Sonuncu ve Birinci Yeniçeriler
bekdasikodu.org

Tebliğler

İfşaat

Mektuplar

Saklı Tarih Arşivi

Yayınlar

Dava Belgeleri

Haber - Yorum

Cevaplar

Bekdaşi Kodu - bekdasikodu.org - Türk olmak adam olmak demektir.


Türk Olmak Adam Olmak Demektir.
back yaz
İnkâr.docx

Tevhid Dîni ülküsünden rücû edip İslâmî Kilise kurarak Kapitalizm’e râm olan Osmanlı’nın, gerici zihniyeti, “Süper-NATO Atatürkçülüğü” ile aşılamazdı; nitekim “Atatürk” eyyamcılığı bitmiştir artık!..



Bir ülkeyi batırmanın, veya sosyal yapısını  “alt-üst” etmek sûretiyle imhâ etmenin  başlıca düsturu, “ayakları baş, başları ayak yapmak” şeklinde formüle edilebilir. Bunun için de, her şeyden önce yapılacak iş, o ülkenin tarihî iç dinamikleri  ile, o dinamikleri yaratan inisiyatörlerin izlerini –gerek vakıflarını ve mimârî eserlerini yok etmek, gerekse yazılı tarihi tahrif etmek sûretiyle- silmektir; ve onların yerine de, merkezî otoritenin bendegânı olan yöneticileri öne çıkarmaktır. İşte  Osmanlı bu ülkeye, 1826’dan sonra böyle bir kötülük yapmıştır; sırf saltanatını ve ikbâlini biraz daha uzatabilmek için… Ki bu şekilde de, hem tarihî dinamikleri yaratmış (ve yönetmiş) olanların soyundan gelen insiyatör tandanslı bireyleri kökensiz ve itibarsız kılmış, hem de bendegân soyundan gelen “edilgen” karakterli, ve emperyalist uşaklığına yatkın kişilerin –paşazâde diye- saygı görmelerini, ve de rol model olmalarını sağlamıştır. Ve sonra da, sosyal (hatta antropolojik) evrimini tamamlamamış köylülerin, Avrupâi  yobaz  “yeni zengin”ler olarak, tepemize çıkmalarına yol açmıştır… Mesela Istanbul Bekdâşîliği’nin ve Yeniçeriler’in pîri, ve de Padişahların ve –Kâbe’nin ikmal ve bakımıyla görevli- Surre Alayı’nın  imamı olan, büyük dedem İmâm-ı Sultan Mevlâna Bekdaş Efendi, Eyüp’teki türbesiyle, Karaköy’deki mescidi ve hamamı yok edilerek Vakfı yağmalanan çok önemli bir şahsiyettir. Kaldı ki, kendisininkiyle birlikte, soyundan gelen bütün önemli kişilerin ve Havassî  veya “serbest” paşaların –hatta müşir olanlarının- da esâmisi, yazılı (resmî) tarihten silinmiştir. Ama buna mukâbil, hem “Hanefî-Osmanlı” kilisesine mutî, hem de “alafranga” hayrânı olan bendegân’dan paşaların şizofrenik karakterleri, şehirlileşmeye başlayan bütün köylülere, model alınacak kişilikler olarak gösterilmiştir; Atatürkçüler(!) tarafından bile… Ve böylece de, bir dizi savaş yenilgisinden sonra, otokritik yapamayıp düşmanına âşık olarak “kafayı yiyen”  Osmanlı’nın psikopatalojisi, bütün millete –âdeta- enjekte edilmiştir… Oysa Mevlâna Bekdaş’ın, 1534 tarihli vakfiyesinde yer alan, “her zaman Allah’ın delillerini arayın” vasiyetinden, “ehl-i tarik” şahsiyetlerin, mitik (kişileştirilmiş) Tanrı kavramını kabul etmedikleri, ve vakfiye sonunda ifade edilen hükmün, “bütün mezheplerin görüşleri kâle alınarak tertip edilmiştir” mealinde yazılmasıyla  da, sözkonusu eşhâsın “Tevhid Dini” mefkûresine sâhip oldukları açıkça anlaşılmaktadır.  Dolayısile de, hem İmâm-ı Sultan’ın 1534’teki ölümünden sonra, Istanbul kadısı Ebusuud Efendi’nin şeyhülislâm yapılmasıyla “Sünni kilise” dinciliğine meyledildiği, hem de 1826’da gerçekleştirilen “kültürel soykırım”ın, aslında Tevhid DÎni mefkûresine sâhip zihniyetin ortadan kaldırılması amacıyla yapıldığı, ayan beyan ortaya çıkmaktadır. Ki nitekim, 1826 olayından sonra Bekdâşiyân Tariki (Istanbul Bekdaşiliği) de, İslâmiyet’in, Tevhid Dini olma amacından saparak, mezhepler ve cemaatler şeklinde kiliseleşmeye doğru rücû ettiğini tesbitle, bundan böyle Çalab’ın hissen kalpte, fikren de bilimde aranması gerektiği sonucuna vararak –bir anlamda- dinler devrinin kapandığına hükmetmiştir. Ondan sonra da Bekdâşîyân bireyler, hem diğer tariklerdeki (tekkelerdeki) etkinliklere katılmaya başlamış, hem de bazıları, -heveskârlar için- kendi başlarına toplantılar tertiplemeye devam etmişlerdir. Ama Bekdâşîyân büyükleri hiçbir zaman ardıllarına, -fâtihlerimizin soyu olan- Osmanlı’ya karşı kin ve adâvet duyguları aşılamamış, ve de nihâi hükmü tarihî gidişâta bırakmışlardır. Onun için de, Bekdâşîyân evlâdının büyük çoğunluğu –bozuk düzene- asimile olmuşlardır; sayılı seçkin (inisiye) kişiden sarfınazar… Çünki bir inisiyasyon (Tarikat) disiplini de zâten, “inisiye” anlamda seçkin (meleke gücüyle selekte olmuş veya ayıklanmış) kişiler tarafından sürdürülebilirdi ancak…  Onun içindir ki babam (M.Orhan Güran) bana hep, “şâyet insanlığın geleceğini göremezsen (bu aynı zamanda “tanrısal yol”u bulamazsan demekti), zinhâr bizim bekdâşî soyumuzu kurcalama; yoksa Saltanat (Osmanlı) yıkıntısının altında kalırsın” diye nasihat etmiştir. Doğru ya, ben ne kadar ecdâdımla övünerek pâyelenmeye çalışsam da, Osmanlı’yı kendi ataları gibi görüp (gösterip)  göklere çıkararak meşrûiyet kazanmaya çalışan, sonradan görme yeni zenginlerin yaygarası altında, ezilecektim tabii ki… Yani babam aslında, Cumhuriyet rejimine rağmen, Osmanlı enkazının (veya mevtâ’ının) henüz kalkmadığına, ondan hâlâ nemâlananların bulunduğuna, dolayısile de onların –tarihle övünmek husûsunda- rakip tanımayacağına  dikkatimi çekmiştir hep… Zira Osmanlı, 1826’daki katliamla başlattığı irticâi süreçte, hem Roma’yı fetheden, dolayısile kapitalizmi aşma sırrına vâkıf olan kademli (inisiye veya inisiyatör) şahsiyetlerin esâmisini –tarihten- silip, zihniyetlerini ve evlâdını itibarsızlaştırarak, hem de emperyalistlerin ekonomik kapitülâsyonlarını masa başında kabûl ederek, bu ülkeye, cihanşümûl kötülük yapmıştır; fâtihân atalarının kazanımlarını harcamak suretiyle… Ki böylece de, yaklaşık 150 yıl süresince –tüm Dünya’da- Kapitalizm  ideolojisinin labirentleri dışında düşünebilmeyi imkânsız hâle getirmiştir; kitlesel isyanların üzerine giydirilen “devrimci” kisvelerden, veya  “protest” ideolojilerden sarfınazar… Yani Osmanlı enkâzının (veya mevtâ’ının) hâlâ kaldırılamamış ve gerçek tarihimizin ortaya çıkarılamamış olması, hem II.Mehmet ve I.Selim gibi fâtihlerin Türk halkına açtıkları hayat sahasını tehlikeye sokmakta, hem de Roma gibi bir Dünya imparatorluğunun fethedilmesini sağlayan insânî dinamiklerin -bütün Dünya‘da- bilince çıkarılarak yararlanılmasını engellemektedir. Ki bu engellemenin, bugünkü baş failleri de, Osmanlı’yı ecdâtları gibi görüp göstererek, kendilerine meşrûiyet kılıfı sağlayan, “nesebi gayri sahih yobaz” vurgunculardır… Yine aynı sebeptendir ki, bizi “hilâfet ve saltanat” sultasından fiilen ve resmen kurtaran Halaskârgâzi Mustafa Kemal Atatürk  bile, genel seçimlere dayalı bir “demokratik rejim” amacı güderken, aynı zamanda Diyânet İşleri Başkanlığı gibi bir merkezî kurumla dini forme etmeye (reformasyona) kalkarak –farkında olmadan- Ülkeyi bir antagonist çelişki içine sokmuştur. Çünki O’nun “iyi niyet”ine göre, bir yandan “din” düzeltilir ve yeni şartlar muvâcehesinde forme edilirken, diğer yandan da eğitim seferberliğiyle, yorumları güncellenmiş dogmalar halka empoze edilebilir, ve dolayısile de genel seçimlerde, yobazların iktidara gelmesi önlenebilirdi… Kaldı ki, başka türlü de düşünemezdi; zira bütün çağdaşları gibi onun da kafasında, din ile bilim, kategorik olarak ayrıydı; insanla hayvan arasındaki kategorik farkın bilincine varılamadığı için… Onun içindir ki, antropolojiye karşı duyduğu büyük ilgiye rağmen, insanın oluşumuyla peygamberlerin tahayyülât ve fikriyâtı arasındaki çelişkileri görememişti; zira “tarih öncesi-zon” bilinmiyordu o zamanlar…  İşte Atatürk’ün zihnindeki bu kategorik ayrımdan (çatlaktan), önce en yakınları, ve sonra da bütün yobazlar gâyet iyi yararlanarak (sızarak), aklın ve bilimin kontrolundan bağımsız, dogmatik din düşüncesini ve hegemonyasını millete empoze edebilmişlerdir; Diyânet İşleri Başkanlığı’nın da yardımıyla… Tabii bu işte, Devlet içinde çöreklenen görgüsüz ve oportünist küçükburjuvaların, “Atatürkçülük diye evrensel bir ideoloji varmış da, sonsuza kadar bize yol gösterebilirmiş” gibi bir inancı vurgulayan “slogan cazgırlığı”nın da rolü büyük olmuştur; zira bu şekilde Atatürk adını kullanarak bütün ilerici fikirleri bastırabilmişlerdir… Bugün bu “Atatürkçü” güruh, Devlet kadrolarından ve de MİT’ten temizlendikleri halde, hâlâ akıllanmamakta, ve varlık sebebini teşkil ettikleri “gerici iktidar”a karşı, bu sefer de, “alternatif” rolü oynamaya kalkmaktadırlar. Ki böylece de, ilerici dinamiklere karşı provokatörlük ve likidatörlük görevi yapmaya, ve gerici iktidarı pekiştirmeye devam etmektedirler…

Batılılaşma ve İrtica, Birbirini Yaratan ve Besleyen Akımlardır:

Bizans fâtihlerinin Tevhid Dîni (ve Nizâm-ı Âlem) mefkûresi yok edilmeden, Batılılaşma taklitçiliği de, İslâmî cemaatleşme (mezhepleşme veya kiliseleşme) de mümkün olamazdı. Aynı zamanda, Batı’nın Kapitalizm ideolojisini (zihniyetini) benimsemeden (emperyalistlere satılmadan), Doğu Roma’yı fetheden dinamiklerin (Tarikat Sistematiği’nin) imhâsıyla birlikte, onların gerçekleştirmiş olduğu “tarih” de tahrif edilemezdi; 1826’dan sonra yapıldığı gibi…  Onun için biz, “evlâd-ı fâtihân”dan da olsak, asâleten bir “toplumsal statü” edinerek, sözümüzü dinletebilmek imkânından mahrumduk.  Dolayısile düşündük ki, şâyet insanlık doğru yoldaysa, yapacağımız bilimsel çalışmalar doğru değerlendirilir, ve de yenilenen Antropoloji  bilimi yoluyla, gerçek tarihimizi ortaya çıkarabiliriz… Ama daha sonra gördük ki, insanlığa hükmeden ideoloji (Kapitalizm), bilime de ipotek koymuş; “Tarih Öncesi”nin araştırılmasına da, Antropoloji biliminin geliştirilmesine de olanak tanımıyor… İşte o zaman anladık ki, bizim, “Tevhid Dîni” idealizminden, soyutlamalarla “Bilimsel Tevhid” metodolojisine geçebileceğimizden korkulduğu için, “Kapitalist+Osmanlı” ittifâkı kurularak 1826 kıyımı gerçekleştirilmiş meğer… Çünki, “Tevhid Dîni” mefkûresinin, “insanlığın fikrî ve fiilî tevhidi” anlamındaki amacı gereğince, -bilim ilerleyip de, dînî dogmalar köstek olmaya başladığında- “bilimsel tevhid” metodolojisi şekline dönüşmesi, öngörülebilecek kuvvette bir ihtimal; zira Yeniçeri askeriyle, becerikli ustaların riyâsetindeki  loncalarıyla, ve de özgürce  fikir serdedilebilen dergâhlarıyla Bekdâşîyân “serbest”leri, açık görüşlü, araştırmacı ve ilerici insanlar… Mesela biz, -en azından babamla birlikte- “bilimsel düşüncede ne kadar ilerler ve insanlığın istikbâline bakış vizyonumuzu ne kadar derinleştirirsek, tarihî gerçekleri de o kadar net olarak ortaya çıkarabiliriz”  diye düşünüyorduk; kabaca, coğrâfî keşifleri gerçekleştiren kaptanların, “Batı’ya doğru ilerledikçe Doğu’ya varırız” diye düşündükleri gibi…  Ama gerçekte ben, matematik tahsiline yönelip de, Cahit Arf gibi bir büyük matematikçi tarafından Matematiksel Mantık konusuna yönlendirilince, bütün tarihî devirleri atlayarak “tarih öncesi”nin keşfine soyunmuş oldum; ister istemez… Çünki, insanlaşma (bilinçlenme) aktivitesinin, en rafine son (veya ön) ucu olan Matematiksel Mantık, başlangıçtaki “en primitif insanlaşma aktivitesi”ni, yani “ritm melekesi”ni  ele veriyordu… Zira Matematiksel Mantık ile, insan beyninin, bütün algıları –iyi- sıraladığını, ve de bu algıların permütasyon ve kombinasyonlarını yapmak sûretiyle, bir raddeden sonra kararlılık (kararlanma) husûle getirdiğini öğreniyor, bu işlemlerin mücbir sebebi olarak da, “ritm melekesi”ni keşfediyorduk. Ve bu aktiviteler sırasında, hem “zaman” ve “mekân” mevhumlarının, hem de bunlara koşut olarak, ordinal ve kardinal özellikleriyle “sayı”ların doğduğunu anlıyorduk; ki zâten, karar verebilen bilgisayarların veya elektronik beyinlerin programları da, bu esaslar muvâcehesinde düşünülüyor ve tertipleniyorlardı… İşte bu şekilde, “tarih öncesi-zon”un zamanlar üstü olduğunu anlayınca da, “Roma Fütûhatı”mızı gerçekleştiren Türk Tarikat Sistematiği’nin, tarih öncesine endeksli olarak çalıştığını (yani dinamizminin dâimî olduğunu), dolayısile, Osmanlı’nın yarattığı “1826 olayı”nın açık bir ihânet ve gericilik olduğunu ortaya çıkardım. Öyle ki son Osmanlılar, Roma Fatihi olan atalarına bile ihânet etmiş olmaktaydılar… Ki bu arada, “din”lerin ne olduğu, ve Tevhid Dîni mefkûresinin, ne kadar ham hayal olduğu gerçeği de açığa çıktı. Ve böylece de, 1826’dan itibâren Tevhid DÎni mefkûresinden rücû ederek İslâmî Kilise kuran gerici Osmanlı zihniyetinin, bugün dahî, Kapitalizm ideolojisiyle ittifâkını sinsice sürdürdüğü fâş oldu…  Onun içindir ki, hem şehirli görünümlü ve Osmanlı zihniyetli köylüler tarafından tarihimiz hâlâ karanlıkta bırakılmakta, hem de bilimsel (Antropolojik) buluşlarımız Küresel Kapitalistlerce (onların “at gözlüklü” uzman bilimcilerince) örtbas edilmektedir. Çünki, Antropolojiyi yenileyen görüşlerimiz bilimin gündemine getirilse, Fütûhat tarihimiz ortaya çıkacak, gerçek tarihimiz ortaya çıkarılsa, “tarih öncesi-zon”un zamanlar üstü olduğu gerçeği tüm Dünya tarafından kabul görecek… Onun için, atalarımın kişiliğini ve eserlerini açıklamaya veya ortaya çıkarmaya çalışırken benim –hele ki 75’imden sonra- bunu, övünmek veya pâyelenmek için değil, İnsan(Emek) Bilimi’ni ortaya koymak için yaptığım iyi anlaşılmalıdır. Zira köylü kafası (zihniyeti), inisiyatör ve kreatör tandanslı kişilerde, övünmek ve pâyelenmek gibi bir hissin veya arzunun olmayacağını kolay kolay anlayamaz… Demek ki artık, 1826’nın 15-16 Haziran günlerinde başlatılan irticâi tedhiş harekâtını müteakip, Yavuz Sultan Selim’in Ortadoğu Fethi’nden sonra İmâm-ı Sultan yaptığı Mevlâna Bekdaş nâm muhterem şahsiyetin adının yazılı (resmî) tarihten niye çıkarıldığını sual etmenin zamanı gelmiştir. Ve bu sualin cevabını da, hem İmâm-ı Sultan Mevlâna Bekdaş Vakfı’nın son mütevellisi olmam, hem de insâniyet (antropoloji) konusunu ilk defa bilimsel bir teori şeklinde toparlamam hasebiyle, benim vermem gerekmektedir…

1826 Yeniçeri Katliâmı’nın Amacı, Ordu’yu Yenilemek Değil, Fethi Bitirmekti:

Herşeyden önce şu nokta iyi anlaşılmalıdır ki, 15-16 Haziran 1826’daki Yeniçeri katliâmı, Ordu’yu reforme etmek için gerçekleştirilmiş bir olay değildir. Bu operasyonun esas amacı, şehirlerin organizasyonuyla ilgili –seyfîyûn, şurbîyûn, kavlîyûn kollarından müteşekkil- Fütüvvet teşkilâtlanmasını, yani fetihçi iç dinamiklerimizi, Tevhid Dîni mefkûresiyle birlikte bitirmekti. Ki nitekim, Yeniçeriler veya “Ocağ-ı Bekdâşîyân”  özel adına sâhip Seyfîyân yok edildikten sonra, lonca ve gedik’ler olarak adlandırılan Şurbîyân da zaptedilmiş, ve en sonunda da sıra, Bekdâşîyân (Bekdâşiler) diye anılan Kavlîyûn’a  gelmiştir.Ve bu likidasyona paralel olarak da, “Hanefi-Osmanlı” kilisesi kurularak, onun şer’î kanunları (Mecelle) yürürlüğe sokulmuştur; ki bu netice, Kânûnî’nin “şeyhülislâm”lık tesisiyle başlayan “gericileşme” sürecinin son noktasıdır. Bu şekilde, Tarikat terbiyesinin “inisiyasyon”  seçilimi (veya kademli insan seçilimi) kesin bir şekilde önlenerek, dogmaların didaktik öğretiyle belletildiği, skolastik bir eğitim sistemi tesis edilmiştir… Mesela İmâm-ı Sultan Mevlâna Bekdaş soyundan gelen -ana kol- bekdâşilerin lojman olarak kullandıkları, Kuzguncuk Korusu boyunca uzanan, ve yerli halkça Sulu Saray, Frenk kartpostallarında ise Kuzguncuk Palas diye adlandırılan, yüz küsur metre uzunluğunda, üç katlı ahşap yalısaray, Sultan Abdülmecid  zamanında yakılarak yok edilmiştir. Dördüncü kuşaktan biri olarak, bana intikâl eden bilgiye göre, Doğu Reformu projesinin tatbîkâtıyla görevli Müşir Osman Paşa,  Topkapı Sarayı’ndan “büyük bir sandık dolusu altın” tahsîsâtını alıp, kendi Yalısaray’ına getirdikten sonra, sefere çıkacağı günün önceki akşamında topluca yenilen veda yemeğinde zehirlenmiş, ve yalısı da baskın şeklinde (müsâdemeyle) kundaklanmıştır…  Tam yılını hatırlamadığım -1840’lardaki- bu vaka, Devlet’in Tevhidçilerden (yani “iç dinamik”çilerden) tamamen arındırıldığını, ve de Osmanlı’nın yoldan çıkıp uluslar arası komploların (veya ajanların) kucağına düştüğünü gösteren provokatif bir tedhiş olayı olarak çok önemlidir. Bu olay, Bekdâşî çevrelerinde yarattığı travma bakımından da o kadar önemlidir ki, Kuzguncuk Palas’a “nisbet” yaparcasına tam karşı kıyıya kondurulan Çırağan Sarayı’nın –tamiri mümkün olamayacak biçimde- kundaklanmasının,  bir misilleme (rövanş) harekâtı olup olmadığını düşündürtmektedir insana... Ve, dâhilî tesisat suyunun Çamlıca’dan getirilmiş olması hasebiyle, halk arasında Sulu Saray diye ünlenen Kuzguncuk Palas’ın hazin hikâyesinin, rövanşı alınmış bir olay olarak –taraflarca- örtbas edildiğini (veya  nisyâna gömüldüğünü) düşünmek de, gâyet mantıklı gelmektedir. Zira bizim sülâlede, benim gençliğimde bile Osmanlı’yı, “keçi çobanları” diye anarak zemmedenler vardı; kökenleri olan Karakeçili Aşîreti’ne atfen… Kaldı ki babaannemin misafir kabûl salonunun duvarına asmış olduğu –baba yâdigârı- kalın yaldız çerçeveli büyük tablo da, hep dikkatimi çekmiştir. Zira o tabloda, 1826 olayının akabinde II.Mahmut’un dâvetiyle, Istanbul’un âsâyişini sağlamak üzere gelen Rus donanmasının, Büyükdere koyunda demirlemiş gemilerinin –komutanları da dâhil olmak üzere- isim isim yazılmış resimleri vardı; bir ihânet vesikası olarak… Ayrıca, bizimkiler hiç kabullenmeseler de, -on yıllarca, penceremizden yanmış iskeletini seyrettiğimiz- Çırağan Sarayı’nın yakılması olayından sonraki tevkîfâtta, babamın büyük dayısının bir ihbar ve tertip neticesinde tutuklanarak, Sinop’ta  “kalebent”liğe mahkûm edilmesini de ben, çok mânidâr bulmuşumdur… İşte sâdece bu olayın yazılı tarihte yer almamış olması bile, geçmişten geleceğe uzanan doğru bir düşünce (veya tarih) metodolojisi geliştiremememizin, dolayısile önümüzü göremememizin sebebini açıklamaya kâfidir bence...

Abdülmecid’den sonra taht’a geçen Sultan Abdülaziz, hümanist ve açıkgörüşlü bir padişah olarak Bekdâşî’lere teveccüh gösterse, ve bu arada babannemin babası Esat Efendi’yi sermühendis yaparak Mescid-ül Aksa’nın restorasyonuyla görevlendirse de, yaptığı bu “açılım”ın bedelini, komplocuların hâin tertibinde canıyla ödemiştir. Onun için de, yerine geçen II.Abdülhamid, Levanten tüccar ve kapitalistlerle anlaşarak, sistemli bir şekilde Bekdâşî düşmanlığı veya likidatörlüğü yapmıştır… İşte onun zamanında, Karaköy’ün tam göbeğinde, İmâm-ı Sultan Vakfı’na ait -16.yüzyılın başlarından kalma- büyük bir hamam (daha doğrusu, biri erkeklere, diğeri kadınlara mahsus olmak üzere iki hamam) varmış; ki adına Bekdaş Efendi Hamamı deniyormuş. Bu hamam, dükkânlar, sarraflar, meyhâneler ve her türlü kârhâneler beldesi olan Karaköy’ün “agora silüeti”nin mütemmim cüzüymüş aslında… Ama bu büyük hamamın istihdâm ettiği kabarık “külhanbeyi” kadrosu, aynı zamanda Galata yöresine “güvenlik” hizmeti de veriyormuş; mevcut resmî “zaptiye-bekçi” kadrosundan daha müessir ve kaliteli olarak… Çünki, “zaptiye-bekçi” kadroları o sıralarda, dil (Istanbul jargonu) bilmez, yoldan yordamdan (racon ve  halden) anlamaz Doğu’lu Kürtlerle doldurulabiliyormuş; Yeniçerilerin Karakullukçu’ları da ilgâ edildiği için… Halbuki halk arasında hâlâ Yeniçerilerin dili (argosu) ve raconu geçerli veya anlaşılır bir muamele tarzıymış; ki onu da en iyi Külhanbey’ler uygulayabiliyormuş… Zamanla, Kürtlerden de, kendini âsâyişten sorumlu sayan sivil zorbalar çıkmış ama, külhanbeyler bunları “kabadayı” diye alaya almışlar; kof, müsvedde (taslak) anlamındaki “kaba” sözcüğünü sıfat olarak ekleyip, –cinsel taassuplarından dolayı- onların, büyüklerine “dayı” diye hitap etmelerini matraklaştırarak… Zira Istanbul’da, yabancı yaşlı adamlara –şirinlik yapılmak istendiğinde- “amca” diye hitap edilirmiş… Daha sonraları, Kürt “sivil güvenlikçi(!)”ler de, Çingenelere yanaşıp onların –zengin- jargonunu öğrenerek ciddi bir güç hâline gelmiş ve “kabadayı” sözcüğüne saygın bir anlam kazandırmışlar; ki “Çingene çalar, Kürt oynar”  hicviyesi de, sanırım bu geçiş sürecinde türetilmiş… Ondan sonra da, kühanbeyleriyle birlikte –yeniçeri ağzından gelme, o güzel- jargonları da kaybolmuş; yerini kabadayıların Çingene argosuna bırakarak… Ama bu arada, mutaassıp dindar köylü “hanzo”luğu ile Levanten “sosyo-ekonomi”sinin temâsından da, bir piç “küçükburjuva kültürü” ortaya çıkmış  şehirlerimizde… Sonradan bu kültüre, uyanık Karadenizli takacıların da katkısı olmuş. Ve de özellikle takacı Lâzların Rumlarla, kabadayı Kürtlerin Ermenilerle kurdukları, gıdâ imâlatı ve eğlence sektöründeki ortaklıkları ve gönül ilişkileri, pek mümbit neticeler vererek ortaya, dejenere bir “yeni zengin” tipi çıkarmış… İşte, “alafranga”laşmış Osmanlı ve bendegânının –sapkın- ideolojisini kitlelere bulaştıran bu piç kültürdür ki, “küresel kapitalizm”in güdümünde bugün tepemize çıkıp oturmuştur. Bu piç kültürün insanı, kapitalizmin şartlarına uymaya mecbur kaldıkça, dînî taassuba sarılarak –İslâmiyetin başlangıcını gözünde büyütmek sûretiyle- kişiliğini korumaya çalışan zavallı bir şizoittir aslında… Netice itibâriyle, Osmanlı-Levanten-(Kürt+Çingen ittifâkı), zımnî bir mutâbakatla bir gece âniden Bekdaş Efendi Hamam(lar)ını kundaklamış, ve sonra da yıkarak yok etmiş; külhanbeyleri ile birlikte… Bunun, Evkaf yasalarına rağmen nasıl yapılabildiğini kimse bilmiyor; ve bu hususta kimse de konuşmuyor. Ama bilinen şu ki, II.Abdülhamid’in, babaannemin amcası Zihni Paşa’yı o sıralarda –Bekdaşilerin içine nifak sokmak için- Nâfıa Nâzırı  yaptığı, bu paşanın Kadıköy-Ziverbey semtindeki köşkünün de, vârisleri tarafından (“soya çekim” yasası uyarınca) “12 Mart 1971” paşalarına , “işkencehâne” olarak kullandırıldığı gerçeğidir. Bir de, Karaköy meydanının tam ortasında yükselen, ilk sâhipleri ve tapusu meşkuk, Karaköy Palas adındaki “yolsuzluk ve gasp” âbidesidir… İşte Cumhuriyet, böyle bir “yolsuzluk ve gasp” ekonomisi üzerine kurulduğu içindir ki, kurucuların –tutucu ve tutumlu olmak anlamındaki- dürüst yönetimlerinin akabinde, hemen aslına rücû etmiştir. Hele ki dejenere Osmanlı’nın dağıttığı Mîrî arazi üzerine oturarak hüküm süren Âyân takımının piçleri de şehir yağmasına katılınca (veya destek verince), insanlarda ne mantık, ne de ahlâk kalmıştır… Onun içindir ki, bugün -son olarak- ortaya çıkan “yeni zengin” köylüler de, Osmanlıya öykünüp (ve dua edip) durmaktadırlar… Diğer taraftan, şu da bir gerçektir ki, Yeniçerilerden sonra –onların geleneğini sürdüren- külhanbeyleri de bir süreç dâhilinde likide edilince, şehirli Türk bireyini yaratan Türk mahalle kültürü de, korumasız kalarak yozlaşmış ve ortadan kalkmıştır; bir nevi “kültürel soykırım” gerçekleştirilmişcesine… Istanbul’daki Türk mahalle kültürünü 1960’lı yıllara kadar sürdüren tek semt –bir yeniçeri mevlânasının kurduğu dergâh etrafında teşekkül etmiş- Mevlânakapı’dır; ki o semt de, tulumbacıları sâyesinde bu kadar dayanabilmiştir…

II.Abdülhamid’in, bugünkü Arap şeyhlik veya emirliklerine örnek teşkil etmek üzere gösterdiği ikinci mârifet veya düzenbazlık, Kiremitçi Ahmet Çelebi Vakfı’na ait olan ve aynı adı taşıyan, Hasköy’deki camiyi kendi vakfına geçirme (iç etme) olayıdır. Kurnaz Sultan II.Abdülhamid, “Kiremitçi” vakfına sahip çıkan evlâdın, ve bu vakfa ait orijinal vakfiyenin ortada görünmediğini fark edince, kafadan bir “sahibi belirsiz”lik hikâyesi uydurup, tamir ettirme bahanesiyle camiyi kendi vakfına ilhâk (aslında gasp) etmiştir. Oysa esas amacının, hem caminin “bekdaşî”lik nâmını unutturmak, hem de cami ve hazîresinin bakımı ve yeni defin işleri için toplanabilecek insanları kontrola almak olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Çünki “Kiremitçi”nin vakfiyesinde, “…minâresi sema ile yarışan…”  diye övülmüş  olan bu cami bugün, silüeti küçülsün diye 5-6 metre yere gömülmüş, etrafına yaptırılan yüksek binalarla boğulmuş, ve de haziresi yolla bölünmüş bir şekildedir; yani acıklı bir haldedir.

Osmanlı’nın –en son II.Abdülhamid vâsıtasıyla- gerçekleştirdiği “kültürel soykırım”a rağmen, Cumhuriyet dönemine geçildiğinde dahî Istanbul’da, “Bekdaşî” adını yaşatan iki küçük âbide hâlâ ayakta durmaya devam ediyordu. Ki bunlar, Karaköy’den geçen tranvay caddesi üzerindeki Bekdaş Efendi Camii ile, Eyüp’deki İmâm-ı Sultan Mevlâna Bekdaş Türbesi  idi… Sözkonusu Cami aslında, dükkanlar arasından ayrılmış bir büyük oda şeklindeki bir esnaf mescidiydi; ama yandan çıkmış, tek şerefeli, tahtadan oyma minâreciği ise, tam bir sanat eseriydi… Ancak ne var ki, Osmanlı’nın, -Mîrî araziyi dağıtmak gibi- yaptığı yolsuzluklardan (veya kapitalizme ve kiliseciliğe dönüşünden) nemâlanarak palazlanmış Âyan soyundan gelen, ve dolayısile “Hanefi-Osmanlı” kilisesine taassupla bağlı olan Adnan Menderes’in gözüne, bunlar da battı… Zira o sıralarda Istanbul’a yeni yeni yerleşmekte olan, Anadolu’nun Bekdaşi Alevileri için bu âbideler, birer ilgi odağı ve ziyâret mahalli hâline gelmekteydi. Dolayısile Menderes, 1954-55’ler Istanbul’unda yaptığı o korkunç  îmar(!) operasyonu sırasında, yol genişletme ve yol geçirme bahânelerine istinâden, bu iki eseri de ortadan kaldırdı; hem de, büyük dedem Mevlâna Bekdaş Efendi’nin kemikleriyle birlikte… Menderes “Vandalizm”inden sonra Istanbul’da, Bekdaşî adına hiçbir eser kalmamış olsa da, Mevlâna Bekdaş sülâlesine ait tek bir tesis yine de ayaktaydı; ki o da, Eyüp sırtlarındaki Âgâh Efendi Dergâhı, mescidi ve hazîresi idi… Babaannem Hayrünisa’nın babası, 7 yıl Kudüs’te kalarak Mescid-ül Aksâ’nın büyük restorasyonunu gerçekleştiren, sermühendis Esat Efendi’nin de –hazîresinde- gömülü olduğu bu tesisi, 1965’ten sonra kimse ziyâret etmemişti. Hatta babaannem, 15 Şubat 1969’daki vefâtından önce –kânûnî hakkı olarak- buraya gömülmek istemişti de, sonradan, Bakanlar Kurulu’ndan karar geç çıkar diye bu kararından vazgeçmişti; ki ondan dolayı ben de, gidip görmeyi ihmal etmiştim… Ama yıllar sonra gidip aradığımda ise, Dergâhı, mescidi ve şadırvanı  pırıl pırıl restore edilmekle birlikte, hazîresindeki mezar taşları kırılmış (yok edilmiş) bir halde, Nakşibendî nâm bir yobaz gürûhuna verilmiş olduğunu gördüm; ve de yapılan hile-i şeriyye’ye pess dedim… Sonradan da duydum ve anladım ki, meğer Istanbul’a yerleşen Anadolu Alevileri burayı bir ziyâretgâh hâline getirmeye başlamışlar da, ondan dolayı Atatürkçü(!) Devlet memurları tedbir(!) olarak böyle bir çözüm(!) yoluna gitmişler… Sünnî Tarikat diye ortaya çıkan cemaatlere ben, “yobaz gürûhu” diyorum; çünki kötülükleri, sâdece Kuran tefsiri ve Hadis seçimleriyle kısıtlı kalmamaktadır. Onlar, inisiye (kademli) insan seçilimi usûllerini de ortadan kaldırmış, ve yerine kayırma (el verme) seçimini koymuş olmakla, Tarikat sistematiğinin dejenere (bozuşmuş) kollarındandırlar.  Oysa Istanbul Bekdaşilerinde -1826’dan sonraki- vakıf mütevellilerinin seçimlerinde bile, liyâkatli (melekeleri sağlıklı) insan seçilimine (seleksiyonuna) dikkat edilmiş, ve İmâm-ı Sultan Vakfı mütevelliliği de bana, bu sâyede ulaşmıştır. Mesela, sözkonusu vakıf mütevelliliği seçimlerinde, benden önceki 3-4 kuşak boyunca “liyâkat” seçilimine son derece dikkat edildiğini duymuş, dinlemiş olmakla birlikte, babam Orhan Güran’ın ölmeden 1-2 yıl önce bana yaptığı açıklamasını da hiç unutmam: 3-4 yaşlarındayken, müzikteki  ritm usûllerini vurduğumda, senin de bunları aynı hassasiyetle vurabilmene çok şaşırmış, ve o zaman anlamıştım “matematik kafalı” olacağını; demişti babam…  

Bekdâşî Terbiyesi Almış Alevilerin, Şehirlerdeki Dejenerasyonu: 

Kendilerini Bekdâşî tarîkinden gören, veya bu Tarîk’e gönül vermiş olan Anadolu Alevîleri, âşikârdır ki Yavuz Sultan Selim’in fütûhât harekâtından sonra bu yola girmişlerdir. Bu hususta, Balım Sultan’ın nasihatçılığını herkes bilir; ama Sultan Selim’in kendine ve Surre Alayı’na imam tâyin ettiği büyük dedem İmâm-ı Sultan Mevlâna Bekdaş’ın ismi ve işlevi, hep saklanmış ve gizlenmiştir milletten… Zira “Tevhid Dîni” ülküsünün muhâfızları “Yeniçeriler”i ortadan kaldıran Osmanlı, hem Çaldıran’ı unutmayan İranlılara, hem de Mercidâbık’ın rövanşı hayalleriyle yaşayan Araplara yaranmak için, -ikinci büyük fâtih olan- ataları  Yavuz Sultan Selim’i bile silikleştirmekten çekinmemiştir; oğlu, hayalperest Kânûnî yarârına…  Şâmanist geleneklerle Anadolu kırsalına gelen Türk ve Türkmen boyları, şehirlerde oluşan Fütüvvet organizasyonunun “adam (kademli) seçme, yetiştirme” organı olan Zâviye’lerin etkisinde kalıp, Şâmanist (panteist) âyinlerini buna benzetmek sûretiyle Cem diye bir zikr (ibâdet) biçimi geliştirmişlerdir. Ki zâten, Zâviye’lerin de, Şâmanist âyinlerin de asıl işlevi, birey sağaltmak ve ayıklamak anlamındaki “inisiyasyon”dur… Onun için Anadolu Alevileri, bir ara olağanüstü zaferler kazanmış, ve de Dünya’yı fethe çıkmış bir cihangir gibi görülen  Şah İsmail’in peşine takılabilselerdi bugün, bir ruhbân sınıfının sultası altında yaşayan İranlı Şii’ler gibi olacaklardı, diye düşünmek gerekir.  Bunu hiç düşünmeyen bir kısım Aleviler, bugün hâlâ –İran fitnesine kapılarak- Yavuz Sultan Selim’e nankörlük yapmaktadırlar; hem de utanmadan, Bekdâşiyân sıfatını taşıdıkları halde…

Ankara’nın  Mamak-Tuzluçayır mıntıkasındaki “Bekdâşiyân Alevi” gettolarının 1950’li yıllarda nasıl oluştuğunu veya oluşturulduğunu ben çok iyi biliyorum. O Aleviler büyük şehre geldiklerinde, “zâviye” kurumunun ve Bekdâşî Tarîki’nin inisiyasyon (kademli seçilimi) usûllerini çoktaan terk etmiş, ve de “seyyit-dede soyundan gelme” seçkinciliği güderek, tutucu cemaatler hâline gelmişlerdi zâten… Ama Atatürkçü geçinen MİT’çiler de bunlara, çok kötü muamele ettiler; Şehre alışmalarını ve entegre olmalarını sağlayacaklarına… Ve de âdeta “Eskimo” yerine koydular bu çilekeş halkı… Mesela çalışabilen kadınlarını genellikle, yüksek bürokrat evlerine “hizmetçi” olarak yerleştirmekle beraber, çalışmayanlarını da, erkekleri  mesâide olduğu saatlerde –yardımseverlik kisvesiyle- cinsel tâcize mâruz bıraktılar… Uyanık (kurnaz) erkeklerini ise, MİT elemanı veya muhbiri olarak istihdâm ettiler… Sonra da, Atatürkçü pozitivist hamâsetle, geleneksel itaat hiyerarşilerini ve dînî ritüellerini alaya alarak, mevcut sosyal dokularını (ve zihniyetlerini) darmadağın ettiler,ettirdiler; bu MİT’çiler… Ve bu şekilde de tabii ki, sol ideolojilerin en sapkın biçimleri için zemin yaratmış oldular… Üstelik sözkonusu Atatürkçü(!) MİT’çiler, bu kötü durumdan bile yararlanmayı mârifet (veya kâr) sayarak, Mamak-Tuzluçayır mıntıkasını, bir nevi “terörist deneme ve yetiştirme laboratuarı” hâline getirdiler. Ki meselâ Abdullah Öcalan bile, önce bu laboratuarda denenip yoklandıktan sonra, esas görevine –âdeta- sevk edildi… Ve bu yüzden, bu halkların içinde, istismar edile edile, insanları istismâr etmeyi mârifet sayan, ve de kimseye güven duymayan bir dejenere kuşak yetişti; istisnai bireylerden sarfınazar… Ve de bu dejenere insanların çoğu, -kurnazlığın, dengesizliğin belirtisi olan- müztehzî mimiklerle alaycı tavırları bir üstünlük göstergesiymiş gibi benimsediler; akıllı düşüncenin ciddiyetini terk ederek…  Onun için bu insanları, kendi –zümresel- jargonlarıyla birleştirmenin, fesattan arındırmanın imkânı yoktur artık; Hacı Bekdaş-ı Veli bile gelse… Ama her şeye rağmen, Bekdâşîyân Alevi denilen bu halkların, tarihî devirlerde “Tanrı-Kral”lar tarafından ihdâs edilmiş Tapınç kültlerine (dolayısile dinlere) bağlı olmamaları, ve doğrudan “tarih öncesi-zon”un ritmik âyinlerine indeksli olmaları, “tarih sonrası”na geçiş aydınlanmasında, bizim için büyük bir şanstır. Zira, önce –Güneş, Ay gibi- tanrısal nesnelere, sonra “el yapımı putlar”  gibi tanrı simgelerine, ve en sonunda da muhayyel “tanrı” mitine tapınma anlamındaki  tapınç kültleri (ve dinler), insanlarda körükörüne itaat veya biat alışkanlığı yarattığı için, zihinleri böyle forme olmuş insanları kendine getirmek ve “insan” odaklı (objektif seçilimli) bir düzene geçirebilmek, çok daha zordur. Dolayısile, “Anadolu Alevileri” kültüründen, bağımsız yaratıcı kişiliklerin istihsâli çok daha kolaydır. Ama ne var ki, Atatürkçü(!) MİT’in uyguladığı politikalar sonucunda bu kültür içinde, kademli (inisiye) bireylere geçit vermeyen ve onları gammazlayan pek çok –hasetçi- MİT ajanı ve elemanı yetiştirilmiştir. İşte bu çıkarcı (hasetçi) unsurlar, o halklar içinde öyle bir “menfî seleksiyon” sistematiği oluşturmuşlardır ki, piyasanın (kapitalizmin) popülist talepleri doğrultusunda, en kurnaz (şizoit), taklitçi ve ezberci gençleri ayıklayarak –adam olacakların aleyhine- kalburüstü (şöhret) yapmaktadırlar…  İşte bizde Kontrgerilla da denilen “Süper-NATO” teşkilâtı, stratejisinin ana eksenini, bu halkların iğdiş edilmesi üzerine oturtmuştur; çünki bu insanları fıtraten “komünizan” görmüştür. Yoksa  Süper-NATO, komünizme karşı mücadele husûsunda, ağalarına şıhlarına mutî olan dindar Kürtlerden hiçbir endişe duymuyordu; anti-Kürtçü’lüğü, bizim dangalak Atatürkçüler çıkardı… Süper-NATO, Alevi halkları “menfi seleksiyon” sistematiğiyle çürütürken, bunu, o zamanki resmî ideoloji olan “Atatürkçülük” kisvesi altında yapamazdı; zira bu halklar fıtraten devlet ideolojilerine karşıydılar. Onun için de “Süper-NATO”, MDD, Türk Solu, Türkiye Solu, Maoculuk vs gibi başlık ve sloganlar altında “ilericilik”, hatta “devrimcilik” kisvesine bürünmüş taşeronlar kullandı… Ama “soğuk savaş” bitip de, Devlet erkini elinde tutan Atatürkçü(!) nâmındaki küçükburjuva ütopistlerimizle NATO’nun stratejik yolları ayrılınca, sözkonusu taşeronlar da kabak gibi  ortaya çıktılar. Daha doğrusu, ABD liderliğindeki NATO, hem Kürt bağımsızlığına oynayıp, hem de dincilerle anlaşarak Atatürkçüleri iktidardan indirince, “Süper-NATO”yu da fiilen feshetmiş oldu…  Böylece piç gibi ortada kalan “Atatürkçü”ler de, bütün sol taşeronlarını deşifre ederek, “Atatürkte birleştik!” sloganı altında, yeni bir opozisyon (alternatif) yaratabilecekleri hayaline kapıldılar. Oysa Sovyetlerin çöküşünden sonra artık, Atatürkçülük veya Milli Kurtuluşçuluk gibi bir küçükburjuva ideolojisinin içerde de, dışarıda da hiçbir zemini kalmamıştı… Dolayısile de, Gâzi’nin bizi getirdiği noktadan ilerisini göremeyerek, Atatürk’ün adını satışa sunanlar, mürtecilerin, geriye (asr-ı saadet’e) dönüş yolunu tek alternatif olarak dayatmalarına olanak hazırlamış oldular.  Dolayısile de bu “Atatürkçü”  güruh, eskiden NATO’nun emellerine hizmet etmekle iç dinamiklerimizi mahvettiği gibi, şimdi de tamamen havada kalmış safsatalarla, dinamik insanlarımızı oyalamakta veya provoke etmektedir; hem de muarızlarını, Kontrgerilla’ya çalışmakla suçlayarak… Yani artık dağılmış olan Kontrgerilla örgütünün menhûs rolünü bugün, o örgütten açığa çıkan Atatürkçüler ve Atatürkçü MİT’çiler oynamaktadır; ideolojisi olmayan Atatürk’ün –simitçi, börekçi, dinci benzeri- satıcıları olarak… Oysa ana gövdesini “asker-sivil” Atatürkçülerin oluşturduğu Kontrgerilla örgütü, ABD’nin stratejisini değiştirip de, Kürt ayrılıkçılarıyla gericileri desteklemeye başladığında (1990’larda), gözü dönmüş bir şekilde “devlet terörü”ne başvurmuş, ve bu arada biz “iç dinamikçiler”e de yüklenmişti. Onun için, Kontrgerilla döküntülerinin  şimdi “sûret-i hakk”tan görüneren “vatan müdâfaası yapıyoruz” demeleri, hiç de inandırıcı değildir; ki zâten, tekrardan iktidara gelebilmeleri de olanaksızdır. Bunların yaptıkları Atatürkçülük hamâseti sâdece, gericilere yani dindar politikacılara yaramaktadır; Atatürk’ün mânevî şahsiyetini, kitlelerin gözünde küçük düşürdükleri için…

Cezaevinden tahliye olduktan sonra, 1989 Aralık’ında çıkan Katkı Dergisi’nde, sırf büyük harflerle yayınladığım bir yazıyla, “insanla hayvan arasındaki kategorik fark”ın ne olduğunu, nümâyişkâr bir şekilde deklare ettim. Ve müteakip 3-4 yıl boyunca da, bu keşfin nasıl hayata geçirilebileceği hakkında açıklamalarda bulundum.  Ve en sonunda da, gençler arasından “inisiyatör” ve “kreatör” nitelikli kişileri selekte edebilmek üzere, “tarih öncesi-zon” şartlarının yaşanacağı bir “panteist zon” kulübü kurulması gereğini anlatmaya çalıştım; ki böylece de, Süper-NATO güdümündeki  Atatürkçü MİT’çilerle, sahada (halkın içinde) mücadeleyi göze almış oldum. Bunun için en uygun “saha” olarak da, Mamak-Tuzluçayır gettolarındaki Alevilerin  akrabalarının oturduğu –Rumeli Hisarı sırtlarındaki- Hisarüstü gecekondu semtini seçtim. Zira burada da, gençliklerinden beri tanıdığım, ve hatta birlikte hapis yattığım insanlar vardı… 1994 yılında bazı arkadaşlar  yatırım sermâyesi denkleştirdiler, Hisarüstü’ndekiler de bir mekân kiralayıp güzelce tezyîn ettiler… Ama iş, mekânın nasıl bir işleve sâhip olacağı noktasına gelince, yani daha bidâyette, “kulüp” için tasarladığım ambleme takılarak alay etmeye, ve millete komik göstermeye başladılar. Sonra da aralarında zımnen anlaşarak mekânı “köy derneği”ne dönüştürdüler… Para yatıranların da, malı götürenlerin de, aralarında hiç tartışmamaları dikkatimi çekmişti; ki biraz sonra, bildiğim Atatürkçü MİT’çilerin “solcu” taşeronlarından maadâ, bir kısmının da Fethullah Hoca teşkilâtıyla temasta olduğunu öğrendim. Öyle ki, aralarından bazıları bana, –feyz almam(!) için, olsa gerek- Fethullah Gülen’in kitaplarını getirdi, ve ayrıca kendisiyle tanıştırıp yüz yüze görüştürmek de istedi…  Bu insancıklar da mâzurdular tabii.. Zira o kulübü çalıştırıp da, kademli (inisiye) gençleri selekte edebilecek duruma getirebilseydik, kendileri deşifre olacak ve işlevsiz kalacaklardı… Yani bir bakıma, Fethullahçılarla da işbirliği yapabilen, bu Süper-NATO’cu Atatürkçüler, inisiyatifi gerçek ilericilere (iç dinamikçilere) kaptırmamak ve kendilerini deşifre etmemek için, iktidarın –ABD mârifetiyle- gericilere devredilmesine bile râzı olmuşlardır. Onun içindir ki, gizli dindar olan ve iktidarlarını hep provokasyonlarla sürdürmüş bulunan Atatürkçü’leri (onların foyalarını) iyi bilen gericiler, iktidarın kendilerinden geri alınabileceğine hiç ihtimal vermemekte, ve de “laik Cumhuriyet”e karşı zaferlerini(!) ilân edecekleri 2023 yılına hazırlanmaktadırlar.

İnisiyasyon Unutulunca, Peygamberler Çıktı ve Mesih Beklentisi Başladı:

Tarihî devirlerin başlarında, mesela Büyük Piramit (Khufu veya Keops) gibi bir şâheseri ortaya çıkaran süreçte, toplumu yöneten “Güneş” râhiplerinin, “inisiyasyon” seçilimiyle ayıklanarak yükseltildiğini, ve bunların da aralarından bir baş râhip seçerek onu “kral” yaptıklarını biliyoruz. Onların “inisiyasyon” seçilimini, ayrıntılarıyla bilemesek de, bizim Tarikat sistematiğinin Zâviye kurumundaki “kademli=inisiye” insan seleksiyonunu, ve de bunun “ritm melekesi”nin gücüyle ilgili olduğunu gâyet iyi biliyoruz. Ama buna rağmen, tarihî devirlerde ortaya çıkan feodal ve kapitalist kralların ihdâs ettikleri, “ataerkil verâset hukuku”  ve “kayırmacılık”  şeklindeki subjektif “ayıklama-yükseltme” usûlleri yüzünden, insanlığın hâlâ –peygamber olmasa bile- bir Mesih (veya Mehdi) beklentisi içinde bulunduğu da bir gerçek... Zaten, Tarikat öğretisi (felsefesi) olan Tasavvuf’ta da bu husus, “her devirde sâhib-i zaman’lar (inisiyatörler) olur ama, Hz.İsa gibi harcanırlar; ve o yüzden de Hz.Mesih beklentisi sürer gider” şeklinde açıklanmıştır. Yani ritm melekeleri hassas olan, (düzgün bir şekilde akıp giden zaman hissini yaratıp yaşatan) inisiyatörlerin selekte olabileceği bir düzen kurulmadıkça, egemenlerin tapınç kültü (din), zulmü, ve de halkların Mesih beklentisi sürüp gider, denilmek istenmiştir… Demek ki, feodal ve kapitalist kralları var edip yaşatan dinler, daha doğrusu “tapınç kültü”, hiçbir zaman istikrarlı bir rejim tesis edememiş, ve insanlığı daima bir kurtarıcı (Mesih) beklentisi içinde bırakmıştır. Zira “tanrı” mitosu, tapınç ritüellerini, tapınç ritüelleri de, -kitleleri işe ve savaşa sürmek üzere- insanları itaat disiplinine sokmak için gerekmektedir.  Yani son tahlilde dinler (veya tapınç kültü), insanları, kitleler hâlinde mal üreten, -şartlı refleksler kazandırılmış- ehlî hayvanlar gibi kullanmak, ve îcâbında da “kızgın”laştırılmış mandalar gibi dövüştürmek (savaştırmak) amacıyla ihdâs edilmiştir; âdeta bir “negatif seleksiyon” sistematiği yaratırcasına… Aslında, -toplu âyinler olarak- yaptığı ritmik hareketlerin meleke kesbetmesiyle, “zaman” ve “mekân” mevhumlarını kazanarak akıllanan ilk insan, önce  doğal olaylardaki “nedensellik” mantığını keşfettiği için, aklını daima amaçlı davranışlar kurgulamak üzere kullanmaya meyyal olmuştur. Ve  bu yüzden de, içgüdüsel (hayvânî) ihtiyaçlar, öncelikli amaçlar hâline gelmiştir; çıkış yönüne tam ters olarak…  Ama buna mukâbil, ilk insanımsıların yaptığı ritmik hareketler (âyinler), bazı bireylerde (inisiyatör, animatör veya şâmanlarda), meleke kesbederek –sıralama melekesini, ölçüleri ve sayıları doğurup- bilim ve sanat gibi aklî düşünce etkinliklerini yaratmadan önce, beslenme ve üreme içgüdülerini frenleyerek, insanlığın ana karakteristiği olan “tabu”sal simgelerin ve yasakların ortaya çıkmasına da sebep olmuştur. Ki böylece de, melekeleri gelişmemiş olan unsurların, içgüdülerinin etkisinde kalarak, grupta panik (ve dağılma) yaratmalarının önüne geçilmiştir; ölümüne müeyyidelerle… Yani demek ki, panteist veya animist gruplarda, ritm melekelerinin güçlenmesiyle temâyüz eden ilk bireylerin (inisiyatör veya kreatörlerin) yarattığı ilk eserler, totem sembolleriyle birlikte “tabu”sal simgeler (korkutucu masklar) olmuştur; topluluğu disipline edebilmek amacına mâtuf olarak… O halde ilk (ve genel) birey’i, “melekeleri, beslenme(lezzet) ve üreme(şehvet) içgüdülerine fren tutacak kadar güçlenmiş bulunan, ve de bunu –hiç olmazsa- sembollerle ifade edecek kadar bilince çıkarıp kabullenebilecek bir insan” olarak tanımlayabiliriz. Ki buradan da, ilk “birey”in bir sanatçı olduğunu (olabileceğini) rahatça çıkarabiliriz. Onun için bizim, tarihi devirlerin ilk aşamalarında uygulanmış “inisiyasyon” seçilim usûllerini ortaya çıkarmak için uğraşmamıza gerek yoktur artık… Zaten onların, tabuları inkâr (negasyon) ederek yerine -Tanrı emirleri olarak-  “oruç” ritüelleriyle “evlilik” usûllerini koyduklarını, dolayısile de “inisiyasyon”  seçilimini sâdece, ritm melekesinin test edilmesine, ve bununla ilgili olarak geliştirilen “meditasyon” tekniklerine, yani bireysel sınavlara bağladıkları da, anlaşılamayacak bir şey değildir. Oysa biz artık, “tarih öncesi-zon”u keşfederek, -tarihî devirlerdeki- Tanrı buyruklarından kurtulduğumuz ve tabuları bilince çıkardığımız için, kızlı erkekli karışık gruplarda, lezzet ve şehvet budalalığına (içgüdülerine) kapılmadığı halde, aynı zamanda şaşırmadan veya paralize olmadan kendine yol yordam bulabilen “inisiye(kademli)”  bireylerin,  gâyet kesin (objektif) bir şekilde seçilimlerini gerçekleştirebiliriz. Zira net bir şekilde biliyoruz ki, melekeleri muhtel olanlar, -hele ki, bir cinsel çekim alanında bulunuyorlarsa- refleksif etkileşim ve bundan mütevellid hayvânî rekâbetten maadâ, bir iletişim (ve yarışma) biçimi geliştiremezler. Dolayısile de, ya karşı cinse sarkıntılık, aynı cinse saldırganlık yaparlar, ya da darılma (küsme), ve hatta “katatoni” semptomları sergilerler; zira, sanatsal ve bilimsel fikir teatîsi gerçekleştirebilmek veya dansla müzikle fiilî iletişim  kurabilmek için gereken, “ritmik rezonans” zemînini yaratamaz veya  tutturamazlar.  Dolayısile, son tahlilde anlaşılabilir ki, cinsel temasın, şehvet tahrikçisi fetişlerin, ve de lezzet çeşniciliğinin yasaklandığı –tabusal- bir grup veya klân ortamında insanlar, melekeleri en güçlü olan bireyin etrafında, gerek onun etkinliklerine uyumlu çalışmalarla katkıda bulunmak, gerekse onu aynen taklit etmek sûretiyle öbeklenirler; ve panikleme hallerinden kurtulmak için, o inisiyatöre odaklanmak zorundadırlar da… Çünki o inisiyatör, kreatör veya animatör kişilik, yaydığı ritmik vibrasyonla (titreşimle), grup elemanlarını ritmik rezonansa sokarak birleştirir ve kendine çeker. Dolayısile de, grupta câzibe merkezi hâline gelen o kişi, gerek grup üyelerinin sempati belirten oylarıyla, gerekse dış gözlemcilerin tespitleriyle, objektif olarak “inisiye” insan seçilir… Demek ki genç insanlar ancak, “tarih öncesi-zon”un, cinsel ve gastronomik eğilimlerin engellendiği “tabu”lu ortamı sağlandığında, kendilerini tedâvi edecek ve insânî yola sokacak animatör veya inisiyatörlerini –objektif olarak- seçerler; ki böylece de, aynı zamanda inisiye bireylerin seleksiyonunu sağlamış olurlar. Eğer böyle bir pozitif seleksiyon gerçekleştirilemezse, insanlara mal ürettirmek amacıyla şartlı refleksler (beceriler) kazandırarak, onları “rutin çalışma” tempolarını muhafaza etmek için yemleyen, yani insanların, ehlî hayvanlar gibi –alışkanlıklarla- düşünmeden yaşayıp güdüme müsait hâle gelmelerini sağlayan patronların elinde insanlık, felâketlerden ve yozlaşmaktan kurtulamayacaktır. Çünki kapitalistler, “lezzet” denilen sindirim katalizörleriyle  gastronomik, seks fetişleriyle de cinsel iştahları arttırmaktan başka bir yaşam tarzı ve amacı gösterememektedirler insanlığa…  Onun içindir ki, “tarih öncesi-zon” kulüplerinde inisiyatör veya kreatör birey olarak selekte olacak gençlere, yüksek eğitim kurumlarında istedikleri branşlarda okuma, ve istedikleri “tez”leri yapma imkânı tanındığı taktirde ancak, üniversiteler düzelebilecek, ve de insanlık, doğru bir rejime kavuşabilecektir. Zira bu seçkin insanların yaratacağı, “kozmik emek” mahsûlü fikir ve eserlerin değerlendirilmesi, ve de yaşamlarının örnek alınmasıyla, hem toplumlardaki gelir dağılımı dengelenecek, hem de kapitalistlerin –spekülâtif kazançlarla beslenen- “lezzet”e, ve “şehvet”e indeksli lüks tüketim modeli, özenilecek bir örnek olmaktan çıkacaktır. Böyle bir “pozitif seleksiyon” sistematiği, aynen bir “altın arıtma teknolojisi” gibi işlev görerek, “tarih sonrası”na geçiş parkuru başındaki depar(çıkış) çizgisinde, zengin-fakir  bütün ülkeleri aynı hizaya getirecek; ve de “emperyalist sömürü”  imkânlarını ve tezlerini ortadan kaldıracaktır… 

Aslında, Mısır’da, İran’da, Hindistan’da vs. ortaya çıkmış ilk uygarlıklar, “tarih öncesi”nden kalma –geleneksel- usûllerle gerçekleştirilen “inisiyasyon” seçilimi sâyesinde kurulmuştur. Sonradan bunların başına hânedanlar çöreklenince, iktidarlar babadan oğula geçer hâle gelip, “inisiye” geçinen râhipler de, onlara müneccimlik, kâhinlik gibi hizmetler veren soytarılar (dalkavuklar) durumuna düşünce, büyük bir zulüm düzeni tahakkuk etmiştir. Ve ondan dolayı da, insanlar, “adam gibi bir lider (kurtarıcı)” arayışı içine girmişlerdir. İşte Ortadoğu’daki peygamberler, bu arayışı karşılamak üzere, “ideal insan” oldukları iddiasıyla ortaya çıkıp, muhayyel bir Tanrı figürünü (veya mit’ini) de, kendilerine  “noterlik mercii” olarak tâyin etmişlerdir; kralların, tanrı veya tanrı akrabası olma iddialarına karşılık… Ama ne var ki, son dinin peygamberi Hz.Muhammet, “Dînî Tevhid”i ikmâl ettiğini sanarak “benden sonra peygamber çıkmayacak” demiş olsa da, bugünkü kapitalist hânedânlar düzeninde hâlâ insanlar, bir Mesih (veya Mehdi) beklentilerini devam ettirmektedirler. O halde demek ki, devletleri ve kapitalist hânedanları, insanlığın müessisi olan ilk kadîm uygarlıklarda olduğu gibi, “inisiye” insanlarla kontrola almak ve yola sokmak zamanı gelmiştir artık… Zaten “tarih öncesi-zon”u da bilince çıkardığımız için, şimdi çok daha objektif ve kesin bir şekilde yapabiliriz bu “inisiyasyon” seçilimini… Çünki ilk uygarlıkları kuran insanlar, “ateş öncesi”nin bilincine varamamış oldukları için, geleneklerle kendilerine –bozuşarak- ulaşmış usûl ve ritüellerle yapmaya çalışıyorlardı “inisiyasyon” seçilimini… Mesela onlar, gerçekleştirdikleri ritmik âyinleri bile, bir tanrıya yaranmak için yaptıklarını sanıyorlardı; zihinlerinde tebellür etmiş “tanrı” figürünün, ritm melekesinden mütevellid “zaman” ve “mekân” mevhumlarının, ve  “analoji” mantığının bir türevi olduğunu bilmeden… Sonra da, kardeş, anne (baba), teyze vs. gibi yakınlarına karşı olan cinsel tutukluklarını, ritm melekesinden mütevellid tabusal frenler olarak anlayamayıp, aynı –muhayyel- tanrının emirleri diye yorumluyorlardı… Kaldı ki bugün artık, küresel kapitalist düzenin de iyi gitmediği, pıtırak gibi ortaya çıkan dinsel (mistik) cemaatlerden ve terörist gruplardan açıkça belli olmaktadır. Dolayısile, bundan sonraki “Aydınlanma” çalışmalarına, kapitalistlere ısmarlama işler yapan -at gözlüklü-  uzman bilimcilerin bile, bîgâne kalmaları pek kolay değildir artık… Çünki esas meselenin, tarihî devirlerde yer değiştirmiş ve baş aşağı gelmiş olan “sebep-sonuç” ilişkilerini düzeltmek ve ayakları üzerine oturtmak olduğu anlaşılmaktadır artık… Demek ki, peygamber veya Mesih sıfatında “hikmeti kendinden menkûl” lider(ler) arayışı yerine, gâyet bilimsel (objektif) bir “inisiyasyon” seçilimi ikâme edilebilir artık… Böylece de, paradoksal “tanrı” mitosunun, ve spekülâtif “din” öğretilerinin hüküm sürdüğü tarihî devirlere son verilir.

1968’deki Gençlik Kalkışması, Aydınlanma’nın İlk Kıvılcımıydı Aslında…

1967 sonbaharında, üniversitelerin seviyesizliğine katlanamayarak akademik hayattan kesin olarak ayrılınca, kısa bir süre Balıkesir’de lise öğretmenliği yaptım. Ama bu süre zarfında (1968 kışında) da, kalmakta olduğum otel odasında her gece, -hiçbir ideolojiye angaje olmamaya çalışarak-  genel bir “fikrî  istibdât”a karşı isyânımı belirten bir şeyler yazma ihiyacını duymuştum. Çünki, matematik gibi en soyut düşünce disiplininde bile beni serbest bırakmayarak gütmeye çalışan, “çok bilmiş” otoritelere, ve /veya kanaat önderlerine karşı büyük bir öfke duyuyordum içimde… O yılın Mayıs ayında, tüm Dünya’yı saran öğrenci olayları patlak verince çok heyecanlandım; ve benim hissiyâtımı, milyonlarca gencin de paylaştığını düşünerek, kaleme almış bulunduğum yazıları,  Devrim Notları başlığıyla ufak bir broşür olarak yayınladım. Broşüre yazdığım önsöz’ün sonunda şöyle demişim: Türk toplumu için yeni sayılan “sosyalizm”, seni de aşmak zorundayım; bunu anla ve sloganların ile gölge etme… Hareket yeni (eskinin yenisi değil ama…), onun için değersiz. Bu notlar yeni, onun için değersiz. Ben yeniyim, onun için değersizim. Başka değersiz yok mu; şu hareketi yeni bir topluma götürelim!... Buradan da görüleceği gibi, daha 1965 yılında, “insanla hayvan arasındaki nesnel kategorik farkı gösteremedikçe, Marksizm’in de bilimsel bir teori sayılamayacağı” şeklindeki hipotezimi tespit etmiş bulunduğumdan, -benden daha- genç arkadaşlarımı hep uyarıyordum; “bilimsel sosyalizm” sloganına aldanarak, Marksizm’in bir takım şablonlarına bel bağlamamaları husûsunda… Biraz sonra, benim Balıkesir liselerinden talebelerim olan gençlerin de bir kısmı İstanbul üniversitelerine gelmişti; ve talebe yurtları fokur fokur kaynıyordu âdetâ… Ben onlarla çok yakın bir temas hâlinde yaşadım; ve hatta yazılarımdan ağır cezalar aldığım için ülkeden kaçtığımda, yurt dışında da (Almanya’da) onlarla birlikte oturdum ve çalıştım… İşlerin çığırından çıkmaya başladığı 1970’lerin başında, Kerim Sadi’nin tavsiyesi üzerine, harekâtın içinde iyice sivrilmiş bulunan Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan’la –doğrudan- ilişki kurmaya da çalıştım; ama gizli polis ve MİT, akrabaları vasıtasıyla dahî kendilerine ulaşmama imkân tanımadı… Yani onlar kendilerini, bağımsız ve bağlantısız zannetmiş olsalar dahî, aslında korkunç (ölüme yönelik) bir tecrit içine alınmışlardı… Ama yine de, 1968 baharında başlayan, ve tarihî devirlerin sonlandırılması anlamına gelen, cihanşümûl Aydınlanma harekâtının, mahalli taktik muhârebelerinde veya manevralarında şehit düşmüş ilk inisiyatörler olarak geçtiler tarihe… Daha doğrusu, polisiye kurgulara (ve provokasyonlara) âlet edilmelerini önlemek üzre, onları tarihe böyle yazdırmalıyız; süreci devam ettiren inisiyatörler olarak… Bugün kazanmış olduğumuz bilinç ve bilgilerle geriye bakarak düşünmeliyiz ki, o sıralarda, “inisiyasyon” seçilimi yapan bir enstitüsyon, mesela “tarih öncesi-zon” kulüpleri oluşturulabilseydi, o gençlerin çoğu pırıl pırıl inisiyatör veya kreatörler olarak ayıklanıp, memleketin başına geçme imkânına kavuşturulabilirlerdi; irtica belâsının başımıza gelmemesi için… Dolayısile onların adlarını, gençlik için kurmayı amaçladığımız “tarih öncesi-zon” kulüplerinde yaşatmak (ölümsüzleştirmek), en rasyonel kadirşinaslık olacaktır herhalde…

Batı’daki olaylar da aslında, Ortaçağ’da, “universal bilgi konservesi” yapmak üzere kurulmuş üniversitelerin iflâs ettiğini göstermekteydi. Ama kurnaz –kapitalist- yöneticiler, önce olayları, talebelerin pratikteki bazı istekleri mesâbesine indirgediler, sonra da kendi seçtikleri kariyerist ve popülist öğrenci liderleriyle pazarlığa oturarak meseleyi kapattılar. Bu pasifikasyonda da en büyük rolü, “Sovyet”lerin oportünist politikalarından çok, Komünizm ideolojisinin bizzat kendisi oynadı; ne yazık ki… Zira talebeler, teşkil ettikleri gruplarda, yaşam tarzı olarak Komünizm’in “ilkel komünal toplum” ütopisini örnek alıyorlardı; ki bu ütopya da, tam bir “galat-ı rûyet” idi aslında… Komün adı altında teşkil ettikleri arkadaşlık grupları, “insâniyet nüvesi” vasfını taşımayınca, aralarındaki ilişkiler ve çıkardıkları liderler de sürekli ve sağlıklı olamıyordu tabii ki… Çünki, “tarih öncesi-zon”da insâniyeti yaratan çekirdek gruplar, “herkese ihtiyacı kadar, herkese yeterince” sloganı altında cinsel ilişkilerin ve beslenmenin serbestçe yaşandığı –tek meselenin paylaşım olduğu- topluluklar değildi aslında… Onun için de, seks ve beslenme özgürlüğünün yaşandığı topluluklarda (Komün’lerde), başta testesteron hormonu olmak üzere, biyolojik  enzimler hüküm sürüyor, ve de son tahlilde, insanları hayvânî bir rekâbet içine sokarak, onların kısmen dağılmalarına, kısmen de bir zorbanın emrine girmelerine sebep oluyordu. Oysa insanlığın nüvesi olabilecek topluluklarda, sayma (ritm) ve sıralama melekelerinin (bunlardan mütevellid bilim ve sanat etkinliklerinin) hüküm sürmesi, dolayısile de içgüdülerini frenleyebilen irâdî bireyleri selekte etmesi gerekirdi. Çünki aslında, insanlığı yaratan ilk çekirdek gruplar (klânlar), beslenme ve üreme husûsunda tabulara ve  tabusal yasaklara sahip bulunan kız ve erkek kardeşler ile onların anne, teyze ve dayılarından müteşekkil anaerkil (mâderşâhî) topluluklardı. Zira ritm melekesi, anadan bebeğe –bir rezonans olayı şeklinde- sirâyet ediyor, dişilere cinsel impuls verecek bir erkeğin aynı ortamda bulunması ise, klândaki ritmik rezonansı (birlik rûhunu) bozuyordu… Ve komünistlerin bir türlü anlam veremedikleri  Amazonlar da, bir düşman klânın baskınında, erkek kardeşleri ve dayıları öldürülüp, kendilerinin ırzına geçilmiş kadınlardan teşekkül etmiş topluluklardı aslında... Ki zaten onlar, erkek kardeşleriyle birlikte yaşadıkları klânlarında da, genellikle hayvan gibi gördükleri yabancı erkeklerle –uykulu halde veya esâret durumlarında- çiftleşip, sonra da onları öldürmeye alışkındılar; erkeklerin daha, kalın kaslara sâhip olmadıkları o zamanlarda… Kaldı ki, Amazonların doğurdukları erkek çocuklarını öldürmeleri veya terk etmeleri de pek akla yatkın gelmediğinden, o grupların bir süre sonra tekrardan “tabu”lu karma topluluklara dönüşmesi de mümkün görünmektedir. Zira bugünün –zarûret içinde bulunmayan- toplumlarında bile, teyze çocuklarının evlenmesi, “ensest” yasaklarından sayılmaktadır; amca çucuklarınınki mubah görüldüğü halde… İşte komünist ütopyacılar, seksin serbest olduğu “komün”lerde güzel güzel yaşamak varken, bir kısım kadının niye erkekleri dışlayan bir yaşam tarzını tercih ettiklerine bir türlü akıl erdirememişlerdir; tabuları yok, veya istisnâi zuhûrâttan saydıkları için… Ve aynı sebepten, adam (birey) olan insanların içine (vicdânına) işlemiş bulunan “ensest” yasaklarına da pek anlam verememişlerdir; bu komünist hayalperestler…

Dünya’daki ‘68 Rûhunun En Uzun Soluklu İnisiyatörü Olarak, Ne Yapmalıyız?!.

1968’deki gençlik kalkışması sırasında, Aristo Mantığı’nın, Matematiksel Mantık’la aşıldığı –soyut bazda- biliniyordu da, Russell Paradox’un insâniyetle ilgili pratikte ne gibi değişimlere yol açabileceği tam olarak bilinmiyordu; bizzat Bertrand Russell  tarafından bile… Mesela “sıra dışı varlık” anlamındaki “tanrı” mitosu kabûlünün paradoksal olduğu ve, emek=iş (mal üreten emek) eşitliğinin mutlak olamayacağı bilinse bile, sözkonusu eşitliğin modülü tespit edilemediğinden, dindar kapitalistlerle tanrının var mı yok mu olduğu husûsunda, yani “teizm-ateizm” karşıtlığı üzerinden yapılan kısır (skolastik) tartışmaların üstüne çıkılamıyordu. Çünki “tarih öncesi”, pozitivist anlayışla “başlamış ve bitmiş bir zaman aralığı” olarak düşünülüyor, ve dolayısile de “insan”ı hayvanlıktan uzaklaştıran (yükselten) ve “insânî kozmos”u yaratan parametrenin (kozmik emek’in) ne olduğu bilinemiyordu; yani “ritm melekesi” bilince çıkarılamıyordu. Ve onun için de, “zaman” mevhûmunun ritm melekesi tarafından yaratıldığı, ve insanlaşma süreci demek olan “tarih öncesi”nin de zamanlar üstü bir “zon” olduğu idrak edilemiyordu. Kaldı ki define (gömü) sâhibi korsanların, kendilerini “kapitalist” adıyla meşrûlaştırmak için öne sürdükleri “insan eşitliği” tezi de, insanlığın kendini (oluşumunu) aramasını ve bilinçlenmesini uzun süre ertelemişti; soy-sop (hânedan) seçkinciliğine nazaran bir çâreymiş veya alternatifmiş gibi görülerek… Ondan dolayıdır ki, “literatür”leri ve “otorite”leri kemikleşmiş (veya kireçlenmiş) Ortaçağ bakiyesi üniversite kurumuna karşı –haklı olarak- başkaldıranlar, kolayca bastırılabildi. Hatta bir süre sonra, bu olaylara karşı oportünistçe tavırlar alan “Sovyet”  komünistleri de likide edildi… Oysa biz, daha 1965 yılında, “insanın, hayvanla olan nesnel kategorik farkı bilinmedikçe, insâniyet hakkında bilimsel teori kurulamaz”  şeklinde bir hipotez tespit etmiş olduğumuzdan, böyle bir pusulayla, fikrî rotamızı ve inisiyatifimizi her çalkantılı ortamda koruyabildik. 1985 yılında, insanlaşma parametresi olarak “ritm melekesi”ni fark edince, veya bilince çıkarınca da, fiilî inisiyatifi yeniden üzerimize alma şartlarına kavuşmuş olduk. Ama ne var ki, 1988’den beri gösterdiğimiz gayretlerin çoğu, cehâleti yenmek ve ajanların direnişini kırmak yolunda hebâ olup gitti… Fakat bu arada,  büyük bir “kozmik emek” birikimi de yaptık; ki kaleme aldığım bu Tebliğler, sözkonusu kozmik emeğin en rafine ürünüdür… Biz tüm insanlık adına bu kadar büyük bir “kozmik emek” birikimini gerçekleştirirken, ülkemizin yönetimine “ultra-reaksiyoner” dindarların geçmesi (geçirilmesi), tabii ki hazmedilebilecek, hoş görülebilecek ve sorumlu aranmayacak bir olay değildir. Böyle bir durumda, iktidardaki mürtecilerle tartışmaya girmek bile, bizim için katlanılamayacak kadar ağır bir zûldür; zillettir… Hatta onların zırvalarını dinlemek dahî, bizim için büyük bir işkencedir. Bu durum muvâcehesinde, Atatürkçü geçinenlerin, ultra reaksiyoner dincilere –inisiyatifi kaptırarak- reaksiyon gösterme (muhâlefet yapma) pozisyonuna düşmeleriyle, onların ne kadar rezil küçükburjuvalar  oldukları açıkça  anlaşılmaktadır… Dolayısile, böyle ağır bir zillet durumuna katlanamayacak olanlar için, âcilen yapılması gereken iş, ayan beyan ortaya çıkmıştır artık… Bu iş, sekiz yıldır kaleme aldığım, ve “tarihî devirler”in kapanışını müjdeleyen bir manifesto niteliğini taşıyan 69 adet Tebliğ’yi bir kitap hâlinde yayınlamak, ve Dünya kamuoyuna sunmaktan başka bir şey değildir herhalde… Bu yayın husûsunda, “Atatürkçülük”, “II.Cumhuriyetçilik” vs. adları altında sapıtmamış, ve de gerici politikalara âlet olmamış bütün 68’liler, kendilerini –re’sen- görevli saymalıdırlar… Şu nokta iyi anlaşılmalıdır ki, Dünya’nın tam orta göbeğinde bulunan Türkiye –başlangıcında olduğu gibi- fatihlerin, erenlerin, yani kitleleri sürükleyen inisiyatörlerin vatanı olabilir ancak… Yoksa, “ultra-reaksiyoner”lerin, gerici kitlelerin oylarına bağımlı politikalarıyla, parçalanmaya mahkûmdur; antik devirlerde olduğu gibi… Yani Türkiye’nin kurtuluşu, küresel insanlığın kurtuluşuyla iç içedir; ve de Küresel Aydınlanma anlamına gelecektir… Türkiye hiçbir zaman bu kadar müptezel insanların eline düşmedi (düşürülmedi); bu rezâlet ancak, Dünya çapındaki bir bilimsel tez ile telâfi edilebilir; ve edilmelidir de…

Tebliğler, bir kitap hâlinde yayınlanmadığı müddetçe, ve buna rağmen bir de 70.Tebliğ’yi  çıkaramazsam,  biliniz ki, hayâtî tehdit ve tehlike altındayım. Çünki bu fikriyât hâricinde bir alternatifim veya gizli ajandam yoktur; zira 50 yıldır, politika değil, hiçbir kapitalistin kredi açmayacağı, hiçbir devlet ajanının destek vermeyeceği  –ve tüm spesifik bilim dallarının gelişimini de düzenleyecek-  kadar  “pure science” yaptım…


NOT: Ama her şeye rağmen, işlerin iyiye mi, kötüye mi gittiğine dair, sosyal medyadan (Twitter ve Facebook) tâkipçilerime haber vermeye de çalışacağım…



ali ergin güran: 04/02/15