BEN
NE YAPTIM?!.. VE, NE YAPMALI?!...
En sonunda,
İnsan(Emek) Bilimi şeklinde kristalize olan tefekkür serüvenim, ilk önce, -1960
başlarında- Ord. Prof. Dr. Cahit ARF’ın,
Kümeler (Cümleler) Teorisi’ndeki bir meseleyi gündeme getirerek, genele (tüm
Matematik Bölümü’ne) sual açması üzerine yaptığım, ve de kendisinin çok
beğendiği bir çalışma ile başladı. Cahit Hoca çalışmamdan o kadar etkilenmişti
ki, hem “gel beni asiste et” diye tahtaya çağırmış, hem de dersten sonra makam
odasına götürerek, “bak bu odada çalışabilir ve kütüphanemdeki bütün
kitaplardan da yararlanabilirsin” diyerek bana olağanüstü şartlar (imkânlar)
tanımıştı… Herne kadar, 27 Mayıs’a doğru başlayan kavgalar, mahkemelik olmam,
devamsızlık etmem ve gammazlıklar neticesinde aramız açılsa, ve kendisi de,
aynı yılın sonunda –Feza Gürsey gibi
değerli bir fizikçiyi kabul etmeyen- Senato ile ihtilâfa düşerek İst. Üniversitesi’den ayrılsa da, 2-3 yıl
sonra yine de, benim hakkımda olumlu referans vermişti M. İkeda’ya; hiç
unutmam… İşte ben, Cahit Hoca’nın bu yönlendirmesiyle Set Theory’ye ilgi duydum; ki böylece de Matematiksel (Sembolik) Mantık ile, ve Russell Paradox’la tanışmış oldum… Daha sonra da, bu paradokstan
kurtulmak için düşünülmüş, eşdeğer temel varsayımlar (aksiyomlar) arasından, Well-Ordering Principle’a takıldım;
buradaki “iyi sıralanma” tâbiri, “iyi sıralanmış” anlamında mı kullanılmış,
yoksa “iyi sıralanabilir” anlamında mı, diye düşünerek… Yani sonsuz kümeler
(mesela Uzay’ın tüm zerreleri veya noktaları), sıralanmış olarak mı var
edilmişler, yoksa onları biz mi sıralayabiliyoruz?... Bunu sorduğum yüksek
kariyer sâhibi akademisyenler bile, doyurucu bir cevap veremediler; ve de
kem-küm etmekle geçiştirdiler sualimi… Ben burada kullanılan kaypak ifâdeyle,
“Doğa-Tanrı” düalitesi fikriyâtına (yani dinlere) -spekülâtif bir şekilde- açık
kapı bırakıldığı kanaatine kapıldım. Oysa Russell Paradox, mikrokozmik uzayın en derin limit noktalarını bile hesaba
katarak, öyle bir ispat ortaya koymuştu ki, herhangi bir “tanrı” mitine –genel sıralanmanın
dışına çıkabilmek için- kaçacak yer (tek nokta dahî) bırakmamıştı. Ve ondan
dolayı da Bertrand Russell,
God(Allah) diye bir mit kabûlünü (tahayyülünü), çocukça ve komik bulmuştu… İyi
Sıralanma Prensibi denilen aksiyomun tatbîkâtı bâbındaki Peano
Aksiyomu, çizimle, bir mekânın tüm
noktalarının –herhangi ikisi, aynı sıraya gelmeksizin- iyi sıralanabileceğini
göstermiş (ispatlamış) olsa da, mekândan münezzeh (soyut) bir sonsuz kümenin
elemanları için, bir sıralama işlemi düşünülemiyordu. Ama ben bu işlemin,
insanlardaki sayma(ritm) ve sıralama melekeleri faaliyeti olarak –daima- zâten
yapıldığını, 1985 yılında (cezaevinde) fark ettim ve ortaya çıkardım; ki bu
meleke etkinlikleri aynı zamanda, “akıp giden zaman” ve “panaromik mekân”
mevhumlarını veya algılarını da yaratıyordu. Yani insanın meleke faaliyeti, soyut küme
elemanlarının sıralanarak realize edilmesi demek olduğu gibi, aynı zamanda
sayılarla birlikte, zaman ve mekân kavramlarının da yaratılması anlamına
geliyordu; ki bu da, insansız bir Evren’in soyut bir küme, daha doğrusu hiçlik
olacağını gösteriyordu. Ve böylece, ezelî ve ebedî olması gereken –melekelerden
mütevellid- sıralama işlemi, aynı zamanda bir sıra dışı varlık (mit’ik Tanrı)
kabûlünü de olanaksız kılıyordu; “insan”ı, -doğayla bütünleştirerek- tüm
doğanın (evrenin) inisiyatörü, ve/veya evrilme ucu konumuna sokmakla… Zâten bilinçlenme de, Kozmos’un evrilme ucu
(başı) anlamına gelebilirdi; ki bu
husus da, “Atalet Prensibi” ve “Termodinamiğin II. Kanunu” gibi temel fizik
yasalarının biyolojik âlemde, “üreme” ve “beslenme” gibi canlılığın
karakteristik yasalarının da antropolojik âlemde inkâr (negasyon) edilmesinden,
yâni insanlığın, Kâinât’ın diyalektik deviniminin (evriminin) sentez konumunda
bulunmasından açıkça anlaşılmaktaydı. Bu da demekti ki, insanlaştırma dinamizmi
veya parametresi (melekeler) ile birlikte “insan” var oldukça, “Tanrı” diye
ekstra ordiner bir mit kabûlü akıl dışıdır. Zira birbirinden bağımsız iki ayrı
bilinç (ve irâde) kabul etmek mümkün değildir; birbirini naksetmeyen yasalarla
devinen bir sistem içinde… İşte bundan dolayıdır ki, antropolojik kozmos
(insanlık) içinde de, insanların bilinç seviyelerine göre iyi seçilip
sıralanmaları gerekmektedir. Ama insanların meleke güçlerine (bilinçlerine)
göre doğru sıralanıp, tek bir irâde odağı meydana getirmelerine engel olan da,
kültürel (dinsel, dil’sel vs.) farklılıklar ile kapitalizmdir. Çünki bu yüzden
–ekonomik ve/veya idârî – mahalli otoriteler, beslenme ve üremeye, insânî
kaliteyi gözetmeksizin önem vermekte ve yatırım yapmaktadırlar. Ve böylece
girilen bir hayvânî (içgüdüsel) tüketim çılgınlığı içinde, hem insanlığı
ileriye taşıyacak inisiyatör ve kreatörler (yani İsa’lar) harcanmakta (çarmıha
gerilmekte), hem de gerzek tüketiciler, pazar ekonomisinin iç mantığı uyarınca,
son kullanma tarihleri geldiğinde sudan bahânelerle çıkarılan savaşlar,
çatışmalar içinde yığınlar hâlinde itlâf edilmektedirler. Zira Kapitalizm’in
içinden çıkan, Marksizm gibi ciddi muhalefet ideolojilerinde bile, insan emeği,
gücünden faydalanılan “ehlî hayvan”larınkiyle bir tutulmakta, ve emek=İş (mal üreten emek) olarak tanımlanmaktadır. Oysa bu eşitlik, “mutlak”
olmayıp, insanın kendini yapılandırdığı “meleke” faaliyetinden mütevellid
müzik, sanat, bilim gibi etkinliklerden teşekkül eden bir modüle sahiptir; ki
buna “kozmik emek” demek yerinde olur. Dolayısile de, sözkonusu formülün emek=iş
+ (kozmik emek) şeklinde düşünülüp
uygulanması şarttır; insânî bir cemiyet kurmak için… Yani son tahlilde açıkça anlaşılıyor ki,
tapınılacak bir “Tanrı” mitinin fazla abartılması veya içselleştirilmesi,
insanların edilgenleşerek köleleşmesiyle birlikte, başkan “kapitalist tiran”ın
da şuurunu kaybetmesine sebep olarak, insanlığın, hayvanlığa rücû ile
mahvolması sonucunu doğuracaktır. Zira kapitalizmin “serbest Pazar ekonomisi”,
insanlığın –tabularla ilgili- “var oluş”una tam zıt istikâmetteki çabalarla,
içgüdüsel tüketimin yani şehvet ve lezzet düşkünlüğünün (ve de nüfûsun)
arttırılması esasına dayanmaktadır. Ki bu durum da, kapitalizmin insâniyetin
gelişmesine ve/veya bilinçlenmesine karşı bir –hayvânî- ideoloji olduğunu
göstermektedir. Bu, aynı zamanda, dindarların, “iyi niyet”li söylemlerinin tam
aksi bir âkıbet için çalıştıklarını, yani dinî doktrinlerin antagonist yapısını
da açıklamaktadır…
Tefekkür Sürecime, Politik ve
Akademik Entrikaların Etkileri…
Cahit Arf’ın
istifasından 1,5 yıl kadar sonra, Ege Üniversitesi’nde cebir dersleri vermekte
olan Masatoşi (Gündüz) İKEDA’nın
yanına asistan olarak gittim. Daha Lisans kredilerimi bile tamamlamamış
olduğumdan, beni “laborant” kadrosuyla istihdam ettiler. Çünki o sıralarda, Teorik
Cebir’in grup, halka, cisim gibi sistemlerinden anlayan pek yoktu; şimdi var
mı, veya kaç tane anlayan –yeni mezun- var, bilmiyorum… Ege Üniversitesi’nde
kaldığım 1,5 yıl içerisinde, “lisans üstü” çalışması olarak –İkeda
“adviser”lığında- GALOİS Teorisi
hakkında bir seminer yapmakla beraber, İkeda’dan Russell Paradox’un en veciz ve
vâzıh formülâsyonunu öğrendim… 1963 baharında, aynı zamanda ODTÜ Fen-Edebiyat
Fakültesi Dekanı olan değerli matematikçi Cengiz
ULUÇAY, bir konferans vermek için üniversitemize gelmişti; ki ben de, o
konferansın ses kaydını ve basımını gerçekleştirmiştim. O sıralar Cengiz Hoca,
Cahit Arf ve M.İkeda gibi önemli
matematikçileri ODTÜ’ye dâvet ederek, Fakültesini, Dünya’nın önde gelen bir
bilim yuvası hâline getirmek istiyordu. Bu arada, ümit veren gençleri de
toplamak istediğinden, İkeda’dan olumlu referans alması üzerine, beni de
ODTÜ’ye çağırdı; ki ben de, hem İkeda da arkamdan gelecek diye, hem de gerici
ve cühelâ yönetimle takışmış olduğum için, seve seve kabul ettim Cengiz
Hoca’nın teklifini… Fakat, gerici ve vasıfsız öğretim üyeleri ile
–siyasîleşmiş- yöneticilerin, değerli bilim adamlarının üniversitelerinde
temerküz etmesinden fena halde korktuklarını bilmiyordum (bilmiyorduk) o
zamanlar… ODTÜ’de bulunduğum 1963-64
ders yılı içerisinde, rutin asistanlık görevim dışında, Fonksiyonlar
Teorisi üzerine Cengiz Hoca’nın verdiği “lisans üstü” dersini de tâkip ederek,
sınavından “A” dereceyle geçtim. Ayrıca Fizik Departmanı’nın dâveti üzerine bir
kollokyuma katılıp, ortaya koydukları, kuantum fiziğiyle ilgili bir
S-Matriks’in, rekürsiyon formülü şeklindeki determinantını çıkardım. Bu
çalışmam, bilimsel (evrensel) olarak tam bir orijinaliteye sâhipti; ki sonradan
Erdal İnönü’nün, kendi profesörlük
tezi için, bu formülümü intihâl ettiğini –tesâdüfen- öğrendim. Bu
zenginleştirici bir intihâl değil, tezi belirleyen bir “aşırma” olayıydı; zira,
sonsuz satır ve sütuna sahip matrikslerin
determinantını veren standart bir formül veya metod olmadığı gibi,
sayısal değeri (determinantı) hesaplanamayan bir matriks de, Fizik branşında
hiçbir işe yaramazdı… Bu arada, Cahit Hoca’nın bana yaptırmış olduğu çalışmayı
kimin yürüttüğünü ise, hiçbir zaman öğrenemedim… İşte tam o sıralarda,
politikadan hiç anlamadığım ve hoşlanmadığım, ve de solculuk, sosyalistlik
(komünistlik) hakkında tek kitap okumadığım halde, kendimi politik ceryanların
içinde buldum. Ankara o zamanlarda, Amerikan işgâli altında bulunduğundan,
Amerikan diline ve pop kültürüne hayranlık duyan gençlerimize, işgâl kuvvetleri
tarafından çengel atılmıştı; doğal olarak… Ben de bu çengelli gençlerden
birinin arkadaşı olaraktan, bir Amerikan binbaşısının, evinde verdiği partiye
dâvet edilmiştim. Viskinin su gibi aktığı (içildiği) o partideki sohbetlerde,
genellikle o günlerin aktüel konusu olarak “Amerika’nın Vietnam çıkarması”
konuşulmuş, ve ben de, sorulan israrlı sorulara karşılık, “ne işiniz var, o
kadar uzak bir ülkede” diyerek, Amerika’lı subayları şoke etmiştim; hiç unutmam. Çünki sonradan, o
partinin, hayatımda, CIA tarafından mimlendiğim bir “dönüm noktası”nı teşkil ettiğini düşündüm hep… 1964 yazına
doğru, bir de ODTÜ’de siyasi bir kriz
patladı… Görünürdeki sebebi, Üniversite’ye Amerikan bayrakları asılmaya devam
edecek mi, etmeyecek mi, şeklindeydi. Cengiz Hoca bir gün, beni Dekanlık
makamına çağırarak sordu: “Ali, Üniversite’ye dînî bayramlarımızda bile
Amerikan bayrakları asılıyor, sen buna ne diyorsun?” şeklinde… Ben de,
“kesinlikle karşıyım” diye cevap verdim… Bundan kısa bir süre sonra da, Cengiz
Hoca’nın, bütün görevlerinden istifa ederek Üniversite’den ayrıldığını duydum…
Cengiz Hoca’ya yalakalık yapan mürâiler, topluca istifa dilekçeleri verdiler;
hem Hoca’nın istifaya mecbur bırakılmasını, hem de –tabii ki- Amerikan
bayraklarının asılmasını protesto etmek bâbında… Bu arada beni de istifaya
dâvet ettiler; ve hatta, kendilerine katılmadığım için kınadılar beni… Cengiz
Uluçay, akademik kariyerini Amerika’da geliştirmiş, bir Amerikalı ile evlenmiş,
ve hatta bu yüzden –o zamanki yasalar uyarınca- askerliğini er olarak yapmış, ama Türklüğünden hiç tâviz vermemiş bir şahsiyetti… Erdal İnönü,
profesör olmamasına rağmen, entel solcularla takunyalıların desteğini arkasına
alarak, vekâleten –Cengiz Hoca’dan boşalan- Dekanlık makâmına oturuverdi. Zaten
babası İsmet İnönü de, o sıralarda
başbakandı; ki bu yüzden, olaylar medyaya
aksettirilmeden, Cengiz Uluçay gibi bir bilim adamı, C.Arf, M.İkeda gibi
büyük değerleri bir araya getirme projesiyle birlikte, sessiz sedasız tasfiye
ediliverdi; Amerikan üniversitesinden… Cengiz
Bey’in etrafındaki ikiyüzlü yalakalar, Erdal İnönü’nün bir işareti (şifâhen
çağırtması) üzerine Dekanlığa gidip kendisini tebrik ettiler; ve de usûlen
yapılan israr(!) veya telkin üzerine istifalarını geri aldılar. Bana da Erdal
Bey iki defa –nasihatçı olarak- özel kalem’ini gönderdi; gidip de kendisini
tebrik etmem için… Benim re’sen gidip tebrîkatta bulunmam, Cengiz Hoca’ya
verdiğim sözden, yani Amerikan bayraklarının asılmasına karşı olduğum fikrinden
döndüğüm anlamına gelecekti ki, yapamadım… Buna mukabil kendisine,
“çalışmalarımdan memnunsa, ve kontratımı yeniletecekse, çağırsın gideyim; ve de
tebriklerimi sunayım” anlamında mesaj gönderdim… Sonra da anladım ki, Erdal
Bey, kayıtsız şartsız “biat” istemeye ve almaya alışmış… Onun için de, bekleme
limitim dolunca, “askere gidiyorum” gibi
mâsum bir gerekçeyle istifa etmek yolunu seçtim… Ve ondan sonra da, tefekkürün
pratik hayattan (davranış ve etkileşimlerden) soyutlanamayacağını düşünmeye, dolayısile de,
“spesiyalist-kariyerist” akademisyenlerin bilimsel çalışmalarının, bir tür
ısmarlama işler olduğunu anlamaya başladım. Yani üniversitelerdeki, “akademik”
denilen idârî (politik) hiyerarşi içinde biri, “ağızla kuş tutmak metodu” gibi
bir çalışma yapsa bile bu, üst kademelerdekiler tarafından ya kabûl görmüyor,
ya intihâl ediliyor, ya da –en iyi ihtimalle- paylaşılıyordu. Ve böylece de,
akademik hiyerarşi, bilimsel keşif ve yaratıcılıklarla değil, ancak idârî
tercih ve tâyinlerle oluşuyor veya değişiyordu; kapitalist düzenin korunması
için… Zira bağımsız bir şekilde –hiç kimseye gebe kalmadan- yükselip otorite
olan bir bilimcinin düzene mugâyir görüşleri olabilirdi; hatta mutlaka olurdu.
Zaten ondan dolayıdır ki, çığır açan keşifleri yapanların, olağanüstü teoriler
kuranların büyük çoğunluğu da, akademilerin, üniversitelerin dışında çalışmış
ve kendilerini yetiştirmiş insanlardı. İşte bundan dolayıdır ki, tefekkür
sürecim dâhilinde ben de, kapitalizmin ve tüm dogmatik ideolojilerin denetim
altına alınabilmesi için, her şeyden önce yaratıcıların, kâşiflerin selekte
olacağı ortamların hazırlanması gereğini ispatlamış oldum, aynı zamanda…
Matematikte Olduğu Gibi,
Antropolojide de Ritm Melekesi Aksiyomatik Şart:
1964
güzünde, Tuzla Piyade Okulu’nda askerliğe başlayıp, 1965’in Mart-Nisan
aylarında aldığım disiplin cezasını çekmek üzre “disiplin odası”na
tıkıldığımda, ilk defa sosyalist eserlerle tanıştım. Çünki benimle beraber
yatmakta olan avukat arkadaşlar, yanlarında bir sürü sol kitap getirmişlerdi…
İnsanlığa nizâmat vermek üzere, ve de bilimsellik (objektiflik) iddiasıyla
kaleme alınmış bir fikir furyasıyla –birdenbire- karşılaşınca, kafamda
otomatikman bir “ihtirâzî kayıt” tebellür etti; “bu fikirlerin doğru olabilmesi için, insanın, hayvandan olan nesnel
kategorik farkının bilinmesi, ve bu farkın
da, ateşin kullanımı ile ilgili olması gerekir” şeklinde… Çünki insanın,
kendi hayvanlığına bile objektif (bilimsel gözle) bakabilmesi için, onu
hayvanlardan kategorik olarak ayıracak (yükseltecek) bir farkının olması
gerekirdi… İşte bu ihtirâzî kayıt, tam yirmi yıl boyunca mâruz kaldığım bütün
politik cereyan ve akıntılara rağmen, tefekkür rotamı bana kaybettirmeyen bir
pusula (hipotez) yerine geçti. Ve sonunda, politik plâtformda silâh
zoruyla mağlûp addedilip hapse mahkûm
edilince de (1985 ilkbaharında), zihnimin açılmasını ve insanın, ritm
melekesine sâhip bir hayvan olduğunu anlamamı sağladı; ki aynı zamanda “ateşin
kullanılması” fenomeni de, hatta beslenme ve üremeyle ilgili tabular (yani
bugün, “psikolojik” başlığı altında sallama sebepler uydurulan tutukluklar) da
bununla açıklanabiliyordu. Kaldı ki dil’lerin, müziğin (gam’ın), ölçü’lerin,
sayıların ve bilimin çıkışını da ritm melekesiyle izah etmek mümkündü. Zira
insanlar, ritmik rezonans hâlinde devinirlerken (dans ederlerken) de, sembolik
(matematiksel) mantıkla tefekkür ederlerken de, farklı duygu ve düşüncelere
kapılamazlardı; ki bilimsel objektivite
ve insânî birlik de bundan mütevellid’ti… Ve buradan da, bütün dînî, felsefî ve
ideolojik doktrinlerin subjektifliği, yani güç kullanımına veya güçlü mercilere
(otoritelere) bağımlılıkları açıkça anlaşılıyordu… Böyle bir hipotezim
olmasaydı, Sovyetler Birliği veya Çin
gibi güçlü –politik- câzibe merkezlerinden, veya onlara karşı oluşturulmuş ajansal mihraklardan bağımsız kalabilmem pek
mümkün olamazdı. Veya ancak –bazılarının yaptığı gibi- güç odakları arasında
yalpalamak, veya politik dansözlük yapmak zorunda kalırdım… Ama işte bu yüzden
de şimdi, sözkonusu mihrakların husûmetini üzerime çekmiş bulunuyorum. Öyle ki,
Dünya, “kan gövdeyi götürüyor” vaziyetlerindeyken, ve kapitalistlikte ileri gitmiş ülkelerin
aydınlarından da hiçbir ses (yeni bir
fikir) çıkmazken bile, benim fikirlerimi duyurmamaya ve örtbas etmeye çalışıyorlar;
ajansal tecrit ve ambargo operasyonlarıyla… Çünki onlar beni hep, -alt tarafı-
politika yapıyor, bir yerde hem menfaat derdine düşerek, hem de “mafyöz şirket”
şablonuna oturması gereken “örgüt”ünü yaşatabilmek için, er veya geç genel para
sirkülâsyonuna entegre olacak, dolayısile de, kontrol ve güdümümüze girecek
önyargısıyla takip ettiler. Hatta bu yolda, câzip –parasal- teşvik ve tekliflerde de
bulundular. Ama sonunda gördüler ki, birçok tarafla temasta olduğum, ve her
türlü ajan ve ajan tıynetli insanla ilişkide bulunduğum halde, hiçbir politik
yalpa yapmadan ve kimseyi de aldatmadan bugünlere geldim. Çünki, gizli
ajanların pozisyon alıp etkili olacağı, “emir-komuta” hiyerarşisine sahip bir
“mafyöz şirket” örgütlenmesini hiçbir zaman düşünmedim, ve buna izin de
vermedim. Sâdece takipçilerim arasında bir nevi (kooperatifçilik gibi) ekonomik
entegrasyon sağlamak istedim; ama buna da “küçükburjuva bencilliği” geçit vermedi. Bu durumda, zaman zaman
tamamen yalnızlaşsam bile, yaptığım meditasyon ve soyutlamalarla fikrî
inisiyatifimi hiç kaybetmedim, ve daima
sürdürdüm. Üstelik, şiddetli
tartışmalara girdiğim, ve hapis tehdidi altında bile pazarlıklarını reddettiğim güçlü çevrelere karşı, ve hatta
KGB’nin TKP’sine karşı dahî –Sovyetler’in çöküşüyle- hep haklı çıktım. Onun
içindir ki, kendilerini fena halde
atlatılmış (âdeta aldatılmış) hissederek, bana husûmet besliyorlar; bu çevrelerin bakiyeleri ve
ajanları… Oysa benim –son tahlilde- ispatladığım husus, bilimin her türlü
ideolojiye ve politikaya karşı olan üstünlüğüdür. Ama kastettiğim bilim anlayışı,
olaylardan etkilenmediği farzolunan bir bilimcinin –objektif’lik iddialı-
gözlemlerine dayalı olanı değil, dış etkenlerle uzlaşmaz çelişkiye düştüğü
anda, yapacağı -meditasyon ve- soyutlamalarla çözümü, insanlığın tüm bilgi
birikimi ve bilinçlenme süreci dahilinde arayan, dolayısile de klişeleşmiş fikirlerini
(dogmalarını) değiştirebilen bir bilim adamının “kuantumcu” anlayışıydı. Yani
bu, spesiyalist ve şizofrenik olmayan bir bilimcinin, yaşamsal etkinlikleri ile
düşüncesini “feed-back” etkileşimine sokarak yaptığı emsalsiz (tarihte kaydı
bulunmayan) bir çalışmaydı. Ki dünyada
ilk defa yapılan böyle bir –ilmî- çalışmayla da, mevcut tüm dînî, felsefî ve
ideolojik doktrinler şâibeli hâle geliyordu. Suskun kalmaları için, bilimsel ve entelektüel
çevrelere yaptıkları baskı, ne zamana kadar sürebilecek; göreceğiz… Onun için, akıl ve kişilik sâhibi olan
herkesin bu fikirlere sahip çıkması, dolayısile de, onları geliştirerek yayması
ve yayarken geliştirmesi gerek… Çünki devletler ancak, aydınların,
bilimcilerin başkaldırmasıyla, yani “Tarihî Devirler”i kapatacak Aydınlanma
ile, yani bir zihniyet devrimiyle kapitalistlerin tekelinden kurtarılabilir;
yoksa, “işçi sınıfı” nâmına iktidar olanların bile, kapitalistlerin ağına nasıl
düştüklerini gördük… Onun için de, her şeyden önce, kapitalist devletlerin
takip (ve kontrol) edemediği bir fikrî inisiyatifle, kapitalizmden bağımsız bir
metodolojinin geliştirilmesi gerekiyordu; ki işte ben bunu yaptım…
Ritm Melekesini Bilince Çıkaramamış
Matematikçilerin Zavallı İdealizmi:
1966 güzünde askerliğimi bitirdikten sonra, Cengiz Uluçay’ın beni
TÜBİTAK’ın kuruluşuna çağırmasına rağmen ben,
Cahit Arf’ın bıraktığı kürsüde, onun doçenti olan, ve kendisine vekâleten kürsü başkanlığını deruhde
eden, ve de profesör olmasına kesin gözüyle bakılan (ki nitekim de olan) Orhan Ş. İçen ile lisans üstü çalışmamı
ikmâl etmek istedim. Çünki o zamanlar, cebir ve analiz teorilerine daha yakın
hissediyordum kendimi… Orhan Bey de, üstâdı Cahit Arf gibi, Alman ekolünden gelme
bir matematikçiydi; ama kendisi, Cantor gibi idealistlerden, veya –tâbir câizse-
dogmatiklerden daha fazla etkilenmişti. Oysa C.Arf da, M.İkeda da, H.Hasse’ye yakın –çalışmış ve zihniyete
sâhip olmuş- matematikçilerdi… Georg
Cantor (1845-1918), ömrü boyunca,
matematikteki soyut kümelerin bir temel aksiyoma dayanması gerektiğine,
aksi halde paradoksa (Russell Paradox) saplanılabileceğine hiç ihtimal
vermemiş, ve önemli matematikçilerin
çoğuna ters düşerek, kümelerin apriori (veya tanrısal hikmetle) var olduklarına
inanmıştı; ki bu yüzden de, hayatını mental hastalıklarla boğuşarak
tamamlamıştı. Zira Cantor kendisini, insandan bağımsız olarak somut elemanlar
(sayılar) ihtiva eden kümelerin (metafizik âlemin) var olduğu yolundaki dinsel
önyargıdan kurtaramadığı, dolayısile sayıların ordinal özelliklerinin sayma
(ritm), kardinal özelliklerinin de sıralama (adımlama) melekelerinden neşet
ettiğini anlayamadığı için, tapındığı tanrısı bile onu kurtaramamıştı. Ve
böylece de, bir dindarın matematiksel mantıkla –doğru- düşünemeyeceğini, kötü
sonla noktalanan hayatıyla ispatlamıştı. Ve de ne hazin bir benzerlikti ki,
Orhan Bey de birkaç defa psikiyatrik tedâvi görmüştü… Orhan Bey’in bir idealist
matematikçi (metafizikçi) olduğunu ben, tezimin seminerlerini yaparken
sezinledim; ve de –biraz da o yüzden- akademik kariyer peşinde koşmaktan
vazgeçtim. Çünki, aynı zamanda onlar beni, üniversite öğretmeni yapmak için de
uğraşıyorlar, ve hatta aralarındaki bazı yobazlar açıkça, “Ali, Türkiye’nin çok
sivri az adama değil, az sivri çok adama ihiyacı var” diyerek bana talkın da veriyordu; kâşif olma
hevesimi kırmak, daha doğrusu gençlik dinamizmimi bastırmak için… Orhan İçen, beni asistan olarak bağlayamadığı,
ve de bana, sınav kâğıtlarını okutturmak gibi angaryalar yükleyemediği için, tezimi çabucak bitirip akademik titrimi
alarak kaçmamdan korkuyordu. Ve ondan dolayı da, çalışma hızımı türlü
bahânelerle kesmeye uğraşıyordu… Bütün bahâne ve mâzeretlerini boşa çıkardığım
bir gün, son kozunu oynadı, ve de beni akademik hayattan öyle soğuttu ki,
sonradan pişmanlık beyânı gibi söylediği sözlerini işitmiş olsam bile, yine de
ısınamadım üniversitelere…Nitekim balık baştan (üniversitelerden) koktu, ve de giderek tüm ülke yobazlaştı… O gün,
ailevi mâzeretler beyân ederek hazırlanamadığını ifadeyle benden, semineri
–yine- ertelememi istediğinde, teklifini kabul etmeyerek toplanan hâzirûna,
fasıldaki meselenin dökümünü ve ispatlarını anlatmaya başlamıştım. Ben semineri
yaparken, Orhan Bey odasından çıkmamış ve beni izlemeye gelmemişti. Ama tam
meseleleri halledip semineri bitirdiğim sırada dersaneye girip, “şu ispatı bir
de ben yapayım” diyerek doğrudan tahtaya
geçmişti; hiç unutmam… Ve ispatını
bitirince de, benimkiyle karşılaştırıp, benim yanlışımı veya eksiğimi ortaya
çıkarmadan, hatta benim, kendisinin yaptığı işlemlere dair soru sormama bile
müsâde etmeden, çoğunluğu, kürsüsüne –bir şekilde- bağlı olan izleyicilere
dönerek, “hangimizin yaptığı ispat daha bedîhî?” diye sormuştu. Ki doğal olarak
da, kâhir bir ekseriyetle oylamayı kazanmıştı… Bunun üzerine de ben, refleksif
bir şekilde elimdeki tebeşiri tahtaya bırakıp, “matematik ispatların, oy
çokluğuna istinâden doğrulandığı bir yerde ben çalışamam” diyerek çıkıp
gitmiştim; akademik hayattan… O sıralarda, Orhan Bey’in bana,
anlayamayacağım kadar derin (soyut) bir
noktadan, haddimi bildirmek üzere böyle bir hamle yaptığını, ama bunu yapmakla
da saçmaladığını düşünsem, ve
haklılığıma kesin olarak inansam bile, meselenin esasını, sonradan çok
daha iyi anladım: Aslında, Orhan Bey’in kafasında –aynen Cantor’unki gibi-
“kendiliğinden var olmuş veya yaratılmış, insandan bağımsız bir gerçeklik”
fikri veya saplantısı vardı. Bu gerçeklik, sonsuz maddi elemanlardan müteşekkil
kümelerin ve/veya sayıların varlığı için de, hatta bunların taşıdığı tenâsüp
veya estetik özellikleri için de sözkonusu olabiliyordu. Zira “estetik” de,
tanrının yarattığı şeylere yüklemiş olduğu güzelliklerin “görünüş”üydü; yoksa
“insânî görüş” değildi. Ve bu cümleden olarak, “bedâhât” de, apriori var olanın
veya yaratılmış olanın kendi özelliği, yani “tanrısal apaçıklık”tı; Orhan Bey’e
göre… Son tahlilde Orhan Ş. İçen, sayıların varlığının, matematik formüllerinin
bedâhat ve estetiğinin, Allah vergisi olduğunu sanıyor, ve de onların insan
yaratığı olabileceğine hiç ihtimal vermiyordu. Onun için de, izleyicilere,
yaptığı formülasyonların apaçık olduğunu
empoze ederken doğru yaptığına o kadar inanıyordu ki, izleyicilerin kendisini
onaylamalarındaki esas etkenin, kürsüsüne olan bağımlılıklarından kaynaklanabileceğini
hiç düşünmüyordu. Ve böylece de, kendi ispatı doğru olsa bile, benim ispatımın
daha veciz ve sarih olabileceğini, peşinen ihtimaller dışına itiyordu… Ben o
sırada, dayandığımız –hipotez, postüla vs. gibi- varsayımların bedâhati
üzerinden bir tartışma açıp, konuyu İyi Sıralanma Prensibi’ne bağlasaydım dahî,
eminim ki kendisi bütün içtenliğiyle, sonsuz kümelerdeki elemanların zâten
–veya Tanrı tarafından- sıralanmış olduğunu iddia edecek, ve bunu da aynı
izleyici kitlesine kolayca kabul ettirebilecekti. Çünki çoğunluğun kafasında,
“her şey Allah’ın ol demesiyle oldu”
diye bir dogma, mıh gibi çakılı (kazınmış) durumdaydı… Yani idealizm (veya
dogmatizm) ile mâlûl bir zihniyet, aynı zamanda otoriteryen akademik anlayışa
da sahipti; gerek ODTÜ de olsun, gerekse İst. Üniversitesi’nde… Ve onun için
de, iyi bir çalışmanın üstler (üstadlar) tarafından intihâl edilmesi, ve
itaatkâr astların (çırakların) sıradan çalışma ve tezlerle yükseltilmesi
durumları, olağan (geleneksel) hâle geliyordu. Ki böylece teşekkül eden bir
“menfî seleksiyon” sistematiği ile de, üniversiteler gericileşerek Ortaçağ’ın
kilise okulları (veya medreseler) hâline indirgeniyordu. Onun için de, yaratıcı
bilim adamları hep –tüm Dünya’da- ünivesiteler dışından çıkıyordu… O halde
demek ki, “tarih öncesi-zon”daki insanî oluşum ve bunun yaratıcı parametresi
olan “ritm melekesi” bilince çıkarılamadığı sürece, matematik gibi en temel
bilim bile yobazların tasallutundan kurtarılamamakta, ve dolayısile de,
bilimsel gelişmenin önü açılamamaktadır.
Ritm Melekesini Bilmek=Antropolojiyi
Yenilemek=Tarihî Devirleri Bitirmek:
1967
sonbaharında akademik hayattan ayrılırken, insanın hayvandan -nesnel kategorik-
farkının bulunması gereğine kesin olarak inanmış, ve de bunun spesiyalist
bilimci olarak (yani at gözlükleriyle) yapılamayacağını anlamıştım. Üstelik, bu
farkı birgün –bir şekilde- bulacağıma dair de, kuvvetli bir his taşıyordum
içimde… İşte bu duygu ve düşüncelerle, 1968 yılında –hiçbir tanıdık müzâhareti
olmadan- serbest fikriyât ve politika alanına daldım; tâbir caizse… Ama 1968’in
güzünde, Kerim Sadi’ye rastlamam ve
Marksist, komünist eserleri onun danışmanlığında okumam, hatta onun
“yazar-redaktör”lüğünde dergi (Katkı Dergisi) çıkarmam, benim için büyük bir
şans oldu. Çünki bu sûretle ben, prensiplerinden
şüphe duyduğum –devrimci veya karıştırıcı- bir ideolojinin (Marksizm’in)
yarattığı çalkantılar içinde, kendimi sağlam ve samimi (güvenilir) bir
otoriteye bağlayarak, gelip geçen
insanların, hayvandan olan farkını rahatça araştırmaya devam edebildim. Ama bununla birlikte, “insanla hayvan
arasındaki nesnel kategorik fark bilinmedikçe, insanlık hakkında objektif
(bilimsel) bir doktrin veya teori geliştirilemez” şeklindeki hipotezimi Kerim
Sadi’ye de söyledim; ve “ kabûl”ünü aldım… Benim inançlı bir komünist
olmadığımı herkes biliyor veya hissediyordu; ama gözükara bir
araştırmacı-bilimci olduğumu kimse bilmiyordu. Onun için de, Sovyetler’den
icâzetli komünistlere bile kafa tutmama, “Devletlû”lar bir anlam veremiyordu.
Fakat bununla birlikte (ve bu yüzden) beni –bana rağmen- destekleyip
yönlendirmeye çalışan MİT’çiler de takılıyordu peşime… 12 Eylül 1980 gelip de
“harç bitti, yapı paydos” denildiğinde ben, hapisten kurtulmak için onlara
yaslanmayınca (gizli de olsa pişmaniye vermeyince), fena şaşırdılar; bu
MİT’çiler… Hatta yakınıma
sokuşturdukları mûtemet pratisyenlerini de –intikam alırcasına- içeri
sürükledim diye, pek kızdılar bana… Halbuki ben böyle ufak hesaplarla, veya
çocuksu hissiyâtla hareket etmedim. Sözün bittiği ve dolayısile dışarıda kalmanın,
zihinsel (ve fikrî) deformasyona yol açacağı âşikâr olan o günkü şartlardan
uzaklaşmak için, ve de sözün anlamlı olmadığı bir yerde (hapiste), insanla
hayvan arasındaki farkı bulabilirim diye, yani tamamen ilmî bir tecessüs ve
arayış sâikiyle, mecburen râzı oldum içeri girmeye… Yoksa adrenalin hormonundan
kaynaklanan bir hamâset ve/veya intikam duygularıyla değil… Nitekim 17 Temmuz
1984’te yakalanıp da, Selimiye Kışlası
ile Metris Cezaevi’nde bir süre misafir edilmemi müteakip, nihâyi –hüküm- infaz
mahalli olan Çanakkale E-Tipi Kapalı Cezaevi’ne nakledilmemden kısa bir süre
sonra (1985 ilkbaharında), bir akşam âniden “evreka!” dedim… O akşam, ranzamda
yatarken, başucumdaki ranzalardan birinde, densizin biri yüksek sesle,
yanındakine bir şeyler anlatıyordu. Öyle
gerilmiştim ki, “sus ulan!” diye bağırmayı şiddetle arzu etmekle beraber, bunun,
aynı tonda cevaplandırılacağını ve işin fiilî kavgaya kadar gidebileceğini de
biliyor, ve ondan dolayı fren
tutuyordum… Fakat bir anda, içimdeki kızgınlık hâlinin, ve “refleksif tepki”
eğiliminin geçtiğini fark ettim; ve de bunun nedenini sorguladığımda, yani
kendime “ne değişti ki?” diye sual ettiğimde
gördüm ki, sert yatak şiltesi üzerine, sol elimin parmaklarıyla ses
getiren ritmik darbeler vuruyorum; veya başka bir deyişle tempo tutuyorum. İşte o zaman, vahşi hayvanlarla
etkileşmemek (korkmamak ve onları tahrik etmemek) için, ilkel insanların
yaptıkları ritmik âyinlerden başlayarak,
bütün insanlaşma serüveni gözümün önünden geldi, geçti… Aynı anda, ritmik
hareketlerin meleke kesbetmesiyle de, akıp giden bir “zaman” mevhûmu ile,
geometrik “mekân” algısına kavuşarak ateşi kullanmayı becermiş olmalılar; zira
alevlerin salınımlarına ve ateşin yakma hızına göre, zamanlama yapma ve mesâfe
âyarlama bilincine vardıklarında –ancak- ateşi kullanabilirlerdi diye düşündüm…
O arada, herhangi bir konuda sıkıntıya
düşen (ve çaresiz kalan) insanların, parmaklarıyla veya ayaklarıyla ritmik
vuruşlar veya hareketler gerçekleştirdiklerini, başka bir deyişle tempo
tuttuklarını, kaldı ki çizgi film kahramanı hayvanlara (mesela Pluto’ya) da, insânî animasyon
giydirmek (düşünceli’liği veya sabırsız’lığı belirtmek) için, ön veya arka
ayaklarıyla tempo tutturulduğunu hatırladım. Sonra da gözlemledim ki, ritmik
adımlarla volta atan mahkûmlar, mutlaka aynı şekilde düşünmek veya aynı fikirde
olmak zorundalar; yoksa aralarındaki ritmik uyum (rezonans) bozuluyor… Ve de mesela
bir mahkûmun, birlikte voltaladığı
arkadaşına, “mâdem aynı fikirde değilsin, niye benimle volta atıyorsun” diye
çıkışarak onu kovaladığına şahit oldum. Sonra da –genellikle- büyükbaş hayvan
(mal) pazarlığında, tarafların sert ritmik sallamalarla el sıkışarak (ritmik
rezonansa girerek) anlaştıklarını, daha doğrusu bu şekilde, olası haksızlıklara
karşı duyarsızlaşarak iknâ olduklarını hatırladım… Ayrıca da düşündüm ki,
insanların bu kadar çok farklı sesler çıkarma özellikleri, ve de bununla
birlikte kavuşmuş oldukları avurtlu
(yanaklı) ağız yapısı, hayvânî (içgüdüsel) sebepler veya amaçlar uğruna
kazanılmış olamaz. Zira beslenme, çiftleşme, korkma, korkutma gibi içgüdüsel
gereksinimleri ifade etmek için, çok fazla çeşitli ses çıkarmaya ihtiyaç
yoktur; taklitçi hayvanlardan (kuşlardan) sarfınazar… Belli ki, sözcükleri
meydana getiren ilk primitif heceler,
ritmik âyinlerde, göğüs kafesinin sıkışmasından mütevellid –ah, uh, puf, üf vs.
gibi- seslerdir. İnsanımsılar giderek bu sesleri birbirine eklemleyip, grup
olarak ilgilendikleri (yoğunlaştıkları) nesnelere, olaylara ve hatta
duygularına tekabül ettirmişler; “dil”leri türetmek üzere… Yıllar sonra, ritmik hareket frekansının,
katlı bir şekilde büyüme veya küçülme zorunda olduğunu fark ettiğimde, müziğin
yani melodinin (gam’ın) nasıl doğduğu da açıkça ortaya çıktı. Çünki, ritmik
hareketlerin katlanarak hızlanması veya yavaşlaması, kasların ve bu arada
boğazdaki ses kascığının da katlı kuvvetlerle gerilip gevşemesini intâc
ediyordu… Bütün bu yaratıcılıkların (yani insanlaşmanın) sebebini anladıktan
sonra, beslenme ve çiftleşmeyle ilgili tabuların nasıl ve neden ortaya çıktığı
husûsu da aydınlanmış oldu. Yani insanın, kendini yaratma etkinliği olan ritm
melekesi, hem bîzâtihî kendisi içgüdüsel etkinlikleri engelliyor, hem de
yaratma/yaratılma aktivitelerinin
verdiği insanlaşma coşkusu ve hazzı, hayvânî etkinlikleri ve hazzı
küçümsetiyordu; insanımsılara… Bu
düşünce sürecinin sonunda da, tarihî devirleri “yazının icadı” ile başlatmanın,
çok yanlış ve yanıltıcı olduğunu anladım. Zira en eski yazılar bile, ezber ve taklit
eğitiminin yaygınlaştığı ileri kronolojik devirlere ait olup, yaratıcı “tanrı”
mitine ve dinsel “yaratılış”
efsanelerine yer vermekle, insanlığın oluşum sürecini karanlıkta bırakan, veya
“tarih öncesi-zon”u yok sayan eserlerdir. Oysa kronolojik tarihî devirler veya
“akıllı insan” tarihi, ritm melekesinin olgunlaşıp, insanların, düzgün –veya
lineer- olarak akıp giden bir “zaman” ile, panoramik bir “mekân” idrâkına
kavuşmalarıyla başlamıştı; ki bu başlangıç çizgisi de, ateşin kullanımı ve ilk
mağara resimlerinin yapımı olayları olarak tarif edilebilirdi. Herne kadar,
ateşi ilk kullananların tespiti kolay olmasa da, ilk mağara resimlerini
yapanların yaşı, “C-14” karbon testiyle rahatça ortaya çıkarılabiliyordu. Ki bu
resimlerden bazıları, üzerlerinde yıldız şeklinde benekler bulunmasından ötürü,
ressamlarının halüsinasyon gördüğü (yani
melekelerinin olgunlaşmadığı) anlaşılan resimlerdi… İşte bu resimlerin, yıldızsız olanlarından en
eskisinin tarihi, “Tarihî Devirler”in başlangıcı olarak kabul edilebilirdi.
Zira aynı tarihlerde yapılmış hem –yıldız- benekli, hem de beneksiz resimlere
rastlanabiliyordu; ki bu da, “Tarihî Devirler”in, başlayıp bitmiş bir zaman
aralığı olmayıp, zamanlar üstü bir “zon” olduğunu, dolayısile de her devirde
“rubikon”u geçmemiş (birey olmamış) geri insanların bulunabileceğini
gösteriyordu.
Aslında bütün kötülükler “söz”le
başlamış, ve yazının icadıyla da insanlık, ilerleme hızını frenleyerek yatay büyümeye yani çoğalmaya
yönelmiştir. Zira “söz”ün, ve benzetmeler
(metaforlar) ile benzetme silsilelerinden (analojilerden) müteşekkil retorik
mantığın ortaya çıkmasından önceki insan topluluklarında, yalancılık ve aldatma
mümkün olamazdı; melekeleri olgunlaşmış en kaliteli bireylerin, hem “lead’er”
veya “şâman” adlarıyla inisiyatörlük
veya animatörlük yaparak, tüm topluluk mensuplarının “nabzını tutmak”la, duygu
ve düşünce birliğini sağladıkları, hem de bilimsel çalışmaları başlattıkları
için… Sayma (ritm) melekesiyle “zaman”,
sıralama (adımlama) melekesiyle de “mekân” ölçülerini yaratan bu önder
bireyler, ateşi kullanma ve avlanma etkinliklerinde zamanlama ve mesâfe
âyarlama yetileriyle (yani objektif seçilimle) öne çıkan inisiyatörlerdi. Ki
aynı zamanda, ateş kullanma ve avlanma ile ilgili ritmik âyinlerde, melodi
yaratan kompozitör maestro gibi bir görev de îfâ ediyorlardı. Yani bunlara
müzisyen bilimci demek gâyet uygundur; ve nitekim de, “şâman” sözcüğü böyle bir
anlam taşımaktadır… Hayvanlıktan çıkıp da, ateşi kullanma ve resim yapma
becerilerini kazanarak cilalı taş devrine gelmek, ve bu arada, sayma ve
sıralama işlemleriyle sayıları, çizgi çizme becerisiyle de “geometri”yi
yaratarak, “matematiksel mantık” disiplininin temellerini atmak, o kadar büyük
bir gelişmeydi ki, bunu, bireysel beslenmeyle ve çiftleşmeyle ilgili tabularını
da doğuran ritmik hareketlere (ritm melekesine) borçluydular. Zira nihâyette
meleke kesbettikleri ritmik hareketler (âyinler), hiçbir nedeni olmadan,
canlılığın iflâsı ve inkârı anlamındaki bir kaostan –insanlık âlemini
(kozmosunu) yaratmak üzere- ortaya çıkmış, orijinal bir dinamik veya yaratıcı
bir parametreydi… Dolayısile de, ritmik
hareketler, ve bundan mütevellid keşiflerin verdiği insânî heyecanlar, tabuları
doğurmuş, tabular da bu olağanüstü gelişmenin muharriki olmuştu… Ama insanlık,-birbirinden kopuk
topluluklarda da olsa- sanat ve bilimde hızla ilerlerken, aynı zamanda
âyinlerde çıkardıkları sesleri nesne, olay ve duygulara tekabül ettirmek
sûretiyle “dil”leri icat edince, ortaya çıkan “retorik”, ilerlemeyi âniden frenlemiştir. Çünki “retorik” mantıkla felsefî fikriyâtta bulunan
her düşünür, kullandığı metafor ve analojilerin esiri olarak, aynı meseleyi
farklı farklı sonuçlarla veya hükümlerle izah edebiliyor, yani ancak –o mesele
hakkında subjektif- yorum yapabiliyorlardı. Ki böylece de, faunalarına bağımlı
vahşi hayvanların yaşam intibâları gibi, -biribirine karşı- milli, mahalli,
sınıfsal, zümresel vs. Dünya görüşleri ortaya çıkıyordu. Mesela, insanlığın
ilerleme meselesine çare ararken kapitalistler “serbest rekabet ekonomisi”,
komünistler “merkezî plânlama ekonomisi”, küçükburjuva ideologları da “karma
ekonomi” sonucuna veya hükmüne varmışlardır; ki bunlardan birincisine
“arslanların görüşü veya çözüm önerisi”, ikincisine “otcul hayvanların (ve
çobanlarının) görüşü”, üçüncüsüne de “tilki ve çakalların çözüm tarzı” diye
bakmak da mümkündür. Ama son tahlilde, arslanlar tarafından koyulan kuralların
bile –bizzat kendileri tarafından- çiğnendiği, ve de doğa (veya orman)
kanunlarının sürüp gittiği görülmektedir… Diğer
taraftan da, benzetmeler (metaforlar) ve analojiler, doğadaki nedensellik
mantığını sözlere taşımış, ve dolayısile de,” anadan (ve sonra da babadan)
çocuk olması” nedenselliği, henüz
bilince çıkarılamamış olan “tarih öncesi-zon”a kadar sündürülerek, ana tanrıça
(ve allahbaba) mitlerinin uydurulmasına yol açmıştı. Ki böylece de,
kendilerini, Tanrıların yakını (veya Tanrı) sayan düzenbazların lider kabul
edilmesini sağlayan inanç şablonları, ve de tapınç ritüelleri, yani dinler
ortaya çıkmıştır. Ve giderek de, bir yaratıcımızın bulunduğu yolundaki dînî
inanç şablonlarını bellemek, ve dînî liderleri taklit etmek şeklinde bir
“geleneksel yaşam biçimi” gelişmiştir. Çünki peygamberler, yaratıcı tanrıya
atfen, her zaman ve mekânda (toplumda) geçerli olduğu/olacağı iddiasıyla
“mutlak doğru söz”ler söylemiş, ve de bunlar ardılları tarafından
kitaplaştırılmıştır; sözlerle ve retorik mantıkla, bilim kânunları gibi
doğruların ifâde edilemeyeceği gerçeğine rağmen… Aslında ortaya çıkan geleneksel yaşam biçimi, Allahbaba’nın yaratığı (ve kulu) anlamında insanları
eşitleyerek, toplumları güdüme müsait sürü hâline getirmek demekti. Zira bu
şekilde insanlar, sâdece –aralarında işbölümü yaparak- içgüdüsel (hayvânî)
ihtiyaçların tüketimi amacına yönelik olarak üretim yapmaya mahkûm olmakta, ve
dolayısile de tekâmül etmek için kalitatif sıralanmaları imkânsız hâle
gelmekteydi. Ve böylece de, kontrolsüz bir nüfus artışına binaen ekonomi büyüse
de, katma (veya katkı) değer yaratacak kaliteli insanların seçilimi olanaksız
hâle geldiğinden, insanlık, “kantitatif büyüme ekonomisi”ni müteakiben
“ekonomik kriz”ler, onu da müteakiben “savaş”lar şeklinde seyreden kısır
döngüye giriyordu… Öte yandan, metaforik veya analojik benzetmeler de, düşünceye ufuk açmıyor,
aksine kısır döngülere sebep oluyordu;
ki bu da, insanlığın bir gün yok olacağı (Kıyâmet) fikrini doğuruyordu. Ve
dolayısile de insanlar, Dünya’daki görevlerinin yaratıcılık yapmak ve kalıcı
eserler bırakmak değil, -hayvanlar gibi- beslenmek ve çiftleşmekten zevk alarak
üremek olduğuna inanıyorlardı. Böylece de –Tanrıların tavsiye ettiği ve
peygamberlerin uyguladığı şekillerde- yiyip içip çoğalmak, dinlerin emri hâline
gelirken, insan emeği de, gücünden faydalanılan hayvanların yaptığı iş gibi
görülmekle, çoban benzeri başkanlara itaat, fârz oluyordu. Oysa aynı sıralarda,
sayma (ritm) ve sıralama melekeleri olgunlaştıktan sonra, düzgün olarak akıp
giden “zaman” mevhumuna kum veya
güneş saati vasıtasıyla, geometrik “mekân” mevhumuna da adımlarla “ölçü”
bulununca –sayıların ortaya çıkmasıyla- aynı meseleden farklı sonuçlara
varmanın mümkün olamayacağı bir “matematiksel mantık” çıkmıştı ortaya… Ne var
ki, sözkonusu tutucu (konservatif)
toplumlarda yöneticiler, sözlerle uydurdukları “doktrin” adındaki sekter
düşünce sistemlerine ve bu sistemlerin yarattığı alışkanlıklara istinâden
seçildiklerinden, güçlü melekelere sâhip bilimci ve sanatçı tandanslı insanlar,
bir kralın yanında “kâhin”lik veya “soytarı”lık gibi işler bulamadığı taktirde,
falcı veya büyücü gibi isimlerle meşrûiyet dışına itiliyor, ve uğraşlarına da
metafizikçilik veya sihirbazlık deniliyordu; birçok sahtekâr mukallitleriyle
birlikte… İşte, paranın icadından sonra, Kapitalizm denilen gayri insânî
ideoloji de, böyle bir –dinsel- negatif seleksiyon sistematiği üzerinde
yükseliyordu; ki bunun, dinsel krallıklardan tek farkı, toplumsal “artı-değer”in birçok
“kapitalist kral” arasında bölüştürülmüş, ve “tanrı” mitinin tanımları
ile ibadet biçimlerinin serbest bırakılmış olmasıydı. Ama buna mukâbil, “Ulu yaratıcı Allahbaba indinde, bütün
insanlar eşittir” düsturu ise, “insan hakları”ndan sayılarak, bütün
anayasaların üstüne çıkarılmıştı; sanki “insan”ın ne olduğu biliniyormuş, veya
insanlık, nasıl oluştuğunu bilince çıkarmış gibi… Yani Kapitalizm ideolojisinin
hâkim olduğu toplumlarda, para kazanma amacıyla yaşamaya alışmış insanlar,
uyduruk (subjektif) doktrinlerle –halkı illüze ederek- devletin başına
geçtiklerinde, devleti de para kazanma aracı hâline getirmeye çalışarak
dejenere ediyorlardı. Bu da –son
tahlilde- demekti ki, insanlar ancak
“kapitalist kral”lar tarafından, ve de onların çıkarlarına halel getirmeyecek
şekillerde seçilir ve seçkinleştirilirler… Oysa artık biliyoruz ki, “tarih
öncesi-zon”, zamanlar üstü bir insanlaşma süreci olduğu için, bugün de aramızda,
yıldız benekli resimler yapan –yani tarih çizgisini (rubikon’u) geçmediğinden
dolayı halüsinasyonlar gören- mağara adamları (ve leydi’leri) yaşamakta, ve de
melekeleri güçlü insanların rûhî ve fikrî rehberliğine ihtiyaç duymaktadırlar.
Ve onun için de, melekeleri güçlü (sağlıklı) olan önder ve öncü insanların
objektif seçilimi, insanlığın geleceği için hayâtî bir önem arzetmektedir. Zâten
pıtırak gibi ortaya çıkan dînî cemaatler de aslında, bu geri insanların
ihtiyacından kaynaklanmakta, ama neticede –dogmatik ve sekter öğretileri
yüzünden- melânete sebep olmaktadırlar. Hatta bütün anarşizan melânet
teşkilatlarının da, aynı ihtiyacın
giderilememesinden kaynaklandığını söylemek mümkündür… Halbuki, şayet bir
“tanrı”dan söz edilecekse, “O yaratıcı
irâde, melekeleri en güçlü olan seçkin insanların şahsında icrâ-i
faaliyette bulunmaktadır; ve bulunabilir ancak..” denilebilir; ki onun için de,
objektif (bilimsel ) insan seçilimine imkân vermeyen Kapitalizm’e, “şeytânî
düzen” demek, gâyet doğru bir tanımlama olmaktadır.
Dini, Kapitalizmi ve Tarihî Devirleri
Bitirmek İçin, İnsanı Bilmek Gerek…
Aslında
“insan”, mensûbu olduğu hayvanlar (canlılar) âlemini, bir kaos ortamında
–mecbûren- geliştirdiği anormal (ritmik) hareket tarzıyla inkâr (negasyon)
ederek, “evrensel diyalektik devinim”in sentezini oluşturmaya soyunmuş tanrısal
bir fenomendir. Canlılar nasıl ki, Fizîkî Âlem’in içinde (okyanuslarda) oluşmuş
bir kaos ortamında, o Âlem’in, “Eylemsizlik Prensibi” ile “Entropinin Artışı
Prensibi” gibi ana kanunlarını inkâr (negasyon) ederek oluştuysa, insanlar da
Canlılar Âlemi’nin üreme ve beslenme gibi temel karakteristiklerine –ritmik
hareketlerden mütevellid- Tabu’larla karşı çıkarak insanlaşmaya başlamışlardır.
İşte bu sentez konumlarıdır ki, onların, Evren’in hâkimi, yani Fizikî Kozmos’un
dönüştürücüsü olacaklarını göstermektedir… Canlanma ve insanlaşma
dönüşümlerinin, zamanlar üstü (veya dışı) kaotik bir olay olduğunu, sıfıra
yakın bir ihtimal oranıyla gerçekleşen “protein molekülü füzyonu” ile, bir hayvanın “deneme-yanılma” usûlüyle
ancak sonsuza yakın deney yapmakla
becerebileceği (şimdiye kadar da beceremediği), “ateşin kullanımı” olaylarından anlamak mümkündür… Demek ki
aslında insan, hayvanlar âleminde meydana gelmiş bir kaostan, anormal (ritmik)
hareket biçimiyle, ve de onun meleke kesbetmesiyle zuhûr etmiş anormal bir
hayvandır. Ve de insanın, -ritm melekesinden mütevellid- spesifik uğraşları,
bilim, müzik ve sanattır; ki bunların hiçbiri de rekâbete istinâden
geliştirilemez. Bu uğraşlarda sâdece fıtrat (meleke gücü) ve gayret
belirleyicidir; ama çok defa da, fıtraten tevârüs edilmiş meleke gücü, gayretin
önündedir. Onun için bundan sonra, bir insanın Dünya’ya gelmesi/getirilmesi,
iki insanımsının, hayvânî duygu (haz) ve güdülerle karar vereceği bir olay
olmaktan çıkmalı ve çıkarılmalıdır artık… Zira
artık biliniyor ki, bir “birey” insan,
zamanı yaratan ve yaşayan, yani ister istemez, sayma (ritm) ve sıralama
melekelerini devamlı çalıştırarak, karşılaştığı meseleleri çözüp karmaşaları
disipline eden, dolayısile de teorik (bütüncül) görüş sahibi olan, zihnen
çalışmadığı zamanlarda ise, müzik, dans ve –yürüme, koşma gibi- ritmik
sporlarla uğraşan (hatta, oturduğu veya yattığı yerde bile el ve ayaklarıyla
tempo tutan), beslenme ve seks gibi
hayvânî ihtiyaçlarını da, en kısa yoldan ve en tatminkâr şekilde bir “def-i
hâcet” olayı olarak gideren bir varlıktır. Bu insanlar, “sembolik mantık”la
düşünmeye öylesine alışkın veya –daha doğrusu- bağımlıdırlar ki, “muhabbet”
denilen mantıksız iletişim (ve etkileşim) tarzının yaşandığı sosyal(!)
ortamlara uyum sağlayabilmek için, çoğu zaman alkol alırlar (yani alkol, sâdece
“adam” olanların yararlanabileceği bir içkidir)… Tabii ki bu, tarih çizgisini (rubikon’u) kesin olarak geçmiş bir
“birey”in tanımıdır. Yoksa, tarih çizgisinde takılı kalmış bulunan, ve
dolayısile de ritmik davranışlarda bulunma ıstırârından kurtulamamış olan,
müzisyen (şâman) tipler de “normal insan”dan sayılırlar tabii ki… Ayrıca, “tarih öncesi-zon”u yaşamak zorunda olan her
genç için de, beslenme ve seks (flört) sarhoşluklarını yaşamak, “irâde-içgüdü”
diyalektik çelişkisini idâre etmeyi öğrenmek anlamında normaldir. Ama gençlik
çağındaki ezberci ve taklitçi insanları kendilerine benzeterek, yerlerine ikâme
etmek üzere peyleyip, onlara olmadık pâyeler kazandıran kapitalistlere fırsat
vermeden, gençlik kulüplerinde veya yurtlarında –yönergelerle- yaratılacak
“tarih öncesi” şartlarda, onların objektif seçilimlerinin gerçekleştirilmesi de
elzemdir. Zira bir gençlik grubunda ritmik rezonans (duygu birliği) ile, bundan
mütevellid müzik, dans, sanat, bilim gibi insânî etkinlikler içinde öne
çıkan/çıkarılan insanların kazandığı bilinç ve özgüven duygusu, onları,
kapitalistlerin “mal”ı olmaktan kurtaracaktır. Ve bu “objektif seçilim”
programlarına paralel olarak da, ritm melekesinin biyolojik genlerle geçip
geçmediği, ritm melekesinin belirlediği davranış kalıplarından hangilerinin
genlere nüfûz ettiği, ve de rezonans olayı şeklinde anadan bebeğe sirâyet eden
ritm melekesinin –insan hayatında- ne
kadar belirleyici olduğu hususları da araştırılarak, ciddi ve genel bir “nüfus
kontrol” yönergesi hazırlanmalıdır…
Bir hayvan
düşünün ki, akıllanarak faunasını aşsın da, diğer bütün hayvanları tahakkümü
altına alsın… Ama sonra da, aklını sâdece üreme amacıyla kullanarak, Dünya’nın
“eko-sistem”ini bozacak kadar çoğalsın; yani aklını, Dünya’yı bir kelebek
kozası olarak tasarruf etmek üzere çalıştırmak yerine, çürük yumurta
yapacak şekilde kötüye kullansın… İşte Kapitalizm denilen ideoloji, “aklın
kötüye kullanılması” gibi bir şeytânî illüzyondan başka bir şey değildir.
Dolayısile bu illüzyondan kurtulmak için tutulacak tek yol, fıtraten melekeleri
sağlam olan gençleri, beyinleri –Kapitalizm tarafından- yıkanmadan önce (yani
öğrenimlerini tamamlamadan) selekte ederek yetiştirecek bir “mütemmim eğitim”
enstitüsyonunun gerçekleştirilmesidir. Bu kurumların içinde, inisiyatör veya
kreatör olarak temâyüz etmeleriyle ayıklanacak bireyler, hem insanca yaşamayı
bilip, iyi örnek olmakla, kapitalistlerin “hayvanlığa özenti” anlamındaki yaşam
tarzını olumsuzlayacaklar, hem de insanlığın ortak “artı-değer”i olan “kapital”e, doğru ve öncelikli yatırım
hedefleri tayin edeceklerdir. Ki bu hedefleri şimdiden tahmin etmek, hiç de zor
değildir; “akıl (veya matematiksel mantık düşüncesi) için tarik birdir”
düstûruna göre… İnsânî hedefler
üzerine tahminler:
1) İnisiyatör veya kreatör tandanslı
bireylerin seçiliminin gerçekleştirileceği gençlik kulüpleri veya yurtları projesine
yatırım yapılmakla, “kaliteli insan” kaynakları kazanılmış olacaktır.
2) Doğum kontrolü projesine yatırım
yapılmakla –uzun vadede de olsa- sakat ve gerzeklerden müteşekkil âtıl
popülâsyondan kurtulunacaktır… Ve de insanlar anlayacaklardır ki, “doğurma
özgürlüğü”, faunaların ve “eko-sistem”in sıkı (ölümcül) kontroluna tâbi olarak yaşayan, hayvanların doğal hakkıdır;
yoksa “insan hakları”ndan değildir…
3) Komprime gıdaların geliştirilmesi ve
üretilmesi projelerine yatırım yapılmakla, yemek hazırlama ve yeme
süreçlerinde, ve de gıda marketlerinde, istihdam edilen insanlar ile,
kullanılan araç-gereç anlamındaki
muazzam âtıl kapasiteden de, sindirim sistemiyle ilgili pek çok hastalıklardan
da –tedrîcen- kurtarılacaktır; insanlık…
4) Öngörülmemiş durumlar ve veriler
karşısında –doğru- karar verebilen elektronik beyinlerin (bilgisayarların)
geliştirilmesi projelerine yatırım yapılmakla, şef veya müdür statüsünde
“rutin”e bağlanarak para alıp, geleneksel yaşam tarzını taklîden yaşayarak,
toplumda –ilerlemeye karşı- büyük bir rezistans oluşturan “orta tabaka” da
likide edilecektir.
5) Uzay çalışmalarının –şumüllü- kronolojik
bir plâna bağlanması için de, projelendirme yatırımları yapılacaktır.
6) Evren’in ölümünü önlemek bağlamındaki tanrısal misyonumuz mûcibince, -entropiyi
eksilten- “fotosentez” olayının çözümü için de, hatırı sayılır miktarda bir araştırma fonu ayrılacaktır.
İşte bu,
öncelikli ve belirleyici hedefleri –bile- benimseyemeyenlerdir ki, ya
spekülâtör kapitalist, ya onların emrinde çalışan –at gözlüklü- “uzman
bilimci”ler, ya da “geleneksel yaşam” sürdüren sürüye mensup yaratıklardır. Ama
insanlık, çoğunluk eğilimi veya oylarıyla değil, -melekelerinin güçlenmesiyle-
inisiyatör olarak temâyüz eden bireylerin gayretleriyle gerçekleşmiştir; ki
bundan sonra da, tanrısal rotadaki tekâmül böyle gerçekleşecektir… Fikrî ve
fiilî kargaşadan kurtulmak için yapılması gereken şey, melekeleri güçlü olan
seçkin insanların –objektif- seçilimini gerçekleştirerek, devletlerin karar
mercilerindeki “kapitalist hegemonyası”na son vermek üzere, bunlara söz hakkı
tanınmasından ibârettir… Benim fikrî takipçilerimin de yapmaları gereken şey,
bilimci gibi gördükleri yerli veya yabancı insanların –insâniyet nâmına-
yakalarına yapışarak, onlara “insanlaşma”nın ne olduğunu sormaları veya
anlatmalarıdır… Hatta ayriyeten ben, bu fikirlerin düşmanı olan spekülâtör
(borsacı-bankacı) kapitalistlerin, ve şahsî hasetçilerimin, şedît eleştirilerle
beni rezil etmelerini(!) de beklemekteyim; çünki şerefli bir husûmet bunu
gerektirir… Ancak ne var ki, pasif bir
okuyucu olarak fikirlerimi takip etmek, ilk insanların, akıllanmak üzere
yaptıkları ritmik âyinler karşısında –paralize olarak- seyirci kalan vahşî
hayvanların tavrına benzemektedir; maalesef…
Oysa, insanla hayvan arasında
nesnel kategorik bir farkın olması gerektiğinin düşünülmesi, ve akabinde de
Sovyetler Birliği ile birlikte Komünizm ideolojisinin çökmesi olayları, sözlerle
(ve didaktik öğretiyle), yeni ve orijinal bir fikir geliştirilemeyeceğinin açık delillerini
teşkil etmişlerdir.
Zira “söz”ler, hem tekabül ettirildiği olayların
“nedensellik” zinciri ve Aristo Mantığı ile her meseleyi
“yaratıcı tanrı” mitine (veya dogmasına) bağlamakta, hem de sözlerin
heceleme ritmi, insanlar arasında sağladığı –âyinsel- rezonansla, bu kanıları
pekiştirmektedir. Dolayısile de, yeni diye piyasaya sürülen bütün doktrinlerin,
aslında eski fikirlerin –kapitalist zihniyetçe kotarılmış- yeni versiyonları
olduğu, ve kitleleri oyalama (avutma) amacı güttüğü açıkça anlaşılmaktadır. Onun için de artık, Matematiksel Mantık ile
–teorik- düşünebilecek melekeleri güçlü
insanların “inisiyasyon” seçilimi, gerek şart hâline gelmektedir… AMA TABİİ Kİ, HERŞEYDEN
ÖNCE BU BULUŞLARIN, ONLARI ANLAYABİLECEK SEÇKİN İNSANLARA
ULAŞMASI VEYA ULAŞTIRILMASI GEREK…
Ali Ergin GÜRAN: 13/11/14