Sonuncu ve Birinci Yeniçeriler
bekdasikodu.org

Tebliğler

İfşaat

Mektuplar

Saklı Tarih Arşivi

Yayınlar

Dava Belgeleri

Haber - Yorum

Cevaplar

Bekdaşi Kodu - bekdasikodu.org - Türk olmak adam olmak demektir.


Türk Olmak Adam Olmak Demektir.
back yaz

Aydınlanma, bizim solcuları da çırılçıplak bıraktı ortada… Ya İEB hırkasını giyecekler, ya da “kapitalist ajan” gömleğini…

Osmanlı’nın yozlaşmaya başlamasından (Kânûnî’den) itibâren, Hânedân vesâyetine giren devletimiz, “îcat çıkaran”lardan, “eski köye yeni âdet getiren”lerden, yani yaratıcı insanlardan hiç hoşlanmadı. Ve dolayısile de, onları ya uzak diyarlara sürgün etti, ya da astı, kesti… Yani, bir devleti “devlet” yapan, “tarikat” mahreçli “müspet seleksiyon” sistematiği, Osmanlı yönetiminin “Hânedân Diktası”na (veya teokrasiye) dönüşmesiyle birlikte, adam kayırma anlamındaki bir “menfî seleksiyon” seçilimi hâline geldi… Cumhuriyet’le beraber, Batılı devletlere benzeme gereği ve külfeti ortaya çıkınca da, o ülkelerdeki popüler ve /veya ilerici akımların benzerleri için kontenjanlar açıldı devletimizin bünyesinde… Yani bizdeki sol, sosyalist ve özellikle de komünist akımlar veya onların yönetim kadroları, tamamen devlet kontrolunda bulundurulan kontenjanlar olarak teşekkül etti. Öyle ki, sözkonusu kontenjanların hâricinde, yani devlet ajanlarının gözetimi veya denetimi hâricinde iş yapmaya kalkmak demek, legal hapis veya sürgün şeklinde olmasa bile, -fiilen- “ölümüne tecrit veya ambargo” ile cezalandırılmak demekti… Bir zamanların Ankara valisi Nevzat Tandoğan’ın öfkeyle söylediği sözler, aslında –fiilen uygulanan- bir “çadır devleti” anlayışının ikrârıydı; “bu memlekete komünizm gelecekse, onu da biz getiririz” şeklinde… Gerçekten de, TC Devleti’nin içinde, özellikle de Genelkurmay Karargâhı ile MİT (eski MAH) içinde yuvalanmış –teorik düşünceden anlamayan- bir vesâyetçi “Atatürkçülük” kliği daima vardı; “Sovyet ihtilâli” korkusuyla başlayan, ve II.Dünya Savaşı’ndan sonra da CIA ile entegrasyona giren… Zaman zaman, “derin devlet” veya “kontr-gerilla” adları da verilen bu kliğin (şebekenin) içinde, bir “sol kanat”, veya solculuk akımlarıyla ilgili bir daire(!), daima var oldu ve hükmünü yürüttü; yaptığı provokasyonlarla, gerçek gelişmecilere ve ilerlemecilere –dahî- inisiyatif vermemek (tanımamak) anlamında… Zaten Osmanlı’nın çöküş sürecinde, “kafası çalışan insan”lara hep kötü gözle bakıldığından, teorik düşünebilen, ve dolayısile sosyalizm veya komünizm üzerine kurulmuş teorileri anlayabilen adam da bırakılmamıştı ortada… Eğer bırakılmış olsaydı, “Sovyetler Birliği fobisi” diyebileceğimiz bir korkuyla panikleyerek, NATO kisvesi altında Amerika Birleşik Devletleri mandaterliğini kabul etmez, -en azından Tito’nun yaptığı gibi- Dünya çapında menfezler arar ve muhakkak ki bulabilirdik… Zira, -yaklaşık- 1500 yıllık Roma Düzeni’ni biz, Panteist Zon’a indeksli olarak “pozitif seleksiyon” yapabilen Türk Tarikat Sistematiği ile yıkmış, ve/veya ikâme etmiştik. Yâni bizim Nizâm-ı Âlem mefkûremiz, aslında bir “anti-kapitalist” nüveye sahipti; ki ben de, ailevî köken itibâriyle, tasavvuf (felsefe) ve mühendislik üzerine yoğunlaşmış, anti-kapitalist bir “tarikatçı zihniyet”ten gelmekteydim… 1945 yılında japonya’ya atılan atom bombasının yarattığı sansasyondan etkilenerek “atom fiziği” öğrenmek istemiş, ama üniversitedeki ikinci yılımda, bu branşın pratik (teknik) kısmına değil, teorik (matematik) cihetine yönelmiştim. Ki ondan sonra da, Cahit Arf gibi çaplı bir bilim adamının yönlendirmesiyle, matematiğin en soyut dalı olan “Set Theory”ye ilgi duyarak, matematiksel mantıkla “pozitivizm”in (yani mühendis düşüncesi’nin) temdîd (extension) edilerek, felsefenin ortadan kaldırılabileceğini, ve hatta “din”in –bilimden- kategorik ayrıcalığına da son verilebileceğini düşünmeye başlamıştım. Dolayısile de, üniversitedeki ikinci senemden itibâren, -hem mühendis, hem de tasavvufçu olan- babamla yaptığım bütün tartışmalarda, “din diye, bilimden ayrı bir düşünce tarzının veya mantığının kabul edilemeyeceği” tezimi geliştirmiş ve savunmuştum. Yâni dinin, mutlaka bilimle açıklanabileceğini iddia etmiştim; ki nitekim, babamın, mühendislik matematiği (advenced calculus) üzerine sorduğu –ve bazılarını kendisinin de çözemediği- bütün problemleri hallettikten, ve onun tavsiyesi üzerine okuduğum Kuran mealini de gâyet saçma bulduktan sonra (20 yaşımda), tefekkür rotam belli oldu… Kuran’ı, mantıkî olarak gâyet saçma bulduğumu söylediğimde babam, pek de itiraz etmedi; ve de sâdece, Arapça okunuşunun (tecvid’in) insanlarda bir duygu birliği (yani ritmik rezonans) yarattığını belirtti. Ama daha sonraları ben, dinlerin en zararlı –hâle gelen- tarafının, kafalara kazıdığı “Tanrı” imajından kaynaklandığını çıkardım. Zira tüm insanları peşînen “birey” sayan kapitalist burjuva demokrasisinde,- insanları hizaya (sıraya) sokacak dînî otoritelere (ve disiplinlere) de yer olmadığından- herkes kendini Tanrı indinde, kapitalistçe (müteşebbis anlamda) adam sanıyor, ve de tek eksiğinin para (kapital) olduğunu düşünüyordu. Ki böylece de din, “Tanrı-Kral”lar düzeninin reformasyonu olma özelliğini tamamen kaybedip, “kapitalist” kralların meşrûiyyet aracı hâline geliyordu… Dolayısile, lisans eğitimimi tamamladığım 1962 yılından sonra hep, Dünya çapında tanınmış olan hocalar ile, matematikteki en soyut problemleri aradım. Çünki asıl amacım, matematik düşüncesinin nasıl oluştuğunu, dolayısile de “insan”ın, hayvanlar âleminden nasıl temâyüz ettiğini (sivrildiğini) anlamaktı. Ama Cahit Arf, Masatoşi (Gündüz) İkeda, Cengiz Uluçay gibi hocalarla yeterli bir süre, bir arada bulunmama (çalışmama) imkân verilmedi; bu değerli bilim adamlarının, muhtelif politik (idârî) nedenlerden istifaya zorlanmasıyla, veya çembere alınıp istedikleri talebeyi yetiştirmelerine engel olunmasıyla… Ondan sonra da ben, çalışmalarımı –kendi tezleri için- aşıran (intihâl eden), veya beni sâdece öğretim elemanı olarak kullanmak isteyerek, sıradan tezlerle –sıradan- kariyer vaad eden hocalarla çalışmak istemedim; zihinsel aktivitelerimi iğdiş ettirmemek için… Ve de en sonunda, “düşünmekten zevk alarak coşkulu bir şekilde çalışıp üreten bilimci karakteri”ne tahammül edemeyen, molla formasyonlu akademisyenler yüzüme karşı açıkça, “bak Ali, Türkiye’nin çok sivri az adama değil, az sivri çok adama ihtiyacı var” dediler; ki böylece de beni, üniversite öğretmenliğine râzı etmeye çalıştılar. Tabii ki ben bunu kabul etmedim; ama birkaç on yıl içinde bu kafalar Türkiye’yi, “üniversite” tabelalı ortaokullarla (veya medreselerle) donattılar(!)… Yani son tahlilde, Atatürk’ün, hem yurt dışına talebeler göndererek, hem de yabancı bilim adamlarını buraya dâvet ederek tesis etmeye çalıştığı “üviversal bilgi üretimi” müesseselerini ortadan kaldırıp, yerine, Osmanlı’dan beri süren, “biatçı ve ezberci eğitim”e dayalı “menfi seleksiyon” sistemini ikâme ettiler; ki sonuçta da ülkeyi, tahsilli câhillerle doldurmuş oldular…

Kerim Sadi ile Tanışmam…

1967’nin sonbaharında, akademik hayattan –kesin olarak- ayrıldıktan sonra, böyle bir eğitim sisteminin çökeceğinden (çökmesi gerektiğinden) öylesine emindim ki, o kış boyunca Devrim Notları adı altında bir dizi eleştirel fikirler kaleme aldım… 1968’in baharında Dünya çapında patlayan talebe protestolarını görünce de, hem çok şaşırdım, hem de çok sevindim… Ve o yüzden de, bu notlarımı, edebiyattan zayıf olduğum ve yazarlıktan hiç anlamadığım hâlde –sanki kehânet yapmışım gibi bir duyguya kapılarak- bastırmaya karar verdim. Çünki, bu hareketlerin en sonunda, köklü bir eğitim (ve doayısile zihniyet) reformuna yol açacağını sanıyordum. Ama heyhât, böyle bir reform gündeme bile gelmedi; ve de mesele, talebe ve işçi haklarına, daha doğrusu burs ve ücret tartışmalarına indirgenerek, kapitalistçe halledildi; yani aslında örtbas edilmiş oldu… İşte ondan sonradır ki ben, böylesine saf (veya hâlisâne) düşüncelerle, sosyo-politik bazda mücadeleye karar verdim. Ama aile mûhitimde de, arkadaş çevremde de, bana yol gösterebilecek veya vâsıta olacak hiç kimse yoktu. Hatta sanatçı, gazeteci vs. gibi yarı politikacı entellerden bile uzaktım; yani politik ortama tam anlamıyla steril (veya yalıtılmış) bir şekilde girmek mecbûriyetinde kaldım; ki bu da bana, -başarı yerine- gâyet objektif bir görüş pozisyonu kazandırdı… 1968 sonbaharında, Devrim Notları adındaki broşürümü bastırırken matbaada, cevval bir ihtiyara rastladım; ki o da, dizgide olan kitabının tashihleri için gelmişti… Kim bu adam diye sorduğumda bana, “eski tüfek”lerdendir dediler… Tam bir yıl sonra, daha iddialı olarak kaleme aldığım Soyutlamalar adlı ikinci kitapçığımı bastırırken, yine aynı “adam”a rastladığımda, bu sefer matbaacıdan, beni tanıştırmasını istedim; ve de konuşmak isteğimi kendisine iletmesini rica ettim. Ama bana, sol eğilimli yazar diye tanıştırılmış olan matbaacıdan (Bekir Yıldız), hiç beklemediğim bir tepki aldım; “yahu ne diyorsun, bu adam azılı komünisttir, şâyet bununla –yakın- görünürsen mutlaka polis tarafından mimlenirsin” şeklinde… İşte bu “adam”, yazarlığının ellinci yılı münâsebetiyle çıkarılan kitabının tashihleri için matbaaya uğramış bulunan Kerim Sadi idi… Ondan sonra kendisiyle sık sık, uzun Çamlıca yürüyüşlerine çıktık… Ben kendisine, bastırdığım broşürlerimi verdim, ve eleştirilerini aldım… Hiç durmadan konuşabilecek bir birikime ve kapasiteye sâhipti; ama bu, bir fanatiğin propaganda söylevleri gibi değil, her mantıkî müdâhaleye (diyaloğa) açık, bir “akademik öğreti” şeklindeydi… Metodolojisine (veya teorisine) çok güvendiği belli olan, ve konuşmalarında da hiç açık vermeyen (tutarsızlık göstermeyen) bu adamın, dogmatik bir demagog olup olmadığını anlayabilmem için, benim “Marksizm” bilgim yeterli değildi. Kaldı ki –arkasından çekiştirseler de- “eski tüfekler” dâhil hiç kimsenin, Marksizm konusunda Hoca’nın yüzüne karşı ukalâlık yapabilmesi mümkün değildi. Yani kendisi, teorik konularda rakipsiz bir otorite gibiydi; ki ayrıca, bir teşkilâtçı gibi görünmese de, mâzisi hakkında efsânevî mâceralar fısıldanıyordu kulaktan kulağa… Böyle bir durumda da ben, herkesin gerek korkuyla, gerekse saygıyla çekindiği bu adamın, bir fanatik meczup, ve/veya uykuya yatmış bir “köstebek(ajan)” olup olmadığı hakkında bir karara varamıyordum. Nitekim bu kararsızlığımı babam M.Orhan Güran da hissetmiş (veya bazı duyumlarla endişelenmiş) olmalı ki, “yeni bir hoca bulmuşsun; bana da tanıştır da, ben de feyz alayım” diye takılmıştı; hiç unutmam… Ve de hiç üşenmeden, Ankara’dan gelip kendisiyle tanışmıştı… Haydar Rıfat’ın –Marksist literatürden yaptığı- tercümeleri, Mevlâna Calâlettin-i Rûmi’nin felsefesi üzerine konuşup, bazı müşterek tanıdıklar da çıkardıkları uzun görüşmeyi müteakip babam bana, “tasavvufta tıfl-ı ekber denilen cinsten bir adam bu, sana bir kötülük geleceğini sanmam” şeklinde bir “iyi hâl raporu” vermişti… Diğer yandan Hoca da babamı, “memur olmayıp, özgür şartlarda yaşasaydı, o da komünist olurdu” diye karakterize etmişti… İşte bu noktada, 1965 ilkbaharında –Tuzla Piyade Okulu disiplin odasında- matematiksel mantıkla yaptığım soyutlama neticesinde vardığım hipotetik kriteryumu hatırladım; “insanla hayvan arasında, maddi (kategorik) bir fark tespit edilemedikçe, insâniyet hakkında bilimsel bir teori kurulamaz” şeklindeki… Çünki, her şeyden önce, hayvanlıktan kopamayan (yani beslenme ve üremeyle ilgili içgüdüsel yönelimlerden, ve de refleksif etkileşimle bağımlı olduğu faunadan, kurtulamayan) bir “insan”ın, objektif olamayacağını, bilim yapamıyacağını düşünüyordum… Onun için de bir gün, Çamlıca-Kısıklı meydanının bir köşesindeki içkili bahçe gazinosunda otururken, Hoca’ya bu fikrimi bir nefeste söyledim; ki bunun üzerine –birşeyler atıştırmakta olan- Kerim Sadi’nin de, birden bire “şok yemiş” gibi donup kaldığını gördüm. Oysa kendisi, tik ve mimiği olmayan, renk vermeyen (tepkisini belli etmeyen) bir karaktere sâhipti… Daha sonraları, bu fikrimi muhtelif topluluklar içinde açtığına, ve herkese bu husustaki fikirlerini sorduğuna da şahit oldum… Ve böylece, daimî otokritik hâlinde çalışan bir beyne (bilimsel zihniyete) sâhip olduğunu görünce de, bütün şüphelerim zail oldu; tabiatiyle… Ve buradan da,böylesine otokritik sâhibi, bağımsız bir kişiliği, tâkip ve tecrit altında yaşatan Devlet adamlarımızın, ne kadar liyâkatsız ve gerzek olduklarını çıkararak esef ettim; Osmanlı yâdigârı tarihî geleneğe…

1969 sonbaharından itibâren hemen hemen her gün buluştuk Kerim Sadi hocayla… Ben Kuzguncuk’taki yalıda (bedâvaya) kalıyordum, Hoca da Bağlarbaşı’nda (kızkardeşi Cazibe hanımla) oturuyordu; ki arta kalan zamanlarda da, sürekli olarak, konuştuğumuz konularla ilgili Marksist eserler okuyordum. Hoca, o sıralar pek popüler olan Milli Demokratik Devrim akımının –Aydınlık gibi- yayın organlarına müstear adlarla yazılar veriyordu; ki zâten kendisi de, Aydınlık Dergisi’nin -1925’lerdeki- ilk yazarlarındandı… Ama buna rağmen, MDD akımının baş ideoloğu olan Mihri Belli’ye pek güvenmediğini de, onun, “Yunanistan iç savaşından dönüyordum iddiasıyla birlikte, Kuzguncuk vapur iskelesinde uykuya dalarak mahalle bekçisine yakalanması” şeklindeki hayat hikâyesini inanılır bulmadığını söylemekle belli ediyordu… Bir süre sonra Mihri Belli ile Doğu Perinçek ayrılıp da ortaya, Sovyetçi (kırmızı) ve Maocu (beyaz) Aydınlıklar çıkınca Hoca, yazılarını Maoculara (yani Perinçekçilere) yönlendirdi . Ama bu defa da gördü ki, Maocular yazılarının “Sovyetçi” görünen taraflarını –kafalarına göre- rötuşluyor veya sansür ediyorlar… Hatta bu arada bazı çevrelerden, “Kerim Sadi, Maocu olmuş” diye sitemler veya serzenişler de alıyor… İşte bundan sonradır ki, Marksizm’in iç mantığına uymayan müdâhalelerin –popülizm gibi görünse dahî- aslında polis veya MİT mârifeti (operasyonu) olduğuna inanan Hoca’nın sıtkı sıyrıldı bu Aydınlıkçılardan… 15-16 Haziran 1970’de (Yeniçeri katliamının 144.yıldönümünde) gerçekleşen işçi ayaklanmasını da –birlikte- izledikten sonra, gidişâtın ciddiyetine (ve bağımsız kalma gereğine) binâen beni, bir dergi çıkarmaya ikna etti Hoca… Böylece de ben, Katkı Dergisi’ni çıkarırken, Babıâli’nin bir sürü yazarı çizeri –yayına müdâhil olmak üzere- başıma üşüşünce, önce bayağı şaşırdım, ve biraz da keyiflendim. Ama bir süre sonra görüşmeler, “redaksiyonda son söz hakkının (veya nitelikli oy hakkının) Kerim Sadi’ye verilip verilmemesi” noktasında düğümlenince, yaratılan tablonun, bir polis (MİT) tezgâhı olduğu anlaşıldı. Yani bana –zımnen- denildi ki, “derginin satılmasını ve sürüm yapmasını, ve dolayısile ünlü olmayı istiyorsan, Kerim Sadi’nin bizim redaksiyonumuz altında yazı yazmasını kabul et, ve kendisine de kabul ettir!”… Bu şartı ne ben kabul edebildim, ne de Hoca’ya kabul ettirebildim; îmâ yoluyla ağız aramam bile, sert bir kayadan dönen top gibi kafama dank etti… Ve böylece de, Marksizm metodolojisiyle uluslarüstü bir “insâniyet yolu”na girilebileceğini düşünen Kerim Sadi ile, Nizâm-ı Âlem için, İnsan (Emek) Bilimi gibi –insanlaşma aktivitesini, emeğin bir bileşeni kabul eden- bir bilimsel teoriye gerek olduğunu tasarlayan ben, sıkı bir kuşatma altında baş başa kaldık… Bu öyle sinsi ve derin bir kuşatmaydı ki, romanı bile yazılamazdı; nitekim hâlâ yazılamadı da... Çünki, polise (MİT’e) doğrudan bağlanamayan, veya bağlanması sakıncalı görülen ideologları, devrim hamâseti yapan Asım Bezirci gibi edebiyatçılarla, veya -polisiye tarassut ve tâkipleri hicvederek küçümseyen- Aziz Nesin gibi mizahçılarla müteselsil kefil (veya kontrolör) gibisine ilişkilendiren bir sistematikti bu… Yani son tahlilde, İnönü’yle teşkilâtlanmasını tamamlayan –menfî seleksiyon sistematiğine müstenit- küçükburjuva devleti TC, “komünizmin veya devrimciliğin edebiyatı yapılacaksa, onu da biz yapar veya yaptırırız” diye düşünmüş, ve her türlü tedbirini almıştı… Onun için, Kerim Sadi ve arkadaşlarının saklı kalmış cihanşümûl mücâdelelerini ortaya çıkarmak, benim için hem bir borç, hem de vazifedir artık…

Hüsam-Nevzat-Semiha Hücresine Dair…

Burada yazdıklarımı bana kimse dikte etmedi; ve dolayısile de böyle bir görev vermedi, veya vasiyette bulunmadı… Bu bilgileri ben, esas kahramanlar da dâhil olmak üzere, pek çok kaynaktan dinleyerek derledim; ya kendileri bir vesileyle anlattılar, ya da benim –mantıkî gereklilikle- sorduğum suallere cevâben açıkladılar… Bazı ayrıntılardan sarfınazar, mantıkî çıkarımlarımla tamamladığım şematik bütünlüğünün doğru olduğuna inanıyorum. Zira, kimsenin üzerine alınamayacağı böyle cüretkâr –ve bazıları da akîm kalmış- gizli faaliyetler hakkında, hasbelkader en fazla bilgiye, ve de en objektif pozisyona ben sâhip olabildim; Marksizm’i aşarak, insanlığın önünü aydınlatan İnsan(Emek)Bilimi’ni geliştirmekle birlikte…

Mustafa Suphi ile arkadaşlarının, Karadeniz’de topluca katledilmelerinden, ve Kurtuluş Savaşı’nın kazanılıp Cumhuriyet’in kurulmasından sonra, Türkiye Komünist Partisi’nin yeniden kendini ispat etmesi gerekmiştir. Ama bu ispat, “çalışmalarınla göster kendini, Komintern’den de o kadar destek al” anlamındaki “feed-back” etkileşiminin gelişimine bırakılmıştır; yani açıkçası, “ne kaa ekmek, o kaa köfte” denilmiştir. Ki bu meyanda, öne çıkıp da lider olarak temâyüz edebilen tek kişi Şefik Hüsnü (Değmer) olmuştur… O sıralarda Askerî Tıbbiye talebesi olan Nevzat (Cerrahlar) da, Şefik Hüsnü’nün çıkardığı Aydınlık Dergisi’nin câzibesine kapılan gençlerden biridir; ve Kerim Sadi kod adını da ilk defa, o dergideki yazılarında kullanmıştır… Şefik Hüsnü kendisine, Fevkalâde Amele Nüshaları ile ilgilenmesini söyleyince, işçilerle ilişki kurmanın gereğini anlamış, ve bu sûretle de, Kurtuluş Savaşı sırasında Ankara’daki Îmâlât-ı Harbiye Fabrikaları’nda tornacı ustası olarak çalışmış Hüsamettin (Özdoğu) ile tanışmıştır… Takrir-i Sükûn kânununu (1925) müteakip, Vedat Nedim (Tör) ve Şevket Süreyya (Aydemir) gibi önemli kişilerin –TC ile SSCB arasındaki ajansal çekiştirmelerin üstüne çıkamayarak- Hükümet’e teslim olmalarından sonra, ciddi ve kapsamlı bir örgütlenmeye girişen Şefik Hüsnü’nün, Hüsamettin ustayı “Teşkilatlanma Sekreteri” yapmasıyla da, kendisini âniden, TKP oluşumunun tam orta göbeğinde bulmuştur. Çünki, çok idealist (îmanlı) bir komünist olan Hüsamettin, Leninist taktikler uyarınca, önce Nevzat’ı “devrim nikâhı” ile kızkardeşi Semiha’ya bağlayarak “yakın çevre”sinden bir çelik çekirdek (hücre) oluşturmuştur… İşte bu hücredir ki, Türkiye’de ilk (ve son) defa, “iç dinamik”lerin inisiyatifini yüklenme misyonuyla, müstakil –illegal- bir işçi örgütlenmesine girişmiştir. Ve bunun için de evvelâ, Nevzat’ın ablasına Sarıyer’de bir ev kiralatarak gizli bir matbaa kurmuşlar, sonra da burada, işçi mûhitlerinde elden dağıtılan –ve de efsânevî yankılar yaratan- Kızıl Istanbul ve Orak Çekiç gibi amele gazeteleri (daha doğrusu haber bültenleri) basmışlardır… Bu amele örgütlemesinde öyle başarılı olmuşlardır ki, Sarıyer’deki bu evden (ve Hüsam hücresinden), TKP Merkez Komitesi diye söz edilmeye başlanmıştır. Tabii ki Şefik Hüsnü, çok donanımlı bir lider olarak, bu durumdan gocunacak biri değildir; ama Şefik Hüsnü’yü, gerek Komintern (veya SSCB), gerekse MAH (Millî Âmâle Hizmet teşkilâtı) nâmına çembere almak isteyenler, “Hüsam-Nevzat-Semiha” hücresinden fena halde rahatsız olmuşlar, ve de tertîbe (provokasyona) başvurmuşlardır. Ki bu işin tetikçiliğini de, Lâz İsmail nâm “herîf-i nâşerif” yapmıştır; Semiha hanıma şantajvârî asılmalarıyla… Bizzat kendisinden dinlediğime göre, bir gün Lâz İsmail’in sarkıntılıklarından fena halde nem kapan Semiha Hanım, ivedi olarak gönderdiği bir işçi yoldaş vasıtasıyla Kerim Sadi ve kızkardeşlerini “matbaa-ev”den uzaklaştırdıktan hemen sonra polis baskını gerçekleşmiştir; İsmail Bilen’e yakın birinin itiraf ve ihbarlarına binâen… Istanbul’daki pek çok “mimli”nin tutuklandığı, Lâz İsmail’in ise Moskova’ya kaçtığı, ama yine de Kerim Sadi’nin yakalanamadığı meşhur “1929 Tevkifâtı”nın içyüzü budur işte… Aynı yıl içinde Lâz İsmail, İzmir’de yakalanıp beş yıl kadar ceza yemiş olsa da, 1929’daki İzmir tevkifâtı, Istanbul’la bağlantılı değildir. İzmir’deki komünist avı, keçi çalmaktan yakalanan bir lumpen’den, propaganda beyannameleri çıkması üzerine, yani tamamen tesadüfî bir şekilde başlamış, ve de Lâz İsmail’e –âdetâ ilâhî adaletmişcesine- ettiğini buldurmuştur… 1930’larda da tutuklamalar sürmüş, ve bu sebepten Kerim Sadi de, hem -pratikte- adam (komünist) yetiştirmeye çalışmış, hem de İnsaniyet Kütüphânesi adı altında bir dizi öğretici kitapçık (broşür) yayınlamış… Bu pasif dönemde ayrıca, “küçük hikâye ile fıkra arası” diyebileceğimiz öyle bir “devrimci yazı” türü icat etmiş ki, Dünya’da emsâli yok… Ansiklopedideki Vahşi ve Çankaya’da Üç Köpek başlıklı olanlarını hatırladığım bu orijinal yazılar, bugün bile hâlâ sakıncalı görülerek gün yüzüne çıkarılmamaktadır; “polis + icâzetli devrimci” kollektifinin zımnî mutâbakatı ile... Halbuki bu eserler, zamanın otorite münekkitlerinden Nurullah Ataç tarafından bile övgüye lâyık görülmüştür; Hoca’yı tanımadığı ve genç bir yetenek sandığı için… Bu pasif dönemin ardından, 1937-38’lere gelindiğinde, “Yavuz” olayı patlatılmıştır… Bizzat Kerim Sadi’nin yeğeni (ablasının oğlu) olan Cihat Aydınsal’dan dinlediğime göre, o sıralar Yavuz Zırhlısı’nda, muvazzaf ve mecbûrî hizmet görevlisi personel arasında, 10-15 kişilik bir “çelik çekirdek” varmış, ve de bunlar Gemi’yi ele geçirebilecek bir kapasiteye sâhipmiş; ki zâten kendisi de, “röle” subayının sağ kolu –ve önemli anahtarların emânetçisi- durumunda bir erbaş olarak, hep “kaptan köprüsü”nde bulunuyormuş… Yani özetle Cihat Abi bana, “Yavuz Zırhlısı’nı kaçırabilirdik ama, ne yapacağımız hakkında hiçbir fikrimiz yoktu” demiştir… Son tahlilde ise, benim anladığıma göre, Kerim Sadi çapındaki beyinler, Atatürk’ün hasta olduğu, ve Avrupa’da da Faşizm’in (Nazizm’in) azgınlaştığı bir dönemde, Türkiye’yi Sovyetler Birliği’ne yaklaştırmak için, Yavuz Kruvazörü’nü Karadeniz’in uluslar arası sularına kaçırarak –diplomatik- bir vesile yaratmak istemişler. Ve böylece, İnönü gibi “manda”cıların da önlerini kesebileceklerini düşünmüşler… Ama Komintern’den bir işâret alınamayınca iş tavsamış, ve niyetler fâş olmuş… Bunu hisseden Cihat Abi, daha tevkifât başlamadan firâr edip yurt dışına çıkmış; ki böylece de, Gemi’deki soruşturmalardan Kerim Sadi’ye (yani dayısına) ulaşılma imkânını ortadan kaldırmış; kendisinin, –1974 affına kadar- 36 yıl yurt dışında (Lübnan’da) yaşamak zorunda kalması pahasına… Diğer yandan, Gemi’deki çelik çekirdeğin içinde kardeşi bulunan Kemal Tahir de konuşmayınca Hoca, bu bâdireden de –hapse girmeden- kurtulmuş… Bu dâvadaki en talihsiz adam, Kemal Tahir’in Tunel semtindeki evine sık sık uğraması yüzünden tutuklanan Nazım Hikmet… Yani bence Nazım, haksız yere hüküm giymiştir bu dâvadan… Zira o zamanlarda, -özellikle kadınlara karşı zayıf olduğu için- kendisine pek fazla sır verilmediğini iyi biliyorum…

II.Dünya Savaşı yıllarında Kerim Sadi, mecbûrî ikâmet adresleri Konya ve Nevşehir olmak üzere –sakıncalı ecnebiler gibi- sürgün edilmiş Istanbul’dan… Buralarda, her gün polise imza vermek mecbûriyeti altında, Semiha Hanım dikiş dikmek, Hoca da –talebe bulduğu taktirde- ders vermek sûretiyle, geçimlerini zar zor sağlamışlar… Ama bu arada da Semiha Hanım, fırsat buldukça Çorum cezaevinde yatan -ve karısı tarafından terk edilen- Kemal Tahir’i ziyârete gidiyormuş; hem moral vermek, hem de ufak tefek yardımlarda bulunmak için… Harbin sonuna gelindiğinde, sürgün yeri iyileştirilerek Bursa yapıldığında, Kerim Sadi ile Semiha Hamın anlaşarak ayrılmışlar; ki ondan sonra da gözüpek partizan Semiha, “ser verip sır vermeyen” yiğit adam Kemal Tahir’in, hem yazarlığının en büyük teşvikçisi ve destekçisi hâline gelmiş, hem de –sonradan- onun hayat arkadaşı (eşi) olmuş… Kerim Sadi’nin Bursa’ya gitmesinden kısa bir süre sonra yanında, aynı karakola imza vermekle yükümlü –ve beş parasız- bir başka sürgün zuhûr etmiş; ki işte Hoca’nın Aziz Nesin’le tanıştırılması, -kader birliği gibi görünen- böyle bir zorunluluk şeklinde gerçekleştirilmiş. Kerim Sadi, kendisine yaranmaya ve lûtfuna sığınmaya çalışan bu genç (13 yaş küçük) adamdan fena halde şüphelenmiş, ama o şartlarda “huyuna gitmek”ten başka da çaresi yokmuş… Ama 1946 veya 47’lerde Istanbul’a –kesin- dönüş yaptıktan sonra da evinin müdâvim ziyâretçisi hâline gelmiş bu adam… Ve en sonunda da, çıkaracağı mizah dergisi (Marko Paşa) için, sosyalizm üzerine yazılar istemiş Hoca’dan… Kerim Sadi de bu teklifini, ajansal aktivitelere karşı tedbir olarak hazırladığı şu kriteryum tahtında kabul etmiş: “Bir defa yazılarımı müstear isimle veririm, sonra da bu yazıları -sembolik de olsa- para karşılığı satarım”... Ama o sıralar, Milli Âmâle Hizmet edenler(!), Kerim Sadi’yi ağır bir ceza ile içeri tıkıp, ona iyi bir ders(!) vermekte kararlıymışlar meğer… Zira Aziz Nesin birgün, Hoca’nın –ağır cezaya müstehak(!)- bir yazısını, onun deşifre kod adı “Kerim Sadi” imzâsıyla yayınlayarak ortadan kaybolmuş; ki böylece de, Hoca’nın tutuklanmasıyla birlikte 1952 tevkifâtının başlamasını tetiklemiş… Ancak ne var ki, kaderin bir cilvesi olarak –Bulgaristan’a müteveccihen- Yurt dışına kaçarken, MAH uzmanlarının (!) plânlarından habersiz Emniyet mensuplarınca yakalanmış… Ve sonunda da, bütün suçu üzerine almak mevbûriyetinde kalmış; yazıyı parayla satın aldığını, ve yayınlama sorumluluğunun tamamen kendisine ait olduğunu itirâf etmek sûretiyle… Çünki böyle yapmasa, kendisiyle beraber Hoca’yı da mahkûm ettirecek, ve dolayısile de, ajanlığının deşifre olmasıyla, piyasadan çekilmek zorunda kalacakmış… Bundan sonra Hoca, tutuklu kaldığı beş ayın sonunda tahliye olmuş ama, Aziz Nesin beş yıl kadar içerde yatmış; MAH uzmanlarının verdiği görevi yüzüne gözüne bulaştıran bir “acemî çaylak” olarak… Ama hapisten çıktıktan sonra, yayıncılık hayatına bir “halk kahramanı” edâsıyla geri dönüp, hem yazılarını, hem de melânetlerini (ajanlık görevini) ustalaşarak sürdürmüş… Çünki mesela, Kerim Sadi ile ilişkileri kopunca gitmiş, tüm baskı ve tehditlere rağmen Hükümet’e teslim olmamış (îtirafta bulunmamış) yiğit insan Kemal Tahir ile eşi –çekirdekten partizan- Semiha Hanım’a yanaşmış; romanlarının basımına ve tanıtımına yardımcı olmak üzere… Ki bu şekilde de, hem onların Hoca’yla olan ilişkilerini kontrol altına almış (daha doğrusu kesmiş), hem de Kemal Tahir’in –geçimi için, para getirmesi gereken- eserlerinin, “milli hamâset” dozunu âyarlamış… Ben, ölümünden 1-2 yıl önce Kerim Sadi’ye, “Hoca, senin ardından kimler kötü konuşabilir” diye sual ettiğimde, hiç duraksamadan “Aziz Nesin!..” diye cevap vermiş, “niçin?.” Diye üstelediğimde ise, “görevi bu evlâdım!..” diyerek tamamlamıştı cavabını… Nitekim, vefatının üzerinden bir hafta bile geçmeden Aziz Nesin, bir mülâkat vererek Hoca’yı –cimri ve/veya paragöz olduğu ithâmıyla- zemmetmeye kalkmıştı da, benden ânında, çok ağır bir cevap almıştı… Kuleli ve Harbiye’den sınıf arkadaşı olan bir zâtın (Şadi Usal’ın) verdiği bilgilere istinâden kaleme aldığım bu yazı, öyle ağırdı ki, bir hafta evinden bile çıkamadı. Ama buna rağmen bana dâvâ da açamadı; zira kendisini zemmeden yazıma, -kendisi gibi ajansal taktiklere başvurarak- bana deşifre olmak istemeyen bir MİT (ve/veya Emniyet) elemanına imza attırmıştım… Neyse ki en sonunda (bundan 3-5 yıl önce), bir mütekâit MİT’çi, -basında geniş çaplı otosansüre uğrayan- itirafını yaptı da, mesele tatlılıkla vuzûha kavuştu; “Aziz Nesin MİT’e çalışırdı, hatta onun maaşını bazen de ben, elden verirdim” açıklamasıyla…

Kerim Sadi’yle Birlikte (ve Onun Sâyesinde) Yaşadıklarıma Dair…

Kerim Sadi’nin, serbestçe (ama takma adlarla) yazı yazdığı Katkı Dergisi yüzünden de, nasıl hücuma ve hatta yakın tâcize uğradığını, Dergi’nin sahibi olarak ben çok iyi biliyorum… Mesela, önce Katkı’da yazmak isteyip de, Hoca’nın son redaktör olmasını kabul etmeyerek ayrılan Asım Bezirci gibileri, gıyâbında (sinsice) öyle bir kara propaganda başlattılar ki, haksızlık ve hatta hainlik bu kadar olurdu; sanki Kerim Sadi, komünistlik kriterlerine uymayan pasifist, para düşkünü ve yazarlık sevdâlısı (yani kariyerist) bir ihtiyarmış da, hayatı boyunca kimseye de, kendine de bir hayrı dokunmamış gibilerinden… Bu yazar müsveddesi provokatörler, Hoca’nın (yani hiçbir zaman yakalanmamış ve polisiye literatüre malzeme olmamış bir aktivistin) dayanamayıp da, “şecaat arzederken sirkatini söyleyen merd-i kıpti” gibi, kendi kendini deşifre etmesi için uğraşıyorlardı aslında… İşte Hoca’nın cevap veremeyecek bir duruma düşürüldüğü böyle bir kara propaganda neticesinde, o zamanki gençler, Katkı Dergisi’ne iyi gözle bakmadılar; ve de dağıtım ve satışını hep engellediler; ki o sıralarda, kitlelere hitap edebilme imkânına sâhip olan Mihri Belli ve Doğu Perinçek gibi “turfa müneccim”ler de, “nurlu ufuklar” peşinde koştuklarından, hiçbir şeyi görmüyor ve/veya umursamıyorlardı. Ama zâten onların, Aziz Nesin vizyonunun dışına çıkabilmeleri de mümkün değildi; ve görülmemişti, Aziz Nesin’le ters düştükleri… Bütün bu tecrit durumumuza rağmen, 12 Mart 1971 darbesinden sonra araya bir de, Kerim Sadi üzerine uzmanlaşmış savcılar girdiler; ve de beni çağırarak, “şu, şu yazıları kimin yazdığını biz biliyoruz, güzellikle itirâfını yap da, kendini yakma” mealindeki ifadelerle –bir nevi- ultimatom verdiler. Ben bunu –verdikleri müddet sonunda- reddedince de, bir yazımdan dolayı bana 11 aylık bir ceza giydirip, Hoca’nın ağırceza mahkemelerindeki yazılarını bekletmeye aldılar; cezaevi şartlarının ikna edici(!) ortamında, daha müessir bir “itiraf et!” baskısı yapabilmek için… İşte bu yüzden, Hoca’nın da tavsiyesi üzerine, 19 Mayıs !972’de normal bir pasaportla Yurt dışına çıktım; çünki kendisi benim, “dış tecrübe” kazanmamı da istiyordu… Cilvegözü sınır kapısından Suriye’ye geçtikten sonra da yaptığım ilk iş, Şam’daki Sovyetler Birliği büyükelçiliğine giderek, TKP Genel Sekreteri Zeki Baştımar’la ilişki kurmak istediğimi belirtmekle beraber, Baştımar’a hitaben yazdığım bir mektubu onlara vermek oldu… Kısa bir süre sonra, diplomatlar vasıtasıyla, “Zeki Baştımar’ın beni Moskova’ya çağıracağı, hatta bunun için, uçak biletimi de göndereceği” şeklinde şifâhî bir bilgi gelse de, netice olarak, uzun bir sessizliğin akabinde, Doğu Berlin’deki Sovyet büyükelçiliğinde beklenildiğim haberi ulaştırıldı bana… Birçok –ajansal- tâkip ve tarassut baskısı altında randevu yerine gittiğimde ise, beni sîgaya çekip istiskâl eden soğuk bir heyetin karşısında buldum kendimi… Bunlardan kopup B.Almanya’ya iltica ettikten sonra öğrendim ki, meğer benim Zeki Baştımar’a mektup gönderdiğim tarihle, Doğu Berlin’deki Sovyet büyükelçiliğine gittiğim tarih arasında geçen kısa zaman aralığı içinde Zeki Baştımar ölmüş; ve de yerine –Hoca’nın kadîm düşmanı- Lâz İsmail (İsmail Bilen) geçmiş… 1974 Genel Affı’ndan sonra, Eylül başlarında Istanbul’a döndüğümde ise gördüm ki Hoca, bir taraftan kurulmakta olan Türkiye Sosyalist İşçi Partisi’ni desteklesin diye, diğer taraftan da TKP’nin –İ.Bilen tarafından- yeniden canlandırılan illegal faaliyetlerine katılsın diye sağlı sollu (ajanlı-fanatikli) çekiştirilip tâcize uğramış; ki bu yüzden (gerilimden) de “Parkinson” olmuş… Sonradan ben de şahit oldum, bu tâkip ve tâcizlere… Mesela beni, TSİP kurucusu –göz doktoru- Ziya Oykut’un evinde yapılan bir ikna toplantısına götürmüştü de, bu tasalluttan, bilâhire ABD’den şahsıma gönderilen, ve de bu partiye katılmam yolunda açık teşvikler içeren yayınlar sâyesinde kibarca kurtulabilmiştik… Ama ondan sonra da, Katkı’da açıkladığımız bu tavrımızı taktir eden İ.Bilen’in –MİT’le işbirliği yapan- ajanlarının yakın tâcizine mâruz kalmıştık… Örneğin Hoca’yı, eski illegal faaliyetlerinden tanıyan, yaşlıca, ama son derece diri ve saldırgan bir meczup, israrla ve mütamâdiyen yolumuzu keserek “yatacak yer” istemeye kalktıydı; “eski yoldaşlık” terâneleriyle… Hoca da en sonunda onu, Çengelköy sırtlarındaki gecekondu gibi bir müstakil evde, yalnız yaşayan, kızkardeşi Cazibe hanımın –ayrılmış olduğu- eşi Kerim Aydın Bey’in yanına yerleştirmek zorunda kalmıştı. Ama o azılı provokatör, Kerim Bey’i hem darp etmiş, hem de başına bir sürü iş açmıştı; adamı hapse sürükleyecek kadar… Tabii ki ben bu olaylara müdâhale ettim; ve de elimden geldiği kadar “yakın koruma” sağladım… Ne var ki, bu olaylar sırasında, “eski tüfek”lerden İbrahim Topçuoğlu nâm zât da çıkageldi; ve de Hoca’ya yakın olmak için –diye bir izahla- Bağlarbaşı’nın göbeğinde ev tuttu… Çok zekî (kurnaz) ve sempatik bir Karadenizli olan İbrahim Topçuoğlu, “bu memlekette, Lenin’in nutuklarını alanlarda –canlı olarak- dinlemiş tek komünist benim” diye övünür dururdu; hiç unutmam… Kendisi, 1929 tevkifâtında İzmir’de toparlananlardan biriymiş… Bana karşı, “Kerim Sadi ile İ.Bilen’in arasını bulmak istermiş” gibi bir pozisyonda görünüyordu… Sonunda yüklendiği açık misyon ise, evindeki –çok gelişmiş- radyo vâsıtasıyla TKP yayınlarını tâkip edip, verilen direktifleri ve bizimle ilgili olan neşriyâtı teype alarak bize dinletmek oldu… Bir ara (1975 ortalarında) ben, Behice Boran ile de –kendisinin evinde- görüşmüştüm; hapisten çıktıktan sonra Hoca’ya imzalı kitabını göndermesi hasebiyle… Ama bu görüşmede, hiçbir konuda anlaşamadığımızdan ötürü, gerici basın ve sol provokatörler bizi, İ.Bilen’in gizli kolu olarak lânse etmeye başlamışlardı; 1976’larda… Onun için, Aralık-1976 tarihli Katkı Dergisi’nde, Doğu Berlin’de yapılan Avrupa Komünist ve Marksist İşçi Partileri Danışma Toplantısı’nda alınmış, “Türkiye’de Marksist partinin legale çıkarılması yolunda müşterek çaba gösterilmesi” kararına istinâden bir Manifesto yayınlayarak, sözkonusu “karar” uyarınca inisiyatif alacağımızı açıkladık. Ve bu iş için ilk adım olarak da, III.Enternasyonal rûhunun ve idealizminin hâlâ geçerli olabileceğini düşündüğümüz –sağlam- bir kanaldan İ.Bilen’e ulaşmak gereğini duyduk. Bu düşünceyle de ben, 1977’nin ilk günlerinde Sofya’ya giderek, Todor Jivkov’un partizanlarından olan tanıdıklarıma –İ.Bilen’e iletilmek üzere- fikrimizi bildirdim. Özetle, Türkiye pratiğinde açıkça bizi desteklemelerini, ve de açık bir –bilimsel- diyalog kanalından ilişki kurmamızı, ajanlarla bu pratiğe müdâhale edilmemesini istedim. Çünki taktik (pratik) ve stratejik (teorik) rotamız gâyet açık ve netti; bunun uçarı kaçarı olamazdı; ki zâten, legale çıkılacaksa bu, ancak bu kadar açık ve net fikirlerle (tezlerle) gerçekleşebilirdi. Yoksa, pratikten kopuk “Marksist jargon” ve ajitasyonla, “soğuk savaş” arenasında çarpışan casuslar tabakasının üzerine çıkabilmek mümkün olamazdı… Yani özetle biz, taktik olarak, işyerlerinde sürmekte olan işgal-boykot hareketlerini destekleyip, bunların “işyeri konseyleri” olarak kurumlaşmaları (yani özyönetim) amacını güdüyorduk; ve de “askerî darbeye karşı, genel işgâl!” şiarını dillendiriyorduk. Kaldı ki, bu “özyönetim” fikrine, Bülent Ecevit’in CHP’si de katılıyordu… Stratejik rota olarak da, “soğuk savaş” geriliminin ve “ekonomi-politik” bazdaki kutuplaşmanın (inatlaşmanın) üstüne çıkmak üzere, “insanla hayvan arasında mutlaka bir nesnel fark olmalı; ve öncelikle de bu bilinmeli” şeklindeki enternasyonalist tezin Dünya gündemine taşınması yolunu gösteriyorduk… Ben Bulgaristan’dan döndükten sonra, iyi haberler bekler ve de buna göre –Doğu Bloku’ndan gelecek yayınlar için kitabevi açmak gibi- hazırlıklar yaparken, bir de baktık ki, Lâz İsmail 26/02/77’de, “Konya’da bir gizli Konferans yapıldığını, ve bu Konferans’ta TKP’nin yeni tüzük ve programının, bütün Parti örgütleri ve üyelerince kabul edildiğini” açıkladı… Böyle bir emr-i vâki, hem açık bir meydan okuma, hem de –sessiz kaldığımız taktirde- kesin bir angajmana sokulmamız demekti; ki bunu ne, ömrü boyunca inisiyatifini kimseye kaptırmamış, hatta hapse mahkûm edilmesine bile olanak tanımamış bir Kerim Sadi sîneye çekebilirdi, ne de ben, teorik ufkumu daraltmak pahasına kabul edebilirdim… Nitekim biz buna, Nisan-1977 tarihli Katkı Dergisi’nde (sayı:30) yayınlanan, ve de legale çıkacak bir parti veya fikrî (ideolojik) hareketin, gizli kapaklı etkinlikler ve “komünist jargon”la, milleti korkutmaya mâtuf propagandalar yapmasının yanlışlığını vurgulayan, ve hatta komikliğini hicveden bir yazıyla, kesin olarak karşı çıktık. Ve de, yazının bir yerinde aynen şöyle dedik:

Yani adamlar demek istiyorlar ki:

Bakın, yeraltında gâyet organize ve geniş kadrolu Parti var; toplantılar yapıyor, seçimler yapıyor, organlar kuruyor, yeni yeni programlar tüzükler hazırlıyor, ve de bunları demokratik süreçlerden geçirerek “sürekli alkışlarla, oy birliği ile” onaylıyor; hatta hatta strateji ve taktikler bile “çiziyor”.

Onun için, bırakın şu legal çalışma davasını; vazgeçin şu legal parti kurma girişiminden… Oturun bekleyin uslu uslu; ve de tam bir teslîmiyet içinde… Veya bizi arayın, büyük bir meraka kapılarak; ve de görün “hanyayla konyayı” o zaman… Yahut sinirleriniz bozulsun artık; ve saldırganlaşın bir “soyut TKP”ye karşı…

Yani, ya “soğuk savaş” dondursun, korkudan eylemsizleştirsin ve paralize etsin sizi… Veya kapılacağınız –paranoyakça- bir merak, sürüklesin sizi çağıran “siren”lere… Yahut, zavallı bireysel varlığınızı korumak için saldırıya geçin hayâletlere; ve katılın anti-komünizm korosuna…

Yani, “Ey küçük burjuvalar! Girin şu cadı kazanının içine!..”

Bunun üzerine Lâz İsmail, iyice küplere bindi; ve de “ezelî düşman” bellediği Kerim Sadi’ye –doğrudan- saldırıya başladı… Artık İbrahim Topçuoğlu, sık sık bizi evine dâvet ederek, “İ.Bilen TKP’si”nin radyo yayınlarını dinletiyordu. Diğer yandan da, Lâz’a bağlı Atılım dergisi (veya gazetesi) veryansın ediyordu; bize karşı… Ama ne gariptir, bu yayınlarda benden hiç bahsedilmiyordu; ki ben de bu durumu, İ.Topçuoğlu’nun hakkımda verdiği (vermiş olabileceği) hayırhah raporlara bağlıyordum… Sözkonusu radyoda, “Kerim Sadi’ci bir grup” diyerek sayılan isimler, Aytunç Altındal ile –entel- arkadaşlarına aitti; ki ben bunların hiçbirini tanımıyordum. Ankara’dan, “Katkıcılar” diye saydıkları isimler arasından da sâdece, -Katkı paralelinde Konsey adında bir dergi çıkaran- Ferda Aykan’ı tanıyordum. Aytunç Altındal zâten, derin (mistik, metafizik ve ajansal) konularla uğraşırdı; ki ondan olsa gerek, kendisinden yayın yoluyla açıklama istememe rağmen sessiz kaldı. Ama sonra da gidip, Gorbaçov’a danışmanlık hizmeti vermekle, kimlerin adamı olabileceğini ortaya koydu… Ferda Aykan cânibi ise hâlâ meşkûk… Bir keresinde İ.Topçuoğlu, “Kerim Sadi’ci grup…” diye başlayan bir hakâretâmiz ajitasyonu, bandı geriye sara sara o kadar çok dinletmişti ki, en sonunda -Sfenks gibi tepkisiz kalan Hoca’nın yerine- ben müdâhale etmek zorunda kalmış, ve de “yeter artık!” diye sesimi yükseltmiştim; hiç unutmam… O zamanlar zâten, Yurt içindeki gericilerden de, TİP’çi, MAO’cu, ÜRÜN’cü gibi solculardan da eleştiri (hatta saldırı) almaktaydık… Onun için artık, İ.Bilen’in TKP’sini tanımamakla kalmak da mümkün değildi; şâyet Türkiye’nin (ve İnsanlığın) geleceği hakkındaki iddiamızı sürdüreceksek, mutlaka –aynı parkurda- inisiyatif almamız gerekiyordu. Zira en civcivli bir zamanda ortadan çekilmek veya bir liderliğe bağlanmaksızın önderlik iddiasından vazgeçmek,-İ.Bilen’i haklı kılacak şekilde- provokatörlük veya mâcerâcılık anlamına gelirdi… İşte bu yüzden Kerim Sadi ile, Bağlarbaşı yollarında ve kahvelerinde, günlerce (ve gecelerce) bu husûsu düşündük ve tartıştık… Ben, zaman geçirmeden Katkı Dergisi’nin tanıtım bandını, Türkiye Komünistlerinin Fikir Dergisi olarak değiştirmek fikrindeydim. Hoca ise, prensipte bana karşı çıkmamakla beraber, “dur bakalım şu yaz da geçsin de, görelim gelişmeleri; zira çok büyük oyunlar dönüyor” diyordu; ki zâten o sıralarda, “Taksim’deki 1 Mayıs katliâmı”nın şokunu da yaşıyorduk… Nitekim, aylık dergi olan Katkı’nın, Haziran, Temmuz ve Ağustos sayılarını çıkarmadık. Ama 7 Ağustos 1977 günü akşamı –İzmir dönüşü- evine uğradığımda, orada kendisini bekleyen, As.Tıbbiye’den arkadaşı E.Tabib Tümg. Fahrettin Yakal ile birlikte şâhit olduk ki Hoca, bazı tanıdıklar tarafından taşınarak getirildi… Kırlık arâzide, bir kalçası üzerine –oturur gibi- düşmüş, sonra da sırtüstü devrilerek kafasının arka tarafını vurmuştu yere… Belirttiği ağrı şikâyetlerine göre, bir taşın üstüne rastlayan kalça kemiği kırılmıştı; muhtemelen… Bu durumu ispatlamak, ve de –kalça kemiği ile kafasındaki- kırık ve çatlaklarını kendisine göstererek hastaneye yatmasını sağlamak için çok uğraştık… Bilhassa Mahmut Açıksöz âdeta çırpındı; ve de o zamanlar pek ender olan seyyar röntgen makinesi bile bulup getirdi eve… Fakat yine de, Hoca’yı, hastaneye yatmaya iknâ etmek mümkün olmadı; zira kendisine suikast yapılacağından –âdeta- emindi… Ve bu yüzden de, kazadan beş gün sonra, 12 Ağustos 1977 akşamı, “kendi ipini kendi çekerek, düşmanlarına zafer hazzı tattırmayan bir şövalye veya serdengeçti” gibi vefat etti… Kerim Sadi’ye, hastaneye yatması için fazla israr etmememin iki sebebi vardı: Bir defa, öyle bir insana, kendi irâdî kabulleri dışında bir şey dayatılamıyordu; sonra da benim, hastanede –ona- yakın koruma sağlayacak bir imkânım yoktu… Ama bugün, -kızkardeşi Cazibe Hanım’ın evinde de ölmüş olsa- cesetine otopsi yapılmasını istemediğimden dolayı öyle pişmânım ki; zira “teneşir”de yıkanırken, sabun köpüğüyle kaplı yüzüne su döktüğümde gördüğüm “açık kalmış gözler”ini hiç unutamıyorum… Hoca’nın cesetine otopsi yaptırmadığıma çok pişmânım çünki, daima iktidarlara karşı çıktığı, ama bununla birlikte hiçbir zaman bir başarıya (avantaya) ulaşarak tâkipçilerini ödüllendiremediği halde, üstelik de yakalanmayan (cezalandırılamayan) bir kişilik olarak, Kerim Sadi, üzerine o kadar çok –gizli veya açık- haset ve husûmet çekmişti ki…

Kerim Sadi’den Sonra, “İç Dinamikler”in İnisiyatörlüğünü Nasıl Sürdürdüm:

15 Ağustos 1977’de, Kerim Sadi’nin naaşını Karacaahmet Mezarlığı’na defnettikten sonra, Eylül başında Katkı’nın 32.sayısını, Türkiye Komünistlerinin Fikir Dergisi bandıyla çıkardım. Aslında “komünist” sözcüğü bana, hem ajansal çağrışımlar yaptırması, hem de hiç katılmadığım “ilkel komünal toplum” ütopyasından türetilmiş olması hasebiyle, gâyet antipatik gelmekteydi. Ama Dünya’daki enteller indinde –hâlâ- “ilericilik markası” sayılmakla birlikte, aynı zamanda SSCB’nin -Türkiye’ye- politik tasallutunu ifâde etmesi bakımından, o sözcüğü kullanmak zorundaydım… Bilâhire Katkı’nın Ekim(33) ve Kasım(34) sayılarında da, İ.Bilen teşkilâtını, -Türkiye Gizli Komünist Partisi (TGKP) veya “İ.Bilen kliği” diye isimlendirerek- tanımadığımızı ve faaliyetlerini tasvip etmediğimizi açıkladım… Ama sürecin nihâyetinde İ.Bilen’cilerin, araya Fransız Komünist Partisi’nden bazı kişileri sokarak, onların vâsıtasıyla Ecevit CHP’sinden destek araması girişimleri de akîm kalınca, Katkı’nın Mart-1978 tarihli 35.sayısında, “İ.Bilen’e Açık Mektup” yayınladım. Çünki Hoca’nın vefatından sonra, hücumlarını “Katkıcılar” diye soyut bir hedefe yöneltse de, benim kişiliğim hakkında bir şey söylememiş veya söyleyememişti… Sözkonusu “açık mektup”ta, önce faaliyetlerini eleştirmekle başlayıp, sonunda, “Sovyetler Birliği veya Bulgaristan gibi bir komşu ülkede, yasal Türkiye Komünist Partisi’nin organizasyonunu, program ve tüzük çalışmalarını gündeme alacak” bir konferans düzenlemesini öneriyordum. Ve de bu yapıldığında, Türkiye’deki ilerici akımlar arasında hiçbir ihtilâfın ve ayrışmanın kalmayacağını –âdetâ- temin ediyordum… İ.Bilen de, onu yönlendiren Sovyet bürokratları da –eşşek gibi- biliyorlardı ki, “soğuk savaş” ajanlarının didişme arenasına dönmüş TKP gibi oluşumları, ilmî ve hukûkî plâtforma çıkarabilmek için, her şeyden önce, bilimsel (matematiksel) mantığa hâkim, karakterli insanlara (bireylere) ihtiyaç vardır… Ama şunu da biliyorlardı ki, bizim gibi birileri ortaya çıkarsa, KGB ajanlarının, -Polit Büro’dan, Pentagon’a karşı kilitlenmiş politikalara bağlı- manipülâsyon yapma imkânı da ortadan kalkar… Onun için İ.Bilen, benim açık mektubuma karşı hiçbir şey demedi, diyemedi; veya dedirtmediler… Bunun üzerine ben de, beş ay sonra, Ağustos-!978 tarihinde çıkardığım 36 sayılı Katkı Dergisi’nde, Türkiye Komünist Partisi adına, “legale çıkış bildirisi” ile birlikte, yasal tüzük ve “asgari program” yayınladım; benimle birlikte sorumluluk almak isteyen diğer beş kişiye de imzalatarak… Darbe söylentilerinin yaygınlaştığı Temmuz-1980’de, Türkiye Komünistlerinin Bülteni bantıyla çıkardığım 37 sayılı Katkı’da da, yeni 5 imzanın daha katılımıyla birlikte -askeri darbeye de karşı çıkmakla beraber- 36. Katkı’daki belgeleri mükerreren tastik ettik; ki bu yeni imzalar arasında, “Yavuz Dâvâsı”nın firârî sanıklarından “Cihat Aydınsal” da vardı… 17 Temmuz 1984’te yakalanarak içeri tıkıldığımda, bir süre tam bir depresyon hâli yaşadım. Üzerindeki bütün baskı ve sorumluluklardan kurtulmuş (kafesten uçmuş), hiçbir önyargı (kanaat) taşımayan bir kuş gibi hissediyordum kendimi… Kafamda, 20 yıldır taşıdığım, “insanın hayvandan –nesnel- farkı bilinmedikçe, insanlık problemleri çözülemez” anlamındaki hipotezim olmasaydı, bütün bildiklerimi unutur ve bambaşka bir kişilik olarak çıkabilirdim hapisten… Ama ne var ki, yakalanmamdan 7-8 ay kadar sonra, yatmakta olduğum Çanakkale E-Tipi Kapalı Cezaevi’nde bir akşam, âniden “evreka!” dedim; insanla hayvan arasındaki nesnel farkın, “ritm melekesi” olduğunu fark ederek… Artık bütün insâniyet problemlerinin kolayca çözülebileceğinden, savaşlara mavaşlara, hatta politik didişmelere bile gerek kalmayacağından emindim. Fakat bütün endişem, Sovyetler Birliği bloğunun inadında devam etmesi ve “soğuk savaş”ın sürüyor olmasıydı. Zira zıtlaşmış ve muhâkeme yeteneğini kaybederek, dogmatik fikir kalıplarına ve sloganlara mahkûm olmuş insanlara nasıl dert anlatılabilirdi ki?!.. Neyse ki, 2 Ekim 1987’deki tahliyemin üzerinden çok geçmeden Sovyetler Birliği dağıldı da, ben de “komünist” adındaki, inadı irâde sanan, otokritiğini yitirmiş dogmatik keçilerle uğraşma derdinden kurtuldum… Halbuki. 1978’de yaptığım “konferans” çağrısına uyulsaydı, orada ben, hipotezimi de açıklayacaktım. Ve dolayısile de, “Marksizmin” teorisinin bilimsel temdîdinin (extension anlamında) nasıl yapılabileceğini hep birlikte düşünecektik; ki bunu bulduğumuzda da, bir yere kadar getirilmiş (bilinçlendirilmiş) halkları tekrardan kapitalizmin kucağına (veya bataklığa) atmayacaktık. Ama, devletleri feodallerden devralmış komünist partilerin üyeleri, didaktik öğretilere ve itaate alıştırılmışlardı; “komünizm” söylemlerinin, bir “dogmatik ideoloji” jargonuna indirgenmesine paralel olarak… Onun için aslında, biz “ateş öncesi”ni ve “tabu”ların maddi sebebini keşfedip, insanlar arasında “inisiyasyon” seçilimi yapılmasının gerekliliğini ortaya koysaydık bile, öylesi komünistlere bunu anlatabilmek mümkün olmayacaktı tabii… İşte o komünistlerdir ki, herkesi “müreffeh hayvan” yapabilmek için mahrûmiyet ve meşakkatlere katlanan idealistler gibi görünerek yükselip, yükseldikçe –gizli gizli- lezzet ve şehvet budalası hâline dönüşen iki yüzlüler olarak, toplumlarını içten içe çürüttüler…

Sovyetler Birliği ile beraber, “tarih öncesi”ni, daha doğrusu “ateşin kullanımı ve mağara resimlerinin yapımı öncesi”ni izah edemeyen komünizm (Marksizm) çöktükten sonra ben, tabuların, aklın ve dolayısıyla “insan”ın sebeb-i vücûdu olan “ritm melekesi”ni açıklamaya başladım. 1996’ya kadar, yeniden çıkarmaya başladığım Katkı Dergisi’yle, 1996-2006 arasında yayınladığım kitaplarla, 2006’dan şimdiye kadar da, internetteki www.bekdasikodu.org sitesine koyduğum “tebliğ”lerle açıklamalarıma devam ettim, ve ediyorum. Zira tarihî devirler, “tarih öncesi”nin anti-tez’i (inkârı veya negasyonu) olduğundan insanlar, bir nevi “erken bunama (şizofreni)” hâline düşmüş, ve de önce “tanrı-kral”lar ve onların revizyonistleri peygamberler, daha sonra da feodal hânedânlar ve kapitalist oligarklar mârifetiyle sürdürülen bir hâkim öğreti yüzünden, kendilerinin aslında birer “akıllı (çok kurnaz anlamında) hayvan” olduklarına inandırılmışlardı. Dolayısile de insanlar, kendilerini dizginleyecek –sıradışı- bir hâmiye ihtiyaçları olduğuna öyle kânî olmuşlardı ki, kafalarına kazınmış bu inançlarını (ve “tanrı” mitini) yıkmak, onların bütün fikirlerini alt-üst etmek gibi zor bir işti… Ama insanlığın, kontrolsuz doğumlar ve “ekonomi-politik” nedenli savaşlarla helâk olmaması için de, bunun yapılması –gerek- şarttı. Zira kontrolsuz doğumlar, toplumlardaki gerzek (sakat) insan oranını arttırmakta, ve bu oranlarla –demokratik(!) olarak- seçilen yöneticiler de, insanlık şuurunun erozyonuna (aşınmasına) sebep olmaktaydı. Ancak ne var ki, bugün Aristo Mantığı’nı –kesinlikle- çürütmüş olan Matematiksel Mantık bile, temel prensipleri muhtelif şekillerde ifade edildiği halde, yüz yıla yakın bir süre genel kabûl görmemişti. Kaldı ki, öne sürülen Well-Ordering Principle gibi prensiplerin zorunluluğunu ortaya koyan Russell Paradox (1901) keşfedildikten sonra dahî, uzun süre bu paradoks da anlaşılamamıştı. Zira B.Russell da, (W.O.) prensibi gibi aksiyomların, kendiliğinden mi var olduğunu, yoksa insanla mı kâim olduğunu açıklayamamıştı. Yani Russell’ın buluşu, yüksek bir bilinç mahsûlüydü ama, kendisi, bilincin ne olduğunu bilmiyordu. Onun için, sonsuz varlıklar (elemanlar) kümesinin, hiçbir ön şarta bağlı olmaksızın kendiliğinden (apriori) var olduğu –ve dolayısile de bir “yaratıcı” bulunduğu- fikri, bugün bile hâlâ büyük bir çoğunluğun zihninde mıh gibi çakılı durmaktadır. Halbuki anlaşılması gereken, bilincin “sayma-sıralama” melekesiyle kazanıldığı, ve bilinçli algıdan bağımsız –apriori- var olmuş hiçbir şey düşünülemeyeceği, dolayısile de sonsuz kümeler içindeki bütün (maddi ve mânevi) varlıkların veya elemanların (hatta tanrıların), iyi sıralanma prensibine uyduğu (uyması gerektiği) gerçeğidir. Dolayısile, bilinç dışı (metafizik veya mânevî) bir âlem, ve de bir “yaratıcı (tanrı)” kişiliği kurgulamak abesle iştigâldir; yani dinsel söylemler, tamamen (temelden) zırvadır… Aslında insan, Kâinât’la bir bütündür; ve bu Kâinât’ın devinimi de, sönümsüz “reversible (tersinir)” bir olay olmak zorundadır… Belli bir bilinç seviyesinin üstündeki bütün matematikçiler ve bilimciler –eşşek gibi- anlarlar bunu… Ama kapitalistler tarafından içine düşürüldükleri kariyerizm ve konformizm bataklığı, seslerini yükseltmeye engeldir; oysa insan bilinci ve inisiyatifi (ölçülere ve teknolojiye bağlı bilimsel aktiviteleri) hâricinde bir dış âlem olmadığı (olamayacağı) anlaşıldığında, bütün dinler ve felsefelerle birlikte, tüm ideolojiler de tarihî devirlerin yâdigârları olarak kütüphâne raflarındaki yerlerini alacaklardır. Ki ondan sonra da insanlar, ezber ve taklit becerilerine (yani ehliyete) göre değil, -meleke gücünü (zaman ve mekân algılamasını) test eden- inisiyasyon seçilimine (yani liyâkate) göre yükselecek ve yükseltileceklerdir…

Bugün artık açıkça anlaşılıyor ki, “komünizm gelecekse bu memlekete, onu da biz getiririz” diyerek “adam kıyımı” yapan bizim Devlet yetkilileri de, “polisle ancak, işe yaradığında veya mecbur kalındığında temâsa geçilir” diyen Kerim Sadi gibi “iç dinamik” inisiyatörleri de haklı çıkmışlardır; aynı derecede… Çünki, Sovyetler Birliği’nin çökmesiyle paralel (veya senkronize) olarak, Marksizm teorisini aşıp tarihî rotalarına giren “iç dinamik” inisiyatörleri, Komünizm’in indirgendiği “demokrasi figüranlığı” rolünü, tamamen polise (MİT’çilere) bırakmışlardır; komünist jargonu ve taktikleri bellemek için yıllarını vermiş –uzman- memurların ezberleri boşa gitmesin de, doya doya oynasınlar diye… Ama onlar (Atatürk istismarcıları), komünistçilik oyununa dalarak –tüm sorunları hallettikleri zannıyla- öylesine rehâvete kapılmışlardır ki, nabızlarına girip, kendilerini uyuşturarak teslim alan, dincilerin bile farkına varamamışlardır… Bu salakların Atatürkçü geçinmeleri, Atatürk’e karşı yapılan en büyük haksızlık ve bühtandır…

DEVLET DENİLEN ORGANİZASYON, -HÂNEDÂNLARA VE KAPİTALİST OLİGARKLARA OLDUĞU GİBİ- POPÜLİZM’E DAYANAN POLİTİKACILARA DA BIRAKILAMAYACAK KADAR CİDDİ BİR İNSÂNİYET OLUŞUMUDUR !..

Ali Ergin Güran: 20/03/2012+2