “tarım ve hayvancılık” şeklinde başlayınca, amaçlı hareketler yapmak, yâni üretim (iş) ve tüketim (sosyal ilişkiler) düzeni sağlamak gereğince, ortaya çıkan “itaat” disiplini ile birlikte -besleyen, çoğaltan- bir “çoban tanrı” miti belirdi zihinlerde ister istemez... Fakat aynı zamanda da, ritmik “insanlaşma” âyinleri, dans ve müzik diye ayrışıp tapınaklardan dışarı çıkarak metâlaştı; yâni insanların diriltilip, diriltilip hayvanlığa (içgüdüsel hazlara) geri döndürülmelerinin aracı hâline getirildi. Ki bu sûretle de, “tanrı-kral”lar ve peygamberler, işgücü ihtiyacına binaen insan popülâsyonunu arttırmak için, “Tanrı emridir!” diyerek, danslı müzikli ritüellerin (şölenlerin) katalizörlüğünde, insanları sekse (çiftleşmeye) alıştırdılar. Yoksa, “tabu”lu zamanlarda insanlar, -taammüden- cinsel ilişki kurarlarsa, çarpılacaklarına ve hatta öleceklerine inanıyorlardı; ki -ritm melekesinden kaynaklanan- bu inanç, insanlığın, hayvanlıkla zıddiyetini gösteren, ve de insanlığı koruyan, “aksiyom” mesâbesindeki fiilî bir kabul olmakla, bütün “tanrı” kavramlarından daha gerçekçi bir kutsallığı ifade ediyordu. Zira kalpleri muayyen bir âyin ritmine alışmış insancıkların, -içgüdüsel heves ve heyecanlara kapılmalarıyla- “sekte-i kalp” neticesinde, âni ölümlerine de sebep olabilirdi seksî yaklaşımlar... Ve de insanlığın oluştuğu o alacakaranlık “Panteist Zon”da, çiftleşmeler, sâdece bilinçsiz rastlantılar şeklinde, yani mesela, partneri, bir rüya objesi veya hayvan sanmak gibi yanılsamalarla gerçekleşebiliyordu; ki bugün de, son aşamada (orgazm ânında) hâlâ öyle gerçekleşmektedir... Ama sonraki “tarihî devirler”de, seks tabusu yerine, en yüksek itaat mercii (ve sembolü) olarak ortaya çıkan/çıkarılan “tanri” mitlerine atfen, “Allah korkusu” ikâme edilse de, -bağnaz dindarlardan başka- pek umursayan olmadı bunu... Yâni aslında insanlar, fıtraten -ileri derecede- ahlâklıydılar ama, ne var ki onları sekse alıştıranlar da, başlarına ahlâk hocası kesilenler de “tanrı-kral”lar, “peygamber-kral”lar oldu; tarihî devirlerdeki diyalektik çelişki mûcibince... Bu “irade-içgüdü” diyalektik çelişkisini, Aristo Mantığı'nca izâha kalkarak, tanrı ve şeytan gibi -biribiriyle kavgalı- mitolojik sorumlular kurgulamak ve dolayısile de sorumsuzlaşmak, tehlikeli gidişâtı kamufle eden bir çocuk masalıyla oyalanmak anlamına gelmektedir; artık... Çünki, insanlaşma disiplininin tavsamasıyla birlikte insan aklı, üstüne yerleştiği hayvanın (primatın) huyuna giden bir sıska jokey mesabesine düşmüştür; hem de hayvan, Kapitalizm tarafından azgınlaştırılırken... Zira “tanrı-kral”ların, “peygamber-kral”ların ve dinsel ardıllarının himâyelerinde yapılan kutsal düğün törenleri de gittikçe, normal hayatın bir bölümünü kapsayan, “eğlence” ve “flört” etkinlikleri şeklinde yaygınlaşarak -ufak parçalara bölünüp, üzerlerine seksî sözler uydurulan “şarkı” adındaki “müzik malları”nın sürümüyle birlikte- bir tüketim sektörü hâline dönüşmüştür... Yâni Panteist Zon'da “lider”ler -etimolojik olarak bile- şarkıcı anlamını taşırlarken, mal üretimi dolayısile tesis edilen “itaat” düzeninde (disiplininde), ritm disiplinini koruyan müzik ve müzisyenlerin metâlaşmalarıyla birlikte, toplumların başına kaba kuvvet ve servet sâhibi -zorba ve kurnaz- kişiler geçmiştir. Ki böylece de insanlar, akıllı olarak hayvanlık yapmaya başlamışlardır; bütün diğer hayvanların ve bitkilerin kökünü kuruturcasına... Bu zihniyettekiler, herne kadar şimdilerde, “canlıları bu kadar süratle tüketmeyelim, ürettiğimiz ve çoğalttığımız kadar tüketelim; yoksa bindiğimiz dalı kesmiş olacağız” gibilerinden kurnazca çareler düşünseler de, insan popülâsyonundaki artışa pek değinmemektedirler. Hatta tam aksine, sürüsel sâiklerle teveccüh gösterip, eşit değerdeki oylarla intisâb ettikleri ve başlarına geçirdikleri bazı hayvanımsı şeflerin telkinleriyle daha fazla çoğalmaya çalışmaktadırlar. Ki böylece de, hasta, sakat ve gerzek insanların sayısı geometrik dizi gibi -hızla- artarken, toplumların başına bunlardan birilerinin geçmesi ihtimali de, demokratik (!) olarak süratle yükselmektedir. Yâni son tahlilde, Kapitalizm'in demokratik seçim (eleksiyon) sistemi, insanlığı kıyâmete (nihâyi felâkete) sürükleyen bir -şeytânî- büyü gibi çalışmaktadır. Ve de bu sistemin, kendi içinde bir telâfî mekanizması yoktur; zira çoğunluktan oy alarak insan popülâsyonunu azaltmak mümkün değildir. O halde demek ki, insanlığın problemi, kapitalistlere ve politikacılara bırakılamayacak kadar ciddi bir noktaya gelmiştir. Dolayısile de, “ezberci-taklitçi” eğitim, “mal üretme” işçiliği, “kümesvârî” aile hayatı ve “korsanvârî” eğlence kategorileri arasında parçalanmış -şizofrenik- kişiliklerce, ve onların oy (veya kanaat) çokluğuyla halledilebilecek bir mesele olmaktan çıkmıştır. Sözkonusu problem ancak, hayatı, matematiksel mantıkla -düşünerek- bir bütün olarak yaşayabilen, dolayısile de “dünya görüşü”nde karanlık veya metafizik bir alan bırakmayan, melekeleri güçlü “anti-konformist” ve “anti-spesiyalist” bilim adamları tarafından çözülebilir; aynı zamanda geleceğin özgür “birey”ini de yaratmak üzere...



Nüfus Kontrolu'nun Gereğini Bildiren, Kapsamlı ve Yüksek Bedelli Deney:


1966'nın güzünde askerliğimi bitirip de, bir akademik kariyer edinmek hevesine kapılınca, hayatımın, “para kazanmak”, “seks aranmak” boyutlarını (parametrelerini) elimine etmeyi düşündüm; tezimi en kısa sürede bitirebilmek için... Ki zâten bir “lisans-üstü kariyeri”ni, hem kendimde bir “muktesep hak” gibi görüyor, hem de bu emsal problemlerin (tezlerin), benim için çocuk oyuncağı (veya bilmecesi) mesâbesinde olduğunu iyi biliyordum. Üstelik “flört çağı”nı da -gerekli doyuma ulaşarak- aşmış, ve de seks ile düşünceyi kesin olarak biribirinden ayırabilecek kadar kemâle ermiştim... Dolayısile de, sâkin bir ev ile buraya uğrayan bir bayan elde ettiğimde, bir yıla kalmadan kariyer tezimi bitireceğimden emin bulunuyordum; ki nitekim bunu, “adviser” hocam Doç.Dr. Orhan Ş. İçen'e de kabul ettirmiştim... O sıralarda benimle ilişkide olan veya ilgilenen 3-4 bayana da izah ettim bu mârûzâtımı, ve de onlardan yardım istedim... O zamanki bilgi ve tecrübelerime istinâden kafamda, sâdece iki kırmızı çizgi oluşmuştu: Yaşayabileceğim kadın, hem romantik (melankolik yapıda) olmamalı, hem de fizyolojik (aybaşı) peryodları düzenli ve sancısız olmalıydı. Çünki, bir adamı, doktor yardımı gerektirecek kadar kafaya takanlara (sahip çıkanlara), ve klinik vaka sayılacak kadar sancılı âdet görenlere rastlamış, ve de onların acılarının bir objesi veya parçası olmaktan çok üzülmüş ve sıkılmıştım. Onun için de, bu tipleri elediğim taktirde dengeli ve sağlıklı bir kadına (eş'e) ulaşabileceğimi sanıyordum; o zamanlar... Ayrıca bir de, kulağımda -küpe gibi taşıdığım- M.İkeda hocamın öğüdü vardı; “Ali bey, evleneceğiniz kızın -herşeyden önce- anne tarafında akıl hastalığı olup olmadığına bakın; zira bu tahkikât, kadîm bir Japon âdetidir” anlamındaki... Nitekim sonradan bu öğüdün, tüm insanlığa şâmil olduğunu (olması gerektiğini) anlayacaktım; melekelerin -herşeyden önce- analar zincirinden intikâl ettiğini, hem teorik, hem de pratik olarak öğrenince... Sonuçta, sözkonusu bayanlarla yaptığım görüşmeleri ve ön anlaşmaları değerlendirirken bir gün, bu bayanlardan biri âniden gelerek, altı aylık kirası peşin ödenmiş yepyeni bir dairenin anahtarlarını verdi bana... Bunun üzerine ben de, “bundan iyisi, Şam'da kayısı” gibilerinden bir hâlet-i rûhiye içinde kabul ettim... Fason îmâlat şeklinde çocuk giyimi yapıp satan bir firmanın sâhibesi olan bu bayan, başlangıçta daima, okuyan ve kafaca çalışan erkeklerden çok hoşlandığını, onun için de bana, -hayallerindeki tablonun fonu olarak, olsa gerek- arkalıklı bir koltuk, bir okuma abajuru, ve bir de “rob-dö-şambr” alacağını söylerdi... Ama sonradan beni çalışırken görüp de, gerçekten okuyup düşünen bir adamın, Amerikan filimlerindeki gibi dalga geçilebilecek (seksî iletişim kurulabilecek) bir figür olmadığını anlayınca, bütün bu vaadlerini unuttu... Hatta bununla birlikte, çalışırken yanıma uğramamayı da öğrendi; nâhoş etkilerden korunma refleksiyle... Üniversiteye gitmediğim zamanlarda bütün günlerimi evde çalışarak geçiriyordum; ki bazı akşamlar da, bayan geliyordu, yatıya... Ben cinsel ilişki bakımından rahattım; zira iki defa kabakulak geçirmiştim, ve o yüzden de yakınlarım hep bana, “çocuğu olmaz” gözüyle bakmışlardı. Ki nitekim, 26 yaşıma kadar da, -kasıtlı bir dedikodu dışında- birini gebe bırakabileceğime dair, hiçbir emâre görülmemişti... Ama buna mukâbil bayan, bir gün bana, çocuk sâhibi olmayı çok istediğini, şâyet -evlilik dışı da olsa- babalığı kabul ettiğim taktirde, korunmayı bırakıp gebe kalmayı deneyeceğini, kaldı ki, benim kısır olabileceğime de inanmadığını söyledi. Ben de -hayatın bir vechesini daha yakından izlemek için- fırsat bu fırsattır diyerek, beni evlenmeye (nikâha) zorlamayan bu bayanın teklifini kabul ettim. Zira hayatımda, seçici olarak evlenip, özenli bir şekilde çocuk yetiştirmek üzere, müstakil bir boyut ve zaman ayırabileceğime hiç ihtimal vermiyordum; anti-konformist bir kişilik olarak, mevcut -tüm- bilgileri güvenilir bulmadığımdan, ve de problem çözmeden duramadığımdan dolayı... Sözkonusu anlaşmamızdan sonra bayan, iki ay içinde hâmile kaldı; ki bu arada ben de, tezimi bayağı kolayladım. Ancak ne var ki, ben hızlandıkça mümeyyiz hoca Orhan İçen, “bugün ben hazırlanamadım” gibi mâzeretlerle seminerleri ertelemeye, ve de ayak sürümeye başladı. Ve bu arada da bana, “sen de evlenince görürsün; evliyken insan istediği gibi çalışamıyor” mealinde, kendini mâzur gösterip beni pasifize edecek nasihatlarda bulunuyordu; burnunun dibindeki rahatsız edici problemleri, katlanılması gereken kader gibi görüp, notasyonel bilmecelerle (formel matematikle) kariyer ve para kazanarak kendini bilim adamı sanan, bu konformist ve spesiyalist kariyerist zât-ı muhterem... Ve de hiç merak etmiyordu, çözdüğü problemlerin realitede neye tekâbül ettiğini; veya realite ile sanal matematik âlemi arasında -bir nevi- transkripsiyon yapan insanın ne olduğunu... Dolayısile de hayatını, kompartmanlara ayrılmış bir şekilde -şizoitçe- yaşıyordu; ki bu yüzden de, arada bir “psikiyatri” yardımı alıyordu... O sıralar ben, özgürce yaşayarak objektif olarak düşünmekten başka bir şey istemeyen, saf bir çocuktum; çocukmuşum... Ki nitekim, beni Ege Üniversitesi'nde M.İkeda'nın asistanıyken tanımış olan Doç.Dr. Selma Soysal'ın teklifi üzerine, İ.T.Ü. İnşaat Fakültesi'ne öğretim görevlisi olmak için de başvurmuş, ve hatta başarılı bir yeterlik sınavı da vermiştim; benden hoşlanmayan kaşalot (mason vs.) Prof.'ların sordukları (sorabilecekleri), en zor “advenced calculus” problemlerine rağmen... Ama yine de, “sağ”cı ve itaatkâr olmadığımdan (palto tutmadığımdan) ötürü, İngilizcemin yetersiz olduğu gerekçesiyle (bahânesiyle) reddedilmiştim; sanki öğretim, İngilizce yapılıyormuş gibi... Tabii Orhan Bey bu maceralarımı da duyuyor ve, “ben titr vereyim de, başkaları mı kullansın” diye düşünüyordu; bana, elde tutulması gereken bir “mal” gibi bakarak... Zira lisans talebelerinin sınav kâğıtlarını okutmak ve de ders pratikleri yaptırtmak için, kendisinin de ihtiyacı vardı, bir “akademik işçi”ye... Yani netice itibâriyle, Orhan İçen beni, fikrî ufuklarını paylaşacağı bir düşünce yoldaşı gibi değil, öğretim işlerinde kullanacağı bir müdahdem olarak görüyordu; akademik ortamlarda forme olmuş zihniyetiyle... Oysa benim zihnim, çok önemli promlematik ve problemlerle meşgûldü; ve dolayısile de onları paylaşabileceğim -intihalci olmayan- adamların (gerçek âlimlerin) arayışı içindeydim. Öyle ki mesela, “eğrisel entegral” hesapları için, gâyet basit (kolay) bir metod geliştirmekteyken, “çalarlar” korkusuyla bu çalışmalarımı kimseye gösterememiş, ve sonuçta da notlarımı kaybetmiştim... Kaldı ki Orhan Bey'le, matematik zevklerimiz de uyuşmuyordu; ve mesela benim hiç sevmediğim Sayılar Teorisi'nden, Orhan Bey çok hoşlanıyordu. Yâni ben, sayıların -ekonomiden çok daha önce- nasıl ortaya çıktığını merak ederken O, olmuş bitmiş ve ortaya konulmuş olan “Tabii Sayılar” kümesinin özelliklerini (asal sayıların uyduğu kânunları) araştırmaktan zevk alıyordu; eline aldığı oyuncağı, parçalarına ayırıp, bu parçaların (elemanların) -muayyen bir plân muvâcehesinde- ne gibi relâsyon özellikleri kazanarak bütünü oluşturduklarını anlamaya çalışan bir çocuk (veya mûcid) merâkıyla... Zira onun zihinsel paradigması (ön kabûlü), herşeyi îmâl etmiş olan bir “oyuncakçı dede” veya “allahbaba” mit'inin üzerinde şekillenmişti; sanki zamanlar üstü (dışı) bir mihrak için, ön tasarım veya plânlama yaptıktan sonra tatbîkâta geçmek şeklindeki aşamalar sözkonusu olabilirmiş gibi... Halbuki ben, -farazî- oyuncak parçalarının (elemanların), insan idrâkıyla birlikte amaçsız olarak zuhûr edip, tesâdüfî bir bütün oluşturduklarını, ve de bu olayın -aynı zamanda- kanunları yarattığını düşünüyordum. Dolayısile de, mevcut teorilerin içindeki kanunları aramak yerine, -varoluş üzerine- daha çok problem ve kanun ortaya koyabilen (yani daha açıklayıcı olan), daha şümûllü teorilerin tasarlanmasına önem veriyordum... İşte aramızdaki ipler de, tam bu yüzden, yani “matematik” anlayışlarımızın arasındaki farklar yüzünden koptu... Bir gün yine hazırlanamadığını söyleyerek semineri ertelememi istediğinde, “ben iyi hazırlandım, lütfen gelip beni izleyiniz” diye cevap vermiş, ve de izleyicilerin toplanmış olduğu dersaneye giderek, çalışmalarımı anlatmaya başlamıştım; ki biraz sonra da kendisi gelip, izleyicilerin arasına oturmuştu. Ama ben, açıklamaya çalıştığım teoremin ispâtını yapıp da sözlerimi bitirince, kendisi yazı tahtasına atılarak, “bir de ben yapayım şu ispatı, bakalım” demişti; hiç unutmam... Ve ondan sonra da, hiç ummadığım (ve bilim adamlığına yakıştıramadığım) bir şekilde, izleyicilere dönerek, hangi ispatın daha “bedîhî” olduğunu sormuş, ve oylama yapmıştı. Halbuki, bir ispatın hangi dereceden bedîhî (apaçık) olduğunun ölçülebilmesi için, herşeyden önce istinat ettiği muhtelif varsayımların (hipotez, postüla ve aksiyomların) bedâhat derecelerinin araştırılması gerekirdi; ki izleyicilerin hiçbiri de, bunu yapabilecek hazırlıkta ve kalitede değildi. Dolayısile de Orhan Bey, çoğu özlük işleri bakımından kendisine bağlı olan hâzırûna, intibâlarını sormuş oluyordu, bir ispatın sıhhatini ispatlamak (!) için... Ve böyle böyle de üniversitelerimiz, demokratik (!) bir şekilde ortaokul seviyesine indirilmekle beraber, ülke çoğunluğunu teşkil eden dincilerin uhdesine tevdî edilmiş -dolayısile medreseleştirilmiş- oluyordu... İşte ben o noktada vazgeçtim, tüm kariyer isteklerimden; hem de kendisine hiçbir eleştiri veya kınama yöneltme gereği bile duymadan; sâdece, “matematik problemlerindeki ispatların, oylamalarla yapıldığı bir yerde çalışamam” diyerek... Sonradan, bendeki emânetlerini (kitaplarını) kütüpane memuruna teslim ederken, kendisinin de bu olaydan üzüntü duyduğunu, amma velâkin, “köklü ailelerden gelenlerin, hiç de müdânâsı olmuyor” gibilerinden, beni -bir bakıma- kibirlilikle suçladığını öğrendim. Halbuki, o sıralarda ben, insanın hayvanla olan kategorik (aslında kaotik) farkını, yani matematiğin zuhûrunu merak etmeye başlamıştım; ki bu farklılaşmanın aynı zamanda bir çelişki de yaratmış olacağını sezinliyor ve düşünüyordum... Nitekim bir süre sonra, bunun, “irâde-içgüdü” diyalektik çelişkisi olduğunu anladım. Ve dolayısile de, Orhan Bey gibilerinin, bu çelişkiyi idrâk ve idâre edemedikleri için, zaman zaman “gazla frene birden basmak” misâli “ambale olma” durumu yaşadıklarını, ve de bu sebepten “psikiyatr”lık olduklarını çıkardım...



Diğer yandan, bizim bayanın hâmileliği ilerleyip de 5-6 aylık kadar (yani görünür) olunca, etraftan baskılar gelmeye başladı; evleneyim ve/veya resmî evlilik aktine imza atayım diye... Bana baskı yapmaya kalkan müptezellerin hepsine, ağzının payını verirdim ama, hayatımın zor zamanlarında yegâne “moral” kaynağım -olmuş- olan Babaannem'in hayallerini, yani hayalindeki toplumsal düzenin kurallarını -âhır ömründe- yıkmak istemedim. Zira durumu ona da aksettirmişler, ve bana “sen kedimisin evlâdım, ancak erkek kediler yavrularına sâhip çıkmazlar” diye -ağır bir şekilde- çıkışmasını sağlamışlardı... İşte bu yüzden, ve de yalvar, yakar olan bayan tarafını istismar ediyormuşum -ve bundan zevk alıyormuşum- gibi bir duruma da düşmemek için, çakırkeyf olduğum bir akşamüstü, evlendirme dairesinden alınmış randevuyu iptal ettirmeden, gidip imzayı attım. Ve o noktadan sonra (hele ki yaşını da, üç dört defa şifâhî ve resmî olarak değiştirdiğini gördükten sonra) bu bayan da, benim birinci dereceden deneklerim arasına girdi; tabiatıyla... Bayan, Menderes demokrasisinin nimetlerinden (!) yararlanarak, Fatih'in kenarından, Teşvikiye'nin kenarına taşınmış, yani “cumbadan rumbaya” geçmiş, ve bu arada, muhâfazakâr olan babalarını da dışlamış, taşra (kasaba) kökenli bir aileye mensuptu... Ve hâmileliği sırasındaki en büyük hayâli de, doğacak çocuğunu, çocuk arabası içinde, Teşvikiye-Maçka arasındaki “gezi veya piyasa” parkurunda gezdirmekti. Yani karnındaki çocuğu, seçkin bir kişilik olarak tahayyül ve idealize edeceğine, kendi -noksan- kişiliğini takviye edecek bir aksesuar olarak, nasıl kullanabilirim diye düşünüyordu... Diğer yandan, kendisini “kreatör” olarak satmaya çalışsa da aslında, -pek çok sanatçı taslağı gibi- kopyacı ve taklitçi'nin biriydi... Yani baktığı her şeklin, tıpa tıp kopyasını çizebiliyor, hoşlandığı bir insan davranışını da aynen taklit edebiliyordu. Ama -moda kataloglarından başka- tek bir kitapın kapağını dahî açmıyor (açamıyor), herhangi bir şarkıyı da, yarısına kadar bile söyleyemiyordu; en azından yirmi yıllık gözlemime göre... Zira melekeleri muhtel olduğundan, zihinsel “sıralama”, ve bedensel “sayma (ritm)” disiplinleri -kısa bir süre sonra- sıkıcı geliyordu (geliyormuş meğer) ona... Onun için sâdece, iş yerindeki itaat disiplini ile, sosyal etkinliklerdeki, cinsel anlamlar ve anılar yüklenmiş refleksif etkileşimler mânâlı ve zevkliydi; yani sosyal hayatın ana ekseni flörtten ibâretti, ve de her yaşta öyle kalmalıydı; onun aklınca... Dolayısile de hayatı (ve kişiliğini) bir bütünlük hâlinde değil, kompartmanlara ayrılmış (ve parçalanmış) şekilde yaşıyor, veya gerçekleştirmeye çalışıyordu. Ki biribirlerinden kopuk kompartmanlarını da ancak, spesifik varsayımsal yalanların üzerine oturtarak muhafaza edebiliyordu (edebiliyormuş meğer)... Sonradan anladığıma göre, “yalancı” diye adı çıkanlar aslında, “yalandan kim ölmüş?!” felsefesine sâhip basit insanlardır; ki bunların istinât ettikleri bir tarihî ve sosyolojik (veya etnik) zemin de vardır... Ama bahsettiğim “stratejik yalan” söyleyenler, veya “aksiyomatik yalan”cılar ise, günlük hayatta hiç renk vermiyorlar; ve hatta doğrucu diye tanınıyorlar. Onun için de, bunların yalancılıkları, ya operasyonel olarak ortaya çıkarılabiliyor, ya da kendileri (bünyeleri) bir yaştan sonra, -en azından- “hiper tansiyon” hastası olarak kendilerini ele veriyorlar... Bu şizofrenik insan tipi, bilimsel mantığa göre disipline edilememiş, ve ekonomik istikrara ulaşamamış bir toplumda, kendiliğinden ortaya çıkan “hayatında yeni bir sayfa aç!” doktrini uyarınca meşrûiyyet kazanıp çoğalabiliyor; tıbbî destekle beraber... 16/11/1967'nin ilk saat başında, benim kopyam veya minyatürüm gibi bir bebek (Günhan) Dünya'ya gelince, çok sevinmiştim; neme lâzım... Ama ertesi gece de, büyük bir yeise kapılıp, öğrenciliğimde müdâvimi olduğum Beyoğlu barlarından (pavyonlarından) birine, Karavan'a -son defa- giderek gözyaşı dökmüş, ve de Günhan'dan özür dilemiştim; gıyâbında... Ben öğrenme arzusu uğruna, -denek ve kurban olarak- Dünya'ya gelmesine vesile olduğum oğlumdan özür dilerken, konsomatrisler de beni, bir ölüye ağlıyorum zannıyla teselli etmişlerdi; hiç unutmam... Nitekim şüphelerimin ve üzüntümün somut sebebi de, birkaç ay sonra ortaya çıktı. Çünki bizim bayanın, İsviçre'de işçi olarak çalışan erkek kardeşi yurda dönmüş (İsviçre'den deport edilmiş), ve de onunla ilk görüşmemde kendisine, “paranoid-şizofren” teşhisi koymuştum. Ki yaşadığım kötü sürprizin tesiriyle de, “altın-kral” Krezüs'ün, Persler tarafından yakılırken, “Solon!.. Solon!.. nerdesin?” diye haykırması gibi, ben de “İkeda!.. İkeda!.. nerdesin?” şeklinde bağırmıştım; M.İkeda'nın öğüdü yönünde, gerektiği kadar dikkatli davranmadığımdan pişmanlık duyarak... Ama ne yazık ki, bizimkinin -İ.Ü. Edebiyat Fakültesi'nden terk- entel ablasıyla annesi, beni iftiracılıkla (veya kötü şeyler yakıştırmakla) suçlayınca, ben de, bir iki kadeh rakı içirip konuşturmak şeklinde, bir nevi “psikolojik test” uygulayarak, kayınbiraderin krize girip ortalığı dağıtmasını, ve sonuçta da polis mârifetiyle “Bakırköy”e kaldırılmasını sağlamıştım... Bundan kısa bir süre sonra, birinci yaşı civarında, Günhan'da da bazı anormal davranışlar müşâhade ettim. Yani meselâ, intikâlinin (bir nesneye veya oyuncağa alışmasının) geç olduğunu, zaman zaman titreyerek kendine gelebildiğini, ve en önemlisi de, boş zamanlarında daima, iki elinin avuçlarını ritmik olarak açıp kapamak sûretiyle bir nevi “zikr” yaptığını gözlemledim. Ama bunu annesine söylememin her seferinde de, mahalle karılarının yaygın “savunma mugâlâtası” olan, “hastalık kondurma oğluma!” gibilerinden bir tepki aldım; “bir kötülük kondurulmaz, yakıştırılmaz veya öngörülmezse, gerçekleşmezmiş; her kötülük, kötü temennilerden veya büyülerden gelirmiş” anlamındaki, büyücülük zihniyetinin dışa vurumuyla... Hem zâten vasat (mübtezel) kadınların, seks partnerlerinin (kocalarının), kendilerinden daha iyi (doğru) düşünebileceklerine ihtimal vermeleri de beklenemezdi. Zira, seks ilişkisinde aynı hazzı paylaşan tarafların, her konuda da benzer (ve olumlu) fikirlere sahip olmaları gerekirdi; onların -sevgi ve saygı ile seksi karıştıran- gelişmemiş akıllarınca... Ama ne var ki, kadının fizyolojik fonksiyonları -saat gibi- tıkır tıkır çalışıyor; kendisi de sabah akşam çalışıp, evinin, çocuğunun geçimini sağlıyordu... Üstelik, benim yazarlık denemem için, yani kitap çıkarmam için, para da veriyordu... Eeee... Bundan iyisi can sağlığı; değil mi?!... Öyle değilmiş; zira kadın, insan taklidi yaparak yaşayan, “bir dişi primat”mış meğer... Çünki ben, çocuk doğurmasını kesin olarak ve hatta hakâretâmiz ifâdelerle yasakladığım halde, bir iki yıl geçti geçmedi, yine karşıma dikildi “hâmileyim” diyerek; hem de, doğurmasının mücbir sebebini hazırlamış olarak... Bu ikinci doğumun karşı gelinemez sebebi, “dikkatsiz davranarak üst üste fazla kürtaj yaptırdığımdan dolayı, doktorlar, bu çocuğu -hayâtî tehlike yüzünden- doğurmalısın diyorlar; ve de almıyorlar” şeklinde idi... Yâni son tahlilde, bu hayvanımsıların üreme içgüdülerinin şiddeti (ve buna endeksli kurnazlıkları) karşısında, mantıklı bir birey olarak şaşırmamak ve çâresiz kalmamak mümkün değildi... Nitekim ben de, zaman zaman -prezervatifle- korunmama rağmen, çaresiz kaldım... Zira bu hayvanımsılar, üreme husûsunda güçlü bir -geleneksel- kamuoyu desteğine de sâhipler; ve onun için de, yalancı-dolancı olmalarına rağmen, aynı zamanda dindarlığa da yatmakta veya yaslanmaktadırlar... 30/03/1970'de, prematüre olarak dünyaya gelen ikinci çocuk (Daim), pek de insana benzemiyordu, doğduğunda... Fakat sonradan, çok şirin bir bebeğe dönüştü... Ama buna rağmen, gâyet huzursuz, gülme ve ağlama halleri veya refleksleri pek aşırıydı; o kadar ki, sallama ve ninnilerle uyutulamayan, -gördüğüm- yegâne bebek olarak zihnime kazındı... Ayrıca, yürüme aşamasında, doğru zamanlama ve sıralama yapamayıp, aşırı hamlelerle kötü düşüşler yaşadığını, ve iki yaşında bile hâlâ konuşamadığını, gâyet iyi hatırlıyorum... Daim ikinci yaşını doldurduktan sonra ben, -aldığım siyasi mahkûmiyetler dolayısile- Yurt dışına çıkmak zorunda kaldım...



Yurt dışına çıktığımda, kadınlardan da, seksten de bıkmış ve usanmış bir durumdaydım; ki bu hâlim bana, casuslarla, ajanlarla mücadele etmek durumunda kaldığım ilk aşamada, büyük bir avantaj sağladı. Çünki, James Bond filimlerinde gösterilen ve özendirilenin aksine, kaçma (atlatma) ve kovalama (suçüstü yakalama ve infaz) gibi büyük dikkat isteyen mücâdelelerde, kadın (seks) ilişkileri, tevessül eden tarafı zaafiyete ve dezavantajlı duruma sokan önemli bir faktördü. Hem zâten, istihbarat servislerinin kaşarlanmış ajanları da insana, bulduğu veya tanıştığı kadınları yanına bırakmıyor, ve -bir şekilde- onları uzaklaştırarak, yerlerine, kurgulanmış rastlantılarla kendi elemanlarını sokuşturuyorlardı... Ben nihâyette, Batı Almanya'ya yaptığım siyasi iltica mürâcaatıyla birlikte, Münih'te oturma ve çalışma izni aldım; ve Yurt dışına çıkışımdan -yaklaşık- iki yıl sonra da, beklediğim Af Kanunu Meclis'ten geçti. Ama ne var ki, benim cezalandırıldığım TCK 141-142 maddeleri, bu kanunun dışında bırakılmıştı... İşte o zaman, ortaya çıkan mücbir şartlar muvâcehesinde, yeni bir düzene ve ilişkiye geçmem farz olmuştu; zira ben, bir “antropoloji laboratuarı” gibi yaşadığım hayatımda, mücbir sebep olmadıkça olayların -objektif- gidişâtına, subjektif (içgüdüsel=nefsî) tercihlerle müdâhale etmemeyi öğrenmiştim. Hatta bu bende, matematik problemlerine yaklaşırken, hiçbir önyargı (veya dilek) taşımama gereğine binâen geliştirdiğim, bir alışkanlık hâlini almıştı... Halbuki, genellikle insanlar, önce -göz kararıyla- hüküm verir veya tercihte bulunurlar, sonra da bunları doğrulamak üzere kanıt ve delil bulmaya veya uydurmaya çalışırlardı... İşte bu yüzden, kısa bir süre önce tanışmış (tanıştırılmış) olduğum Alman bayan (Katya) ile hayatımı birleştirmeye karar verdim. Ve de bir gün, kendisiyle görüşüp anlaştıktan sonra, birlikte oturacağımız evi bulması ve hazırlaması için, Nympenburger caddesi üzerindeki bir tramvay durağından -öperek- uğurladım... Ama ne var ki, geçici olarak oturmaya devam ettiğim eve döndüğümde, Konsolosluktan gelen, ve sâdece Yurda dönüş için tertiplenmiş kısa süreli pasaportumun hazır olduğunu bildiren bir haberle karşılaştım... Meğerse Anayasa Mahkemesi, benim tecziye edildiğim ceza maddelerini de Af kapsamına almış... O sıralar kırık parmağım yeni iyileşmiş, ve işsizlik sigortasından aldığım para da kesilmişti. O yüzden, kalan son paramla, evin aidât borçlarını ödeyip uçak bileti alarak, hiç kimseye (hatta bildirimde bulunmam gereken Polis'e bile) haber vermeden apar-topar yurda döndüm; ayrılışımdan 27,5 ay sonra... Ama herne kadar, -olayların süratinden dolayı- vedalaşmayı ihmâl etmekle, hoşgörülü güzel (ve de entelektüel) Katya'ya, ikinci kabalığı yapmış olsam da, içim ezilmedi ve gözüm arkada kalmadı değil...



Memleketten ayrılmadan önce, bizim bayana demiştim ki, benim dönüşüm uzun sürebilir, onun için sen istediğin zaman boşanma dâvası açabilirsin; ben aynen kabul ederim... Fakat sonradan öğrendim ki, bir tesâdüf eseri olarak ebeveynimle karşılaşmışlar, ve onların torun sevgisi ve şefkati sebebiyle de Ankara'ya göç ederek, karşı karşı binalarda komşu olmuşlar... Onun için, 1974'ün Ağustos sonunda yurda döndüğümde evvela onların yanına gittim; ve de, İstanbul'da işlerimi yoluna koyuncaya kadar Ankara'da kalmalarını, ve yaşı gelen Günhan'ın da burada okula başlamasını tenbih ettim. Ama ne var ki, -benim anam da dahil- uyanık (kurnaz) kadın zihniyeti, bu teklifimden pimpiriklenip, sâf ve işgüzar bir arkadaşla (M.A. ile) gizli işbirliği yaparak, eşyaları ve encikleriyle birlikte bizim bayanı başıma yıktı; o arkadaşın, -evi de kendisi bulup kiralamak sûretiyle- bana hoş bir sürpriz yapacağı inancına (kuruntusuna) binâen... Ankara'daki ilk karşılaşmamızda bizim bayana, küçük oğlanın (Daim'in), büyüğünden daha anormal olduğunu söylediğimde, hiç tınmamıştı. Fakat birkaç yıl sonra okula başladığında, öğretmenleri de ifâde ettiler, özel eğitim alması gerektiğini... Ama bizimki, bu öneriyi de hakâret olarak görüp, öğretmenlerle tartışarak, ahbap-çavuş ilişkileri içinde ilkokulu bitittirdi oğluna... Ben, hiç olmazsa müziğe yönlendirmesini istedim, ama basit bir flütten başka bir şey almadı, ve de o yavrucağın, kendi kendine melodi çıkarmak üzere, nasıl uğraştığını gördüğü halde, müzik dersi aldırmayı hiç düşünmedi; müzisyenliği oğluna yakıştıramadığı için... En sonunda, şiddetli bir tartışma esnâsında, “göreceğim senin, saldım çayıra, mevlâm kayıra usûlü çocuk (encik) büyütmenin sonunu!.” diye haykırarak son sözümü söyledim... Ki onun da, “bir şey olmaz benim çocuğuma, bir şey olmaz” diye tutturup durmasıyla konu, “dramatik son”a kadar kapanmış oldu... Kadının, aklî “sıralama melekesi” muhtel olduğundan, bütün dikkatini içgüdülerinde topluyor, ve dolayısile de içgüdüsel (refleksif) etkileşimlerle kendine (kişiliğine) yer açmaya çalışıyordu; tüm müptezel kadınların yaptığı gibi... Onun içindir ki, Daim'in okula başladığı sıralarda, onunla ilgileneceği yerde, o zamanlarda etrafıma toplanmış bulunan pek çok genç insanın karılarına özenerek, 47 yaşında bir daha çıktı karşıma; “hâmileyim!” diyerek... Bu seferki mücbir (!) sebebi, kız çocuk istemesiydi... Tabii ben, feryâd-ı figân ettim; yani bütün (Ankara ve Istanbul'daki) çevremi, bayanın aleyhine ajite etmeye çalıştım; “bizim, moruk karı kafayı yedi!” filân gibi hakâretâmiz sözlerle... Zira kendisi benden, resmen altı, fiilen on yıl daha yaşlıydı... Ama hiçbir tesiri olmadı, bağırıp çığırmamın... Çünki çevremdeki, -üremeye meraklı- köylü ve küçükburjuvalar, hem çocuk istemememi anlamsız buldular, hem de bizim bayanı -bana izâfeten- saygıdeğer gördüklerinden paralize oldular; anladığım kadarıyla... Zâten bizimki de, onlarla zımnî bir ittifak sağlayacağını kestirmişti sanırım... Neticede, hakkaten -istediği gibi- kız doğurdu; ama tavşan dudaklı (üst dudağı yarık) bir mongoloid... Artık doktorlar bile, bu bebeğin büyüdüğünde, ileri derecede geri zekâlı olacağını söyleyince, sarsıldı ve sütten kesildi; ve de bebeğini hastaneye iade etti... Sonra da, bebeğinin -bir ayını doldurmadan- öldüğünü, ve de hastane usûllerince bir yere gömüldüğünü öğrendi sâdece... 1984'de ben cezaevine girerken Daim ortaokula başlamıştı; ve Günhan da lisedeydi... Cezaevinde yatarken, Günhan'ın torpille morpille liseyi bitirdiğini, ama Daim'in üst üste sınıfta kalarak okuldan atıldığını öğrendim... Ama bundan sonra bir gün, analarının bu çocukları “görüş”e getirdiğini, ve orada -densiz kadının- Daim'in yaramazlıklarından şikâyet ettiğini, bunun üzerine benim de usûlen kendisine biraz kızdığımı, hiç unutmuyorum; içim sızlayarak... Çünki, bütün o yaşanan çelişkileri anlamakta zorlanan çocuk (Daim), o “görüş”ten sonra eve dönüldüğünde cinnete girmiş, ve zaptedilemez hâle gelince de -dayısı gibi- polis mârifetiyle “Bakırköy”e götürülmüş; ve de “şizofreni” tanısıyla tedâviye alınmış... Ben 38,5 aydan sonra cezaevinden çıktığımda, öngörmüş olduğum durumların -maalesef- çoğu gerçekleşmiş, dolayısile de, bizim bayandan da, bütün müptezel kadınlardan da (hatta seksten de) sıdkım sıyrılmıştı. Çünki türlü şekil ve kisvelere girseler bile, bu taklitçi ve yalancı kadınların hepsi de, zihniyet bakımından tek bir -model- kişiliğin kopyalarıydı aslında... Al birini, vur öbürüne kabîlinden... Onun için kadının, o sıralarda yaptığı, bir ayrılma bir buluşma anlamına gelebilecek atraksiyonlarını takip etmiş ve anlamış değilim... Ancak son perde olarak şunu hatırlıyorum ki, bir gün bana, “ne olacak hâlimiz?” diye sormuş, ben de kendisini, “artık bundan sonra yapacağın şey, inatla doğurduğun çocuklarına bakmaktır; bu arada benim de yanında kalmamı istersen, bana da hizmet edersin herhalde..” diye cevaplamıştım... Buna karşılık da, “senin hizmetçin olamam; boşa beni” şekilde net ve sert bir cevap almıştım... Bunun üzerine ben de, “evliliğimiz benim irâdemle değil, senin isteğin üzerine gerçekleşti, onun için sen -boşanma davası açarak- bu isteğinden vazgeçmelisin” diye yol göstermiştim; sonradan çıkarabileceği her türlü mızıkçılığı (sorumluluktan kurtulma atraksiyonlarını) da imkânsız kılmak üzere... Ayrıca, boşanma davası açtığında, benim için başlangıçta harcamış olduğu parayı da -mahkeme zaptıyla- aynen iade edeceğimi bildirmiştim; ki ettim de... Yâni kadın, doğurganlığını kaybettiği halde -bile- sekste teselli arıyor, veya sevgi duygusu ile seks hazzını karıştırdığından seksten medet umuyordu; fizyolojik gereklerin -veya hayvanlığın- ötesinde, bir alışkanlığın (tiryakiliğin) bağımlısı veya mahkûmu hâline geldiği için... Oysa seks, insanın üzüntülü ve sıkıntılı hallerinde panzehir (veya devâ) değil, ancak zehir (veya dert) olurdu; melekeleri bozduğu için... Dolayısile de o durumlarda, sanatsal etkinliklere ve bilhassa müzik ve dansa yönelmek en iyi çâreydi. Çünki üzüntü ve sıkıntı diye adlandırılan duygular zâten, melekelerin zorlandığı durumların algısıydı; oynaşma ve orgazm hallerinde bu duygular fark edilmese de, müteakiben -türlü bahânelerle- daha şiddetli olarak geri dönerlerdi. Ve de sâdece, doğurgan dişilerde, biyolojik organizmayı sokacağı hâmilelik (annelik) süreci dolayısile bir -psikolojik- düzenleme yapabilirdi seks... Ben bu gerçeği, teorik olarak da çok iyi anlamış, ve de idrak etmiştim; o sıralarda... Onun için de, bu kadının bana yaptığı en büyük iyiliğin, âhır ömrümde beni bütün mübtezel kadınlardan (ve seksten) soğutmak sûretiyle, zihinsel çalışmalarımda en yüksek objektiviteye ulaşmamı sağlaması olduğunu düşünüyordum; ki nitekim bunu, hicviyeli bir şekilde yüzüne de söyledim: “Senin üzerine bir daha gül koklamam; zira burnum düştü” şeklindeki bir ifadeyle...



7 Nisan 1993 akşamı, yanımda sâdece meşin sefer çantam olduğu halde, “kendine iyi bak, çünki çocuklar sana muhtaç..” gibilerinden bir temenni ile el sıkışarak, evden son defa ayrıldım... Ve takaddüm eden aylarda, birkaç telefon aramasını kısaca cevapladıktan sonra da, Günhan'la göndermiş olduğu “talep” mektubuna, “..bir daha ne uğursuz sesinizi duymak, ne de meymenetsiz yazınızı görmek istiyorum.” diye karşılık vererek, ilişkiyi noktaladım... Ayrıldığımızda Daim 23 yaşında, hastaneye mahkûm bir “şizofreni” hastası, Günhan da, 26 yaşında, ikinci sınıfa geçmek üzere olan Açık Öğretim (Halkla İlişkiler) öğrencisiydi... Günhan -annesi gibi- ezberci ve taklidçi bir çocuktu... Bir meslek (veya beceri) sâhibi babası olsaydı, muhtemelen onu taklid edip, bilgi ve becerilerini kopyalayarak (belleyerek), bir baltaya sap olabilirdi... Ama benim taklidimin, işe yarar bir tarafı yoktu; ve onun için de sâdece, “kitap okuyan adam” tipi ile, “serhoş nüktedan” karakterinin taklidçisi olabildi. Ve de o yüzden, bellediği edebiyat parçaları ve yaptığı serhoş taklidlerine binâen, tiyatroculara takıldı bir ara... Ancak ben onda, olağanüstü bir “ritm saz” çalma hevesi ve yeteneği görerek, böyle bir uğraşı tavsiye ettim; zira bu uğraş aynı zamanda, psikoterapi anlamına da gelecekti onun için... Fakat anası hiç ciddiye almadı; hatta alay etti aklınca... Tecil alamaz duruma gelince -otuzundan sonra- askere gitti; ve Suriye sınırındaki gözetleme kulelerinde yaptı kıta hizmetini... Askerden dönünce, annesinin yanından ayrılıp tek başına yaşamasını önerdim, ve bunun için gerekli işi de âyarladım; ama ne var ki, bir türlü annesinden kopamadı... Halbuki ben 18'imde, liseyi bitirir bitirmez büyük bir şevkle koparmıştım ipimi; bizimkilerden... O sırada aklıma, seks alışkanlığı kazandırma fikri geldi bir ara; kendine güveni gelsin diye... Zira melekeleri zayıf olan her erkek gibi, kadınlara yaklaşmakta zorluk çekiyordu; ki onu -gurûrunu okşatarak- sekse alıştırmak da, alt tarafı 300-500 dolarla halledilebilirdi... Ama hemen vaz geçtim, gençliğimde büyüklerin görevlendirmesiyle bir yakınımın seks kirveliğine soyunduğumu hatırlayarak; çünki o çocuk, hem seksopat, hem de obez olmuştu ileri yaşlarında... Kaldı ki Anadolu'da, oğlanları erkek yapmak için erkenden sekse alıştırmak gibi yanlış bir gelenek de vardı; onları homoseksüel tasallutlarından ve eğilimlerinden korumak üzere... Ama bu şekilde, çocukların “akıl- bâliğ” olmadan, daha doğrusu melekeleri güçlenmeden sekse alıştırılmasıyla da (veya evlendirilmesiyle de) ortalık, psikopat ve seksopattan geçilmiyor, ve de “cinsel şiddet”in önü alınamıyordu; yağmurdan kaçarken doluya tutulunmuşcasına... Halbuki bu devirde bir adamın, kendi başına bir kız (kadın) tavlayıp iknâ edemediği taktirde, evlenmeye hakkı olmamalıydı; ama bununla birlikte, a-seksüel bir hayat da, insanlar için fazilet sayılmalı, hayvanî etkinliklerle övünmek ise zûl addedilmeliydi... Aileler, dost ve arkadaşlar ancak, pasif bir rastlaştırma durumu yaratmalıydılar îcâbında... Onun için, bu tecrübe ve gözlemlerime binâen ben de, Günhan'ın önce annesinden ayrılarak kendi ayakları üzerinde durmasını ve “birey”liğini ispatlamasını istedim. Ve en sonunda da, “oğlum annenin yanından ayrılamazsan, sende de bir ârıza var demektir; ki bu ergeç çıkar ortaya..” dedim... Bunun üzerine bana küstü ve uzun bir süre aramadı. Ben de üstüne gitmedim; anasının etrafında “beceri”li birini bulmuştur, taklit etmek için, diyerek... Zira, daha önceleri de izlemiş ve görmüştüm; benim etrafımdaki pratisyen arkadaşları nasıl taklit ettiğini, ve de onların kişiliğine büründüğünü... Fakat bir gün merak edip de, telefonla aradığımda, ve de “niye beni aramıyorsun?.. ana belli, baba yüzelli mi?..” diye takıldığımda ise, “sen de herşeyle dalga geçer durursun; halbuki annem hasta, ameliyat olacak” filân diyerek beni -âdeta- azarladı... Ama biraz sonra da, “annemin senden önceki sevgilisinin adı neydi?” diye sordu... O an durumu anladım, ve de “bilmiyorum, hatırlamıyorum” şeklinde cevap verdim; ne olur ne olmaz diyerek... Fakat ardından, içinde bocaladığı çelişkili ruh hâlini, yani hem annesini kaybetmekten korktuğunu, hem kimseye -taklid edecek kadar- ısınamadığını, hem de kendini itilmiş ve yalnız hissettiği için saldırganlaştığını anlayınca, o çocuk için ikinci defa gözlerimden yaşlar boşandı; ki bunu duyan o da, “özür dilerim baba” diye tekrarladı durdu telefonda... Buna karşılık ben de son olarak, “benden özür dilemişin, neye yarar ki; çok geç” filân gibi birşeyler mırıldandım; ağlamaktan kendimi alamıyarak... O telefon konuşmasından sonra -anasıyla benim aramda kalmaktan korktuğundan olsa gerek- 8,5 yıl beni hiçbir şekilde aramadı... Ve nihâyette bir gün, telefonda, şeâmet tellalı anasının sesini duydum; “Günhan çok hasta” diyen; ve de “ben hipertansiyon hastasıyım, bana kötü birşeyler söyleme” diye tembihte bulunan... Ki o anda ben, “sekte-i kalb” denilen olayın nasıl bir şey olabileceğini hissettim; ilk defa... Daha önce niye haber vermedin dediğimde ise, kendisi istemedi diye yanıtladı... Yatırıldığı hastaneye gittiğimde görevli doktor, “buraya getirildiğinde kalbi durmuştu, biz dirilttik” dedi; ki gerçekten de, “yoğun bakım”da gördüğüm Günhan, tam bir “canlı cenaze” idi... Gözünü açıp bana baktığında hemen tanıdı ve elinin altındaki kâğıda bir “inanamıyorum, bu ne sürpriz” diye, bir de “gâliba gidiciyiz” diye yazdı... 8-10 ay sonraki ikinci ziyâretimde ise, elini kolunu bile hareket ettiremeyen -ama gözleriyle bilinçli bakan- bir kemik yığını veya iskelet gibiydi; ki nitekim üçbeş gün sonra da “öldü” haberi geldi (26/08/11)... Son ziyaretimde, gözgöze bakışarak vedalaşırken, nedense hiç ağlamak gelmedi içimden; peşînen ödenmiş gözyaşlarım dolayısile olsa gerek... Baytarlar(!), doğru dürüs bir teşhis koyamadılar hastalığına... Tanısı netleşmemiş, “kas erimesiyle karışık, omurilik sinir sistemindeki anomali” filân anlamında bir hastalık dediler... Sanki, yaşadığı ortamın çelişkileriyle başedemeyerek, kendi kendini yiyen bir insanın vücûdundaki kaslar erimezmiş, sinir sistemleri birbirine girmezmiş de, bu fizyolojik ârızalar -bir şekilde- oluşunca insan (primat) hasta olur ve ölürmüş gibi...



Netice:


Bu, benim yaşadığım cinsel ilişki ve üreme deneyi, bir “toplumsal kesit” tablosu ortaya koymaktadır aslında... Zira rastladığım bayan, vasat (mübtezel) bir kadındı; ki kendisi de, geniş bir çevreyle ilişki kurabildiğine işaret ederek, çok normal bir insan olduğunu iddia ederdi zaten... Gerçekten de, benim yerimde, “erkeklik”le övünen meslek erbâbı -veya meraklısı- gerzek (yani mübtezel) biri olsaydı, kadının içgüdülerinin güdümünde 9-10 çocuk üretip, onları kendilerine çırak edinerek, -herkesi rakip veya düşman gibi gören- bir “çete-aile” veya “mafyöz aile” teşkil edebilirlerdi. Nitekim bu kadın da, -bütün korunma çabalarına rağmen- dokuz defa hâmile kalmış, ve de hiç “düşük” yapmamıştı... Ama o zaman da bu ailenin, devletten türlü türlü “tedavi” yardımı alması, ve /veya gayri meşrû (hatta kriminal) yollardan kazanç araması gerekecekti. Çünki sözkonusu -çeşitli hastalıklarla mâlûl- çocukların, tükettikleri kadar “katma” veya “yaratma” değer üretmeleri mümkün olamayacaktı. Dolayısile, böyle ünitelerden müteşekkil bir toplumun da, muhtar bir organizma olarak var olup gelişebilmesi, ve de “finans kapital” mihraklarının güdümüne girmemesi ihtimâli düşünülemeyecekti... Bu tür sakat ve eksik (bir bakıma prematüre) insanlardır ki, toplumdaki sağlık sistemini “ilâç ve cerrahî hekimliği”, yani bir nevî baytarlık şeklinde, sosyo-ekonomik düzeni de “para kazanma=kapitalizm” ideolojisi olarak forme etmektedirler... Ama işte birgün, benim gibi biri çıkar, “dindar kapitalist” zihniyetin gizli kalmasını istediği “özel hayat”lardan - “vasatî çoğunluğun”unkini temsil eden- birini böylesine açıklayıverir. Ve oradan da anlaşılır ki, “gaddar kapitalizm (veya Davut)” rejiminden kurtulmak, ve insânî bir düzen kurmak için mutlaka, çocuk yapabilecek kadınların ayıklanması lâzımdır... Ve bu seçilmiş kadınlardan gayrısına da, çocuk doğurmamak veya doğum yapmak istediğinde, -doğacak olanın kontrol ve eğitim masraflarına binâen- muayyen bir vergiyi ödeyebilmek şartıyla evlilik izni verilmelidir; gerzek insan popülâsyonu ile kapitalist ortaklığının, toplam “artı-değer”i tırtıklamaması veya kemirmemesi için... Yâni insanlığın -kan ve kargaşadan âri- düzgün doğru bir rotada ilerleyebilmesi için, herkesin “hayvanî haklar”ından azar azar ferâgat etmesi gerekmektedir artık... Ama bunu, bilinçli insanlar gibi, “irâde-içgüdü” diyalektik çelişkisini yöneterek yapamayanlara da, toplumsal müeyyide uygulamak mubahtır herhalde... Bugün, sağlıklı çocuk doğurup yetiştirebilecek bir kadını, ben, göz kararıyla bile -büyük bir isabetle- teşhis edebilirim. O halde böyle bir “tanı”yı, bedenî ve aklî melekeleri ölçen bilimsel kriterlere bağlamak çok mu zor yani?!... Ama nevar ki, buna, kapitalizm ideolojisi ile, onun -anormalliği içselleştirerek ondan haz almaya başlamış- bağnaz savunucuları izin vermez; ölümüne direnç göstererek... Zira “özel hayat”, kadınların sakatlıklarını ve yalanlarını, “geyik”lerin boynuzlarını, ve de “mahcup sapkın”ların sapıklıklarını örtmek için kullandıkları bir şaldır, aynı zamanda... Dolayısile, ruh hastası ve “kriminal” üreteci gibi çalışan (doğuran) kadınların deşifre edilip kontrola alınması hâlinde, diğerlerinin de deşifre ve likide olacağı âşikârdır. Aksi halde ise, “büyüme” ve “savaş” ekonomilerinin gereği olarak, güdüme âmâde “kafasız insan” nüfusunun artması/arttırılması “kader-i ilâhî” sayılacaktır... Yoksa, bütün hayvanların alenen yaptıkları bir genel işi (seks'i), bilinçli varlık olan insan niye özel saysın, ve de -yapma fiili haricinde- gizli tutsun ki?!... İnsanlığı dine ve kapitalizme mahkûm eden bu kompleks (hatta patalojik) zihniyet, tabuları idrâk edip, bilinçli bir şekilde aşmasını öğrenememiş, “tarihî devirler insanı”nın bir hastalığıdır aslında...



TÜRKLERİN DİKKATİNE!..


Büyüklerinden dînî masallar dinleyerek yetişmiş/yetiştirilmiş, dolayısile de düşünmeyi öğrenmeden -dogmalara- inanmaya alıştırılmış köy, kasaba ve varoş çocukları, tahsîle geldikleri şehirlerde “din kardeşliği” esprisiyle örgütlenip -Atatürkçülerin gaflet ve dalâleti yüzünden- Devlet'i ele geçirdiklerinde, tabii ki memleketi ipotek ederek “finans-kapital” merkezlerine bağlanacaklardı; nitekim bağlandılar. Zira onlar, mevcut olamayacağı -hatta farziyyesinin bile muhâl olduğu- ispatlanmış, “sıradışı varlık” anlamındaki bir “Allah” mitine inandırılmışlardı. Ve onun için de, önde giden her iri mahlûkun (mesela ABD'nin), -kaz yavruları gibi- peşinden gitmekte veya sürüklenmektedirler; Allah'tan eserdir diyerek... Bu “dindar kapitalist”leri, tertipledikleri olay ve konular üzerinden eleştirmekle, yani onların gündemlerine mahkûm olmakla, sâdece -tarihî birer kategori olan- “din” ve “kapitalizm” ideolojilerinin peşine takılınmış, ve de onlara hakkaniyet, meşrûiyyet ve zaman kazandırılmış olunur; son tahlilde... Onları, yalanlarını dolanlarını ortaya çıkarıp yüzlerine vurmakla -bile- utandırmak ve demoralize etmek, dolayısile de, vaazları ile yaptıkları büyüyü (kitlesel hipnozu) bozabilmek mümkün değildir. Çünki onlar, kendileri gibi dindar (ve kindar) nesiller yetiştirmeyi kutsal bir görev bilen, ve bu yolda herşeyi mubah gören (dolayısile de bu görevden nemâlanan), iflâh olmaz yobazlardır; ki aslında bu dejeneresansı aktarmaktadırlar, yeni nesillere... Dinleri ve kapitalizmi (dolayısile bu yobazları) tarihe gömmek için, bu ideolojilerin temelini, aksiyomatik kabûlünü (ana dogmasını), yani dayandıkları temel kabûller olan Allah, Rab, God adlarındaki mit'lerini gündeme getirip, red ve cerh etmek, ve bunun için de bütün bilim dünyasını uyandırmak ve ayağa kaldırmak lâzımdır. Zira, cahillikten kaynaklanan bütün çâresizlikler, bu -hikmetinden sual olunmayan- mit'e atfedildiğinden, insanlar düşünme ve araştırma tenbeli olmakta, dolayısile de kolayca güdülebilmektedirler. Son dinin, son bayraktarlığını yapmış, ve dinsel tevhid için ceht göstermiş olan biz Türkler, şimdi de insanlığı, dinlerden ve kapitalizmden kurtararak “tarih ötesi”ne taşımanın, yani bilimsel tevhidi gerçekleştirmenin bayraktarlığını yapmak durumundayız; hızımızı kesmeden... Zira inisiyatörler hız kestiklerinde, veya tereddüde düştüklerinde, gerilerinden çığ gibi gelen tarihî döküntü ve kalıntıların (her çeşit gerici akımların) altında kalırlar; tüm insanlığın da, bir kargaşanın içine düşmesine sebep olarak... Son inisiyatör liderimiz Atatürk zamanında “ilericilik=devrimcilik” kavramı, “ülkeleri, ordular ve gümrük duvarları ile yalıtarak, emperyalizmi tecrit etmek (yani Ulusalcılık)” şeklinde tarif edilmiş olabilir; ama bugün artık, kol gücüne (işçiye) ve dolayısile itaat disiplinine ihtiyacın azaldığı süreçte, insanı tarif edebilen, ve dinleri lüzumsuzlaştıran, küresel çapta anti-kapitalist bir bilim çıkmıştır ortaya... Onun için gündem ve hedefimiz, süratle bu bilimin tatbikâtına geçmek olmalıdır; ve olacaktır... Tüm insanların ortak ataları olan ilk insanımsılar akıllanırken, nasıl ki, hayvanlarla refleksif etkileşimi kesip, yaptıkları âyinlerle -düşüncenin temeli olan-“ritm melekesi”ni edinmeye çalıştılarsa, tarihî devirleri aşmakta olan bugünki bilinçli insanlar da, arkaik mahlûklarla didişmeyi (polemiği) bırakıp, yol haritalarını (teorilerini) tartışarak geliştirmek durumundadırlar... İşte o zaman görülecektir ki, vahşi hayvanların, -birey olmak ve tarihî devirleri açmak üzere- ritmik hareketler (âyinler) yapan ilk insanlara, anlam veremeyerek saldıramadıkları gibi, bugünki vahşiler de (dinci kapitalistler de), tarihî devirleri aşırtacak fikirlere akıl erdiremeyip paralize (ve likide) olacaklardır...



Ali Ergin Güran: 08/02/2012+1