Kişileştirilmiş (Tapınılası) Tanrı ve “Öbür Dünya” İnancı, Antik-Dönem Mitolojisi’nden Kalma, Şizofreni Semptomlarıdır Aslında…
Yahudilik dininde Tanrı tek idi ama, “kavme özel” bir tanrıydı; Hristiyanlıkta ise “tanrı” kavramı, her kiliseye göre farklılıklar gösteriyordu. Yani aslında bu dinler, Politeizm’i aşamamış bir anlayışı sürdürüyorlardı; antik dönem insanının şizofrenik kafa (veya ruh) yapısına uygun olarak… Hz.Muhammet, öyle mükemmel bir “tek tanrı (Allah)” tarifi yaparım ki, bunu cihatla (savaşla) halklara dayatarak Tevhid Dini’ni gerçekleştirir; ve de insanlığı Monoteizm’e geçirebilirim diye düşündü. Ve bu düşüncesini de, içinde tartışıp duran “alt-ben”lerinden -uyurgezer haldeyken, karşısında hologram (hayâlet) olarak gördüğü, ve Cebrail (aracı melek) diye tanımladığı- baskın olanına söyletti; veya söylemesi şartlarını yarattı. Ki o zamanlarda, -sık sık “uyurgezer” hallere giren- yüksek irâdeye ve otokritiğe sâhip seçkin (inisiye) kişilerin uyguladıkları, ve de “metafizik âlemle transa geçmek” diye yorumladıkları bir meditasyon (murâkabe=içe bakış) yöntemiydi bu… Halbuki Politeizm’in ve insanlardaki kafa çatlaklığının (şizofreninin) sebebi, “tanrı” kavramının tarifiyle ilgili –sözsel veya yüzelsel- değil, yapısaldı; yani mentalite ve mantıkla (dolayısile bilinçle) ilgiliydi. Başka bir deyişle, insanlıktan kopuk bir Tanrı argümantasyonu (delillendirme’si) paradoksal, veya “akıl dışı”ydı; ki onun için de, tanımlanan bir “Tanrı” mitiyle –kral, peygamber gibi- bazı insanların irtibat kurması veya akraba olması gerekiyordu. Yâni “tanrı-kral”ların, ve sonra da peygamberlerin palavraları, bilinçsizlikten kaynaklanan mâsumâne yalanlar veya abartılardı. Daha doğrusu, içine düştükleri “düşünce çıkmazı”ndan mütevellid bunalımların, “karabasan”ların sebep olduğu hayâlî çağrışımlardı. Çünki bir defa, yaratıcı aktivite (ritm melekesi) bilinmeyince, onun yerine bir yaratıcı kişilik (tanrı) ikâme etmek kaçınılmazdı. Sonra da, “primat ile, ateşi kullanabilen ilk insan” arasındaki –tabu’lu, totem’li- “panteist zon” bilinmeyince, o boşlukta bir metafizik mekân (Öbür Dünya), yani insanların îmâl edildiği, ve Dünya’daki tatbikattan sonra da doğruluk/eğrilik testinden geçirildiği bir muhayyel atelye varsaymak mecbûrî oluyordu; mantıken… Nitekim Mitoloji’nin ilk versiyonlarında, -her çeşit- sebebi bilinmeyen doğal olayların da bu metafizik “atelye”de, uzman tanrılar tarafından îmâl veya tertip edildiği hikâyeleri anlatılmıştır hep… Ve böylece, “yaratıcı tanrı” mit’i veya mit’leri de, tarihî devirlerin muhtelif zamanlarında ve mekânlarında yaşayan (yaşamış olan) örnek kişilerle feed-back etkileşimine sokulup, o şahsiyetler de tanrılaştırılarak formatlanıyordu; insanların zihninde… Dolayısile, İsa’dan sonra farklı yer ve zamanlarda ortaya çıkan kiliselerin, tanrıları da farklı farklı karakterde oluyordu; mesela kâh kahramanları, kâh zenginleri seven (idealize eden) kişilikler şeklinde… Yâni son tahlilde, “tarihî devirler” insanı, “tarih öncesi” dediğimiz yakın geçmişini unutmuş olmakla, “erken bunama=şizofreni” hastası gibiydi. Hele ki –Panteizm’den hemen sonraki- erken Mısır ve Hint mitolojisinde kurgulanmış tanrısal kişilikler, ancak bir şizofreni hastasının uydurabileceği “absürt”lüktedir; mesela, biri diğerine dönüşebilen, veya bir olayın hem fâili hem de mef’ûlü sayılan figürler (mit’ler) gibi… Onun içindir ki, bu “tarihî devirler insanı”, her an her şeyin olabileceği önyargısına binâen, dış dünyalardan (metafizik âlemlerden) kendisine haberler, emirler geliyor/gelecek zannı ve evhâmı ile, kendine gelemiyor ve bilinçlenemiyordu. Dolayısile de, -insanlık- kendi kendini yiyip bitiriyordu; indî ve keyfî kararlarla düşmanlıklar yaratarak savaşlar çıkarmak sûretiyle… Oysa kendini yalnız ve çaresiz hisseden bir insanın, paniklemesine ve sığınacak bir “allahbaba” miti aramasına (veya vehmetmesine) hiç gerek yoktur; şâyet, “varoluş”un “ritm melekesi”iyle gerçekleştiği biliniyorsa… Mesela, Afrika’da hâlâ yaşamakta olan bazı ilkel kabilelerde dahî, sıkılındığında veya bunalındığında, grupsal –hatta bireysel- olarak ritmik hareketler (danslar veya âyinler) yapılması gerektiği bilinmektedir; bunalımların “kötü ruhların etkisi”, ritmik âyinlerin de “iyi ruhların çağrılması” şeklindeki geleneksel (sembolik) ifâdelerle izah edilse bile… O halde demek ki, tapınılası bir “tanrı” miti ile muayyen tapınma ritüelleri, tarihî devirlerdeki köleci toplumlara özgü bir fenomendir; kitlesel çalıştırma (iş) ve savaştırma düzeni için, gereken itaat disiplinini sağlamak üzere…
Dinler nasıl ki, “tanrı-kral” hânedanlıkları düzenini, inkâr (negasyon) değil de, sâdece – yerine “dindar krallar” teokrasisi koymak sûretiyle- revize etmişse, Ortaçağ’ı kapatan Rönesans aydınlanması da aslında, dinlerin inkârı anlamına gelmemektedir. Bilâkis, insanlık Rönesans’tan sonra, Pozitivizm anlamında gelişen bilim yüzünden, dinleri de yücelterek, “kafa çatlaklığı”nın zirvesini yaşamıştır. Öyle ki, mesela Newton ve Descartes gibi bilim otoriteleri bile, aynı zamanda koyu dindar olmakla, “muhteşem şizofreni” örnekleri sergilemişlerdir insanlığa… Dolayısile de, İzâfiyet Teorisi keşfedilinceye kadar pozitivist âlimler, insanların ateşi kullanabilme aşamasına gelmek için, “deneme-yanılma” metoduyla çok egzersiz yaparak, Panteist Zon’u bir seferde geçtikleri kanısını yaymakla birlikte, insanları daima kontrol altında tutan bir –metafizik- Öbür Dünya’nın (ve mahlûkâtının) varlığına da, yani dinlere de açık kapı bırakmışlardır hep… Ama, kendi kafalarının içinde böyle bir hassas dengeyi koruyabilenler, sâdece Newton ve Descartes gibi ilim zirveleri olmuştur. Zira mütefekkir ve ideolog geçinenlerin alayı, ya bilimden, ya da dinden yana taraf tutmak zorunda kalarak, insanlığı parça parça bölüp çatıştırmışlardır; ki Karl Marx da bunlardan biridir… Oysa İzafiyet Teorisi özümsenip, insanlığı yaratan etkinlik olan “ritm melekesi” de bilince çıkarılınca anlaşıldı ki, pozitivist bilimciler de, dindar mütefekkirler de haklı; bir dereceye kadar… Çünki Panteist Zon dediğimiz insanlaşma olayı, zamanlar üstü bir fenomen olarak, her devrin içinde mündemiçti; ritmik aktiviteler, ve ondan mütevellid sanatsal veya bilimsel yaratıcılıklar şeklinde… Hem zâten insanlardaki, düzgün olarak akıp giden bir “zaman” mevhûmu ile, geometrik bir “mekân” algısı da, bîzâtihî ritm melekesinin ürünüydü. Dolayısile insanlaşma olayı, maddi olduğu gibi, aynı zamanda olup biten değil, sürüp giden bir olaydı; yani –bir bakıma- yaratıcı etkinlik (ritm), insanlığı daima kontrol altında tutuyordu. Nasıl ki Fizikî Kozmos, olup bitmiş bir yapı olmayıp, daima mikrokozmik âlemin (atom altı mevcûdâtın) etkinlikleriyle yaşatılıyor veya kontrol altında tutuluyorsa… Ve böylece de anlaşıldı ki, insanlığı kontrol altında tutan bir metafizik âleme (ve mahlûkâtına) ihtiyaç yoktur; bunlar boş tahayyülâttır. Zira insanlık, başlangıcından itibâren süren “ritmik rezonans”ın etkisiyle her an dürtülmekte, ve insânî aktivitelere yönlendirilmektedir. Bütün mesele, sözkonusu “ritm rezonansı”nın sönmemesi ve her türlü yaratıcılığın (ilerlemenin) durmaması için, en güçlü melekelere sâhip insanların iyi seçilmesi ve onlara inisiyatif tanınmasıdır; melekeleri zayıf olacakların doğumlarının da engellenmesiyle birlikte... Ki böylece, Kapitalizm ideolojisinin, “insanların tüketim amaçlı aktivitelerinde, ve kurnazlığa(aldatmaya) müstenit rekâbetlerinde serbest bırakılmasıyla, otokontrol’a sâhip bir yapay eko-sistem’in kurulabileceği” anlamındaki ütopisi denetim altına alınıp, kapitalist düzenin daha dengeli sistemlere doğru evrilmesinin yolu açılacaktır. Zira devletler artık, toplumun temel ihtiyaçlarını (taleplerini) tespit etmek ve bunları karşılamak üzere –ihâleyle- kapitalistleri yönlendirmek şeklindeki koordinatörlük görevlerini yerine getirdikten sonra, kapitalist “eko-sistem”in her çöküşünde, enkaz altında kalan “kapitalist şöhret (veya şöhretli kapitalist)”leri kurtarmak yerine, Panteist Zon Kulüpleri’nde –objektif olarak- seçilime uğramış (inisiye olmuş) kreatör ve inisiyatörlerin projelerine destek vereceklerdir. Ve böylece de, her ekonomik krizde, bazı alışılmış tüketim mallarının eliminasyonuyla birlikte yerlerine, -insânî- katma değeri yüksek (ve alışılması gereken) yeni ürünler sürülecek, ve krizden “sağ” çıkan kapitalistler de, ister istemez bu yeni teknolojilere ve üretim süreçlerine yatırım yapmak zorunda kalacaklardır; insanlığın ilerleme temposunun korunmasına da hizmet etmek üzere… Bu süreçlerde, ilk elimine olacak ürünlerin başında da, “lezzetli (sindirim katalizörü) besin”lerle, “cinsel fetiş” unsurları ihtiva eden mâmûller gelecektir; yerlerini komprime gıdâlara ve cinsel tesir bakımından nötr olan ürünlere terk ederek… Ve ondan sonra da, hem hap mesâbesindeki komprime (ama çok besleyici) gıdâlara alışan, hem de –akıl ve irâdenin iptâli pahasına alınan- cinsel ilişki hazzını, bir ilâhi ödül, ve/veya “eksiklik-fazlalık göstergesi” gibi değil de, bir “def-i hâcet” rahatlaması olarak anlayan (yani bu hususta evham veya kompleks taşımayan) bireylerin yetişmesiyle, insanlar, uzaylı olmaya (ve uzaya hâkim olmaya) hak kazanacaklardır. Zira kendi kendilerine soracaklardır: Yüzbinlerce yıl, ritmik hareketlerin meleke kesbetmesi için uğraşıldıktan sonra, ve de bu melekeye binâen, içgüdülere karşı “tabu”sal frenler yani “irâde” edinildikten sonra, bu frenlerin –istisnâi- bir gaflet ânında boşalması, ve de aklın iptâli (baştan gitmesi) ile varılan hayvânî çiftleşme hazzı, niçin bir mârifet veya Allah’ın ödülü sayılsın?!.. Mantıksız (mayışık hallerin ifâdeleri olan) sözler ve vahşi didişmelerin sonucunda varılan “orgazm” hazzı, niye sayma(ritm) ve sıralama melekelerinin refâkatinde yapılan yaratıcı etkinliklere veya ilâhî ödüllere benzetilsin ki?!.. Bu Allah, manyak biri mi ki, fiilen uygulatmakta olduğu “insanlaştırma programı”na karşı –ters- işler yapanları ödüllendirsin?!.. Besbelli ki, tarihin ilk dönemlerinde, insanlığın bekâsı için gereken nüfus artışını (ve kol gücünü) sağlamak üzere, “tanrı-kral”lar ve sonra da peygamberler tarafından insanlara –tabusal korkularını yenmeleri için- söylenmiş “beyaz yalan” gibi bir şeydir bunlar… Ve Tanrı tarafından (veya nâmına) bir “yalan” söylenmiş olmaması için de, bir münâfık “Şeytan” figürü uydurulmuştur; sanki Şeytan’ı da yaratan Tanrı değilmiş gibi… Nitekim din(ler)in, Allah korkusuna, ve bunu müeyyidelendiren iktidar gücüne dayalı “ahlâkî düzen”leri çökünce, -bilir bilmez söylenmiş- bu yalanlar yüzünden dinsel söylemler (mugâlâtalar), “skolastisizm” batağına gömülmüştür. Zira, biyolojik organizmayı “orgazm” hâline vardıran “hayvânî hırs”ın tadına dadanarak, hayvanlaşma eşiğini –geriye doğru- geçenlere, hiçbir aklî (ve lâfzî) izah, iknâ edici gelmemiş ve fayda sağlamamıştır. Hatta bu dejenere insanlar, içgüdülerin çekim gücüne karşı, melekî rezonansla direnen sevgililerin duydukları “aşk” hissini bile, lâfzî bir örtü veya kamuflaj malzemesi olarak kullanmışlar, yani “aşk” sözcüğünü istismar etmişlerdir; onunla hayvânî “şehvet hırsı”nı yaldızlamak sûretiyle… Ve bu şekilde de, seks hazzı ile sevgi duygusunun ters orantılı olduğu, yani birinin –şiddeti- artarken, diğerinin azalacağı gerçeği gizlenmiştir insanlardan; bir nevi mugâlâta olan “aşk edebiyatı” vâsıtasıyla… Onun için, bundan böyle artık, edebî sanatların da -her türlü lâfzî ifâdelerle birlikte- değeri (ve üretimi) azalacaktır, ve azalması iktizâ etmektedir; tabiatıyla… Ama o aşamada dahi, hâlâ kapitalistlik (mal sâhipliği veya iş adamlığı) mesleğinde israr edenler kalırsa, onlar da, özel hayatlarında gizli gizli “ziyâfet (lezzet)” ve “seks (şehvet)” partileri düzenleyen, ve de toplum tarafından kötü gözle bakılan kriminaller olarak, bir süre daha –polis tâkibâtında- yaşayıp sermayeyi tüketeceklerdir; tıpkı bugünkü, uyuşturucu bağımlısı ünlüler gibi…
Dinsel Dogmalar ve Tanrı İmajı, Zihinlerden Nasıl Silinecek?!..
Aslında bir insan ancak, meditasyon yapabilen, dolayısile hem fizyolojik fonksiyonlarını kontrol edip, hem de “irade-içgüdü” diyalektik çelişkisini yönetebilen bir “birey” hâline geldiği taktirde, sığınacak bir merci arayışından ve zihnindeki “Tanrı” imajından kurtulabilir. Ama büyük kitleler teşkil eden, birey seviyesine ulaşamamış insanların hâlâ, mahalli dinsel topluluklar (veya cemaatler) hâlinde yaşama zorunlulukları vardır. Yani cemaatçilik veya kilisecilik anlamındaki din(ler), -kafadan- noksan (eksik) insanları disipline sokup, bir dereceye kadar tedâvi eden tarihî bir müessesedir aslında… Bu müessesenin, yerine, modern (ve ilmî) grupsal terapi ve seçilim (seleksiyon veya inisiyasyon) kurumları –olacak- olan, Panteist Zon Kulüpleri ikâme edilinceye kadar, ve de yaşlılar için bir nevi “teselli terapisi” anlamında olmak üzere, bir süre daha yaşatılması elzemdir tabii ki... Ama ondan sonraki aşamada, din(ler)in, toplum hayatındaki fonksiyonu, -başlangıçta olduğu gibi- sâdece “ölü gömme ritüeli”ne indirgeneceği de âşikârdır. Onun için de bütün mesele, Tevhid Dini’nin (İslâmiyet’in) kiliseleşmeye –yani bir nevi Hristiyanlaşmaya- rücû sürecini, bilimsel metodlarla ileriye (ilericiliğe) doğru kanalize edebilmek noktasında düğümlenmektedir… Osmanlı’nın, Tevhid Dîni uğruna, Nizâm-ı Âlem için cihat yaptığı, ve de Kuran’ın, mezhepler ve hatta dinler üzeri yorumuyla uğraştığı fütûhhatçılık döneminde (ki Kânûni’ye kadardır), ismine ne denirse densin, merkezî bir dînî otoritenin mevcûdiyeti gâyet normaldi ve doğruydu. Ama Kânûni ile başlayan, Tarikatçı “sosyo-ekonomik düzen”i oydurma (Kapitülâsyonlarla), ve de müzmin istilâ savaşlarıyla balon gibi büyüme (şişme) döneminde, –ister istemez- sekterleşen (mezhebe indirgenen), dolayısile de kiliseleşen bir İslâmiyet anlayışında dahî, hâlâ devlet katında bir dinî otoriteyi muhâfazaya çalışmak, tam anlamıyla zorbalık ve zulüm demekti… Yani Tevhid Dini’nin, Nizâm-ı Âlem projesinde, bütün işletmeler ve mülkler “vakıf” olarak düzenlenir ve her kuşaktaki en liyâkatli insanların tasarrufuna bırakılırken, birileri bunların şahsî şirketlere ve mülklere dönüşmesinin, ve de her –gerzek- evlâda miras bırakılabilmesinin yolunu açtığında, gittikçe artan gerzek zenginlerin hayvânî tüketim arzuları, ancak zorbalıkla önlenebilir; din adına, ve bir süre daha… Ama nihâyette, mutlaka memleket parçalanır… Zira şahsî işletmelerin (şirketlerin) ve mülklerin sözkonusu olduğu toplumlardaki “din” şekli, sosyo-ekonomik kümeleşmelerin ortaya çıkardığı “kilise”ler sistemidir; ki bu da, adem-i merkeziyetçi bir sistemdir… Demek ki, kapitalist düzenlerde devletin, kilise (cemaat) olarak ortaya çıkan dinsel örgütlenmelere karışmaması, veya sâdece onların koordinasyonuyla ilgilenmesi gerekmektedir. Oysa Osmanlı, gerileme döneminde, sosyo-ekonomik bakımdan Batı’yı örnek almaya başladığı halde, Devlet katında Dînin (İslâmiyet’in) hâlâ Tevhid Dini olduğu (olacağı) iddiasını veya inadını sürdürmekle, ve bu yüzden de –mecbûren- mezheplerden birine (Hanefîliğe) angaje olmakla, büyük bir yanlış yapmış ve de zulme sapmıştır… İşte Cumhuriyet’in de devraldığı en büyük –dinsel- yanlışımız budur aslında… Yani demek ki, TC Devleti’nin, dinsel cemaatlere ve onların ibâdet şekilleri ile ibâdethânelerine karışmaması, onları hiçbir şekilde finanse etmemesi, ve de Diyânet İşleri Başkanlığı’nın sâdece, cemaat liderlerinin –sıkı bir tahkîkat neticesinde- tastîki ve koordinasyonuyla uğraşması gerekirdi. Dolayısile de, hiçbir cemaatin (kilisenin), diğerlerine tahakküm etmesine veya Devlet’i ele geçirmesine olanak tanımayacak idârî düzenlemeleri yapması ve meselâ, Kurum içindeki mevkileri, bütün dînî cemaatler (kiliseler) arasında eşit ağırlıklı olarak paylaştırması iktizâ ederdi. Ki bu düzenlemeler de giderek, Devlet’in üst kademelerinde, –Atatürk gibi- dinler üstü inisiyatör (veya kreatör) kişiliklerin bulunması gereğini dayatacaktı… Ama, bütün vatandaşlara dini, doğru (tek meal) anlatacağız diye yola çıkmak, -zımnen de olsa- Kuran’ın evrensel bir doktrin, İslâmiyet’in de, tüm insanlığın kabul etmesi gereken bir Tevhid Dîni olduğunu iddia etmek veya dayatmak anlamına gelmekteydi. Oysa, Osmanlı İmp. deneyinden anlaşılmıştı ki, İslâmiyet de (tüm Tanrı miti kabul eden dinlerle birlikte), bütün insanlığa şâmil bir din (Tevhid Dini) olamazdı; ve tüm cihat çabalarına rağmen de olamamıştı… İşte bu yüzdendir ki, Cumhuriyet kurucuları –bir bakıma- kendi elleriyle TC Devleti’ni, mâceracı din bezirgânlarına hediye etmiş oldular. Ama artık biz, “Tanrı” diye bir mit kabul edildiğinde, politeizmin aşılamayacağını, dolayısile de kavmiyetçilik (Yahudilik) kapsamı dışındaki bütün monoteist –iddialı- dinlerin, kilisecilik (cemaatçilik) şeklinde dallanacağını (dallanma gerekçesini) bilimsel olarak ispatlamış bulunuyoruz. O halde TC Devleti’nin kuruluşundaki bu temel yanlışı düzeltmek için Türkiye’deki Türk Devleti’ni yeniden kurmak veya yapılandırmak gerekmektedir; hem Diyânet İşleri Başkanlığı’nı revize etmek, hem de Panteist Zon Kulüpleri’ni desteklemek sûretiyle… Zira, bazı ibâdethânelerin de dönüştürülmesiyle çoğaltılacak olan Panteist Zon Kulüpleri, hem “grup terapisi” hizmeti veren, hem de –meditasyon yapabilen (kendini yönetebilen)- inisiye insan seçilimini gerçekleştiren kurumlar olarak işlev göreceklerdir…
Dini ve Kapitalizmi Bitirecek Aydınlanmanın Maddi Zemini ve Gerçekleşme Yolu:
Tarihî Devirler’i kapatacak olan son Aydınlanma’nın Türkiye’den başlamasının, Rönesans aydınlanmasına yol açmış Konstantiniyye Fethi’ne kadar dayanan bir tarihî arka plânı ve maddi zemîni vardır. Bir defa, 1500 yıl kadar sürmüş olan Pax-Romana’nın, zulüm âbidesine dönüşmüş son kalesi Konstantiniyye’nin fethi, şahsî mülk tanımayan, ve de mallar üzerinden spekülâtif kazançlara (stok market ve borsalara) izin vermeyen, dolayısile prensip olarak Kapitalizm’e meşrûiyyet alanı bırakmayan Tevhid Dîni’nin –insânî- üstünlüğünü açıkça ortaya koymuştur. Ama ne var ki, Konstantinopolis’in fethi, Batı’da, günlük hayatın ayrıntılarına kadar müdâhale eden Hristiyanlığın bazı dogmalarını yıkarak, kâşif ve mûcidlerin önünü açmakla birlikte, aynı zamanda “coğrafi keşif” yağmalarıyla servet birikimine, ve bu servetlerin îcatlarla değerlendirilmesine, dolayısile de Kapitalizm’in yolunun açılmasına sebep olmuştur. Ancak, ne hazin bir tecellidir ki, bu kapitalistleşme sürecinin tekemmülünde, Batılılara en büyük destek de, Fatih’in torunlarından (gerzek Kânûni’den) gelmiştir. Zira bir defa, Hristiyanlık dogmalarının tartışılır hâle gelmesi, ve Papalık otoritesinin sarsılması sonucunda patlak veren millici protest akımlar (Luteryenlik, Kalvinistlik gibi), aynı zamanda zenginleri (kapitalistleri) kutsarken, bizim Kânûni de onların tarafını tutmuş, ve hatta o akımları bastırabilecek en büyük güç olan –Katolik- Macar ordusunu dağıtmıştır. Sonra da, Batılı tüccarlara verdiği imtiyazlarla (Kapitülâsyonlarla), koskoca bir ülkeyi (Osm.İmp.’nu), zengin bir “ana-mal” kaynağı, ve de alım gücü yüksek bir “pazar” olarak Kapitalizm’in hizmetine sunmuştur; palazlanması için… Böylece de, “mal-mülk” sâhipliği (Kapitalistlik) diye bir meslek tanımayan, ve şahsî zenginliğe prim vermeyen, Tevhid Dîni’nin “Tarikat Ekonomisi”ni baltalatıp, zenginleri kutsayan (anti-Jesus) bir Hristiyanlık anlayışı (yani Protestan kiliseleri) tarafından da desteklenen kapitalistlerin –dolayısile de İslâmiyet’in kiliseleşmesinin-yolunu açmıştır, Kânûni… Hem de Anadolu halkına zulmederek; hatta onları kitlesel olarak katlederek… Zira Kalenderî kalkışmasını, “dinsel sapkınlık isyânı” diye izaha kalkan -Osmanlı bendegânı- vakanüvistlerden, ve onların torunlarından sâdır olmuş “tarih ezberleri”ne itibâr etmek yerine, 17.Yüzyıl’daki tiftik fiyatlarıyla, İngiltere’nin sattığı “soft” fiyatlarını karşılaştırmak, ve de dokuma sanayii’nin Anadolu’da niye gelişemediğini düşünmek bile, bize acı gerçeği açıklar… İngiliz işgâlinin sözkonusu olduğu Hindistan’daki gibi, dokumacıların kolunu bacağını kesen bir kolonyal yönetim olmadığı, ve tiftiğin de âlâsının bulunduğu halde, Anadolu Ahî Teşkilâtı’nın dokumacılığı geliştirememesi, ancak Kânûni’nin verdiği kapitülâsyonlarla izah edilebilir. Nitekim Kânûni ile tarikatçılar arasında ortaya çıkan ekonomik görüş farkı, giderek dinsel görüş ve zihniyete de aksettiğinden, bu çatlak önce ayaklanmalarla kendini göstermiş, sonra da I.Süleyman’ın, Istanbul kadısı Ebusuud Efendi’yi Şeyhülislâm yapmasıyla neticelenmiştir. Böylece de, öncelikle Tarikatçılardan sâdır olan İslâmî anlayışı “aforoz” etmek üzere, “İslâm cemaatinin şeyhi” anlamında, Saltanata bağlı bir “başpsikoposluk” makâmı ihdâs edilmiştir; büyük dedem İmâm-ı Sultan Mevlâna Bekdaş Efendi’nin ölümünü müteakip, yâni 1534’den sonra… Bu arada, Istanbul’da “mal-mülk sâhipliği”nin, Esther Kira adlı bir Yahudi kadın tarafından, kazançlı bir meslek hâline getirilmesinin, sikkenin (metal para’nın) -bugünkü “kur âyarlaması” gibi bir pişkinlikle- tağşiş edilmesinin (resmî enflâsyon’un), yâni tam anlamıyla kapitalistliğin de, ilk defa Muhteşem(!) Süleyman zamanında başladığını unutmamak gerek… Herne kadar bizim Muhteşem(!) veya Kânûni(!) Sultan Süleyman, Esther Kira nâm kadını idam ettirmiş olsa da, bugün hâlâ “kiracılık” diye bir –ekonomik- mahkûmiyet, onun adıyla sürüp gitmektedir. Ve de sâdece bu olay bile, Kânûni’nin ne kadar gerzek (ufuksuz) bir zorba olduğunu açıkça ortaya koymaktadır… Yâni son tahlilde Kânûni, bir yandan Avrupa’da istilâ ve coğrâfî yayılmacılık (genişlemecilik) siyâseti güderken, diğer yandan Kapitalizm’i –palazlandırarak- içselleştirmekle, ve de buna paralel olarak Devlet’i bir mezhep bazında kânûnileştirerek sekterleştirmekle, İslâmiyet’i kiliseciliğe, Ülkesini de parçalanmaya sürüklediğini bilmiyordu tabii… Ama işte, “fâtih” olmak da, böyle bir vizyonu gerektirirdi. Yoksa Kânûni gibi biri, fâtihân atalarının emânetini “har vurup harman savurmuş” gerzek bir mirasyedi olarak geçerdi tarihe… Herne kadar, kendisinden faydalanmış (nemâlanmış) Batılılar ona, “muhteşem” lâkâbını lâyık(!) görseler de…
Kânûni Sultan Süleyman’ın Viyana mâcerasından sonra, yüz küsur yıl, istilâ ettiğimiz topraklarda tutunabilmek (tahakküm kurabilmek) için çabaladık. 1683 Viyana bozgunundan sonra da, 150 yıla yakın bir süre, düzenli ricat yapabilmek için uğraştık. Tevhid Dîni’nin mücâhitleri Yeniçeriler, çok çektiler, soy-boy güderek gelmiş Türk kökenli Kırım Tatarları’nın kaypaklığından da, Ukrayna Kazakları’nın kalleşliklerinden de… Hatta, günümüze kadar gelen bir –argo- deyim ve terim de ürettiler “seni teres, seni!” diye; güvenilmez kişilere karşı söylenen… Buradaki “teres” sözcüğü, Ukrayna Kazakları’nın meşhur şefi Taras Bulba’dan mülhemdi… Onun içindir ki, arkadaş, yoldaş, karakol (karakullukçu’dan) vs. gibi, hâlâ kullandığımız pek çok sözcüğün kaynağı olan “Yeniçeri Jargonu” çok önemlidir; yerleşik (şehirli) kültürümüzün nasıl oluştuğunu anlamamız için… Türk Tarikat Sistematiği’nin –son- Seyfîyûn mektebi demek olan, ve seçkin (objektif olarak seçilmiş) bireylerden teşekkül eden 500 yıllık Ocağ-ı Bekdâşîyân’ın, argo lûgatını çıkarmak, -son Osmanlı’nın kalleşliğine nisbet- pek önemlidir Türkler için… Zira Türklük, cihânşümûl bir “insânî cemiyet” örneği olarak, ancak bu şekilde –yeniden- dirilecektir… Yeniçeriler, Sultan Süleyman’ın bir mirasyedi hovardalığı ile yayıldığı (istilâ ettiği) yerlerden vuruşa vuruşa –düzenli olarak- geri çekilirlerken, aynı zamanda Anayurt’larındaki (arkalarındaki), Tarikat eksenli sosyo-ekonomik sistem de çökmekteydi; yine Kânûni’nin Batılılara bahşettiği kapitülâsyonlar sâyesinde… Ve bu şekilde de onlar, Tevhid Dîni’nin, gayri kâbil-i tatbik olduğunu anlamaktaydılar. Ama buna rağmen yine de, geleneklerine sıkı sıkı sarılarak –lojistik desteklerini sağlayan- Tarikat’ın Şurbîyân koluna (esnaf ve zenaatkârlara) müzâhir olmaya çalıştılar; sefere çıkmadıkları zamanlarda… İşte bu durum (Tarikat dayanışması), Batı’ya özenmeye ve sosyo-ekonomik bakımdan teslîm olmaya başlamış bulunan Osmanlı Hânedânı’nı pek rahatsız etti. Ve de “Yeniçeriler savaşı bırakıp ekonomik işlerle uğraşıyorlar” gibilerinden söylentiler yaymalarına yol açtı; sanki padişahlar oturmuyor da, sefere çıkıyorlarmış gibi… Zira, kur âyarlamaları (sikke tağşişi) gibi, merkezden –gizlice- yapılan kapitalistvâri düzenlemelere, çok şiddetli tepkiler veriyordu, bizim ehl-i tarik… Hatta bu tepkiler, padişah idamlarına kadar da yükselebiliyordu; aradaki çelişkinin, ekonomik (parasal) sömürüye geçit vermeyen “insânî düzen” taraftarlarıyla, kapitalizme meyletmiş bir zihniyet arasındaki “antagonizma (uzlaşmazlık)” olması hasebiyle… Yâni, son tahlilde anlaşılmaktadır ki, Yeniçerilere “kapıkulu” demek, protokoler bir söylemdi aslında… Çünki onlar, Tarikat terbiyesine ve öğretisine bağlı insanlardı, ve de irşâtlarını, Istanbul’daki -1826’dan sonra Bekdâşî tekkesi diye kapatılan- dergâhlardan almaktaydılar; yoksa mollalardan (medreselerden) ve şeyhülislâm’dan filân değil… Onun için de, Yeniçerileri, içine kadar nüfûz etmiş bulundukları sosyo-ekonomik yapıyı parçalamadan ortadan kaldırmak mümkün değildi; ki nitekim –Batı’ya- satılmış Osmanlı da bunu yaptı: Yani Memâlik-i Müttehide’yi, iç dinamiklerini ve otonomisini ortadan kaldırıp Batıya ipotek ederek, alacağı borçlarla kapitalist ülkeler gibi olabileceğini zannetti; ki halt etti… Demek ki, aslında Osmanoğulları, keçi çobanlığından (Karakeçili’lerden) gelip bir devlet kurduktan, ve de içlerinden birçok fâtih çıkardıktan sonra, nihâyette yeniden çobanlığa, ama bu sefer -emperyalistler nâmına- fakir fukara çobanlığına dönmüş oldular; doğru insan seçilimi ve eğitimi yapamadıklarından, ve de insanlığın zihinsel gelişimini tâkip edemediklerinden… Onun için artık hiç kimse, bir hânedânı veya “zürriyât”ı kutsamaya, ve de mensuplarına ulvî (üstün) nitelikler atfetmeye kalkmamalıdır. Zira açıkça anlaşılmıştır ki, sülâleler de herhangi bir organizma gibi, önce zuhûr etmekte ve gelişmekte, sonra da dejenere olarak (yozlaşarak) ölmekte, veya munkariz olmaktadırlar. Ama buna rağmen, arkalarına tarihî zemin ve destek yapmak üzere, onları –bir şekilde- yaşatmaya çalışmaktadırlar; köksüz ve görgüsüz kapitalist oligarklar… Halbuki ölümsüz olan veya olması gereken yegâne varlık, “devlet”tir aslında… Ve onun için de, gerçek bir devlet, hiçbir sülâleye, zümreye ve hatta öğretiye (ideolojiye) indekslenemez; sâdece, doğru (objektif) bir insan seçilimine bağlanabilir, ve bağlanmalıdır da… Nitekim, Büyük Piramit (Khufu veya Keops) gibi bir cihanşümûl âbideyi insanlığa kazandıran bilgi birikimini, nasıl hânedânlar öncesinin -“inisiyasyon” seçilimine dayanan- “Güneş Kültü Tarikatçıları” devleti gerçekleştirdiyse, İnsanlığın Uzay’a açılımını da, bilimsel (objektif) şekilde insan seçilimi yapabilen “Bilim Tarikatçıları” devleti gerçekleştirecektir…
Türkiye’nin tarihini –iç dinamiklere göre- doğru yazabilmek için, her şeyden önce olaylara, saltanat açısından değil, Tarikat nokta-i nazarından bakmak lâzımdır. Zira sultanların buyrukları derhal kayda geçse veya geçirilse de, gerçekleri yaratan irâde, daima kitlesel dinamikler ve beklentiler yönünde tecelli etmektedir; ki sultan buyrukları da, bu irâde ve beklentiler ile örtüştüğü oranda başarılı olabilmektedir. Bu açıdan bakılınca kolayca görülebilir ki, Osmanlı Devleti de daima, Türk-Tarikat Sistematiği ile onun tayin ettiği kitlesel hareketler ve eğilimler tarafından yönlendirilmiştir; II.Mahmut riyâsetindeki Hânedân’ın, 1826’da Emperyalizm’in acentalığına soyunmasına kadar… Bu husus anlaşılmadıkça, bu ülkede –seçimlerle de olsa- başa geçen herkes, Dünya’ya, “padişahlık tarihi”nin zihninde açtığı delikten (görüşten) bakarak, kendini sultan gibi görmeyi ve despotluğa meyletmeyi, dolayısile de ister istemez tarihî gidişâtımızı (rotamızı) engellemeyi (bozmayı) sürdürecektir; kendi ölümü pahasına da olsa… Onun için, önce şu nokta iyi anlaşılmalıdır ki, saltanat tarihçilerinde, “otokritik” yapmak gibi bir haslet mevcut değildir. Dolayısile de, Osmanlı İmp. tarihini yazarken, bendegânın ve yabancıların, saltanat açısından bakarak kaydettikleri manzarayı dengelemek için mutlaka, olayların dinamiğini yaratmış ve yaşamış olan Tarikat mensuplarının da görüşlerini almak (veya düşünmek) lâzımdır… Meselâ bize göre, Osmanlı padişahları içinde Bayezid (yezidoğlu) ismini taşıyan iki sultan da, müstehak oldukları şekilde halledilmişlerdir. Öyle ki, I.Bayezid’i savaşta mağlûp ederek tahttan indiren Timur, aynı zamanda esas Yezid’in mezarını da –kemiklerini yakmak sûretiyle- ortadan kaldırmıştır. II.Bayezid’i zorla tahttan indiren –oğlu- Yavuz ise, o işi müteakiben tüm Ortadoğu’yu fethederek, bu bölgede, Yezid zihniyetinin dirilmesine 400 yıl imkân tanımayan bir “Pax-Ottomana”, yani Osmanlı Barışı tesis etmiştir. Ve böylece de, Tarikatçıların ve halk çoğunluğunun, “yezid oğlu yezid” şeklinde küfür malzemesi yaptığı bir isme, siyasi çıkar hesaplarına binaen –yazı hilelerine ve kamuflajına da başvurulsa- îtibâr kazandırılamayacağı, açık bir biçimde ortaya çıkmıştır. Ama buna rağmen, bizim, Tarikat disipliniyle aştığımız Roma Düzeni’nin bir benzeri olan, -ve onun için de Doğu Roma İmparatorluğu’nu bir türlü fethedemeyen- şahsî mal/mülk ve kaba kuvvetle (kapitalizmle) İslâmiyet’i yayma idealine sâhip Yezid zihniyeti (saltanat dindarlığı), Yavuz’dan sonra yine hortlamış, ve Osmanlı İmp.’nun sonuna kadar direnmiştir. Ki böylece de Osmanlı, sâdece Tarikat yoldaşlarına değil, Bizans’ı fethederken, yerleşik Rum ve Ermeni halklarına verdiği –ekonomik- teminâtlara ve onlardan aldığı desteğe de ihânet etmiştir… Bu arada artık anlaşılmalıdır ki, geleneksel “İran fitnesi”nden kaynaklanan “Yavuz aleyhdarlığı”nın, Anadolu Alevileri arasında hâlâ sürdürülüyor olması, çok esef verici bir olaydır. Zirâ sâdece, Yavuz’un sefâhatten (haremden) uzak, mütevâzı hayatı ile, oğlu Süleyman’ın –yaptırdığı cami gibi- gösterişli ve tantanalı yaşantısını karşılaştırmakla, ve de kendisinin Yeniçeri Ocağı’na birinci nefer olarak yazıldığını hatırlamakla bile, bu hususta doğru bir fikre varılabilir aslında… Osmanlı’daki Yezidlik sapması, Yeniçerileri hassa ordusu hâline getirmek üzere onlara “şamar oğlanı” muamelesi yapmaya kalkan -kendini bilmez sultan- II.Osman’ın boğdurulmasıyla, ve daha sonra da, gâvurlara alternatif ordu kurdurmaya, ve alafranga hayatı yayma züppeliğine soyunan, sorumsuz padişah III.Selim’in idamıyla önlense bile, en sonunda II.Mahmut’un mârifeti(!) ile başarıya ulaşmış gibi görünmektedir. Ancak bize göre, 1808’de III.Selim’i –Şeyhülislâm fetvâsıyla- gâyet meşrû bir şekilde halleden Yeniçeriler (ve Ehl-i Tarik), yeni bir hânedânın meşrûiyyet tartışmasına (ve fetret devrine) yol açabileceğinden çekindikleri, ve de Cumhuriyet rejiminin daha Fransa’da bile tutmadığını gördükleri içindir ki, II.Mahmut’u serbest bırakıp Osmanlı Hânedânı’nı bitirmemişlerdir. Sonra da, II.Mahmut 1826’da, Cumhuriyetçi akımlara karşı büyük bir dayanışma içine giren Avrupa monarşilerinden destek sağlayabildiği, ve de memleketin büyük bir kısmını gözden çıkarıp, Istanbul’un âsâyişi için de Rus denizcilerini yardıma çağırma zilletini –bile- göze alabildiği içindir ki, 500 yıllık Yeniçeri Ocağı’nı, ve yaklaşık 1000 yıllık Türk-Tarikat Sistematiği’ni, yabancılardan gördüğü parasal ve askerî destekle dağıtabilmiştir. Ki böylece de Yezid zihniyeti ilk defa, ama bu sefer emperyal kapitalistlerin kuklası olarak bizim tepemize oturmuş veya oturtulmuştur. Ama bu, II.Mahmut nâm yezid, -esas Yezid gibi, İslâmiyet’i yayma ve tüm insanlığa teşmil etme gibi bir ideale de sâhip olmadığından- Tevhid Dîni’ni gözeten Tarikatçılar indinde, tam anlamıyla gerici ve hatta bir nevi “mürted” sayılmış, ve İmâm-ı Âzam Ebu Hanife’nin mazlumluğunu kullanıp, yeni âdet ve söylemler uydurarak reforme(!) etmeye çalıştığı müslümanlığına da, “Hanefi-Osmanlı Kilisesi (cemaati)” olmanın ötesinde bir anlam yüklenmemiştir. Ki nitekim, 1826 vakasını müteakip, Yunanistan, Bulgaristan, Mısır gibi memleketler de, kendi kiliseleriyle birlikte Memâlik-i Müttehide’den ayrılmış ve muhtelif şekillerde bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Ve üstelik, İbrahim Paşa komutasındaki Mısır Ordusu, Istanbul’u almak üzere Kütahya’ya kadar da gelebilmiştir; Osmanlı’nın elinde ordu-mordu diye bir şey kalmadığı için… Bunun üzerine -“denize düşen en yakın yılana sarılır” misâli bir refleksle- Rusya’dan yardım isteyen II.Mahmut, Istanbul’un güvenliğini bile, Rus denizcilerine havâle etmek zorunda kalmıştır. Yani Istanbul’un 1919’daki işgali, bir ilk değildir; Osmanlı, kendi saltanatı uğruna, Istanbul’u –bile- rehin vermeye alıştırmıştır kendini… O sıralarda Istanbul’da nasıl bir panik havasının estiğini, ve nasıl bir kargaşanın yaşandığını kimse bilmiyor, yazmıyor, veya –hâlâ- gizli tutuluyor. Ama ben, Büyükdere koyuna demirlemiş Rus donanmasının, bütün gemilerinin adlarını, ve de kumandan isimlerini hâvi bir büyük -karakalem- tablosunu görmüş biri olarak, bu sosyal travmanın şiddetini hissedebiliyorum. Zira, Babaannem’in babası Esat Efendi’nin, çocukluğunda yaşadığı sözkonusu travmanın bir nişânesi, ve Osmanlı ihânetinin bir vesikası olarak –kalın sarı yaldızlı bir çerçeveyle- çerçeveletip selâmlığına astığı bu muazzam (1 metreyi aşkın boyutlardaki) tabloyu, Babaannem de misafir kabûl salonunun büyük duvarında sergilerdi; ağabeyleri tarafından kendisine iletilen vasiyet üzerine… Yani aslında, Bekdaşi Tarikatı diye bir şey yoktur. Bu ibâre, satılmış Hânedân’ın, 1826’da yasakladığı Türk-Tarikat Sistematiği’ni aforoz ve tecrit etmek, ve bu sûretle de, oluşturduğu “Hanefi-Osmanlı Kilisesi”ni meşrûlaştırmak üzere uydurduğu bir “lânetleme yaftası”dır. Tarikat ehli tarafından, Anadolu ve Rumeli’de Hacı Bekdaş Velî adına kurulmuş dergâhlara bakarak “Bekdaşilik” diye bir tarikatın (yani cemaatin) mevcûdiyetine inanmak yanıltıcı olmakta, ve de Alevi cemaatleriyle Tarikat’ın karıştırılmasına (dolayısile kavram kargaşasına) yol açmaktadır. Halbuki Saltanat’ın, “Bekdaşi” tarikatıdır diye yaftalayarak kapattığı –özellikle Istanbul’da bulunan- pek çok dergâhın isimleri başka başkadır; “kurucu postnişin”in adına ve “tarik”ine atfen verilmesi hasebiyle… Yani Osmanlı’nın, “Beldaşi tarikatı”ndan diyerek lânetlemeye çalıştığı insanlar, Istanbul’un havâss zümresi ile, Yeniçeri yakınlarından başka birileri değildir aslında… Osmanlı’nın lânetleme ve izole etme kampanyasına karşılık, İslâmiyet’i “Tevhid Dîni” olarak kabul etmiş Tarikatçıların, kahvehane ve meyhanelerde yuvalanarak (mevzilenerek) Kilise İslâmiyeti hakkında ürettikleri hicviyeli fıkralar da, “Bekdaşi Fıkrası” adıyla pek meşhur ve müessir olmuştur; ki bunların arasında, Yeniçeri jargonundan gelenleri de vardır. Kaldı ki, kahvehanelerde sık sık oynatılan “Karagöz” oyunlarına, ve bu oyunlardaki “sahtekâr düzenbaz hacı (dindar)” karakterini temsil eden Hacivat’ın –Karagöz’den- yediği dayaklarla, milletin içine su serpilmesine de bir şey yapamamaktaydı, Saray taraftârı softalar… Oysa bugün, sözkonusu “perde” veya “hayâl” oyunu, modern saltanatçılar tarafından âdeta yasaklanmıştır… Yani netice itibâriyle denilebilir ki, 1826 sonrası Istanbul’unda, Saltanatçılar (ve kilise İslâmiyeti) ile hafî (yeraltına itilmiş) tarikatçılar arasında, şiddetli bir “psikolojik savaş” başlamıştır; günümüze kadar süren… Benim yakînen bildiğim Bekdaşi yuvaları(!) şunlardı: Mevlânakapı Dergâhı, Kuzguncuk Palas diye resmedilmiş (ama halk arasında Sulu Saray diye söylenmiş) yalısaray ve mücâvir alanı, Karaköy (Bekdaş Efendi) Hamamı ve yanındaki esnaf mescidi, Hasköy’deki Kiremitçi Ahmet Çelebi Camii, ve de Eyüp’deki Âgâh Efendi Dergâhı ve mescidi… Bunlardan, Yeniçerilerin -kışlalarından Deniz’e çıkış yolu üzerinde- bir toplantı merkezi mâhiyetindeki Mevlânakapı Dergâhı, aynı zamanda semte de ismini vermiştir. Surların o bölgedeki kapısı yanında –ismi meşkuk- bir Yeniçeri Mevlânâsı tarafından kurulmuş olan Dergâh, 1826’dan bir süre sonra yakılarak yok edildiği halde, Semt ismini muhafaza etmekle kalmamış, üstelik bu isim, Yeniçeri disiplinini (raconunu) sürdüren tulumbacılar mârifetiyle bir iftihâr vesilesi hâline getirilmiştir; “Mevlânakapılı”lık bir nevi seçkinlikmiş gibilerinden… Saray, bu semtte, Yeniçeri rûhunun (raconunun) övünçlü ve sevinçli bir şekilde yaşamasından, ve üstelik de Semt adının Konyalı Celâlettin’e (teslimiyetçi mevlâna’ya) nâzire yapmasından fevkalâde rahatsız olmuştur. Ve bundan dolayı da, Semtin adını gölgelemek ve unutturmak üzere, surlardaki eski kapının yanına yeni bir kapı açtırıp –araç trafiğini de bu kapıya yönlendirerek- mûhite Yenikapı ismini vermiştir. Ve üstelik Osmanlı bendegânı, sahtekârlık ve düzenbazlıkta daha da ileri giderek, Konya’lı Mevlâna Celalettin Rûmi’ye atfen, “Yenikapı Mevlevihânesi” adıyla yeni bir dergâh da kurmuşlardır; sanki Mevlânakapı ismi, Konya’lı –pasifist- Mevlâna Celâlettin’den geliyormuş gibi; bir intibâ yaratmak üzere… Ama yine de, Mevlânakapılı’lık denilen –Yeniçeri ve tulumbacı mahreçli- delikanlılık (mertlik, dürüstlük) raconunun ve rûhunun, 1960’ların başına kadar yaşamasına engel olamamışlardır; saltanatçılar… Bekdaşi yuvalarından bir diğeri ise, sanat tarihçilerinin –hâlâ- resmini bile ortaya çıkaramadıkları, Boğaz’ın ilk ve en muhteşem yalısarayı Kuzguncuk Palas, veya halk arasındaki ismiyle Sulu Saray… 1840’larda kundaklandığında bu Saray, Müşir Osman Paşa (Erzurum Müşiri) tarafından –yazlık olarak- tasarruf edilmekte… Müşir Osman Paşa, Doğu Reformu projesini hayata geçirmek üzere, Sultan Abdülmecid’den tahsîsâtını (bir sandık dolusu altın) aldıktan sonra, sefere çıkmadan önceki son akşam yemeğinde, “derin devlet=Osmanlı’nın satılmışları” tarafından zehirlenerek katledilmekle birlikte Yalısaray da ateşe veriliyor; ve ahşaptan yapıldığı için de, hâk ile yeksân oluyor… Ama bendegân tarihçilerinin kaleme aldığı “tarih”lerin hiçbirinde, Erzurum Müşiri Osman Paşa’nın ismi geçmiyor; hatta bugünkü gelişmiş koşullarda dahî, yani internet ortamında bile, bu Paşa’nın sayfasına erişim engelleniyor… Kundaklandıktan sonra, Sulu Saray’ın zemînini teşkil eden rıhtım ve mücâvir alanı, Osman Paşa’nın çocukları ve kuzenleri tarafından –yörenin mâliki III.Mustafa vakfıyla yeni sözleşmeler yapılarak- paylaşılıyor; ki bu pay sâhiplerinden biri de, Babaannemin babası Esat Efendi… Doğuştan “Saltanat” karşıtı olan Dânişmendiye kökenli Havâss’ın yaşadığı bu mıntıka, aynı zamanda, Saray’a karşı tertiplenen saldırılarda da (mesela Ali Suavi olayında) çıkış üssü görevi yapıyor. Dolayısile de, Saray hafiyelerinin “fink attığı” bir bölge hâline geliyor; ki bu arada, Babaannemin en büyük âbisi (gâliba Şükrü Bey) de, -gömme dolaba saklanmış- bir Abdülhamid hafiyesi tarafından dinlenip “cürm-i meşhûd (suçüstü)” yapılarak, Sinop kalesinde beş yıl katıksız “kalebent” cezası yatırılıyor… Çok önemli bir Bekdaşi mıntıkası da, külhanbeyleriyle ünlü Galata-Karaköy mıntıkasıydı; ki külhanların yuvası da, hem çalışıp hem yatıp kalktıkları Karaköy (Bekdaş Efendi) Hamamı idi… Üstelik bu bölgede, pek çok kahvehane ve meyhane de bulunmaktaydı; saltanat karşıtı propaganda yapmak ve kamuoyu oluşturmak için… Külhanbeyleri, Yeniçeri raconunu (disiplinini) ve argosunu tevârüs etmiş kesin Saltanat karşıtları olarak, Şehrin bu civcivli ticârî bölgesindeki âsâyişi –geleneksel usûl ve ahlâka göre- sağlıyorlardı. Saray, Yeniçerilerden sonra kendiliğinden oluşmuş bu âsâyiş monopolünden kurtulmak için, bekçi ve zaptiye kadrolarını, -şıhlarına, ağalarına itaate (biate) alışmış- Kürtlerle doldurdu; ama bu durumda da, dil ve argo bilmeyen bu insanlar, “kabadayı” denilerek alay konusu edildiler. Çünki bir defa, Kürt delikanlıları, -Şâfi taassubundan gelen endişeyle- büyüklerine “dayı” diye hitap ediyorlardı; bizimkilerin “amca” demesine karşılık… Sonra da, Türkçenin inceliklerinden ve külhanbeyi argosundan anlamayarak “kaba-saba” konuşuyorlardı… Nihâyette birtakım Kürt delikanlıları da, bazı mıntıkalarda âsâyiş çeteleri oluşturmayı ve racon kesmeyi öğrendiler, ve de alay konusu olarak aldıkları –kabadayı- lâkaplarını olumluya (ciddiye) çevirdiler. Ancak bunu, Çingenelere yanaşıp, onların argosunu kaptıktan sonra başarabildiler; ki mesela, kabadayıların bugün de kullandıkları “kıyak” veya “kayıntı” gibi sözcükler, tamamen Çingene argosu mahsûlüdürler… Ama ne var ki, ondan sonra da “Çingene çalar, Kürt oynar” deyimi çıktı; kargaşa ortamlarını ifâde etmek için kullanılan… Yani netice itibâriyle denilebilir ki, Istanbul’un eski Türk mahallelerinde –Saray’ın getirttiği- Kürtlere hiç iyi gözle bakılmadı; mesela ben, 1950-60’larda, Kürtlere kız vermenin züll sayıldığını gâyet iyi hatırlıyorum. Ama gerçekten de, Kürtlerin Türk şehirlerine gelmeleri (getirilmeleri), hem Şâfi taassubunu “Hanefi-Osmanlı Kilisesi”ne bulaştırmaları, hem de etrafa itaat (biat) kültürünü veya terbiyesini yaymaları bakımından, pek kötü (irticâi) tesirler yapmıştır; Tarikat terbiyesiyle yetişmiş toplumumuza… Ve belki, Türklerin emperyalizme karşı bu kadar edilgenleşmelerinde de etken olmuşlardır; bu Kürtler… Istanbul “külhan”larının en büyük yuvası olan –kadınlı erkekli bölümleri hâvi olup, bugünki Karaköy Palas iş hanının yerinde bulunan- Karaköy Bekdaş Efendi Hamamı, II.Abdülhamit zamanında , Saray hafiyeleri mârifetiyle kundaklanmış; ama koskoca taş kolonları ve kubbeleri nasıl hâk ile yeksân edilmiş, bilemiyorum. Ancak şunu iyi biliyorum ki, meskûr Hamam’ın ait olduğu İmâm-ı Sultan Mevlâna Bekdaş Efendi Vakfı evlâdından biri (Zihni Paşa), Abdülhamit kabinesinde Nâfıa Nâzırı olmuş… Ve de ne garip bir tecellidir ki, 12 Mart 1971 cuntasının “işkencehâne” olarak kiraladığı, meşhur “Zîverbey Köşkü” de, aslında bu Zihni Paşa’nın –vârislerine intikal eden- köşküymüş meğer… Demek ki, ikbâl uğruna “derin devlet”e bulaşan ailelerin misyonu hiç değişmiyor; devletlerin görünen şekli değişse de… Ve dış bağlantıların (ve emperyalizme bağımlılığın) sürekliliği de, -bir oranda- “biz devletten yanayız” diye övünen, “iktidarperest” aile ve zümreler vasıtasıyla sağlanıyor demek ki… Kendisinde Bekdaşi fobisi olduğu bilinen II.Abdülhamit’in, hedef aldığı mekânlardan biri de, Bekdaşi’lerin ictimâ ettiğinden şüphe duyduğu, Hasköy’deki Kiremitçi Ahmet Çelebi Camii’dir. Vakfiyesinde, “semâyla yarış eden minâresi”nden övgüyle sözedilen cami, nedense(!) 5-6 metre kadar yere gömülmüş bir haldedir bugün… Kaldı ki, bahçesine girilen (merdivenle inilen) kapıya yaptırılmış haşmetli bir “tak”ın üzerinde de, II.Abdülhamit’in, cami’yi sâhipsiz bulduğu için, tamir ettirerek kendi vakfına geçirttiğini anlatan –yaldızlı- bir yazısı bulunmaktadır… Yani anlaşılmaktadır ki, bu kurnaz padişah, bizimkilerin, Kiremitçi Ahmet Çelebi Vakfı’nın orijinal vakfiyesini saklamalarını fırsat bilerek, hem Cami’nin ihtişâmını –etrafını yükselterek- tenzil etmeye çalışmış, hem de kapısına kendi damgasını vurmakla, Cami’yi ehl-i tarik indinde lânetli kılmıştır. Halbuki, cemaati dağılmasaydı, daha sonraları Anadolu’dan gelen Aleviler için de, bir câzibe merkezi hâline gelebilir, ve de ibâdet ritüellerinin çeşitlenmesine vasıta olabilirdi; Hanefi-Osmanlı Kilisesi’ne nisbet… Ama ne garip bir tecellidir ki, sonunda Abdülhamit, korkularında –bir bakıma- haklı çıkarak, Bekdaşilerle yakın ilişki içinde bulunan, ve de onlardan “sır” öğrendiklerini söyleyen Masonlar tarafından devrilmiştir… Nitekim ben de, babası Esat Efendi ile Terkib-i Bend yazarı meşhur (Adana Valisi) Ziya Paşa’nın, gâyet yakın arkadaş olduklarını, sabahlara kadar –Saray’dan, sandallarla saz heyeti getirterek- sazlı sözlü âlem yaptıklarını, Babaannemden çok dinlemiştim; ki Ziya Paşa’nın Mason büyüklerinden olduğu da herkesçe mâlûmdur… Son olarak, Bekdaşi Tekkesi diye bilinen, Eyüp’deki –mezarlık içinde kalmış- Âgâh Efendi Dergâhı ise, mescidi, kuyulu şadırvanı ve hazîresi ile, büyük bir külliyedir. Faaliyeti resmen yasaklanmasına rağmen, hazîresi, İmâm-ı Sultan Vakfı evlâdına âit özel bir mezarlık olduğundan, definler ve bakımlar devam etmiş, ve dolayısile de etkinliğini yarı illegal sürdürmüştür… Ancak, 1960’lara doğru, Anadolu’dan göçen Alevilerin ilgisini çekmesi, ve dolayısile de bir câzibe merkezi hâline gelmesiyle, polisiye tarassut ve tecrit sıkılaştırılarak, metrûk bir harâbeye döndürülmüştür. Ve 27 Mayıs 1960’dan sonra da, “derin devlet” mârifetiyle, bir Nakşibendî taifesine devredilmiştir; kitabına uydurularak, ve mezar taşları da, tahrip ve yok edilerek… Bütün bu melânetler, “Hanefî-Osmanlı Kilisesi”nin veya saltanat (iktidar) dinciliğinin, yâni –bir bakıma- yezidliğin mârifetleridir aslında… Bütün bu irticâi faaliyetlerin içinde, -ve bilhassa Evkaf işlerinde- “Şâfî-Kürt Kilisesi”nin ürettiği haşerâtın (mutaassıpların) da rolü büyük olmuştur, tabii…
Atatürk’ün, -eski- Dânişmendiye topraklarını “çıkış üssü” yaparak başlattığı Milli Kurtuluş Harekâtı, Saltanat dindarlığına büyük bir darbe indirmiştir. Ama Atatürk’ün, Lüteryen anlamdaki reformasyonunu tamamlamadan, yani İslâmiyetin Türkçe versiyonunu yaratamadan, Diyânet İşleri Başkanlığı’nı bırakıp gitmesiyle, irticâ potansiyeli aynen –statik halde- kalmıştır. Kaldı ki, Türk-İslâm Kilisesi’ni kursaydı bile, bunun tesir sahası ve süresi ne kadar olurdu, o da belli değildir… Nitekim, kendisinin vefâtını müteakip, en yakın silah arkadaşlarının müzâharetiyle, ve de İnönü gibilerinin hayırhah tutumları sâyesinde, yeniden hortlamıştır Yezîdî irticâ… Çünki Atatürk, bütün kuşatma eğilimlerine rağmen, kendisini hiçbir soy veya menfaat zümresine râm etmemiş, dolayısile de her değerli insana ulaşabilmiştir; iktidarlardan uzak duran bizimkilere bile… Ama İnönü, başa geçip de “Milli Şef”liğini ilân ettikten sonra, Cumhurreisi gibi değil, âdeta bir “Kürt aşiret reisi” gibi davranarak, her şeyden önce etrafını bir “yakın çevre kastı”yla örmüştür. Dolayısile de mesela, hem başköşeye annesini oturttuğu evinde, geleneksel Kürt İslâmiyeti’nin örfî idaresini uygulatmış, hem de -bize uzaktan akraba olan, ama yetim bir genç kız iken Babaanneme, “Hayriye abla” diyecek kadar yakınlaşmış bulunan- Istanbul’lu eşi Mevhibe hanıma bile, eski tanıdıklarıyla görüşme yasağı koymuştur. Ve böylece de, kendi –Kürt- yabanîliğini (dar kafalılığını), kimsenin samimiyetle ulaşamayacağı bir aristokratik(!) zırhın içinde muhafazaya almıştır... Daha sonraları ben de, kendisi ile karşılaştığım zamanlarda –yadırgayarak- müşâhade etmişimdir ki, İsmet İnönü ilk gördüğü insanlara, bir işveren (veya senyör) edâsıyla önce ne iş yaptığını ve mesleğini soruyor… Oysa Atatürk, karşılaştığı gençlere her şeyden önce, onların Dünya görüşlerini ve ideallerini sorgulayan bilmece (problem) gibi sorular sorarmış… Yani netice itibâriyle denilebilir ki, Kürt İsmet hasbelkader, Atatürk gibi bir dâhi inisiyatörün yanında görev alma şansını yakalayıp, sokulduğu mevki ve pozisyon îcâbı -her vasat insanın yapabileceği- bazı işler başararak “İnönü” olmuştur. Ve onun için de, Atatürk’ün vefâtından sonra, iç dinamiklerin yönetim inisiyatifini kaldıramayarak (başaramayarak), iktidarını, dış dinamiklerin –ve onların gerici maşalarının- güdümüne terk etmiştir… Zâten, benim tanıdığım pek çok kişinin fikri de, “Türk Tarikat terbiyesi ile yetişmiş bir Mevhibe Hanım –yanında- olmasaydı, hiçbir zaman bir Kürt’ten, İnönü diye bir şahsiyet çıkmazdı” şeklinde idi…. İsmet İnönü’nün Atatürk’e, daha doğrusu Atatürk’ün çizdiği sosyo-politik yol haritasına ettiği ihânet gâyet açıktır: Bir defa, iç dinamiklerin kanalize olduğu Köy Enstitüleri menfezinden, ve de bunun Sovyet devrimcilerinin yoluyla birleşme ihtimâlinden korkarak, bu müesseseleri filiz hâlindeyken boğmuştur. Sonra da, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Devleti’nin politikalarından ürkerek, II.Abdülhamit’in teşhis ve tavsiyeleri doğrultusunda davranıp, Ülkeyi Anglo-Amerikan politikaları peşine takmak üzere NATO paktına sürüklemiştir. Amerika’nın, NATO müttefikliği kisvesi altında Ordumuzu ele geçirmeden önce, 1950’lerin Ankara’sında, –taaa Dânişmendiye’den kalma- şehirli kültürümüzü nasıl yozlaştırdığını çok iyi bilirim. Bir de, ailecek gelen Amerikan askerlerinin, milli (hatta ırkî) hayatımızda görmediğimiz ve bilmediğimiz bir hastalığı, “çocuk felci” hastalığını bize bulaştırmalarını hiç unutmam. ABD askerlerinin hediye(!) gibi getirdikleri bu hastalığın adını, -Frengî misâli- Amerikânî koysaydık çok uygun olurdu bence…
Bugünlerin yolunu açan son yezidliği ise, Başbakan Adnan Menderes yapmıştır. Allah’ın mülkünü (Memleketi) –resmen- ilk paylaşanların (Âyan’ın), yani Tevhid Dîni’ni kiliseciliğe (mezhepçiliğe, cemaatçılığa) döndürenlerin soyundan gelen Menderes’in hayat tarzı, sefâhat ile dindarlığı bağdaştıran Yahudi peygamberlerinin ve Emevî halifelerinin hayatı gibiydi. Ki sonradan bu tarz, malı mülkü olana sefâhat yapma, olmayana da mal mülk edinme hakkı tanıyan –bir tür- İslâmî kiliseciliğe evrildi; ve de yalancı ve muhtekir Müslüman(!) çeteleri oluşturularak bugünlere gelindi… Menderes de her “yezidoğlu yezit” gibi, Bekdaş adına –en azından- alerji duyuyordu; ki ondan dolayı, Istanbul’da bu adı taşıyan son iki eseri de o, ortadan kaldırdı. Yani Karaköy’ün tranvay caddesi üzerindeki, İmâm-ı Sultan Mevlâna Bekdaş Vakfı’na ait esnaf mescidi ile, Eyüp’ün Ayvansaray girişi üzerindeki Mevlâna Bekdaş Efendi Türbesi’ni, 1954-55 yıllarında Istanbul’a yaptığı îmâr(!) operasyonu mûcibince istimlâk (ve yıkım) kapsamına alarak, Menderes yok etti; hem de Bekdaş Efendi’nin kemikleriyle birlikte… Babaannem, yaptığı bu vandalizme karşı, Menderes için, “bu adamın değil kendi, bütün soyu kuruyacak” demişti; ki kehâneti aynen gerçekleşti… İşte bugün, tepemize çıkıp oturan (iktidar olan) dinci kadro, böyle sahtekâr, düzenbaz ve hain bir İslâmî Kilise’nin vârisleri ve mensuplarıdırlar; ve de son sürat, Menderes ekibinin âkıbetine doğru koşmaktadırlar. Çünki, Allah’a ait sayıldığı için bölünmemesi gereken mülkü (memleketi), parsel parsel bölüp paylaşarak menfaat zümrelerine ayrışanlar hâlâ, halkı, İslâmiyet’in tüm insanlığa şâmil Tevhid Dîni olduğu yalanıyla aldatmaktadırlar. Oysa hiçbir –gerçek- devlet, bir “kilise=cemaat=mezhep” zümresini tepesine çıkarmaz/çıkaramaz; ve de mutlaka bir gün silker atar üstünden… Kaldı ki, bugün ulaştığımız bilimsel bilgiye göre insâniyet, bir sıra dışı Tanrı mitine, ve de ona –herhangi bir şekilde- tapınmaya endeksli din ideolojileriyle birleşemez (Tevhid’e ulaşamaz), hatta tam aksine kısır didişmelere sürüklenir; zira en başta, “sıra dışı varlık” kavramı, matematiksel mantıkta (fikir yürütmede) paradoks yaratmaktadır (Russell Paradox)… Yani bir bakıma Tanrı, daha Kâinât’ı yaratırken, bütün –mevcut ve mutasavver- varlıkların uyacağı, “well-ordering principle” diye bir matematik kânunu yaratmıştır. Ki buna göre, kendisinin de tekâmül eden varlıklar sıralanmasının –transandantal limit anlamındaki- son noktasında (ve en başında) yer aldığını, ve dolayısile de, her varlığın kendisinden çıkıp, kendisine geleceğini bildirmiştir. Daha sonra (“tanrı-kral”lar ve peygamberlerden çok önce), insanı yaratırken de, ister istemez uyacağı ve akıllanacağı bir program veya disiplin (ritm melekesi) yüklemiştir kendisine; ki bütün lâflar ve bilgiler de, bu disiplin vâsıtasıyla üretilmiştir. Dolayısile de, kendisinin adam (kral, peygamber vs.) kayırmayacağını, her akıllı insanın daha az akıllılara rehber olması gereğini ortaya koymuştur. Ve buradan da, peygamberlerin “tanrı” diye bir kişilikle görüşme iddialarının, politeizmden (mitolojiden) ve “tanrı-kral”lardan sirâyet etmiş bir “spekülâtif politika” olduğu açıkça anlaşılmıştır artık… Bugün geldiğimiz bilinç seviyesinden açıkça görmekteyiz ki, esas mesele, insanlığın oluştuğu Panteist Zon’u keşfederek, bilimsel (objektif) bir şekilde insan seçilimini, yani meditasyon yapabilen –peygamber gibi- inisiye adamların, veya hidâyete giden yolu (takvâ yolunu) tutturabilenlerin seçilimini gerçekleştirecek metodları aramakla birlikte, “sıhhatli bebek” doğumlarını arttırmaktır… Tevhid Dini’ne inanarak, Nizâm-ı Âlem mefkûresi uğruna ceht etmiş atalarımın bıraktığı vakıf mülkünü ve emlâkını yağmalayarak şahsî mülk sahibi olanların, -fiilen- tesis etmiş oldukları İslâmî Kilise’lerini halka Tevhid Dîni’ymiş gibi yutturmaya, ve de onları benim karşıma çıkarmaya kalkmaları, affedilir gibi bir sahtekârlık ve düzenbazlık değildir. Nizâm-ı Âlem uğruna ceht etmiş atalarımın ülküsünü devam ettirmek, benim başlıca vazifemdir tabii ki… Ama bunun için de, her şeyden önce “kilisecilik”lerini halka, Tevhid Dîni diye yutturmaya çalışan sahtekâr düzenbaz Müslümanlarla mücadele etmem, etmemiz gerek; Allahbaba mitine ve Kâbe putuna tapınmayan 15-20 milyon Alevi ve aklı başında birey-insan’larla birlikte… Bu arada, atalarımızın bıraktıkları vakıflardan, onların Nizâm-ı Âlem tasavvurlarının ekonomik altyapı’sının anti-kapitalist olduğunu da anlamaktayız; ki buradan da, Dünya’daki bütün sosyalist veya komünist akımların –samimi- ideolog ve taraftarlarının da bizimle birlikte olacağını çıkarmaktayız. Zâten aynı zamanda, Dünya’nın bugünkü başıboş veya rotasız gidişâtının, Batılı teorisyenlerin (ve bizim tarihçilerin), Pax-Romana’ya son veren “Osmanlı”nın tarihini ve kuruluş yapısını bilmemelerinden –dolayısile “tarih öncesi”ni hiç anlamamalarından- kaynaklandığı da açıkça ortaya çıkmaktadır. Onun için de, bizim mücâdelemiz artık, tarihî devirleri kapatacak EVRENSEL AYDINLANMA anlamını kazanmaktadır…
Demek ki bilim ilerleyip de, “tarih öncesi”ni aydınlatacak parlaklığa ulaştığında, bütün yazılı tarihin, ve özellikle de Osmanlı Tarihi’nin yeniden yazılması gerekecektir; ki şimdiden gerekmektedir… Çünki bilim ilerledikçe (bilim teorileri evrenselleştikçe) geleceği daha iyi göreceğiz, istikbâl görüşümüz netleştikçe de, “feed-back” etkileşimi dolayısile mâziyi daha iyi anlayacağız. Başka bir deyişle, bilim ilerledikçe istikbâl de, mâzi de, hâl’e yaklaşacak, veya zamanlar üstü “panteist zon”un keşfiyle birlikte, “tarihî dönem” ve o dönemin –zamana mahkûm- şizoit insan tipi ortadan kalkacaktır. Kütüphânelerdeki tarih kitapları ise, daha çok, şizofreni hastalığının semptomları açısından bir değer ifâde edecektir… Zâten tarihî devirleri aşma süreci de, tasavvur ve projelerin gerçekleşme oranının %100’e doğru yaklaşması demektir aslında…
Ali Ergin Güran: 26/11/2012+1