Sonuncu ve Birinci Yeniçeriler
bekdasikodu.org

Tebliğler

İfşaat

Mektuplar

Saklı Tarih Arşivi

Yayınlar

Dava Belgeleri

Haber - Yorum

Cevaplar

Bekdaşi Kodu - bekdasikodu.org - Türk olmak adam olmak demektir.


Türk Olmak Adam Olmak Demektir.
back yaz

Küresel Kapitalizm İmparatorluğu da, Roma Düzeni’ni Yıktığımız Gibi Yıkılacaktır...

Herşeyden önce şu bilinmelidir ki, Pax-Romana düzenine (zulmüne) son verenler, resmî (Sünni=Hilâfetçi) İslâmcılar veya biatlı Müslümanlar değildir. Ve zâten, ezbere-taklite dayalı öğretisi, ve tapınma şeklindeki itaat disipliniyle tesis edilmiş –dogmatik- Ortodoks din anlayışının, başka bir Ortodoksi (Sünni İslâmiyet) tarafından aşılması da mantıken mümkün değildir. Zira yığınlar (halklar), ezberlerinin ve tapınma ritüellerinin belirlediği dinlerinden vazgeçemezler; ki nitekim, Hz.Muhammet’ten beri Roma’yı fethetmeye kalkışan Araplar da, Selçuklular da bunu başaramamışlardır. Kaldı ki, insanlık tarihinin son aşamasında, ve üstelik 1500 yıl kadar devam eden uzun bir süreç nihâyetinde, hem de “İsa-Mesih” efsânesinin Pagan kültüründe zemin bulması üzerine, Hristiyanlığı da özümseyerek, iyice pekiştirilmiş olan mükemmel bir Ortodoks düzenin, tarihî devirlerdeki başka akıllarla (düşüncelerle) yıkılabilmesi de, mümkün olamazdı herhalde… Onun için, Anadolu’daki Selçuklu saltanatına son verenlerin de, Osmanlı beyliğini güdümleyip önlerine (başlarına) geçirerek Bizans’ın fethini gerçekleştirenlerin de, aslında şâman (Türk) kökenli “deli-veli”ler olduğu bilinmeli, ve de onların, İslâmiyeti, hem bir meşrûiyet kılıfı olarak kullandıkları, hem de –tarih öncesinin yaratıcı aktivitesiyle- “Tevhid Dîni” olarak realize ve forme ettikleri iyi anlaşılmalıdır bir defa… Sonra, bu işi başaran Babaileri, Abdalân-ı Rûm’u, yani Türk Tarikat Sistematiği’ni de, tarihin bir devrinde akılla (düşünülerek) uydurulmuş bir düşünce/davranış disiplini olarak görmemeli, ve de o inisiyatörleri bağlayacak nihâyi bir mahreç (temel tarikat) aranmamalıdır. Çünki böyle bir arayış, müziği veya “söz”ü ilk önce kim icat etti diye düşünmek kadar abes bir çaba olur... Aslında, Tarikat sistematiğinin ana davranış biçimi olan ritmik âyinler, insanı insan yapan, ve dolayısile müziği de, sözü de, ve hatta aklı da yaratan temel davranış biçimi olarak, ateşin kullanımı öncesine kadar dayanmaktadır; menşey îtibâriyle… Ki biz buna, “panteist-zon”, veya daha doğru bir ifâdeyle “tarih öncesi-zon” diyoruz… Zira ateşin kullanılabilmesi, ve “mağara resimleri”nin yapılabilmesi noktasında, -sayma(ritm) ve sıralama melekelerinin olgunlaşmasıyla- insanların zaman ve mekân bilinci kazandıkları, ve dolayısile de kronolojik “tarihî devirler”e girdikleri düşünüldüğünde, ritmik davranışların, “varoluş aktivitesi” olarak insanlığın hayatında daima bulunduğu gerçeği kolayca anlaşılabilir. Yani “tarih öncesi”nin, başlamış ve bitmiş bir kronolojik zaman aralığı olmayıp, hâlâ devam eden bir “zon” olduğu gerçeği… Ve bununla birlikte, aramızda, “tarih öncesi-zon”u aşarak “tarihî devirler”e girememiş (Rubikon’u geçememiş), melekeleri muhtel ve - insânî faaliyetlerden (bilim ve sanattan) zevk alamayacağı için- rehbere muhtaç olan, pek çok insanın bulunduğu realitesi de ortaya çıkar. Bu nokta çok mühimdir zira, Kapitalizm denilen sömürü düzeni, sözkonusu geri insanların –içgüdüsel sâikler ve şartlı reflekslerle- ehlî hayvanlar gibi, hem tüketici, hem de “rutin”de veya “uzmanlık”ta çalışan müstahdemler olarak kullanılmasıyla neşvü nemâ bulmuştur… İşte Anadolu’ya gelen göçebe insanların, “Roma” gibi oturmuş bir sosyo-ekonomik düzen tarafından asimile edilememesinin esas sebebi, “tarih öncesi-zon”daki insanlara, doğru dürüst bir insânî hayat için rehberlik eden, yani peygamberler kadar güçlü melekelere sâhip bulunan, “abdal” veya “meczup” adındaki inisiyatör dervişlerdir. Ki Roma’nın fethini de, zamanlar üstü yaşayarak Mehdî’nin, veya Mesih’in haberciliğini veya öncülüğünü yapan, ve Hz.Muhammet’e de –tarihî öncelik ve kalitatif yükseklik anlamında- protokoler bir üstünlük tanımakla birlikte, kategorik bir yücelik atfetmeyen, ve sonuçta mitoman (tapınmacı) dindar olmayan bu dervişler (deli-veli’ler) gerçekleştirmişlerdir aslında… Bu dervişler, tarih öncesi (veya Öbür Dünya) ile temas hâlinde yaşayıp, olgun derecede meditasyon yapabildiklerinden, “peygamber”liği, kategorik farklı bir “tanrısal seçkinlik” olarak düşünmemişlerdir; ve düşünemezlerdi de… Çünki onlar, insanların, kemâlât sıralamasına tâbî Tanrı tezâhürleri olduklarına inanırlardı; Yunus Emre’nin, “Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm” dizelerinde anlattığı gibi… Zaten onlar, Muhammet peygamberin de, selefleri gibi katıksız bir mitoman olmadığını, Allah’la arasına bir irtibatçı melek (Cebrail) koyarak ifâde ettiğini anlamaktaydılar… Yâni bir bakıma, I.Haçlı Seferi akabinde, hem de zâlimleşen Selçuklu Sultanlığı’na rağmen, Anadolu’ya –tarih öncesiyle irtibatlı yaşadıkları için kerâmet sahibi (yaratıcı) olan- evliyâ yağmıştır, denilebilir… Onun içindir ki, halkımız hâlâ, -“yatır” dedikleri- hakîkî veya sembolik mezarları başında, şiir ve türkü şeklinde kristalize olarak yeni bir kültür yaratan “Anadolu-Türk Rûhu”nun bu babalarına, muhtelif biçimlerde şükran ve minnetlerini sunmaktadırlar; kitâbî (Sünni) İslâmiyetin yasağına rağmen… Ki bunun üzerine de, Sünni mollalar, bu “yatır”ları sâhiplenmek zorunda kalarak, onları sünnîmişler gibi gösterme sahtekârlığına başvurmaktadırlar… Yani aslında, “abdal”ların ödediği bedellerle, ve “meczup”ların yeni bir toplumsal ruh (kohezyon) yaratmalarıyla, Anadolu’daki sosyal transformasyon (veya fetih) gerçekleştirilmiştir. Yoksa, mitoman mollaların uydurduğu efsânelerdeki gibi, evliyânın üfürüğünü (duasını) arkasına alarak havalanan (gaza gelen) sultanların askerleri veya suvârileriyle başarılmış ve/veya kazanılmış pek bir şey yoktur bu fütûhâtta… Zira meczup, “cezbeye kapılmış derviş” demekti; ve buradaki “câzibe” de, zâviyelerde yapılan gurupsal –ritmik- âyinlerde husûle gelen, “ritmik rezonans”tan mütevellid iç çekim (kohezyon) kuvvetiydi aslında... Ki dolayısile de, “meczup”luk hâlinin metafizikle, ve de herhangi bir mental veya psikolojik hastalıkla bir alâkası yoktu; herne kadar bu hâli yaşayanlar, o anki duygularını anlatabilmek için, olmadık (absürt) metaforlar kullanmak mecbûriyetinde kalmış olsalar da… Ve sonradan, Osmanlı düzeninin Pax-Romana’ya benzemesiyle birlikte, zâviyeler yozlaşıp, meczupluk “deli numarasıyla dilencilik yapmak” sahtekârlığına dönüşmüş olsa da… Aslında sözkonusu ritmik âyinler, katılımcıları, dış etkenlere ve çağrışımlara karşı yalıtan veya reaksiyon vermekten kurtaran bir “gurupsal meditasyon” demekti. Bu antrenmanlarda, gurupların animatörlüğünü (inisiyatörlüğünü) üstlenebilen, veya kudüm ritmine iyi ayak uyduran -güçlü melekelere sâhip- kademli (kıdemli) insanlar, “çileye yatmak” veya “inzivâya çekilmek” şeklinde “bireysel meditasyon” da yapabiliyorlardı. Ki murâkabe veya “içe bakış” denilen bireysel meditasyon olayını gerçekleştirebilenler için de, etkileşime (diyaloga) girilecek bir “tanrı” miti –ve dolayısile tapınmacılık (din)- olanaksız hâle geliyordu… Bu insanlar, teorik düşünebilme yetisine sahip oldukları gibi, bazıları, hasmından hiç etkilenmeden, dövüş inisiyatifini eline geçirebilen yenilmez savaşçılar hâline de gelebiliyorlardı… Yani son tahlilde, ritmik âyinler ve bunun yarattığı “cezbe” hâli, tarih öncesinde, insanımsıların hayvanlarla –kaçma kovalama gibi- refleksif etkileşime girmelerini, ve de yırtıcılardan korkmalarını önlemekle insanlaşmaya nasıl yararlı olmuşsa, Roma’nın fethinde de insanlarımızın,paraya ve mal’a önem veren Rumlara uymamalarını (ve asimile olmamalarını), ve onların savaş disiplinine girmemelerini sağlamakla da, tüm insanlığa yol göstermiş, hatta Avrupa insanına, dinsel dogmaları sorgulatıp yaratıcılıklar yaptırmak sûretiyle çağ atlatmıştır. Çünki, sert ritmik hareketler ve onlardan mütevellid cezbe (ve korkusuzluk) hâli, -ilkel zamanlarda- refleksif çekişmeye alışık vahşî hayvanlar için ne kadar şaşırtıcı ve paralize edici olduysa, değer yargıları ve formasyonları oturmuş Roma insanı için, paraya değer vermeyen, ve alıştıkları dans, müzik formları hâricinde ritmik davranışlar gösteren ve bambaşka savaşan abdallar da, o kadar ürkütücü ve moral bozucu olmuşlardır; takipçilerine de büyük bir özgüven kazandırmakla birlikte… Ayrıca, Afrika yerlilerinin “av büyüsü” âyinleri, av hayvanları üzerinde nasıl bir etki yapıyorsa, bizim abdalların âyinleri de Rumlar üzerinde aynı şaşırtıcı etkiyi yapmıştır… Mesela, Bursa’nın fethi sıralarındaki, ve de Konstantinople civarındaki gerginlik ve muhârebelerde, abdal ve meczupların düşmanda yaratmış oldukları dehşet duygusu (onları yırtıcı canavarlar gibi görmeleri), bizzat Rum gözlemciler tarafından bile özenle kaydedilmiştir… Pax-Romana’da üstünlük belirtisi sayılan hiçbir şeye itibâr etmeden özgüvenli bir kişilik sergilemekle, insanları birleştiren ve kendilerine çeken (dolayısile asimile olmalarını engelleyen) bu dervişlere, fakir halklar tarafından yakıştırılan yüksek pâyelerin dinsel ve metafizik olmasını da yadırgamamak lâzımdır. Zira onlar, o zamanın fizikî (maddi) değerleriyle ölçülemez ve nitelendirilemez, dolayısile de, ancak mesiyanik bir müjdeci (veya aziz kurtarıcı) gibi görülebilirlerdi; ama başardıkları iş kuşkusuz ki, olağanüstü güç olan fizîkî bir işti… Mesela Babai kalkışmasının lideri olan Baba İlyas’ın, sağlığında “resûlullah” olarak tanınması, ölümünden sonra da, mesiyanik bir mit olan “Hz.Hızır” ile özdeşleştirilerek, ölüm yıldönümlerinde –Hristiyanların Paskalya’sına benzer şekilde- Hıdırilyas (Hıdırellez) şenlikleriyle anılması gibi… Kaldı ki bu dervişlerden bazıları, savaşlara tahta kılıçlarla katılarak düşmanlarını aşağılayan, ama bununla birlikte, tâlimli askerlerle refleksif etkileşime girmeden ve onların silahlarını kullanmadan, ve de olmadık araçları silah gibi kullanarak onlara beklemedikleri şekillerde, ummadıkları darbeler indirebilen olağanüstü savaşçılardı… Uzakdoğu dövüş sanatlarının ilk üstadları sayılması gereken bu meczupların (veya “deli”lerin) dövüş veya savaş teknikleri de, ilk avcı insanlar tarafından, hayvanlar üzerinde denenerek geliştirilmiş olmalıdır herhalde… Daha sonraları, Osmanlı’nın tertip ettiği Yeniçeri Ocağı bünyesinde de, sözkonusu savaşçıları, Deliler Bölüğü olarak görmekteyiz…

Osmanlı Devletini Kuran “Tarikat”, Yıkan ise Ortodoks (Sünni) İslâmdır.

Son tahlilde, Pax-Romana’yı ilgâ edip Nizâm-ı Âlem barışını tesis etmek üzere, –sonsuz ömürlü olması niyetiyle- Osmanlı Devleti’ni kuran inisiyatif ve irâde, “tarih öncesi”nin yaratıcı ritmik dinamizmine indeksli olarak çalışan, ve dolayısile de İslâmi öğretinin pratikte sağlamasını yapan, yani İslâmiyet’i tüm insanlığa şâmil “Tevhid Dîni” hâline getirmek üzre ceht eden, erenlerin veya evliyânın irâdesiydi aslında… Çünki o evliya, “tabu”ların farkında olan, ve çoğu “mücerret (bekâr)” yaşayan, dolayısile de, içgüdüsel açgözlülüğe indeksli olarak oluşan oligarşilerin, “tanrı” mitiyle korku salıp, tapınma disipliniyle otorite sağlayarak kurdukları hiçbir düzene angaje olmayacak kadar yüksek bir objektiviteye sâhip bulunan inisiyatör ve kreatör insanlardı. Ve “tarih öncesi”ne indeksli böyle bir dinamizm tarafından güdümlendiği içindir ki, Osmanlı Devleti de başlangıçta, dogmatizme (Ortodoksi’ye veya kilise dinciliğine) saplanan Hilâfet devletlerinin aksine, “Tevhid Dîni” mefkûresini canlı tutabiliyordu… Aslında, Anadolu’da “sultanlık” mesâbesinde kurulmuş iki devlet de, “Tarikat-Hilâfet(Yezidlik)” çelişkisi üzerinde yükselmiştir. Yani Selçuklu ve Osmanlı devletleri, Tarikat sistematiğinin inisiyatifiyle kurulup sosyal doku edinmişler, ama Saltanat’ın oturup, Sünniliği (geçmiş özlemini ve taklitçiliğini) tahakküm aracı olarak kullanması üzerine de, Haçlılara (Batılı kolonyalist ve kapitalistlere) satılmış ve yıkılmışlardır… Aslında bu çelişkinin taraflarını, Tevhidci “Tarikat” ile Kiliseci (Dogmatik) İslâm diye nitelendirmek de mümkündür. Ama tarihe kayıt düşenler, -daha çok- Saltanatçılar olduğundan, temâyüz etmiş ve halk tarafından benimsenmiş bütün kurucu babaları (evliyâları), sanki onlar Sünni’mişler gibi kaydetmişler, ve hatta utanmadan onların mânevî huzurlarında ihtirâmda bile bulunmuşlardır; ve bulunmaktadırlar. Zira devletlere hâkim olan tapınmacı ve dogmatik saltanat dindarlığı (Sünni) zihniyetine göre, tarihi yapan büyük insanlar, baş plânlamacı Allah’a yakın olanlardır; ki onlar da bütün gerçeği, Kuran’ı anlayıp Hz.Muhammet’i taklit ederek öğrenmiş, ve de istikbâli görür ve gidişât rotasını çizebilir hâle gelmişlerdir. Tarihî olaylarda rol alan diğer katılımcılar ise, onların yazdıkları senaryoları oynayan aktör ve figüranlardır ancak… Ama bu gerici zihniyetin (ve mantığın), bir temel soruya cevabı yoktur; baş plânlamacı Allah’ın, hangi modellere veya normlara göre plân yaptığı sorusuna… Çünki amaçlı düşüncelerin, mutlaka tasarım modellerine ihtiyacı vardır… İşte bu zihniyet ve mantık, halkları “finans kapital” merkezlerinin güdümüne sokmak için biçilmiş bir kaftandır âdeta… Zira finans merkezleri de, insanların hayvânî arzu ve beklentilerine (ihtiyaçlarına) göre yatırım projeleri hazırlamakta, ve bunları hayata geçirmektedirler. Dolayısile de, “kapital sahipliği” ile “dindarlık”, birbirini besleyerek halkı sömüren, asalak meslekler hâline gelmektedir… Gerçek bilimsel çalışma ve yaratıcılıklar ise, tamamen tesâdüflere bırakılmaktadır; mesela üniversitelerde yapılan ısmarlama çalışmalardan başını kaldırabilen fedakâr idealistlerin çabalarına … Yani, düşüncenin “amaçlı bir plânlama” olduğu kanısı, bir yandan kapital birikimi sağlayıp “kapitalist çoban”lar yaratırken, diğer yandan da insanların içgüdüsel iştahlarını kabartarak niteliksiz çoğalmalarına sebep olmaktadır; ki bu da, hayvanlaşmayı ve savaşmayı kaçınılmaz kılmaktadır. Onun için de, yaratıcı insanları –meleke güçlerine göre- objektif olarak seçip sıralayacak “inisiyasyon” programları ve enstitüsyonları realize edilmedikçe, her türlü düşünce sistemi ve hatta bilim dahî dogmatikleşmeye (ve savaş çıkarmaya) mahkûm olmaktadır. Zira Tanrı nâmına “plânlama” şeklinde düşünen ruhbân da, kapitalist de, kişiliklerini ispatlamak için, fikirlerini klişeleştirmeye (kanunlaştırmaya) ve birbirleriyle –kıyasıya- rekâbete girmeye mecburdurlar. Oysa Tarikat’ın ekonomik düzeninde görmekteyiz ki, esnaflık “gedik” sistemiyle, zenaatkârlık Ahî teşkilâtının “çırak-kalfa-usta” seçilim hiyerarşisiyle yıkıcı rekâbetten kurtarılmış, mal birikimleri de, “kapan”larda narh’a tâbî tutularak muhafaza edilmekle, spekülâtif kazanç kapısı (stok market) olmaktan çıkarılmıştır. Dolayısile, insanların ahlâkı da, dînî vaazlarla değil, bu gibi ekonomik düzenlemelerle korunmuştur… Buna paralel olarak, halkımız arasında “Alevî”lik adı altında süregelen inanç propozisyonları ve ritmik îman ritüelleri de, kurucu erenlere ait düşünce ve davranışların (Tarikat sistematiğinin) kitleler üzerindeki yansıması olmakla, hiçbir tapınmacı (dînî) açılıma ve iktidar bağlantısına imkân tanımamaktadır; ki bu da, onları fıtraten anti-kapitalist yapmaktadır. Nitekim Zâviye seçkini erenler de, -mitik Tanrı kabul etmediklerinden- ibâdeti, meditasyon (kendini bilmek) olarak, “öbür dünya” veya “ölümsüzlük” konseptini de, “metafizik bir başka âlemde yaşamak” gibi bir rüşvet vaadi şeklinde değil, istikbâle bırakılan iz (eser) olarak anlamaktaydılar zâten… Yani Ortodoks (dogmatik) İslâmcıların yapmak istedikleri melânet, mârifet göstermiş ve özgün bir Tanrısal Yol (Tarik) haritası çizmiş evliyâyı, kendilerindenmiş gibi göstererek, onların izinden giden –heterodoks- halkları (Alevileri) kendi iktidarlarına (hâkimiyetlerine) bağlamaktan başka bir şey değildir aslında… Nitekim, kademli (inisiye) seçilimi yerine, el verme (iltimas) seçimini koyarak, “tarikat” adı altında cemaat (kilise) teşkil etmiş ve iktidara –bir şekilde- eklemlenmiş, pek çok düzenbaz fırsatçı da çıkmıştır ortaya… Ama Tarikat iddiasıyla ortaya çıkan bu –sünni- cemaatlerin, ne Alevi cemaatlerle, ne de gerçek Tarikat sistematiğiyle bir ilgisi vardır. Çünki postnişinlerin kademli (inisiye) seçilimiyle belirlendiği Tarikat sistematiğinde de, Alevi camaatlerinde Hz.Ali’nin –Tanrısal yolun başındaki- pîr olarak kabul edilmesiyle de, hânedân (hilâfet) ve ruhbân dindarlığına ve tapınmacılığına karşı kesin bir tavır alınmıştır…. Ateşin kullanımıyla, daha doğrusu “ritm melekesi” sâhibi olunup zaman ve mekân bilincine varılmasıyla (yani akıllanmayla) başlayan tarihî devirlerdeki inkârcı veya negasyoner (bunak) zihniyet, “insanların Dünya’ya akıllarıyla birlikte geldikleri, ve yaşam pratiği içinde denemelerle bilgilendikleri” şeklindeki –dinsel- dogmaya oturduğu içindir ki, dinsel doktrinler de bütün tarihî olayların, “baş senarist Tanrı”ya yakın insanların projesi olarak tahakkuk ettiğini işlemektedir beyinlere… Tarih öncesinin (ateşin kullanımı öncesinin) inkârı veya negasyonu, tarihî devirler insanının kafasında (zihniyetinde) öyle bir nisyân veya körlük noktası yaratmıştır ki, tarih öncesinden günümüze intikal etmiş ve tabulu hayat izleri taşımakta olan Güney Amerika’daki ilkel topluluklar bile görmezden gelinmiştir; bilimciler tarafından dahî… Daha doğrusu aristokratik (Aristo Mantığı ile mâlûl) bilimcilerle dogmatik dinciler, zımnî bir ittifak hâlinde bu insanları –âdeta- “akılsız” saymışlardır; akıllanmanın bir süreç olduğunu, aksi halde o ilkellerin insandan sayılmaması gerektiğini göz ardı ederek… Ve böylece, “ritm melekesinden mütevellid cinsel tutukluğun yasalaşması” demek olan “cinsel tabu” kâle alınmayınca da, onun yerine, çoğalmayı (çiftleşmeyi) emreden bir “tanrı”nın –âdeta çiğnenmek için koyduğu- gâyet mantıksız usûl yasakları ikâme edilmiştir. Zira çiftleşme ve üremenin, Allah tarafından insanlara verilmiş bir hak ve –hatta- görev olduğu varsayıldıktan sonra, ritm melekesinden mütevellid cinsel tutukluğu (çekingenliği) izah etmek için de, bir sürü dış müdâhaleler (Tanrı yasakları) vehmedilmek veya uydurulmak zorunda kalınmıştır. Ki böylece, Tanrı yasaklarını –bir şekilde- atlatabilenlere de, yol verilmiştir; bir mazarrat çıktığında, Allah’a pişmanlık beyân ve tövbe etmek şartıyla bütün suçun, “şeytan” adındaki –keçi şeklinde tasvir edilen- bir figürün veya “günah keçisi”nin üzerine yıkılabileceği gibi bir kolaylık da sağlanarak… Dolayısile de, hayvanlaşmaya özenme, özendirme (teşvik) anlamında bir –zımnî- mutâbakat oluşmuştur kurnaz insanlar arasında… Oysa bugün, ateşin kullanımıyla akıllanan ve “tarihî devirler”e giren insanın, geçmişini inkâr veya negasyon ettiğini (yani unuttuğunu) anladığımıza göre, artık, ritm melekesi ve türevleriyle kazanmış olduğumuz “irâde”mizin, “içgüdü”lerimizle girdiği –diyalektik- çelişkiyi (çekişmeyi) de, bilince çıkararak yönetebilmemiz gerek… Ama bunun için de aynı zamanda, melekeleri güçlü olan insanların ayıklanarak öne çıkarılacağı, objektif bir seçilim (inisiyasyon) sistematiğinin tesisi gerek; ki ondan sonra, içgüdüsel azgınlıkların öncülüğünü yaparak insanlığa kötü örnek teşkil eden “kapital sâhipliği” diye bir mesleğin (ve getirinin) zararı ve lüzumsuzluğu da anlaşılsın… Yani son tahlilde, tarihî devirlerdeki insan zihniyeti, “bilimsel objektivite” henüz bilince çıkarılamadığı için, kendinde “Tanrısal vizyon” vehmeden sakat bir zihniyetti; ki bu yüzden de, “mutlak eşitlik” ve “sıra dışı varlık” varsayan, ve böylece mutlak (değişmez) bir sıra dışı varlık (mit) anlamında “tek tanrı” kavramına cevaz veren Aristo Mantığı’nı doğurmuştu. İşte dindarlar, bu mantığa istinâden, “Tanrının varlığı ispatlanamasa da, yokluğu da ispatlanamaz” derler. Halbuki matematiksel mantıkla, hiçbir “sıra dışı varlık” kabûlünün aklî olmadığı (paradoksal olduğu) ispatlanmıştır; 1901 yılında Bertrant Russell tarafından… İnsanın, akıllanma süreci ile bu sürecin belirleyici (yapıcı) parametresi “ritm melekesi”ni bilmemesi (bilince çıkaramaması), kendini yönetmeyi öğrenememesi sonucunu doğurmakla birlikte, aynı zamanda kendi gibi düşünen sıra dışı bir yaratıcı “mit (Allah)” vehmedip onunla –çocuklar gibi- kısır bir diyaloga girmesine de sebep olmuştur. Bu “Tanrı-İnsan” diyalogu kısırdır (antagonisttir) çünki, geleceğin yolunu açması gereken problemlerin çözümünü, geçmişin (geleneğin) sözcük ve metaforlarıyla yapmaya çalışarak demagojiye saplanır daima… Kaldı ki bu diyaloglar 1400 küsur yıl öncesinde dondurulmakla (vahiy’nin sonlandırılmasıyla) beraber, uzun süreden beri demagojinin demagojisi yapılagelmekte, ve böylece de ortaya, “âlim” adı altında –ilerlemeye kesin engel teşkil eden- demagoji üstadları(!) çıkmaktadır… Demek ki bu Sünni (dogmatik) zihniyet, tarihi ve bilimi çarpıtan bir “gericilik” epidemisi ve de Kapitalizm payandası olarak, yalnız bizim için değil, tüm Dünya (insanlık) için bir başbelâsıdır artık… Bu noktada, Sünni düzenbazlığına örnek olarak, yakından bildiğim bir tarihî çarpıtmayı da kaydetmek zorundayım: Ankara’daki Kocatepe Camii’nin bulunduğu yerin, 1402 yılından, 20.Yüzyıl’ın ortalarına kadar geçen –yaklaşık- 5,5 asırlık süre zarfındaki ismi Deliler Tepesi’ymiş. Çünki tarihî Ankara Savaşı nihâyetinde, Timur ordusuna karşı son artçı muhârebe, Yeniçerilerin Deliler Bölüğü tarafından burada yapılmış, ve de hepsi şehit olmuş. Ve o şehitler, Yeniçerilerin asla teslim olmadığının delilleri sayılarak bu tepeye, Deliller Tepesi de denilmiş aynı zamanda… Babam (Orhan Güran), 1940’ların sonuna doğru buradan bir arsa aldığında, hâlâ bu adlar kullanılıyor, ve de buranın kutsal bir mahâl olduğundan, onun için de buraya mutlaka bir cami yapılması gerektiğinden (gerekeceğinden) söz ediliyordu. Ama ne var ki Babam, bu söylentilere rağmen, hem de itikatlı bir insan olduğu halde –kiracılıktan bıktığı için olsa gerek- aldığı arsanın üzerine 1954 yılında üç katlı bir bina yaptı; iki katını kiraya verip, birinde oturmak üzere… Ama kısa sürede, “istenilmediğimiz hakkında alâmet” diye yorumlanan öyle olaylar meydana geldi ki, 4-5 sene sonra satmak zorunda kaldılar, bizimkiler… Mesela, binânın temeli atılırken, kurban edilmek istenen koç, boğazı kesik halde ayaklandı, ve bir türlü can veremedi; gözümün önünden hiç gitmez… Daha sonra, kiracılarımızdan bazı hanımlar, bazen kapıları çalınıp da açtıklarında, karşılarında Yeniçeri kıyafetinde iriyarı adamlar gördüklerini ifade etmeye başladılar… Hatta bunlardan, hâmile olan biri, kapı önünde düşüp bayıldıydı da, epeyi bir hâdise yarattıydı, hiç unutmam… Ve böylece de bizim küçük apartmanın adı “perili ev”e çıktıydı… Yâni tarihin derinliklerinden gelip kuşaktan kuşağa iletilen söylenti ve tahayyülât o kadar güçlüydü ki, insanlara hayâlet bile gördürebiliyordu… En sonunda kızkardeşim Esin’in, kanser olup kısa sürede vefat etmesi üzerine de, bizimkilerin, evi acele satarak –âdeta- kaçmaktan başka çareleri kalmadı… İşte o mahalli, Atatürkçü ve dinci yobazlar anlaşıp, önce ismini –alâkasız bir şekilde- Atatürk’ün Büyük Taarruz’u başlattığı tepenin ismine (Kocatepe’ye) çevirdiler, sonra da istimlâk ederek, saltanat modeli bir cami ile örttüler üstünü; halkı tarihinden koparmak, ve de Araplar gibi saltanat (kilise) dinciliği güderek, küresel kapitalizme yem olmak üzere… Halbuki oraya, orijinal bir mimarî ile, Deliler Camii veya Deliller Camii inşa edilseydi, hem halkımız gerçek tarihinden koparılmamış olacaktı, hem de Alevilerin ilgilenmesiyle birlikte Cami, sâdece Sünni tapınağı olmaktan çıkacaktı…

Yani netice itibâriyle denilebilir ki Osmanlı, Tarikat seçilimiyle önderini seçen Gâziyân aile olmaktan çıkıp da –Romalılara benzeyerek- bir saltanat hânedânı hâline gelmesine, ve de Kapitalizm’in yasalarına boyun eğmesine paralel olarak, kuruluş realitesini ve kurucu babalarını inkâr etmiş, ve hatta kendi ataları olan ilk beylerin isim ve sıfatlarını bile değiştirmiştir. Mesela kurucu baba sayılan Osman Gâzi’nin adı bile tartışmalıdır; Osman mı, Otman mı diye… Kaldı ki 1826 katliâmından sonra, şanlı bir tarih yazmış olan Tevhid Ordusu’nun (Yeniçerilerin) bütün izlerini kazıtmakla da Osmanlı, tam anlamıyla bir “kültürel soykırım” gerçekleştirmiştir; “şehirli Türk” kültürüne… Böylece de kurucu babaların koydukları, bir sömürgeci (ve kapitalist nüveli) Dünya düzeninin nasıl yıkılabileceğini, ve de yerine nasıl bir Nizâm-ı Âlem ikâme edilebileceğini gösteren işâretler ya silinmiş, ya da yön değiştirmiştir. Şâyet biz, ateşin kullanımı öncesinde (tarih öncesinde) insanlığın nasıl oluştuğunu keşfedip de, atalarımızın Zâviye enstitüsyonunun güncellenebileceğini göstermeseydik, bu toprakları fethimiz bile –Moğol istilâsına benzetilerek- meşkûk görülecek, ve de Anadolu’nun, kovulmaları gereken fuzûlî şâgilleri sayılacaktık. Neyse ki, kapitalistlerle dindarlar elele verip azıtarak, bölgemizi (Ortadoğu’yu) kan gölüne çevirmekte olduğu bir sırada orijinimizi hatırladık da, pek geç olmadan, insanlığı kendine getirme şansını yakaladık… Şimdi artık, insanlığın tarihî devirlerini, bütün –dînî ve felsefî- ideolojileri ve küresel kapitalizm düzeni ile birlikte bitirmek durumundayız. Böyle bir bitiş veya sonlanma, din kurucularının (peygamberlerin) Kıyâmet senaryolarına veya kehânetlerine de uygun olacaktır; tabii ki… Zira, tarihî devirlerin zirve insanları olan peygamberler ve onların yorumcu ardılları, kurguladıkları din adındaki “insâniyet teorisi”nin nasıl bir çelişki ihtiva ettiğini biliyorlardı. Ama bizim, “irâde-içgüdü” diye ifâde ettiğimiz diyalektik çelişkiyi onlar, “tanrı-şeytan” çekişmesi şeklinde bir antagonist (çözümsüz) çelişki olarak anlıyorlardı. Çünki, “diyalektik çelişki” de, “diyalektik mantık” da, Aristo Mantığı’nın karartması altındaydı o zamanlar; tarih öncesi zon bilinmediğinden… Onun için de, Tanrı’nın bir gün, Şeytan’ın işine son verip insanları hesâba çekeceğini (yargılayacağını) düşünüyorlardı. Ama bundan da önce, kendilerinin çabalarının boşa gitmediğinin, ve Tanrı’nın insanlıkta görmek istediği düzenin –bir süre de olsa- gerçekleşeceğinin delili olarak, İsa Mesih’in avdetiyle başlayacak bir huzur devrini de öngörüyorlardı… İşte İncil’de, İnsanoğlu’nun (Hz.İsa’nın), hem Doğu’dan, hem de Batı’dan –birçok birey olarak- gelmek sûretiyle kuracağı ifâde edilen huzur devri, küresel çapta öğretim müesseselerine eklemlenecek bir “inisiyasyon” sistematiğiyle, yani adam gibi adamların (Mesih’lerin) objektif ayıklanmasıyla gerçekleştirilebilir ancak… Böyle bir döneme girildikten sonra da, din senaryolarındaki “Kıyâmet” kavramı, “fizîkî son” olma anlamını yitirecek, ve bizim, -Tevhid Dîni peşinde koşan- tarikatçıların mefkûrelerine benzer şekilde, ama bu sefer “ilmî tevhid” sâyesinde bir “Tanrısal Yol (tanrılaşma yolu)” açılacaktır insanlığın önünde…

Dinleri ve Kapitalizmi Bitirecek Kıyâmet, Neden ve Nasıl Kopacak?!..

İnisiyasyon seçilimini gerçekleştirecek Zâviye mümâsili müesseseler, “tarih öncesi-zon”un bir miniskül kopyası olacağından, her şeyden önce, “tarih” içinde ayrışmış bulunan eğlence, eğitim ve tedâvi etkinliklerini birleştirecektir. Ayrıca, “din” düşüncesinin, felsefesinin (tasavvuf’un) geliştirildiği Dergâh’ların güncellenmiş mümâsili olarak da, İnsan (Emek) Bilimi üzerine teorik çalışmalar yürütecek bir “Daimî Konferans” müessesesi kurulacaktır… Bugün Alevilerin yaşatmakta olduğu Cemevleri, dergâhtan çok zâviyeye benzeyen kuruluşlardır; ve dolayısile de “tarih öncesi-zon”a indekslidirler. Buralarda yapılan “semah” gibi etkinlikler, hem eğlence, hem psiko-terapi, hem kültürel eğitim anlamı taşıdığından dolayı da, zamanlar üstü olup, güncellenmeye gâyet müsaittirler. Oysa dinlerdeki “tapınç kültü”, tarihî zamanların ilk (en ilkel) davranış –ve itaat- disiplini olduğu için, egemenlerce, tahakküm aracı şeklinde istismar edilebilen, dolayısile behemahal kurtulunması gereken bir irticâi gelenektir. Zira “tapınç kültü”, aklın oluştuğu “tarih öncesi-zon”u unutarak akıllanan insanın, ebeveyn ile çocukları arasındaki ilişkiyi model alarak uydurduğu, veya analojik çıkarımla elde ettiği “Tanrı” miti dolayısile ortaya çıkmış bir disiplindir; ve de Güneş, namaz gibi ibâdetlerle tapınılan ilk –somut- tanrılardan biridir. Demek ki Alevilerimizin, Ortodoks (Sünni) İslâmcıların “kültürel asimilâsyon” anlamındaki politikalarına karşı direnmeleri, onların geleneksel (mukteseb) hakları olduğu gibi, aynı zamanda insânî görevleridir de... Zira insan aklının çalışmaya başladığı ilk tarihî devirler, “tarih öncesi-zon”un körü körüne inkârı üzerine inşa edildiği için, panteist veya animist toplulukları insandan saymayan, ve de kendini çok mütekâmil sanan, sakat bir zihniyet yaratmıştır. İşte, “tanrı-kral”lar ve –sonra da- peygamberler tarafından geliştirilen dinler de, böyle bir zihniyetin en iddialı (ve mağrûrâne) eserlerindendir; tarihî devirlerin bütün iktidarları tarafından benimsenen… Ve onun içindir ki, dînî düzenlerin daima bozulacağı öngörülerek, bir “Mesih” veya “Mehdî” beklentisi hep diri tutulmuştur; her şeyin Tanrı’nın bilgisi dâhilinde olduğu iddiasını sürdürebilmek için… Dolayısile bugün dahî, kısa yoldan gururlanmak isteyen ezik ve vasat insanları, kuvvetle kendine çekmekte, ve kapitalistler tarafından kullanılmaya âmâde güçlü irticâ yuvaları ve çeteleri oluşturmaktadır… Bu iktidar ideolojisine (Ortodoksi’ye) karşı ise, Tarikat inisiyatifinin halklar içinde şekillendirdiği, ve insanlığa kökenini (tarih öncesi-zon’u) hatırlatan bir muhâlefet ideolojisi (Heterodoksi), daima mevcut olmuştur; ki bu Tarikatçıların en seçkinleri de, Mesiyanik kişilikler olarak anılmıştır…

Dinsel kapitalist düzene, küresel çapta yapılan ilk başkaldırı, 1960’larda kendiliğinden ortaya çıkmıştır. Hippy, “çiçek çocukları” vs. gibi adlarla anılan o genç insanlar, Kapitalizm tarafından empoze edilmiş “para kazanma” amacını, hayatlarının gâyesi olmaktan çıkarıp, mensup oldukları dinleri (kiliseleri) de kaale almayarak, insanlığın köklerini ve “tanrısal yol”u bulmak üzere Dünya’nın damına (Kuzey Hindistan ve Tibet’e) tırmanıp durmuşlardır. 1968’de, üniversitelerde patlak veren olaylar da, bunun bir parçası ve vechesiydi aslında… Ama ne yazık ki sonunda, -Sovyet iktidârını ellerinde tutan- Komünistlerin, “tarih öncesi” ve “din” hakkındaki cehâletleri yüzünden, yollarını kaybedip uyuşturucu ve seks bataklığına düşmüşlerdir; sevgiyi ve kardeşliği ararlarken… Oysa onlara, Marksizmin hamhayâli olan –ve insanları birbirine düşüren- komün hayatı yerine, “tarih öncesi-zon”un tabulu “panteist grup” yaşantısı öğretilse, ve böylece de aralarından en güçlü melekelere sâhip olanların seçilimi sağlansaydı, bizim eski Zâviye’ler gibi, insâniyet (yaratıcılık) üreten “sosyal nükleer santral”ler tesis edilmiş olacaktı. Bu yapılamayınca kapitalistler, komünistleri ve dincileri de arkalarına alarak, küresel çaptaki bir başkaldırıyı, amaçsız patlak vermiş bir “anormal zuhûrât” sayarak örtbas etmişlerdir; sanki gerçek isyanların (sosyal patlamaların), peşînen formüle edilebilir bir amacı olabilirmiş gibi… Ve ondan sonra da, ne doğru dürüs bir müzik, ne de özgün bir fikriyât (felsefe) geliştirilebilmiştir… Halbuki o kalkışmanın, insânî kardeşliği olanaksız kılan kapitalist rekâbetçiliğe (serbest piyasa ekonomisine) karşı olduğu da âşikârdı. Zira II.Dünya Savaşı sonunda kapitalistler zafer kazanınca, -içgüdüsel insiyakların depreşmesiyle- para kazanma ve seks yapma serbestîsi ve rekâbeti, tüm ahlâkî normların üstünde bir meşrûiyyet kazanmıştı. Üstelik bu durumda komünistler de, “adâletli ücret” talebinden başka, söyleyecek bir lâf bulamamışlardı; tarih öncesindeki “tabu”lara bir anlam veremediklerinden… Halbuki Hollywood yapımcıları bile, 1955’lerde, efsânevî aktör James Dean’e çevirttikleri Cennet Yolu ve Âsi Gençlik gibi filmlerle, gençlikte biriken “psiko-sosyal kompleks” potansiyeline dikkatleri çekmişlerdi… 1960’larda başlayan gençlik kalkışmasını anlamlandırıp da insanlığın gelişimine kanalize edemeyen “devletlû komünist”ler, bu cereyânın dejenere olmasını müteakip, kendilerini “kapitalist+dinci” koalisyonunun kuşatması altında bularak havlu attılar. Çünki Sovyet komünistleri (ve onların takipçileri), bir ülkede işçi sınıfı nâmına kapitalistlerin malına mülküne el konulmadıkça insanlık ilerleyemez sanıyorlardı; Marks’ın, işçiliği, nihâyi insan formasyonu şeklinde göstermesi, ve buna bağlı olarak, Lenin’in “devleti ele geçirme” taktiğinin de, stratejik hedef gibi anlaşılması yüzünden… Oysa bu görüş ve taktikler, küçükburjuva hasetçiliğine ve açgözlülüğüne prim vermekten, ve de ilerleme dinamiklerini baltalamaktan başka bir işe yaramıyordu… Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ise, her biri kendini, “insanlığı birleştirecek Tevhid Dîni’nin bayraktarı” sanan İslâmî cemaatlerin “kiliselerinin başatlığını ispatlama” savaşları patladı; kapitalistlerin de himmetleriyle(!)… Bu süreçler sırasında hep insâniyet kaybederken, ve üstelik de insanlık hakkında herhangi bir yeni görüş ortaya çıkmazken, Kapitalizm ideolojisi, hiçbir tashihe gerek duymadan hükmünü daima icrâ etti. Ki böylece de, ekonomik krizler, kanunlar üstü yaptırımlar, dinsel veya etnik bahânelerle çıkarılan savaşlar normaldir, ve de ekonominin ve kapitalist girişimcilerin yenilenmesini sağlayan bir kamçı gibidir, şeklindeki mülâhazalarla “Kapitalist zorbalık” meşrûlaştırılmış oldu; serbest piyasa ekonomisinin “şişme (büyüme) ve patlama” peryodu şeklinde tezâhür eden, yapısal antagonizması doğal kabul edilerek… Dolayısile de, insanları Kapitalizm’den bağımsız olarak doğru sıralayacak (hizâya sokacak) bir seçilim sistematiğinin tesisi, “tarih sonrası çağ”ın, yani “huzur devri”nin açılması için gerek şart hâline geldi.

Din Payandalı Kapitalizmin Uyguladığı İnsan Seçilimi, Deccâliyâttır:

Dinsel ve pozitivist görüşlere, yani amaçlı (plânlamalı) düşünceye göre insan, belirli bir formasyonla ve aklı ile birlikte -Tanrı tarafından- yaratılmış, veya bir şekilde zuhûr etmiş bir varlıktır. Ve de, “yazının icadı öncesi” anlamındaki tarih öncesi de dâhil olmak üzere, insanlığın hayatı hep, -aklı çalıştırarak- Dünya’yı öğrenme ve anlama çabaları ile geçmiştir. Onun için de insanlıkta, “normal bir insana bir konudaki –birikmiş- bütün bilgiler yüklendi mi, o insan o konuda, insanlığı temsilen her türlü tasarrufta bulunabilir” şeklinde bir kanaat oluşmuştur. Yâni “ezber ve taklit yeteneği olan herkes, Allahın da yardımıyla, hıfzettiği bilgileri lâyıkıyla kullanabilir” anlamında yanlış bir kanı ortaya çıkmıştır insanlıkta… Bu da demektir ki, kapitalist (pozitivist) ve dindar zihniyettekiler, zımnî bir mutâbakatla insanları, birbiriyle alâkası olmayan iki ayrı mantıkla düşünebilen şizofreni hastaları hâline getirmişlerdir; bu mantıkların –birbirine- dönüşümünü sağlayan “tarih öncesi-zon” modülünden bîhaber oldukları için… İşte bu durum da, kapitali büyütmek mecbûriyetiyle aklını –içgüdüsel- maddi amaçlar uğruna çalıştırmak zorunda kalan kapitalistlerin, Deccaliyet düzeninin temelini oluşturmuştur; dindarların da yardımiyle… Hatta dindarlar, içgüdüsel etkinlikleri koyu bir “mahremiyet” şalı altında gizlediklerinden, “irade-içgüdü” diyalektik çelişkisi kontroldan çıkıp sapıklıklar arttıkça, yasakları da –bazen ölçüsüz olarak- arttırmak zorunda kalmışlardır. Zâten Deccal(ler)’i yaratan da, bu kör taassubun atfedildiği “Allah” miti ile, itaat disiplininin kaynağı olan “tapınç” kültüdür; ki sonunda da -Mesih(ler)’in avdetiyle- Deccal(ler)’in bitirilip dinsel devirlerin kapatılarak “tarih sonrası”na geçileceği müjdelenmiştir insanlığa… Yani şimdiki esas mesele, peygamberlerin dilini bilimsel olarak analiz etmek ve anlamaktır; ki Mesih(ler) de bunu yapacak ve insanlığı dinlerden ve tarihî devirlerin karanlığından kurtaracaktır… Aslında insan, kendi kendini yapan (yaratan), Tanrısal bir fenomendir. Ve akıl da,- ritm melekesiyle kazanılan- “sayma-sıralama işlemleri yapma yetisi”dir aslında… Veya başka bir deyişle insâniyet, “canlılığı inkâr (negasyon) eden, kaotik bir oluşum”dur; ki canlılığın karakteristikleri olan, beslenme ve üreme (çiftleşme) etkinlikleriyle ilgili –ritm melekesinden mütevellid- tabular (veya tutukluklar) da bunun delilleridir… Ve insâniyet, kaotik çıkışlı olduğu için de, zamanlar üstü bir “başlangıç zonu”na sâhiptir; ki biz buna, -kronolojik tarihin, ateşin kullanımı ve ilk mağara resimlerinin yapımıyla başladığını düşünerek- “tarih öncesi-zon” diyoruz. Yani –kronolojik- tarihî devirlerin başlangıç çizgisi, insan zihninde, ritm melekesinden mütevellid “düzgün (lineer) olarak akıp giden zaman” mevhûmunun oluştuğu zamandır; ki bunun delilleri de, ateşin ilk kullanımı ile ilk mağara resimleridir. Bu –mutasavver- çizginin sonrası, kronolojik tarihî devirleri, öncesi ise anakronik (zamanlar üstü) ve kaotik (kurallar üstü) bir oluşum zonunu göstermektedir. Bu da demektir ki, “tarih öncesi-zon”, tarihî devirlerin içinde de sürmekte, ve insanlık oluşmaya (gelişmeye) devam etmektedir. Bu böyle olmasa, insanlar hâlâ, hiçbir hayvânî (içgüdüsel) çıkar amacı gütmeden, ritmik hareket ve seslerle (dans ve müzikle) senkronize olarak (veya rezonans hâlinde) titreşip durmazlar. Bu da demektir ki, bugün dahî aramızda, ateşin kullanımı öncesindeki insanlar mevcuttur ve bireyleri taklît ederek yaşamaktadırlar. Ancak biz bu ilkelleri, bir kriminal vakanın faili hâline geldikleri zaman tanıyabiliyoruz (teşhis edebiliyoruz); ama kapitalistlerin ve dincilerin verdikleri pâyelerle kendilerini gizleyebilenlerin, –insâniyete- verdikleri zararları hiçbir şekilde ölçemiyor, hatta tahayyül bile edemiyoruz. Oysa “tarih öncesi insanı”, lâyık olmadığı mevkilere getirildiğinde, insanlığa olmadık zararlar vermekte, ama sâdece, “melekî rezonans”la tutunmakta olduğu merci (veya vasî) bireyle arasındaki irtibat koptuğu, ve de yaşadığı “rutin”in dışına düştüğü hallerde kendini kaybedip –hayvanlığa dönerek- olmadık suçlar işleyebilmektedir. Yani demek ki, insanları peşînen eşdeğer bireyler olarak kabul edip, sonra da (sapıttıkları zaman) cezalandırmak veya “hasta” kategorisine sokarak onları ayrıca -tedâvi adı altında- sömürmek, kapitalizmin acımasızlığını göstermektedir. Zira bugün dahî, insanların büyük bir kısmı, tarih çizgisini (veya rubikon’u) geçememiş “geri”lerdir aslında… Dolayısile onlara önce büyük pâyeler ve bol paralar verip, sonra da “hasta” kategorisine sokarak onları –maddi ve manevi- soymak insâniyet olamaz. O halde insanlığı “Tanrısal Yol” rotasına sokabilmek için, her şeyden önce günümüzdeki “tarih öncesi-zon”un şifrelerini çözüp, insanların doğru seçilimini (ve sıralanmasını) gerçekleştirebilmeliyiz; kapitalistlerin ve dincilerin tercihlerinden bağımsız olarak… Buradaki esas mesele, ateşi ilk kullanan ve ilk mağara resimlerini yapan, yani kronolojik tarihi başlatan insanlardan müteşekkil “Rubikonu geçenler” hattının, günümüzdeki yansımasının, veya izdüşümünün tanımı noktasında düğümlenmektedir. Birey insan olma eşiği de diyebileceğimiz bu “rubikon”u tanımladığımızda, dindarların ve kapitalistlerin indî değerlendirmeleriyle insanların sıralandığı, dolayısile ayakların baş, başların ayak yapıldığı Deccâliyât düzeni ve devri de bitecektir. Veya dinî literatüre göre, insanlar doğru seçilip sıralandığında, Mesih(ler) Dünya’ya avdet ederek Deccal(ler)’i yenmiş, ve de dinler devrini kapatmış demek olacaktır… Bunun için, her şeyden önce, kronolojik tarih çizgisini (veya Rubikon’u) ilk geçen “birey”lerin spesifik davranış biçiminin ne olduğunu düşünmek lâzımdır; ki o da, ritmik davranışların meleke kesbetmesini (dolayısile zaman ve mekân bilincini) sağlamak üzere –sürekli- yaptıkları ritmik âyinlerden başka bir şey değildir herhalde… Ama bu arada, âyin ritminin –frekans olarak- alt veya üst katlarına inip çıktıklarında, kaslarının ve özellikle de ses kascıklarının, katlı kuvvetlerle gerilme ve gevşemeleri dolayısile, katlı ses tonları istihsal ettiklerini de göz önüne almak lâzımdır. Ki bu katlı ses tonlarının, bir “gam”ı tamamlamasalar da, basit melodik sesler olarak, şarkı ve müzik formlarının ilkel biçimlerini ortaya koydukları da anlaşılsın… O halde, zamanlar üstü bir kriter olarak, “rubikon”u aşmanın ve “birey” olmanın gerek şartı, “dans ve müzik yapabilmek, yani sağlıklı bir ritm melekesi’ne sâhip olmaktır” diye formüle edilebilir. Demek ki, insanlaşmanın rubikon hattı, veya “birey insan”lık normu bugün, dansçılık, şarkıcılık ve müzisyenlik uğraşları (meslekleri) çizgisinden geçmektedir. Ki bu meslekler erbâbı bugün hâlâ, tüm insanları –muayyen zaman ve mekân aralıklarında- öbek öbek bölüşerek, onlara “şâman”lık veya “lead’er”lik yapmakta ve birlik ruhu kazandırmaktadırlar. Zira kendileri de, ritmik davranma ıstırârı içinde bulunduklarından, bu etkinlikleri büyük bir hoşnutlukla –ve hatta meslek edinerek- yapmaktadırlar… İnsânî “rubikon hattı”nın alt tarafı, doğru dürüs dans edemiyecek ve şarkı söyliyemiyecek kadar, bedenî “ritm melekesi” muhtel insanlardan, üst tarafı ise, dans ve müziği devamlı yapmaktan sıkılacak kadar, -ritm melekesinden mütevellid- aklî “sıralama melekesi” güçlü insanlardan müteşekkildir… Aklî “sıralama melekesi” güçlü olan insanlar, bilim ve plâstik sanatlarla uğraşmaktan çok zevk almaktadırlar. Zira ilk uzunluk ölçüsü “adım”la başlamak üzere çeşitli “ölçü”ler yaratıp, bunlar vasıtasıyla nesnelerin özelliklerini sayılara tekâbül ettirmek sûretiyle, kıyaslar, oranlar, denklemler, fonksiyonlar vs. üreterek, kalıcı şeklî veya teorik yapıtlar ortaya koymakta, ve de –tanrısal- yaratıcılığı tatmaktadırlar. Oysa “söz”lerle kalıcı (fiks anlamlı) yapıt ortaya koyabilmek, yazıya dökülse bile mümkün olamamaktadır. Çünki sözler, ritmik âyinlerde göğüs kafesinin sıkışmasıyla, ağızdan ister istemez çıkan –ve avurdu da yaratan- ah, of, puf, uh vs. gibi nidâların hece olarak birbirine eklenmesi ve bunların nesnelere, olaylara ve duygulara tekabül ettirilmesiyle üretildiğinden, sâbit (mutlak) değildirler. Ve de sâdece, davranışlarla birlikte iletilen –muayyen şartlarda edinilmiş- algıların nakil aracı olarak kullanılabilmektedirler… Mesela “fikrini jest ve mimik kullanmadan ifade et” denilse, büyük bir çoğunluğun nutku tutulur, ve de hemen hepsi, konuşamaz hâle gelirler. Yani demek ki insanlar konuşurken, ritmik davranışlarla birlikte –aynen bir zikr âyinindeki gibi- hemhâl olarak birbirleriyle intibâlarını paylaşırlar aslında… Ve bunları yazıya döktüklerinde de, her türlü tefsire açık mecazlar manzûmesi şeklindeki metinlerle ancak, âşıklara hayal kurma, ve güçlü zorbalara da zulüm yapma vesilesi yaratmış olurlar. Onun için bir insanı, iyi konuşuyor veya pozitivizmin (veya dinin) formüllerini (veya klişelerini) iyi ezberliyor diye “rubikon”un üstünde sayıp, onu yönetici ve eğitici mevkilerine getirmek, insanlığa yapılan en büyük ihânettir. Çünki bir defa böyle insanlar, rutin hâricinde ortaya çıkan tablolar karşısında verecekleri kararlarda –zamanlama ve kıyaslama yetileri muhtel olduğundan- daima hata yaparlar. Mesela ayı veya maymun gibi hayvanların, bisiklete binmeyi rahatça öğrenip de, fren yapma mesâfesini ve sürecini bi türlü kestirememeleri gibi… Ve dolayısile de, hatalarını gören (hatta görme ihtimali olan) insanlara haset duyarak onları –kullandıkları devlet veya kapital gücüyle- ezerler; Hz.İsa’yı (İnsanoğlu’nu), avdetini engellemek üzere, tekrar tekrar çarmıha çakmak misali… Sonra da böyle insanlar, bilimsel ve sanatsal etkinliklerden zevk almadıklarından, özel hayatlarında, şehvet ve lezzet budalası tüketiciler olarak, “doymak bilmez içgüdüsel arzuların karşılanması” anlamındaki üretim sektörlerinin müşterileri ve teşvikçileri hâline gelirler. Ve böylece de, insanların, “kapitalist gelişme (büyüme)” ekonomisinin efsunuyla, -içgüdüsel tüketim manyakları şeklinde- günaha girip dindarlaşarak, eski devirlerin hayaline özlem duymasına, ve dolayısile de hayvanlaşmaya (ve katastrofa) doğru yol almalarına sebep olurlar. Halbuki sayma (ritm) ve sıralama melekeleri sağlam olan bir insan, boş zamanlarında sevgisel, sanatsal, bilimsel ilişki ve etkinliklerde bulunmaktan daha çok zevk alır. Ve de seks ihtiyacını, söz ve edebiyattan ârî olarak, “şehvet hırsı”nın tatmin edildiği bir spor müsâbakası şeklinde, beslenmeyi de, komprime gıdalar alma (veya yutma) şeklinde giderilmesi gereken “def-i hâcet” gereksinimi olarak görür. Zira onlar idrâk ederler ki, “pop-müzik” aslında, insanlığın, seks tabusunu, cinsel arzuları ifâde eden sözlerin, tabuyu yaratan ritmik ses ve hareketlerin üzerine bindirilmesiyle (ritmin, içgüdüleri frenleyici etkisiyle) aşabildiğini göstermektedir. Yani insanlar hâlâ, ritm melekesinden mütevellid “irâde” ile, “cinsel içgüdü” arasındaki dengede yaşamaktadırlar. Ve onun için de, insanlar artık, “irade-içgüdü” diyalektik çelişkisini bilince çıkararak yönetmek zorundadırlar; yönetebilen bireylerin, yönetemeyenlere kılavuzluk yapmaları, ve onlara, lezzet ve şehvet düşkünü oldukça “kafa”dan yiyeceklerini göstermek sûretiyle… Ve bu insanlar aynı zamanda bilirler ki, insanlaşma nasıl –beslenme ve çiftleşme ile ilgili- tabularla başladıysa, “tarih sonrası” süreçte de insanlık, hayvanlıktan tamamen sıyrılarak birleşmeye ve tanrılaşmaya doğru yükselecektir… Demek ki, “ritm melekesi” muhtel olan bir insan, nasıl ki bir “davul çalma” olayıyla –veya sınavıyla- bile kolayca teşhis edilebilir, ve ona müzisyen olma icâzeti verilmezse (verilmemesi gerekirse), aynı kişilerin karar mercilerine gelebilmeleri de aynı kesinlikle önlenmelidir; ve önlenebilir. Ama bu ayıklamanın, insanların eksikliklerini teşrih ve teşhir edecek eleme sınavları yerine, melekeleri sağlam insanların seçilimlerini gerçekleştirecek enstitüsyonların tesisi ile yapılması, daha doğru bir yöntem olacaktır. Zira melekeleri muhtel olan –tarih öncesine ait- insanlar, büyük bir ekseriyet teşkil etmektedirler. Ve ondan dolayıdır ki, geleneksel dînî kurum ve kuruluşlar bunları, “tapınç kültü” ritüelleriyle disipline edip, kapitalizmin emrine sunabilmektedir; işverenler –ehlî hayvanlar gibi- şartlı refleksler kazandırarak rutin işlerde çalıştırsınlar, ve de siyâsi seçimlerde kendi politikacılarını seçtirtsinler diye… Dolayısile, doğru insan seçilimi için, her şeyden önce, insanların –kendilerini kişilik sâhibiymiş gibi göstermek üzere- maske olarak kullandıkları tarihî devirlerin bütün dinî, felsefî ve ideolojik ukalâlıklarından (demagojilerinden) arınmış bir ortamda seçilime tâbi tutulmaları gerekmektedir. Ki bu ortam da, “tabu”lu ve “totem”li “tarih öncesi-zon”dur tabii… Yani insanların, daha maske bagajlarını (tahsillerini) tamamlamadan, gençlik yaşlarında, “panteizm” veya “animizm” şartlarına göre yönergelendirilmiş kulüplerde veya yurtlarda bir araya getirilerek, inisiyatörlerini ortaya çıkarmaları (seçmeleri) sağlanmalıdır evvelâ… Bizim eski “zâviye”lerin güncellenmiş şekli olması gereken bu kuruluşlar, hem eğlence, hem eğitim ve hem de tedâvi amaçlı etkinlikler içinden, kendi animatörlerini, eğitmenlerini ve terapistlerini çıkaracaktır; inisiyatör veya kreatörler olarak… Devlet tanımına uygun ve lâyık olan her devlet, bu gibi enstitüsyonlara destek verecektir; doğru insan seçilimini gözetme sorumluluğundan ötürü… Ve “birey-insan”ın karakteristikleri ortaya çıktıkça, insanları bebekliklerinden, ve hatta ceninliklerinden itibâren incelemeye alan –ve doğumlara karar veren- bir “doğum kontrol” mekanizması da kendiliğinden oluşacaktır. Kaldı ki aynı sıralarda, -müsbet seleksiyonu hızlandırmak üzere- genel seçimlerde de, seçkin insanların çok puanlı oy kullandığı, “nitelikli oy” sistemi devreye girecektir… Bu arada spekülâtör olmayan kapitalistler de, bu gerçek seçkin insanlardan yararlanacaklardır tabii ki… Ama sonunda, kapitalizmi bitirecek olanlar da, bu müesseselerden sivrilerek çıkanlar olacaktır; “devlet kapitalizmi” yapmadan kapitalistlerin entegrasyonunu sağlayıp, onları, gönüllü bir şekilde yola sokarak… Çünki, içgüdüsel yemlemelerle, “kapital” mâbudunun ve “Tanrı” mitinin emirlerine âmâde çalışarak yükselen insanların, seçilim sistemi (kapitalist seçilim) ortadan kaldırılınca, kapitalizm de ister istemez intihâr edecektir. Veya başka bir deyişle, -içgüdülerle ilgili- seks fetişizminin, üreme şehvetinin ve “gurme”ciliğin değeri kalmayınca, insanları kazıklama (sömürme) gaddarlığı da kalmayacaktır; paralı insanlarda… Ve de sermayelerini, insânî gelişim yolunda (Tanrısal Yol’da) tasarruf etmeleri (kullanmaları) gereğini öğreneceklerdir…

49 (+ min. 450) Yıllık Fikrî İnisiyatifimizin Dayattığı Asgarî Program:

Bu ülkede, bedenî ve aklî melekeleri muhtel olmayan insan bulabilmek çok zor… Zâten ülkemiz, casuslar ve soysuzlar cenneti olmakla da mâruf… Çünki Osmanlı çökerken, teslim olduğu Batılıların indinde tek muhâtap merci kalabilmek için, memlekette kendinden başka asil sülâle bırakmadı, ve hatta onların esâmisini bile tarihten sildirtti; Tarikat’ın silahlı gücü Ocağ-ı Bekdaşiyân’ı (Yeniçerileri), -Batı semayesi ve askeriyesiyle- imhâ ettikten sonra… Dolayısile de, ülkemizi soyan (ve soydurtan) casusların ve soysuzların –fahrî- atası oldu Osmanlı… Ve böylece, atalarının izleri –bile- kazınmış olan “fâtihân” çocukları da, piç gibi ortada kaldılar; bilgisiz ve bilinçsiz bir şekilde… Dolayısile, şimdi bu ülkede, değil bir ilerici parti, müstakil bir dernek kurmak bile imkânsızdır; ki bu husus, tecrübelerimizle de sâbittir… Onun için şimdi bizim âcilen yapabileceğimiz iş, birkaç tercümanla, bir telekomünikasyon aracı ve onun –tecrübeli- operatöründen müteşekkil bir büro açmaktan ibârettir; “Tarih Sonrasına Geçiş İnisiyatifi” gibi bir ad altında… Bu büro, bir defa ajans gibi çalışarak, ulaşmış olduğumuz bilimsel bilgi ve bilinç seviyesinde iletişim kurabileceğimiz seçkin aydınlar ve bilimciler aramalıdır Dünya’da… Sonra da, Türkiye’nin tarihî iç dinamiklerini –kirden pastan temizleyerek- taktim etmelidir Dünya’ya… Bunun için de her şeyden önce, pozitivist bilim (ve düşünce) anlayışının mahsûlü olan bütün felsefe, din ve ideolojilerin dayandığı klâsik antropoloji red ve cerh edilmelidir. Zira klâsik antropoloji ve onunla bağlantılı olan -mevcut- tüm din, felsefe ve ideolojiler, tıpkı Newton fiziği gibi, zaman’ın evrensel (mutlak) bir lineer parametre olduğu varsayımına dayandırılmıştır; zamanın göreceliğinin anlaşılmasından önceki –mutlakçı- zihniyetle… Ve bu cümleden olarak da önce, “tarihî devirler”in, ateşin kullanımı ve ilk mağara resimlerinin yapımı ile başlatılması, çünki bu becerilerin, sayma (ritm) ve sıralama melekelerinin (yani zaman ve mekân bilincinin) –bazı bireylerde- olgunlaştığını göstermesi bakımından, kronolojik tarih başlangıcına delil teşkil ettiği, husûsunda anlaşmaya varılmalıdır. Ki böylece de, “tarih öncesi”nin, başlamış ve bitmiş bir zaman aralığı değil, zamanlar üstü bir süreç (zon) olduğu anlaşılsın… Ve buradan da, “tarih öncesi-zon”un günümüzde bile –tarihî (dînî) ahlâkî kurallar ve hukûkî yaptırımlardan bağımsız olarak- yaşandığı, yani aramızda, büyük bir anarşi ve savaş potansiyeli olarak, “tarihî devirler” eşiğinden atlamamış (tarih öncesine ait) insanların bulunduğu, hatta bunların çoğunluğu teşkil ettiği gerçeği bilince çıkarılabilsin…

Osmanlı 1826’da, Türk Tarikat Sistematiği’nin silahlı gücü olan Ocağ-ı Bekdaşiyân’ı (yani Tevhid Ordusu’nu), Batılı banker ve askerlerin yardımıyla mağlûp ettikten sonra, Hanefî mezhebini resmi kilise ilan etmekle birlikte, aynı zamanda mezhep ve cemaat şeklindeki diğer Sünni kiliselere de cevaz verdi, ve hatta onları teşvik etti… Ve böylece de padişahlar, Sünni İslâm halifesi olarak, tüm memleketi –Batılı sermayeye- ipotek etme hakkını (!) kazanıp, sonuna kadar süflî saltanatlarını sürdürdüler… Bugün de uygulanan proje aynı… Bir padişahçı düzenbaz çıkıp, Sünni (dogmatik) mugâlâtayla kitleleri –fareli köyün kavalcısı gibi- peşine takmış, ve de memleketi ipotek etme (hatta ülkeden parça verme) karşılığında küreselcilerden, tek yetkili olarak kendisinin tanınmasını istemiş… Küreselci mihraklar da, hukûkî ve mantıkî tutarlılığa bakmaksızın, kendisini, Türkiye’nin tek yetkilisi (âdeta padişahı) olarak tanımış… İşte, gizli açık bütün politik lobilerin ve düşünce kuruluşlarının, üzerinden tertip ve senaryolar üretmeye çalıştıkları ana tema bu… Oysa bu tertipçilerin bilmediği, tarihî –ve belirleyici- bir gerçek var; ki o da, son hain Osmanlı’nın, kökünü kuruttuğunu sandığı Bekdaşiyân çocuklarının, ritmle, müzikle (Mehter’le) savaşan atalarının, zamanın göreceliğinden bîhaber olmadıklarını ortaya çıkarıp, klâsik antropolojiyi ve dolayısile bütün ideolojik düşünce, senaryo ve tertipleri, -atılası- çöp mesâbesine indirgedikleri gerçeğidir. Dolayısile, bizim başımıza çorap örmeye çalışan (siyasî tertiplere kalkışan) Batılı küreselci kapitalistlerin, bundan sonra, kendi aydınlarına ve bilimcilerine hesap vermek zorunda kalacakları da, “görünen köy” kadar açıktır… Ayrıca sözkonusu tertipçiler, son Osmanlı’nın tahrif ettiği “tarih”e, ve İran fitnelerine fazla itibar ettiklerinden şu gerçeği de bilmezler ki, Yavuz Sultan Selim, Ortadoğu’ya 400 yıllık bir barış düzeni getirmiş, ve bu arada bütün dinleri, mezhepleri ve Heterodoksi’yi de, olduğu gibi kabul etmiş/ettirmiş, gerçek bir fatihtir. Dolayısile de, fatihlerin mâsûmiyeti muvâcehesinde, aldığı canlar “kurban” sayılması gerekirken, İran fitnesi, Aleviler arasında, O’nun bir cânî olduğu tezvîrâtını yaymıştır. Oysa Alevilerin Yavuz karşıtlığının, herhangi bir Ortodoks (Sünni) sultana olan karşıtlıklarından daha fazla olmaması gerekmektedir; mantıken… Çünki Yavuz, hem kendisi için (İmâm-ı Sultan olarak), hem de Kâbe’ye her yıl gönderdiği Surre Alayı için tayin ettiği imamı, medreselerden, yani “dogmatik (Sünni) İslâm” eğitimi almış mollalardan değil, Tarikat büyüklerinden seçmiştir; yani büyük dedem Mevlâna Bekdaş Efendi’yi… Hatta dedemi, oğlu Süleyman’a hocalık yapması için de görevlendirmiştir… Üstelik kendisini, Yeniçeri Ocağı’na birinci nefer olarak yazdırdığını da düşünecek olursak, Yavuz Sultan Selim’in basbayağı bir “Ehl-i Tarik” olduğu açıkça ortaya çıkar; ki zâten, bazı Tarikat çevreleri O’nu, Velîullah olarak da anmaktadırlar… Dolayısile, hem Yavuz’un, hem de büyük dedem Mevlâna Bekdaş Efendi gibi bir zâtın, “fâtihân erenler”in yâdigârı olan Anadolu Alevilerine, kötü gözle bakmaları (ve baktırmaları) mümkün değildir. Nitekim, Ayvansaray-Eyüp sınırındaki türbesi, 1954’te Menderes’in hışmına uğrayıncaya kadar, İstanbul Bekdaşiliği’nin pîri olarak bilinen Bekdaş Efendi’nin, Aleviler tarafından da saygı gördüğü, ve hatta onun soyundan gelen Âgâh Efendi’nin Eyüp’deki dergâhının, Istanbul’a gelen Alevilerin ziyâretgâhı hâline geldiği de bir gerçektir; 1960’ların sonuna doğru Dergâh’ın, hile-i şeriyye ile Nakşibendîlere devredilmesine kadar… Yani demek ki, Alevilerin –Yavuz’un cânî olduğu yolundaki- İran fitnesine kanmalarındaki en büyük pay, ne yazık ki yine Osmanlı’ya aittir; tefessüh etmiş son kuşaklarına… Zira 1826’dan sonra, Mevlâna Bekdaş Efendi’nin esâmisini sildiren de, onu nisyâna terk eden de Osmanlı’nın ta kendisidir. Ki Cumhuriyet dönemindeki Atatürkçü yalakalar da, son Osmanlı’yı taklîden, Bekdaşîliğe kötü gözle bakıp Nakşibendî’liğe el vermişlerdir… Oysa Istanbul Bekdaşileri, Türk Tarikat Sistematiği’nin ilk mayalandığı yer olan Dânişmendiye kökenlidirler; Sivas-Tokat yörelerinden… Ve de satılmış Selçuklu’ya karşı Osmanlı Beyliği’ni tutarak, onları yürüten, onlara danışmanlık yapan insanlardır; ki devam eden fütûhâtla birlikte, İslâmiyetin “Tevhid Dini” olarak idrâk edildiği ve yaşandığı başlangıçta da, aralarında hiçbir ihtilâf yoktur… Mesela –Şâmanizm kökenleri itibâriyle- tapınç kültüne yani “namaz”a, hiç de sıcak bakmazlar, ve de kendilerini hep “seferî” veya “ilerlemeci” sayarak, Kuran’a atfen “namaz” ibâdetinden muaf olduklarına inanırlardı; seremonik Cuma, ve namazgâh (savaş hâli) namazlarından maadâ… Sonra da, Tarikat umdeleri itibâriyle, Allah’ın delillerinin Kuran’la ve Hz.Peygamber’in sünnetiyle kısıtlı olmadığına (olamayacağına) inanırlar, ve böylece de, hem dogmatizme saplanmamak için araştırmacılığı teşvik etmiş, hem de sonsuz delile sâhip “Tanrı” kavramının bir “mit” tanımlamıyacağını, ancak bir “yol” tâyin edeceğini, zira yeni yeni deliller keşfedildikçe eski delillerin anlam değiştirmesiyle, “mit” tanımının amorflaşacağını belirtmiş olurlardı. Osmanlı padişahları bu umdelerden –Ortodoksi’ye ve Kapitalizm’e- saptığı zamanlarda da, Tarikat’ın silahlı gücü “Ocağ-ı Bekdaşiyân”ın zoruyla yola getirilirlerdi; 1826’daki hain tertip ve tenkil’e kadar… 1826’dan sonra Osmanlı, Batı kapitalizmine –âdeta- satıldı; ki bununla birlikte de, Sünni (Ortodoks) Hanefî mezhebini resmî kilise şeklinde kabul ederek, tamamen Tevhid yolundan çıktı… Ama buna karşılık, Tarikat fikriyâtının doğruluğu, yani tapınılası “Tanrı” mitinin olabileceği, ve Tanrı delillerinin tamamlandığı anlamındaki –Sünni- dogmaların yanlışlığı, “sıra dışı varlık” kabûlünün paradoks (akıl dışı) olduğunun -1901’de B.Russell tarafından- ispatlanmasıyla açıkça anlaşıldı… İşte biz böyle bir fikrî inisiyatifin (Tarikat fikriyâtının) ardılı olduğumuz içindir ki, son bilimsel buluşların da ışığında düşünerek, hem peygamberlerin dogmalarını, hem de –mutlakçı- pozitivistlerin “antropoloji” şablonlarını aşarak, zamanlar üstü bir “tarih öncesi-zon” kavramına ulaşabildik. Bundan sonra da açıkça anlaşıldı ki, bir “Tanrı” miti vehmetmek abesle iştigâldir; ve ona tapınmak ise, kölecilik zihniyetinin talebi olabilir ancak… Bütün mitolojik (dinsel) tarihî devirleri kesin olarak kapatacak bu anlayışımıza göre, tarifi mümkün olmayan “Tanrı” ancak, insanlığın gelişme (ilerleme) yolunun nihâyetindeki transandantal limit konumu olarak düşünülebilir. Ki Türk Tarikat Sistematiği’nin ulaştığı –Batılı siyaset komplocularının idrâkını aşan- son bilimsel bilgi ve bilinç seviyesi de budur işte… Türk Tarikat Sistematiği’nin kırsal kesimdeki (topluluklardaki) izdüşümü veya tortusu diye tanımlayabileceğimiz Anadolu Aleviliği (veya Heterodoksi’si), Ortodoks (Sünni) iktidarlar tarafından genellikle, “bi şekilde iknâ edilmeleri gereken sapkın topluluklar” şeklinde görülmüş, ve de refah dönemlerinde, “dogmatik İslâm”ın hoşgörüsünün delili olarak kullanılmışlardır. Hatta TC demokrasisinde bile Aleviler, “biz Müslüman değiliz, biatsızız, ve Ortodoks (Sünni) iktidara hiçbir zaman da biat etmeyeceğiz” diyememişlerdir açıkça… İşte bu yüzden, Türkiye’ye “demokrasi” hiçbir zaman gelememiş, ve bunun neticesinde de, son padişahlara özenen bir düzenbaz, Ülke nüfusunun %99 küsurunu Müslüman (biatlı) sayarak, “bunların yem’ini barınağını ben sağlarsam, biat mercii de ben olurum” diye düşünebilmiştir. Demek ki, Türkiye’de demokrasinin tesisi için, Alevilerin, ürkek ve takiyyeci hallerinden silkinip, “Biz Müslüman (biatlı) değiliz; Allah mitine de, Kâbe putuna da tapınmayız!” şeklinde bir deklerasyon yayınlayarak, açıkça, anti-Ortodoks (Sünni) tavırlarını ortaya koymaları, gerek şart hâline gelmiştir artık… Bu şart yerine getirildikten sonradır ki, insanlar düşünmeye ve bilimsel fikirler kaale alınmaya başlayabilir. Zira aksi taktirde, nüfûsunun %99’unun biatçı dindar (Sünni) olduğu görünümü veren bir ülkede, kimse kafasını yormayacak, ve bütün kurnaz (pragmatik) dindarlar, böyle bir “insan sürüsü”nün çobanlığına heveslenerek birbirlerini yiyeceklerdir. Onun için, anti-Ortodoks (Sünni) cephede birleşmeleri gereken Alevilerin, bir an önce, yobazların Allahsızlık (Ateizm) şantajına karşı, kendilerini vareden Tarikat (Tasavvuf) fikriyâtının ulaştığı son bilimsel bilgi ve bilinç düzeyinden cevap vermelidirler; “Allah diye tapınılası bir mit kabûlünün, akıl dışı (paradoksal) olduğu ispatlanmıştır; insanlığın gelişimi anlamında bir Tanrısal Yol’dan sözedilebilir ancak…” şeklinde…

Yani özetle, tarihî kimliğimizi yeniden kazanmak, ve de insanlığa yol göstermek için, hemen uygulanması elzem ve mümkün olan Asgarî Program, tüm Dünya’daki ilerici ve bilimcilerin dikkatini, “tarih öncesi-zon”un zamanlar üstü olduğuna çekmek, Yurt içinde de, bütün Alevilerin anti-Ortodoks (Sünni) çizgide birleşerek, “Biz Müslüman (biatlı) değiliz ve hiçbir zaman da olmayacağız” gibilerinden bir deklerasyon yayınlamalarını sağlamaktır…

Ama son tahlilde anlaşılıyor ki, Türkiye’de Türk olarak yaşayabilmek için, her şeyden önce, fâtihân atalarımıza lâyık olan evrensel çaptaki bireylere, yani Tarih çizgisini (Rubikon’u) geçmiş adamlara ihtiyaç vardır…

Ali Ergin Güran: 23/08/14