Sonuncu ve Birinci Yeniçeriler
bekdasikodu.org

Tebliğler

İfşaat

Mektuplar

Saklı Tarih Arşivi

Yayınlar

Dava Belgeleri

Haber - Yorum

Cevaplar

Bekdaşi Kodu - bekdasikodu.org - Türk olmak adam olmak demektir.


Türk Olmak Adam Olmak Demektir.
back yaz
TBMM'ne...

Evlâd-ı Fâtihân’dan, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’na Arz-ı Hâl…


Sayın Başkan!.. Somut bir müstevlîye karşı  savaşma azmiyle bir araya gelmiş kararlı insanlardan müteşekkil ilk Meclis’i hâriç tutarsak, Cumhuriyet Devleti’nin en temel kuruluşu TBMM, zaman içinde tedricen, aşiret, cemaat (kilise) ve –zorba şâgil-  âyan (derebeyi) temsilcilerinden, veya onların has adamlarından müteşekkil bir heyet hâline gelmiştir; kapitalist demokrasisinin popülist karakteri yüzünden… Halbuki sözkonusu sosyolojik oluşumlar, Osmanlı Devleti’ni tesis eden Türk Dinamizmi ile alâkalı olmayıp, arkaik  kalıntı ve anakronik zuhûrâttırlar. Ve  bunlardan müteşekkil heyet de, tıpkı Osmanlı mebusânı gibi –çöküşün devâmı imişcesine- Kapitalizm ideolojisine göre forme ve  motive edilebilen, güdüme müsâit bir zihniyet taşımaktadır tabiatıyla… Oysa bilindiği gibi Türkler Pax-Romana’yı, Tevhid Dini -olarak anladıkları- İslâmiyet’i, tüm Dünya’ya teşmîl etmek, ve  “Nizâm-ı Âlem” tesis etmek üzere  yıkmış, ve de topraklarını fethetmişlerdir. Ve sonuçta da, özel mülkiyet ve spekülâtif kazanç (stok marketçilik=borsacılık) tanımayan büyük bir Fâtihân Devleti (Osm. İmp.) kurmuşlardır. Ve de geleneksel olarak, Padişah’ın –bir nevi- danışma meclisi  (Dîvân) içinde daima, liyâkatli insan seçilimine (inisiyasyona) önem veren, dolayısile halkların ve insanlığın geçmişiyle bağını koparmayan Tarikat ve Havass temsilcilerine yer verilmiştir. Ama ne yazık ki, bugünki TBMM’yi teşkil eden heyetin içinde, bu gerçeklerden haberdar ve böyle bir objektiviteye sâhip olan birini  bulabilmek, pek de mümkün değildir artık... Zira, bir defa Devlet’imizin gelişim seyrini, karar ve yönetim mevkilerinden izlemiş Havass  temsilcilerine, ve de –bir şekilde- inisiye olmuş seçkinlere yer verilmemiştir. Sonra da, mevcut heyetin büyük çoğunluğunun –kökenleri itibâriyle- Osmanlı İmp. hakkındaki fikirleri gâyet subjektiftir; körlerin fil’i tanımlamaları gibi… Yani onlar bilmemektedirler ki, Kânûni’den itibâren, mîrî arazinin özelleştirilmesi,ve Batılılara tanınan Kapitülâsyonlarla spekülâtif kazançlara göz yumulması şeklinde, tedricen Kapitalizm’e râm olunmuştur. 1826’da Tevhid Ordusu’nun (Yeniçeri Ocağı’nın) ilgâ edilmesinden sonra resmen kapitalist düzene geçilmesiyle de, Tevhid Dini fiilen mülgâ olmuştur; ki yerine de, resmî Hanefî-Osmanlı Kilisesi ikâme edilmiştir… Bu insanların, mevcut tarih kitaplarından da gerçeği öğrenmeleri mümkün değildir. Zira 1826 kırılmasından sonra, Batılı (kapitalist) zihniyeti kabullenerek –âdeta- asimile olmuş padişahlar tarafından, sâdece kendilerini ve devşirme paşalarını öne çıkarıp Havass soylularının mümtaz şahsiyetlerini unutturmaya çalışan (yok sayan) gâyet subjektif (hamâsî) bir tarih yazdırılmıştır; Ahmet Cevdet Paşa gibi bendegân’dan tarihçilere…Ve Cumhuriyet’i kuranlar da maalesef, Osmanlı tarihini eleştirel bir yaklaşımla ele alarak ciddi bir şekilde inceleyememişler, dolayısile de, otokritik yaparak bir  ders çıkaramamışlardır; Devlet-i Aliyye’nin çöküşünden… Ve onun için de, son Osmanlıların vakanüvistlerine  yazdırdıkları düzmece tarihi, başka bir –küçük burjuvaca- subjektif açıdan daha da karıştırmış ve karmaşıklaştırmışlardır. Mesela Cumhuriyet kurucularının, Osmanlı inhitâtı ile Tevhid Dini’nin sukûtu arasında ilişki kuramayıp, son Osmanlı’nın, “bir mezhebi (veya kiliseyi) Tevhid Dini olarak yutturma”  oyununa gelmeleri yüzündendir ki, bugün ülkemiz, İslâmî cemaatlerin (kiliselerin) didişme alanı hâline gelmiştir. Oysa Cumhuriyet kurucularının, Diyânet İşleri Başkanlığı bünyesinde, bütün –hatırı sayılır- İslâmî mezhep ve cemaatlere (yani kiliselere) eşit statü tanıyarak, bunlardan herhangi birinin Devlet’i ele geçirmesini olanaksız kılmaları gerekirdi. Çünki o taktirde, devlet erklerinde görev alanların ya dindar olmamaları, ya da hadlerini bilip kiliselerini (mezhep ve cemaatlerini) kayıramamaları, dolayısile mürtecilik yapamamaları sağlanmış olacaktı. Ve o zaman da, ne Atatürk’ü mitleştirmiş “mahcup –ve mâzur- dindar” küçükburjuvaların Devlet üzerindeki vesâyeti sözkonusu olacaktı, ne de onlara reaksiyon duyanların –mahcup dindarlığın zaafından bilistifâde- mutaassıpça kiliseleşerek Devlet’e musallat olmaları… Bu durum muvâcehesinde, Devleti’imizin en temel kuruluşu olan TBMM’nin, bu topraklarda Roma düzenini yıkarak tüm insanlığa nizâm vermek üzere yola çıkmış bulunan Türk inisiyatifinin özgün  rotasını kaybedip, Kapitalizm’e râm olmakla, fetih topraklarını, Pax-Romana’nın yeni versiyonuna –peyder pey de olsa- terk etmek durumunda kalacağı anlaşılmaktadır. Kaldı ki, küresel bir büyük –ekonomik- kriz neticesinde, fethettiğimiz bütün topraklardan çıkarılmamız da ihtimâl dahilindedir; anti-kapitalist orijinimizi unuttuğumuz taktirde… Zira iyi anlamalıyız ki, Kapitalizm, nihâyi bir insanlık düzeni değildir; insanlık, Panteist-Zon’un “tabu’lu mahrûmiyet hâli”nden sonra girdiği “tarihî devirler”de, kapılmış olduğu “alabildiğine beslenme ve üreme” açgözlülüğünden –yani “akıllı hayvan” formasyonundan- kurtulup, bilinçlenme yoluna (tanrısal yola) girdiğinde, Kapitalizm ideolojisi de son bulacaktır. Çünki son bulmadığı taktirde, kapitalizm içinde, bir “faşizan rejim” potansiyelini hep taşıyacak, ve de bu tehdîdi (tehlikeyi) insanlığa daima yaşatacaktır. Onun için artık  insanların çoğalması (üremesi), bilimsel bir şekilde kontrola alınmakla birlikte, -her bakımdan- kaliteli insan (birey) yetiştirmek, başlıca amaç hâline gelmektedir, ve gelecektir. Dolayısile de çocuklar hayatı,hayvan yavruları gibi taklit ve ezberle öğrenmeyecek (yani ebeveynlerinin kopyası olmayacak), -liyâkatli annelerin karnından itibâren tevârüs edecekleri- sayma ve sıralama melekelerini de idrâk ettiren bir “inisiyasyon” eğitiminden geçeceklerdir… Yani aslında, bu ülkeyi fethettiğimizde sahip olduğumuz anti-kapitalist “Nizâm-ı Âlem” mefkûremize, insanlık bugün, her zamankinden daha yakındır…  Onun için, TBMM bünyesinde, tarihî stratejimiz mûcibince gerekli olan bilimsel düzenlemeyi yapmak –gerek- şart hâline gelmiştir artık… Zaten, cihatla tüm Dünya’ı fethederek Tevhid Dini’ni, anti-kapitalist bir “Nizâm-ı Âlem” kurmak, ve bütün eski dinleri lüzumsuzlaştırmak sûretiyle  gerçekleştirseydik bile, bugünkü bilgi ve bilinç seviyesine geldiğinde insanlık, “dîn” fenomenini bilimle  açıklayarak  aşacaktı zaten… Nitekim, fâtihân ecdâdımızın düşünce ve davranışlarından dersler çıkarıp, Panteist-Zon’u (ateşin kullanımı öncesi’ni) keşfederek –bilimsel teori bazında- aştık da… Onun için artık esas meselemiz, atalarımızın yaşadıkları devirdeki Dünya (ve insanlık) görüşlerini, yani dînî düşünce ve davranışlarını taklit etmek değil, onların somut amaçları olan “anti- kapitalist düzen”lerini, çağdaş bilgiler ışığında gerçekleştirmeye çalışmaktır.


Anadolu’nun Fethi ve Osm. İmparatorluğu’nun Kuruluşuna Dair Not:

Atalarımız Doğu Roma topraklarını, özel mülkiyete son vermek sûretiyle fethederek (halka ve hakka açarak) bize yurt yaptılar; ve de liyâkatlı insan seçilimine (inisiyasyon’a) dayalı  cihanşümûl bir devlet modelinin temellerini attılar. Onlar, ne arâzî monopolü peşinde koşan feodaller, ne de –vahşi hayvanlar gibi- kendilerine hayat sahası işâretleyen (çitleyen) kovboylardı… Onlar, “Tevhid Dîni” olarak kabul ettikleri İslâmiyet’in en hâlisâne tatbikâtıyla (Tarikat sistematiğiyle) gerçek bir fetih yaparak, Roma  topraklarını Allah’ın (Amme’nin) mülkü hâline getiren  inisiyatörlerdi. Yani onlar, aralarından “inisiye(ermiş)” olarak seçilen en liyâkatli insanlara bırakırlardı malların mülklerin tasarrufunu; yeni değerler ve verimlilik yaratmak üzere… Çünki Tarikat Sistematiği, “Panteist-Zon” indeksli olduğundan, toplumların başındaki yöneticileri, liderleri veya bunların danışmanlarını, -şâman mümâsili abdal, ermiş, kutup vs. adları verdikleri- inisiye seçkinlerden tâyin ederdi. Oysa, şahsî mülkiyet (ve miras) hukûkunun hükümrân olduğu Pax-Romana’da, -bugünkü kapitalist düzende olduğu gibi- mallar ve mülkler, sâhiplerini seçer, ve hatta onları, kendilerinin her hâlükârda korunması ve çoğaltılmasıyla görevlendirirlerdi; sanki kendileri insanların sahibiymiş gibi… Ki böylece de, insanlığın kalitatif ilerlemesini değil, sâdece malların ve insanların kantitatif büyümesini (çoğalmasını) gözeterek, içgüdüsel iştahları kabartan, -dolayısile de peryodik patlamalarla inkıtâya uğrayan (krize giren)- bir  “tüketim ekonomisi”ni geçerli kılarlardı. Oysa atalarımızın  Fütüvvet teşkilâtı, Seyfîyûn-Şurbîyûn-Kavlîyûn diye üç kola ayrılır, ve bunlardan Seyfîyân (Gâziler, Alperenler), fetih ve savunmayla meşgûl olurken,  Şurbîyân (Ahîler) ve Kavlîyân (Abdallar)  da, -derviş veya ermiş adını alan- en liyâkatli bireylerini “inisiyasyon” seçilimiyle öne çıkararak, memleketi  Allah (ve amme) nâmına gönendirirlerdi. Ki bu meyanda, resmî veya sosyo-ekonomik misyonlar yüklenmeyen, sâdece meditasyon (murâkabe) ve özgür tefekkür ile uğraşan “abdalân (dervişler)” takımından da, genellikle serbest danışmanlar olarak yararlanılırdı… Efsânevî bir kişilik olan Dânişment Gazi de  bir Alperen’di, onun fethettiği topraklardan çıkıp da, İslâmiyeti bir saltanat kilisesi hâline getirmiş olan Selçuklu’ların zulmüne isyan ederek –asılsalar dahî- efsâneleşen, Baba İlyas ve  Baba İshak’lar da… Onların –sâdece- halk arasında esfâneleşmiş olmaları bile, ne kadar insânî (haklı) bir kalkışma yaptıklarına, sağlam bir delil sayılmalıdır. Mesela Baba İlyas’ın, halk nazarında Hz.Hızır’ın tezâhürü olarak görülmesi, ve de idamının Hıdırellez (Hıdır-İlyas) şenlikleri şeklinde –Hristiyanların paskalyası gibi- kutlanması, O’nun mesiyanik (aziz kurtarıcı) karakterinin, Hz.İsa’dan pek de farklı olmadığını göstermektedir. Ki nitekim bu olayda da, Roma’nın lejyon güçlerine dayanan Yahudi Krallığı’nın yerine  Selçuklu Sultanlığı geçerek, devletin (amme’nin veya Allah’ın) hazinesini Haçlılarla bölüşüp, bir –İslâmî- kilise imişcesine Hristiyanlarla birleşerek Babai kalkışmasını ezmiştir… Aslında Dânişmendiye gibi gerçek “fetih toprakları” üzerinde fütüvvet (tarikat) sistematiği hüküm sürdüğü için, mîrî arâzi, vakıf ve “dirlik (çiftlik, zeamet, hass)” gibi parçalar hâlinde –muayyen süreler dâhilinde- elyâk (liyâkatli) insanlarca tasarruf ediliyor, esnaf ve zenaatkârların dükkanları,  Ahî’lerin selekte ettiği (ayıkladığı) seçkin bireylerce işletiliyor, vakıfların döner sermayeleri ile şehir (şehremâneti) bütçeleri de yine, Tarikat’a bağlı (yani serbest) inisiye kişilerce idâre ediliyordu. Bu yönetim biçimi, İslâmiyet’in “Tevhid Dîni” olarak kabûl edilmesinin bir sonucu ve îcâbı olduğu için evrenseldi; ki nitekim, yörenin yerli Rum ve -bilhassa- Ermeni halklarının da “Tarikat”a  katılımını (hatta asimile olmalarını) sağlıyordu. Mesela bugün bile, Dünya’daki Ermenilerin çoğu, soyadlarını, aristokratik kökenlerinden değil, Fütüvvet’in –Ahî’ler yönetimindeki kolu olan- Şurbîyân mensûbiyetinden almaktadırlar; ekmekçiyan, bakırcıyan, zilciyan vs. şekillerinde…Yani “Tarikat” sistematiğinin hükümrân olduğu gerçek “fetih toprakları”nda, insan seçilimine (inisiyasyona) önem verilmekte, ve de –Allah’a  veya kamuya ait- malların, mülklerin tasarrufu,  “tasavvuf” felsefesi adı altında bir nevi düşünce jimnastiğiyle de uğraşan (dolayısile dînî söylem ve kitapları yorumlayarak kritize edebilen)  bu seçkin insanlara bırakılmaktaydı. Ama buna mukâbil, saltanat teritoryalarında  İslâmiyet, Hz.İbrahim ve Hz.Musa gibi peygamberlerin isyan etmiş oldukları “tanrı-kral”lar (firavunlar) zamanındaki resmî din anlayışı gibi uygulanmaktaydı. Yani insanlar, kendilerine dogmatik öğretiler ezberletilip, geleneksel tapınç  ritüelleri ve yaşam pratikleri taklit ettirilerek itaat disiplinine sokulmakla birlikte, toplumlar da, hânedân tahakkümüyle dondurulmakta veya konserve edilmekteydi… İşte Moğollar 1243’te, böyle bir zulüm iktidarını (Selçuklu’ları) perişan ederek, “peşkeş (hediye)” adı altında vergiye (veya haraca) bağladılar; halktan da ciddi bir direnç görmeden… Ama daha sonraları “ehl-i tarik”, Moğol işgâl kuvvetlerine karşı bir nevî gerilla savaşı başlattı; ki bunun önemli komutanlarından biri de Hacı Bekdaş idi… Yani netice itibâriyle denilebilir ki, Anadolu’nun o karışık zamanında, Selçuklu’nun Batı’daki uç beyi Otman Gazi ve oğullarına, cihanşümûl bir  “fütûhât devleti” kurmaları için baskı uygulayan ve yol gösterenler, Dânişmendiye erenleriydi. Zira onlar, -Batı’nın sosyalist, komünist fikirlerinden çok önce- uzun yılların ticârî kazanç birikimine ve “patent hakkı”na (veya “şerbetli sırrı”na) dayanmayan bütün servetlerin (sermâyelerin), ve zorla (savaşla) ele geçirilip de amme’ye (Allah’a) mâl edilmeyen bütün toprakların (mülklerin), esas itibâriyle gayri meşrû (haram) kazançlar olduğunu (olacağını) biliyorlardı; Kuran mahrecli îtikâtları dolayısile…  Onun için aslında, Türk Tarikat Sistematiği’nin düşünce ve davranış disiplinleriyle, Osmanlı Devleti  realize edilmiştir denilebilir; cihânşümûl bir Nizâm-ı Âlem hedefi ve ideali de ortaya koyularak… Osman (Otman) Gazi’nin Edebâliğ ile, Orhan Gazi’nin Geyikli Baba ile, II.Murat’ın Hacı Bayram’la, Fatih’in Akşemseddin’le –olduğu rivâyet edilen- ilişkileri, bunun en bâriz tezâhürü ve delilidir. Aslında bu kişiler, Tarikat sistemi içinde, “inisiye”  anlamında seçilmiş insanlar olarak, Devlet’e en üst seviyeden danışmanlık yapıyorlardı; gayri resmî de olsa Çünki bunlar, meditasyon (murâkabe) yapabilen, ve dolayısile insanı (insanlığı) dinleyen ve duyumsayan seçkin bireylerdi. Ve onun için de, insanları hayvanlığa geri döndürmeye çalışan –serbest rekabete (dolayısile spekülâtif kazançlara) dayalı- ekonomik politikalara geçit vermez, ve de bu politikaların ardından sürüklenmezlerdi. Kaldı ki, Tarikat sistematiğinin kurumları, Devlet’i  de şekillendiriyordu. Mesela çekirdek Tevhid Ordusu (Yeniçeriler), Hacı Bekdaş-ı Veli’ye atfen kurulmakla, “Ocağ-ı Bekdaşîyân” diye anılmaktaydı; Seyfîyân’ın süreklilik ve resmiyet kazanmış şekli olarak… Ayrıca  Seyfîyân inisiyatörü, yani “fâtih (mareşal)”  liyâkatine sâhip olmayan şehzâdelerin, Şurbîyûn ve Kavlîyûn eğitimlerinden geçirilmek sûretiyle, ayrıca  “inisiyasyon” sınavlarına tâbi tutulması, dolayısile bir zenaat ustası veya dergâh mensûbu olarak  “çelebi” veya “efendi”  sıfatlarıyla anılması da, Osmanlı’nın son zamanlarına kadar süren bir gelenekti. Yoksa onların, Devlet hazinesine asalak olmaları, düşünülemezdi bile…


Dîvân-ı Hümâyûn’a Vezir, Padişah’a Nâzır Olarak Danışman Veren Havassîler:

Havass soyluları olan Güranî ve Bekdaşî sülâlelerinden, Divân-ı Hümâyûn’a vezir, son padişahların kabinelerine de nâzır olarak danışmanlar almak, Devlet-i Âl-i Osman’da bir gelenekti. Öyle ki, meselâ II.Abdülhamit kabinesinde bile, Zaptiye Nâzırı (içişleri bakanı)’nın, Güranî’lerden Şefik Paşa, Nâfıa Nâzırı (bayındırlık bakanı)’nın da, Bekdaşî’lerden Zihni Paşa olması hasebiyle, onların –aralarında- anlaşarak karar vermeleri dolayısile, yeğenleri büyükbabam Ahmet Suphi Bey ile babaannem Hayrünisa Hanım  evlenmişler, veya evlendirilmişlerdir; babamın ve sonra da benim Dünya’ya gelmemiz için… Böyle bir gelenek, Osmanlı’nın “Tevhid Dini” pusulalı, ve “Nizâm-ı Âlem” amaçlı (hedefli) rotadan çıkmasını önlüyordu önceleri; başlangıçtaki “kavl-i karar”ın hatırlanmasına vesile teşkil ettiği için… Ancak ne var ki, Kânûnî’nin açtığı yoldan Hânedân’ın kapitalizme ve Harem entrikalarına râm olmasıyla birlikte, sözkonusu Havass soyluları da genellikle, “patron Osmanlı”nın peşisıra, “kapitalist Dünya görüşü ve yaşam tarzı”nın asimilâsyonuna uğramıştır; Bekdaşî’lerin ana kolu hariç…

Fatih’in Hocası diye ünlenen Molla Güranî, Güran (veya Goran) adındaki bir halka mensup, büyük bir medrese âlimiydi. Güran veya Goran da  aslında, Pers İmparatorluğu’nun Türkmenlerden derlediği suvârîlerden (ve ailelerinden) müteşekkil bir “askerî kast”ın adıydı, ve de Farsça “iyi ata binen” anlamındaki bir deyimden bozmaydı; herne kadar sonradan –halkın yaşam tarzının değişmesiyle- Arap teritoryasında, yerleşik (çiftçi) gibi bir anlam kazanmış olsa da… Ayrıca bu halkın, Güranî diye bir özgün dili de vardı (hatta bu halk bir ara, devlet bile kurmuştu); ama bunların dili, orijinal olmayıp, Türkçe-Farsça karışımı bir “kast jargonu”ydu (ki Kırmançi’nin de, böyle bir jargon olma ihtimâli büyüktür)… Molla Güranî’nin tesis ettiği, ve içinde medresesi de bulunan (Saraçhane-Zeyrek-Cibali üçgeni içindeki) büyük vakfının mütevelliler silsilesi bizim aileye gelmediğinden dolayı biz, Gürânî şeceresinde önemsiz bir yan kol olarak kaldık. Ana kol ise, fâtihân atalarının evkâf olarak bıraktığı muazzam “fetih mülkü”nü koruyamayarak kapitalistlere kaptırmakla birlikte, kendileri de kapitalizmin asimilâsyonuna uğradılar; aynen patronları (ve/veya kılavuzları) Osmanlılar gibi… Sanırım ki, “vahşi kapitalizm” cangılında, doğru dürüst nasıl yaşanabilir diye bocalayıp duruyorlardır; fıtratları itibâriyle kapitalizme pek de uyum sağlayamayacakları için… Buna mukâbil, Bekdaşî sülâlesinin üç büyük vakfının mütevelliler silsilesi ise –mûcizevî  bir şekilde- bizim ailede kesişti; ve de en sonunda bende odaklandı. Çünki bu sülâle, 1826’dan sonra mütevellileri, –bilinçli bir şekilde- bozulan (kapitalizme kayan) düzene uyum göstermeyen, ve de padişahlara yakın durmayan aile ve bireylerden seçmişlerdi. Mesela babamın dayısı mühendis Hayri Bey, kendi çocuklarının Batılılaşma (tango olma) heveslerine pek fazla kapılmış olmalarından dolayı, evkâf evrâkını ve mütevelliliği küçük kızkardeşi Hayrünisa Hanım’a  terk etmişti… Kaldı ki, babam da önce –vebâlinden korktuğu için- mütevellilik sorumluluğunu üzerine almak istememiş, sonra da bana, “insanlığın geleceğini görebildiğim taktirde, Bekdaşî’ler hakkında konuşabileceğimi, aksi taktirde spekülâsyon (kötülük) yapmış olacağımı” tenbihledikten sonra, evkaf evrâkını Devlet arşivine vermekten vazgeçip bana bırakmıştı… Hem zâten kendisi, “ali” olan göbek adımı, “ehl-i tarik” tarafından “derviş ali” diye tesmiye edilmem üzerine nüfûsa kaydettirdiğini de unutmamıştı…

Büyük dedem İmâm-ı Sultan Mevlâna Bekdaş Efendi, Dânişmendiye kökenli Tarikat ulularından  olup da, aynı zamanda Devlet’in en yüksek mevkilerine çıkan ender şahsiyetlerden biridir...  Kendisi, “bekdâşîlik”  tarîkinin resmî kurucusu ve pîri olarak anılmıştır; özellikle de Yeniçeriler tarafından… II.Bayezit, Yavuz Sultan Selim ve Kânûnî zamanlarında yaşayarak, Saray İmamlığı’nın yanında, Surre Alayı imamlığı ile Kânûni’ye hocalık yapmak gibi görevler de üstlenmiştir. Ama ne var ki, 1826’da  Ocağ-ı Bekdaşiyân’ı ilgâ ederek Tevhid yolundan –resmen- dönen Osmanlı’nın, Hanefî  mezhebini  dogmatik bir kilise doktrini gibi  halklara  dayatıp, fütûhât yapmadığı halde, millete “dînî tevhid” yolunu gösteriyormuşcasına  baskıcı bir otorite kurmasıyla, ismi, unutturulması gereken zevâtın en başına oturtulmuştur … Zira  son  Osmanlı, Devlet hazinesi “tamtakır” iken,  borç parayla Kapitalizm’e –resmen- geçme (kapitalistlere râm olma) zilletine düşmüştür. Halbuki, Kapitalizm’e geçmemizin, hem objektif (küresel), hem de subjektif (yersel) bakımdan en uygun şartları, -Devlet hazinesini en üst sınıra getiren- Yavuz Sultan Selim zamanında oluşmuştu. Ama o sıralarda, Batı’da yaşanmakta olan Reform (din’i sorgulama) hareketlerini, Hristiyanlığın inhitâtı olarak yorumlayan Osmanlı, İslâmiyet’in –tüm insanlığa şâmil- “Tevhid Dini” olacağına dair kör inancını,  daha da pekiştirmiştir. Ve o yüzden de Kânûnî, -Hazine’deki servet karşılığında değer yaratacak-  Tarikat Sistematiği’ni (çıkaracağı mûcid ve kâşifleri) ezip, ticârî ilişkileri de Batılıların inisiyatifine bıraktıktan sonra, Devlet hazinesini  Avrupa’yı istilâ etmek için harcamıştır. Yani son tahlilde derim ki, “Osmanlı çöküşü”nün objektif analizi ve özeleştirisi yapılmadan, insâniyet yolundaki  doğru rotamıza tekrardan oturup, fethettiğimiz topraklara yerleşmemiz mümkün olamaz. Çünki Kapitalizm (Globalizm) ideolojisi, bizim “Fütûhât” ve “Nizâm-Âlem” zihniyetimizle taban tabana zıttır, ve de “Evrensel İnsâniyet”  yolundan en ufak sapma gösterdiğimizde (yani açığa düştüğümüzde), bizi parçalayıp yutmak üzere bekleyen bir canavar gibidir. Son –ve yoz- Osmanlı’nın, Türk asıllı büyük insanların esâmîsini unutturup, sâdece kendisi ile devşirme paşalarını öne çıkaran düzmece (ve hamâsî) bir tarih yazdırmasıyla da kurtuluş mümkün değildir; böyle bir kurnazlık, devekuşunun kafasını kuma gömmesi gibi bir beyhûde uğraştır. Çünki “tarih tahrifâtı” şeklinde yapılan kurnazlık, Osmanlı’yı kurtarmadığı gibi, Halâskârgazi Mustafa Kemal Atatürk’ün kazanımlarını bile erozyona uğratmıştır. Tarih, onu yaşayanların torunları tarafından –yeni bilgiler ışığında- istikbâlin görülmesiyle yeniden anlaşılabilecek, canlı (feed-back etkileşimli) bir bilimsel disiplindir. Ve, ne yazıktır ki, tarihimize bu canlılığı kazandıracak insanlar, kurnaz Osmanlı soyundan da, onun devşirme paşalarının soyundan da çıkmamıştır; yani bu soylar, kapitalizm tarafından tamamen asimile edilmişlerdir... İmam-ı Sultan Vakfı’nın arâzisi, bugünkü Karaköy Palas binası merkez olmak üzere, kadınlı erkekli bölümleri hâvî bir büyük hamam, 35 dükkân ve mescidiyle Karaköy’ün tam orta göbeğini, kısmen Eminönü’nü, ve de Eyüp’ün Ayvansaray girişindeki Türbe alanını kapsamaktadır. Ayrıca Tokat’tan 34 dükkan, Sivas’tan bir köyün yarısı, Manisa ve diğer bazı illerden katılmış mülhak vakıflar da mündemiçtir bu vakfın içinde… Bu büyük zât, 1534 tarihli vakfiyesinde evlâdına, “.. daima Allah’ın delillerini arayın!” diye bir vasiyette bulunmuştur. Böyle bir vasiyet ve tavsiye, kendisinin, Allah’ın delillerinin (isim veya sıfatlarının) sonlanmadığı kanısında olduğunu göstermektedir; ki bu, bugünkü anlayışla bile gâyet bilimsel (anti-dogmatik) bir görüştür… Ben de O’nun bu görüşünden hareketle -ve son bilimsel buluşların ışığında- düşünerek, Tanrısal delillerin (nitelik, sıfat veya parametrelerin) sonsuz olması icap ettiğini, dolayısile bir “mit” tarifi vermeyeceğini, ancak bir yön (Tanrısal rota veya yol) tâyin edebileceğini göstermişimdir. Kaldı ki, sıra dışı varlık anlamında bir mit (Allah) kabul edilse bile, bunun paradoksal (akıl dışı) olacağını –dolayısile insanlıkta kargaşaya yol açacağını (açtığını)- da, Russell Paradox’u mehaz göstererek vurgulamışımdır. Ve böylece de, insanlığa “söz”lerle nizâmat verme ve istikâmet tâyin etme anlayışının hâkim olduğu “tarihî devirler”in, ve bu devirlerin mantığı (Aristo Mantığı) ile birlikte, en başat doktrinleri olan “din”lerin de sonlanması gerektiğini ortaya koymuşumdur. Ve bu gerekliliği de, insanların –zaman ve mekân mevhumlarını doğuran- “ritm melekesi”ni edindikleri  tarih öncesinin (ateşin kullanımı öncesinin), zamanlar üstü ortamını (Panteist-Zon’u) tarif etmekle ispatlamışımdır. Kaldı ki, bu bilimsel çıkarımlarımın, 1826 hıyânetini yaşayan atalarımca varılan, “Dînin zâhirden (tapınmacılıktan) çıkıp, bâtına girdiği..” yolundaki hükümle de örtüştüğünü görüp mutmain olmuşumdur.

Yukarıdakilerden başka bir diğer dedem de, Dânişmendiye kökenli ve Seyfîyân’dan olan, Ayasofya Camii İmamı Hüsam Bey’dir.  Ayasofya imamlarının, Cuma hutbelerine fâtihân temsilcisi olarak yalın kılıç çıktığı, ve de taht’a çıkan padişahlara (mutemelen Yavuz’a ve Kânûni’ye) kılıç kuşandırdığı ilk zamanların imamlarındandır… 1530 tarihli vakfiyesine göre, bugünkü Saraçhane mıntıkasını ilk îmar edip vakfeden bir müteşebbistir aynı zamanda…

Nihayet, son büyük dedem de, yine Dânişmendiye kökenli, ama Şurbîyân’a mensup olan Kiremitçi Ahmet Çelebi’dir. Büyüklerinin, Fatih Sultan Mehmet’ten “has” olarak aldıkları, ve o sebepten bugün hâlâ Hasköy adıyla anılan mıntıkada kendisi, inşaat malzemeleri imâlâtçılığına girişip, bir de teknik okul açarak bir nevi sanayi kompleksi meydana getirmiştir. Ve bu sûretle de, Istanbul’daki –Hasköy ve Silâhtar’ı kapsayan- ilk ve en büyük “işletme” vakfını kurmuştur. Kiremitçi Ahmet Çelebi’nin, 1549 tarihli vakfiyesinde, “…minâresi semâ ile yarışan…” diye övgüyle bahsettiği camii’ni, II.Abdülhamit, -Bekdaşî varlığını ve evrâkını yok ettikleri inancıyla- sahipsiz sanarak, kendi vakfına geçirtmiştir…

Ayrıca, yukarıdaki büyük atalarımın  soyundan gelen –ve de benim veya kuzenlerimin dedeleri olan- Lütfullah Paşa (18.yüzyıl) ve Doğu reformatörü Müşir Osman Paşa (19.yüzyılın ilk yarısı)  gibi öyle mümtaz şahsiyetler vardır ki, bunların da esâmisi bütün kayıtlardan silinmiş, ve  nisyâna terk edilmişlerdir; son Osmanlılar tarafından… Kaldı ki, Müşir Osman Paşa’nın –seferde olmadığı zamanlarda- ikâmet ettiği, ve de Paşa’nın zehirlenerek katledildiği akşam kundaklanmış (1840’larda) bulunan, Boğaz’ın ilk ve en muhteşem yalısaray’ı  Kuzguncuk Palas (Sulu Saray)’ın da, hiçbir yerde resmi bulunmamaktadır; Frenk kartpostallarına basılmış ve Avrupalılarca muhâfazaya alınmış olduğu halde… Bu durum, son Osmanlı’nın uyguladığı, “tarihi tahrif ederek, kendini –olduğundan- önemli gösterme” şeklindeki oligarşik çıkar politikalarının, ve de 1826 vahşetiyle İstanbul Türk Kültürü üzerinde uygulanmaya başlayan “kültürel soykırım”ın hâlâ devam ettiğini göstermektedir…


Durum Tespiti ve Objektif Önerme (Propozisyon):

Ben Molla Gürani, İmâm-ı Sultan Mevlâna Bekdaş Efendi, Ayasofya İmamı Hüsam Bey, Kiremitçi Ahmet Çelebi  gibi mümtaz eşhâsın (büyük vakıflarının) evlâdından, bunlardan ikisinin mütevelli adayı, ve İmam-ı Sultan Vakfı’nın da son mütevellisi olarak, Avrupa müktesebâtı çerçevesinde dâva açıp, yüzmilyarlarca (hatta trilyon) dolarlık tazminat isteme (ve kazanma) hakkına sahibim. Bu hakkımı ben kullanamasam bile, benim evlâd, yeğen veya kuzenlerim, aynı hakkı tahakkuk ettirebileceklerdir. Kaldı ki, bütün eski vakıfların evlâdı da aynı yola gittiğinde, Devlet’in nasıl ağır bir yükün altına gireceği, ve dolayısile de, “Tevhid Dini’nin son fatihleri” edâsıyla halkı –din ile- aldatarak sivrilen yeni zenginlere karşı, nasıl olumsuz bir tavır almak zorunda kalacağı açıktır.  Yine açıktır ki, hukuksuz bir şekilde yağmalanmış olduğu için, her an “alt-üst” olmaya aday böyle bir ülkeyi Avrupa Birliği, bünyesine entegre edemez; ve etmez de… Eğer –son- Osmanlı, şahsî menfaatleri husûsunda paniğe kapılmayıp da samimi ve dürüst olabilseydi, resmî bir “Hanefi Kilisesi” kuracağına, Tevhid Dini’nin Kapitalizm karşısında tutunamadığını ve bittiğini açıkça itiraf edip, “şahsî mülk”ün mubah (meşrû) olduğunu ilânla, yeni bir hukûkî zemin yaratabilirdi. Ve böylece, “Tevhid Dini” olma iddiasıyla ortaya çıkacak –ve birbirini yiyecek- İslâmî kiliselerin (cemaatlerin) türemesini de önleyebilirdi…  İşte ondan dolayı, Havassî soydan geldiği halde, Osmanlı gibi yozlaşıp Kapitalizm’e râm olmamış insanların, ”foundation” anlamındaki kapitalist vakıflar peşinde koşması da olacak iş değildir. Dolayısile, bütün bu problemleri çözmek, ve de Avrupa Birliği’nin bize uyguladığı manipülâsyon politikalarından (vesâyetçiliğinden) kurtulmak için, benim gibi insanların TBMM bünyesine “danışman” olarak alınması, gâyet rasyonel bir tedbir olacaktır. Zira bizim gibi, kökenden “anti-kapitalist” insanların fikirlerini, kapitalistler satın alamaz; ve almaz da... Kaldı ki ben zâten, uzun yıllar boyu, bu Devlet’e –bir nevi- fahrî danışmanlık yaptım... Mesela ben îkaz etmeden önce (1970’lerin ortalarına kadar), bu Devlet’in adı bile yoktu; zira  “devletlû”lar hâlâ, “Türkiye Cumhuriyeti” ibâresini, 1920’lerden gelen ezberleriyle, “Hükümet” adı olarak anlıyor ve kullanıyorlardı. Kaldı ki, bu “arz-ı hâl”im bile, Türk Devleti’ne sunduğum mütemmim bir “danışman raporu” olarak düşünülebilir… Ama ne yazıktır ki, “komünizm” fobisinden kurtulmak (!) amacıyla NATO’ya sığınarak beynini  yıkatan,  “Atatürkçü” nâm vesâyetçi klik, -bana inisiyatif tanımamak uğruna-  söylediklerime hep şüpheyle bakıp  saçma sapan işler yaptılar; ve de ülkemizi bugünkü çıkmazın içine soktular… Bense, onlardan zerre kadar etkilenmeden fikrî inisiyatifimi sürdürüp, gerekli soyutlamaları yaparak, “kapitalizm”in mutlaka aşılması gerektiğini, ve de tedrîcen aşılacağını, -teorik bazda- bilimsel olarak ispatladım; hem de, “kapitalizmin anti-tez’ini cezrî tedbirlerle yaratma” iddiasıyla ortaya çıkmış komünist devletlerin –bir “öncü deprem”le- yıkıldığı sırada… Aslında TBMM bünyesi içinde –Batı’daki senatoların mütekâbili olarak- bir Danışmanlar Şûrası tesis etmek, gerek şart hâline gelmiştir artık… Bilindiği gibi “senato” Roma’da, asillerden oluşurdu; ki bizim Padişah Dîvânı’nda bulunan Tarikat ve Havass seçkinleri de, bir nevi senatör sayılabilirdi. Ama şimdi bizim, bu kişilikleri soyutlayarak bilimsel (ihtiyacın belirlediği) bir senatör tanımı yapmamız gerek… İşte bu durum muvâcehesinde Danışmanlar Şûrası’nın, ilk tertipte, 65 yaşını bitirmiş, kapitalist (sermaye çevirmiş, spekülâsyon yapmış), ve de herhangi bir aşiret veya cemaat mensûbu olmayan, ve/veya bütün felsefî, ideolojik, dinsel doktrinlerin Aristo Mantığı ile malûl olduğunu bilince çıkarmış bulunan kişilerden teşkil edilmesi, -fonksiyonunu icraya başlayabilmesi için- yeter şart olarak kabul edilebilir. Çünki, ilk oluşumundan sonra bu heyet, hem “adam” olmanın kriterlerini ortaya çıkarmaya çalışacak, hem de toplumun muhtelif katmanlarında (özellikle de gençler arasında) uygulanması gereken, “inisiyasyon” seçilimini geliştirmeye çalışacaktır; kendinden sonrakileri doğru seçebilmek için… Böyle bir heyetin, milletvekillerine tek tek danışmanlık hizmeti vermesiyle birlikte, aynı zamanda “genel kurul”a kanun teklifi verebilmesi, Meclis’ten çıkan kanunları Anayasa Mahkemesi’ne götürebilmesi, ve  Anayasa yapımı veya değişikliklerinde söz hakkına sahip olması gibi yetkilerle de donatılması mantıkî bir çıkarımdır herhalde…


Subjektif Çıkıştan Objektif Görüşe Ulaşma; ve Zulüm Duvarı:

Komünizm ideolojisi, ülkemiz üzerindeki baskısını arttırıp da, buna karşı –Devlet politikası olarak- İslâmî tapınç kültü ve mugalâta öğretisi yükseltilince, 1965 yılından itibâren şöyle bir hipotez geliştirdim: İnsanın, hayvandan –nesnel- farkı bilinmedikçe, insanlık hakkında uydurulan bütün teori ve öğretiler, “spekülâtif zorlamalar” olmanın ötesinde bir mâna ifade etmez. Yani bütün insânî özellikleri yaratan parametre bilinmedikçe, insanlar –doğru- seçilip sıralanamaz; ve dolayısile de, güdüme müsait (hatta muhtaç) bir sürü hâline gelirler, veya getirilirler… Çünki, 1960’larda patlayan komünist ve Marksist eserler furyası, üzerime üzerime gelince, tabii ben de onları eleştirel bir gözle okumaya başlamıştım. Ama bunu, kapitalizme ve/veya dine sığınmadan (yaslanmadan) –objektif olarak- yapabilmemin nedeninin, ailevî kökenimde olduğunu, çok sonraları fark ettim. Zira bizim sülâle –Bizans’ın fethi yıllarından beri- devletçiydi ama iktidarcı değil, dindardı ama tapınmacı (mitoman) değil… Oysa bir düşünür, din, kapitalizm ve komünizm ideolojilerinden birine bile angaje –olmuş- olsa, o kişinin doğru düşünebilmesine, ve de insâniyet hakkında bilimsel (objektif) bir teori ve öğreti geliştirebilmesine imkân yoktu. Çünki bütün bu ideolojiler, ateşin kullanımı (ve ilk mağara resimleri) öncesinden bîhaber olanların, ve de beslenmeyle, çiftleşmeyle ilgili “tabu”lara bir anlam veremeyenlerin düşünce sistemleriydi; ve dolayısile de birbirlerine alternatif, daha doğrusu anti-tez olamaz ve birbirlerini aşamazlardı. Dolayısile bunların taraftarları da, kısır lâf mugâlâtalarıyla daima didişir, ekonomik kriz peryodlarında da –muhtelif bahânelerle- bir şekilde savaşırlardı. Yani bu ideolojiler, ateşin kullanımı (ve resim yapma) ile başlayan Tarihî Devirler’e has olan, ve de “tarih öncesi”nin keşfiyle aşılması icap eden düşünce sistemleri veya dünya görüşleriydiler… Aslında, bütün tarihî devirlerin temel iletişim aracı olan “dil” ile, din-felsefe- ideoloji başlıkları altında söylenebilecek her şey söylenmiş, ve “deniz bitmiş”ti… Onun için, hipotezimi formüle ettikten tam 20 yıl sonra (1985’te) bütün sözleri tükettiğimde, yani komünizm, kapitalizm ve dinsel doktrinlerin klişelerine (söz kalıplarına) sığınmadan savunma yapabilme imkânım kalmadığında kendimi kodeste bulunca, -bir akşam âniden- kafama dank etti: Bir  insanı, insan yapan maddi fenomen (veya parametre), ritm melekesi idi… Yani insanlar, ritm melekesi ve onun türevi olan sıralama melekesinin sıhhati veya hassasiyetine göre sıralanabilir, ve böylece de Dünya’da sarsılmaz bir düzen (Nizâm-ı Âlem) kurabilirlerdi. Zira bu melekeler bir insanın, zaman ve mekân farkındalığının, yani bilincinin göstergesiydiler; ki onun için de, bunlara göre insan seçilimi yapıldığında, devletlerin başına –hiçbir şekilde- bir konformist güruh (oligarşi) gelip çöreklenemezdi… İşte bu bilgiler ışığında, dönüp de Doğu Roma’yı fethettiğimiz tarihlere bir daha baktığımda, Ortodoks (tapınmacı-mitoman) olan, ve de şahsî mülk ve servete (kapitale) cevaz veren, yani bugünkü Global Kapitalizm düzeninin prototipi durumunda bulunan Pax-Romana’yı nasıl yıktığımızı açıklıkla anladım. Mutlak İktidar anlamında bir “devletçilik” güden, ve de tapınmacı (mitoman) Müslüman olan Arap sultanlıklarının başaramayıp da bizim başardığımız bu işin sırrı, Türk Tarikat Sistematiği’nde yatmaktaydı aslında… Çünki bir defa, Tarikatçılar dindardılar ama tapınmacı (mitoman) değillerdi; devletçi idiler, ve o zamanki anlayış mûcibince, -insânî vasıflarıyla temâyüz etmiş- bir “bey” ailesi (hânedan) riyâsetinde bir devlet kurmaya çalışıyorlardı ama, iktidarcı (bendegân) değillerdi. Sonra da onlar, -tapınç ritüeli olan- namazı, Cuma günlerinde veya savaşa hazırlık bâbında uygulanan bir kitlesel seremoni olarak anlar, padişahı da, Allah nâmına kamu (insanlık) mülkünü koruyan ve adalet dağıtan bir aziz temsilci gibi görürlerdi. Ki zaten Kuran da onlara cevaz vermekteydi; yol üzre olanları, namaz ibâdetinden ve Hacc farîzasından muaf tutmakla… Saltanat dindarları (tapınmacılar), gerçekleştirdiğimiz mûcizevî dönüşümü (Fütuhâtımızı), metafizik güçlere ve himmetlere bağlarlar; ki dar kafaları (düşünce sistemleri) dâhilinde haklıdırlar da böyle düşünmeye… Zira onlar, insanın kendini yapılandırdığı “tarih öncesi (ateş ve bilinç öncesi)”  zondan bîhaberdirler; ki zaten Tarihî Devirler’de icat edilmiş olan “söz”lerle de, “tarih öncesi”nden haber almak mümkün değildir. Oysa bütün köklü dönüşümlerde, belirleyici rolleri oynayan aktivistlerin idrâk ve davranışları, -kendileri bunu sözlerle ifâde edemeseler de- tarih öncesinin yaratıcı aktivitelerine indekslidir. Dolayısile onlar, kendilerini sözle ifâde edememek anlamında “mistik” sayılsalar da, kesinlikle metafizikçi (sihirbaz,büyücü) değil, realist (deneyci) mârifet ehlidirler. Nitekim Roma fütûhatımızdaki aktivistlerimiz (inisiyatörlerimiz) olan dervişler de, “tarih öncesi” aktivitelerine indeksli olarak –Araf’da- yaşayan şâman kökenli insanlardı; ki fethi de aslında onlar, ve şöyle gerçekleştirdiler: Gaziler mârifetiyle Rum kuvvetlerinden arındırılan ve Pax-Romana zulmünden kurtarılan topraklara önce –içindeki meskûn halkları rahatsız etmeksizin- dervişler (abdalân) girer ve zâviyeler açarlardı. O zaviyelerde bir yandan fakir halk doyurulurken, diğer yandan da, düzenlenen –eğlenceli- âyinlerde insan seçilimi (bir nevi inisiyasyon sınavı) yapılırdı. Hatta bu arada, temâyüz eden bireylere “çile(meditasyon)” eğitimi de verilirdi… Yapılan bu “inisiyasyon” ayıklaması aslında, ritmik âyinlerde, kademli (adım atmasını bilen), yani “ritm melekesi” sağlıklı olan insanların seçilimiydi; ırk ve din farkı gözetilmeksizin… Aynı grupsal âyinlerde (semah’larda), grubun ritmik rezonansını bozan, melekeleri muhtel insanlar da, “kademsiz (uğursuz)”  diye ayrılır; ve de bazı bireylerin –veya kurumların- emrine “kamber” diye verilirdi; köle olarak değil… Daha sonra ise, seçilmiş kademli (kıdemli) kişiler dergâhlara gönderilir, ve oralarda da bireylerdeki “sıralama melekesi”nin, yani mekân farkındalığının, ve dolayısile tenâsüb, nisbet (oran=rasyo) duygusunun test edilmesi sağlanırdı; Yunus Emre’nin, yıllarca “düzgün odun” tertîbine çalışması misâli… Ve oradan da seçildikten sonra bu inisiye dervişler, ya yeni bir zâviye veya dergâh kurarlar, ya da ahîlere katılır dükkân açarlardı… Zâviyeleri finanse edenler, savaş ganimetlerini bölüşen gâzilerdi tabiatıyla… Daha sonra ilk padişahlar da, Balkanların fethinde devam ettiler; zâviye açan inisiyatör (kolonizatör değil) dervişleri finanse etmeye… Bu şekilde yerli üretim öyle bir kaliteye ulaştı ki, mesela 15.yüzyıla gelindiğinde, Ankara’nın tiftik kumaşı, İngiltere yoluyla tüm Dünya’da ün saldı; -sofu’dan bozma- soft adıyla… Osmanlı padişahları, -kendiliğinden ortaya çıkmış- “cihattan kazanılan ganimetlerin bir kısmını, insan seçilimine ve kaliteli üretime yatırma” düzenini bilince çıkarabilselerdi, sırf istilâ ve yağma için değil, pazar açmak  için de savaşmayı öğrenecekler, ve de Yavuz Sultan Selim zamanındaki muazzam servet birikimini böyle bir –kapitalistçe- strateji için kullanabileceklerdi. Ne var ki Kânûni, bunun tam tersini yaparak, babasının bıraktığı büyük devlet hazinesini nâfile istilâ (toprak kazanımı) savaşlarında harcadı; hem de Tarikatçı üreticilerin isyanlarını bastırıp, spekülâtör Avrupa tüccarlarına kapitülâsyonlar vermekle birlikte… Ve üstelik, Katolik Macar Ordusu’nu dağıtmakla, neşvü nemâ bulmakta olan emperyalizmin en önemli unsuru “paragöz Hristiyan mezhepleri”nin (Protestan’lığın) ortaya çıkmasına da yardım etti; ister istemez… Halbuki büyük dedesi Fatih’in yolundan gitseydi, Papalığı da himâyesine alıp, tüm dinleri uzlaştırabilecek bir Tevhid İmparatoru olabilirdi; anti-kapitalist Nizâm-ı Âlem projesini de hayata geçirmekle birlikte…

Büyüklerim, insanlığın geleceğini görebilirsek tarihimizi doğru anlayabiliriz; tarihimizi doğru bilirsek, insanlığın geleceğini (Nizâm- ı Âlem’i) görebiliriz derlerdi. Nitekim de, aynen öyle oldu: Atalarımdan sirâyet eden anti-kapitalist dürtüler bana, insâniyeti anlama insiyâkı verdi; insâniyeti anlarken de, atalarımın aslında ne yaptığını, bir Dünya imparatorluğuna nasıl son verdiğini, ve de nasıl bir Nizâm-ı Âlem tasarladıklarını anladım… Ama bu arada şunu da anladım ki, tarihî devirlerin son, ve Dünya’nın yegâne global (mono-blok) ideolojisi olan Kapitalizm’e karşı, bilimsel bir teori, kapitalistçe davranıp yaşamaya rağmen gerçekleştirilemezdi. Zira anti-kapitalizm demek, aslında “anti-tarihî devirler” demekti; ki dolayısile, hâlâ revaçta olan bütün felsefî ve dînî  ideolojilere de karşı çıkmayı (olmayı) gerektiriyordu. Yani Kapitalizm’in aşılması, tarihî devirlerin son ve en büyük Aydınlanma olayı olmalıydı; olacaktı… Ve onun için de, başlangıçta öncülerin, bir tür –toplumsal- “aforoz” direnciyle karşılaşması, normal sayılabilirdi. Nitekim ben de, böyle bir direnç karşısında, İnsan(Emek) Bilimi’ni, geriye döndürülemez (gerilerdeki bir görüşe indirgenemez) ve çarpıtılamaz bir şekilde olgunlaştırdığım anda (74 yaşında), ekonomik olarak “epsilon mal-mülk” ve “sıfır gelir” seviyesine kadar düşmüş oldum… Ama bu kadarı da, pek normal değildi; ve istihbâratçıların etkisini hesaba katmadan izah edilemiyordu… Herne kadar artık, “yakın tâkip” tâcizine mâruz kalmasam da, sistemli bir “uzak tâkip” uygulamasıyla, koyu bir tecrit ve ambargo operasyonuna tâbi tutulduğum âşikârdı… Bir defa, yakın ilişkide olduğum, “günlük hayat alışkanlıklarından ve yakın çevrelerinden kopma” endişesi taşıyan herkes –bir şekilde- korkutularak uzaklaştırıldılar. Benimle ilişkiyi kesmemekte israr edenler ise, olmadık operasyonlara mâruz bırakıldılar… Mesela, benim –insâniyet yolundaki- en uzun süreli ve en yakın takipçim olan Mahmut Açıksöz’ün başına gelenler, Dünya zulüm tarihinin en başlarına kaydedilecek türdendir. Öyle ki, benimle birlikteyken, bazı hayâlet nifakçılar, dînî ve etnik kökeni dolayısile kendisine karşı  gizli -ve sinsi- bir “ötekileştirme” propagandası yürüttükleri halde, aynı “hayâlet”ler diğer yandan da, onun halkı içinde, Mahmut Açıksöz’ün Türkçülere ve Sünnilere uyduğu yolunda fitne yayabilmişlerdir. Ve böylece de kendisini, açlık sınırında yaşamaya mahkûm edebilmişlerdir; bu  “uzak tâkip”çiler… İstihbaratçılar bunu, o mazlum halkın içinde –provokasyonlarda kullanmak üzere- örgütledikleri ekstremist grupları muhâfaza etmek için yaptıklarından, katmerli kötülüğe yol açmakta ve de suç işlemektedirler aslında… Zira, ekstremist grupların içine çekilerek harcanan gençlerin, o halkın en diri unsurlarından olduğunu, ve dolayısile de Türkiye’nin istikbâli adına büyük bir kayıp  teşkil ettiğini yakından biliyorum… Ayrıca rahatsız edilen bir diğer takipçim de, 46 yıl önce “lise talebesi-öğretmen” ilişkisi çerçevesinde tanımış olduğum, ve 1970’lerde çıkardığım Katkı Dergisi’nin “Yazı İşleri” sorumluluğunu da bir süre yüklenmiş bulunan Mehmet Yavuz’dur. Bana yaklaştığı zamanlarda, MİT  ve BND (Almanya’nın Federal Haberalma Servisi) adları bile kullanılarak nasıl (küstahça) bir tâciz operasyonuna tâbi tutulduğunu, çok yakından –belgeli olarak- izlemişimdir… Bu gibi resmî provokasyonları, nezdinizde protesto ediyorum…

Nizâm-ı Âlem  ve Ebedî Devlet kurmak üzere yola çıkmış, ve bu mefkûreyle tarihin en büyük imparatorluğuna son vermiş fâtihlerin evlâdı olarak, Türkiye’ye bu tarihî derinlikten bakmaya, ve de insanlığın gidişâtında yine öncü (inisiyatörce) roller almaya mecburuz. Aksi halde, -Globalistlerin şişirdiği ve manipüle ettiği- arkaik ve anakronik ideolojiler, cahiller sürüsünden pek çok taraftar bulacaktır; ortalığı karıştırmak için… Ama biz bu memleketi, câhil çoğunluğun oylarıyla değil, seçkin insanların (gâzilerin, ermişlerin) –halkı motive eden- gayretleri ve/veya inisiyatifleri ile fethettik… Onun için TBMM Başkanlığı’nda oturan zât, halkın temsilcilerinin başkanı olduğu kadar, aynı zamanda fâtihlerin, gâzilerin, erenlerin (onların zihniyet ve mefkûrelerinin) de temsilcisi olmak durumundadır; herhalde…

Halaskârgazi Mustafa Kemal Atatürk’ün, Türk Devleti’ni yeniden oluştururken, temel taşı olarak koyduğu (tesis ettiği)  TBMM’nin başkanı konumunda bulunan, ve dolayısile aynı zamanda Atatürk’ü de temsil eden, zât-ı âlinize, iş bu hâlleri –bilgi ve ilgi için- arz ederim…

Kendilerinde metafizik “seçilmiş”likler vehmederek, veya çoğunluğun oylarıyla seçilmeyi, gerçek bir “seçkin”lik sayarak, olmadık işlere kalkışanların arttığı günümüzde, böyle bir dilekçe yazma riskini, tarihimizin bana –objektif olarak- yüklediği görev ve sorumluluk gereğince göze alabildiğimi, bilmenizi isterim. Bu durumu taktir edeceğinizi  umar, saygılar sunarım…



ALİ ERGİN GÜRAN: 02/06/14


İnternet adresi: www.bekdasikodu.org                                                                                                 
e-mail :
alierginguran@hotmail.com


Gereği için:
TBMM Başkanlığı’na…


Bilgi için:
AKP Meclis Gurubu Başkanlığı’na…
CHP        ,,         ,,            ,,                                                                                                                        
MHP       ,,        ,,            ,,                                                                                                                      
HDP        ,,        ,,            ,,