Sonuncu ve Birinci Yeniçeriler
bekdasikodu.org

Tebliğler

İfşaat

Mektuplar

Saklı Tarih Arşivi

Yayınlar

Dava Belgeleri

Haber - Yorum

Cevaplar

Bekdaşi Kodu - bekdasikodu.org - Türk olmak adam olmak demektir.


Türk Olmak Adam Olmak Demektir.
back yaz

İnsan(lık), Kendini Bildiğinde, Peygamber ve Kapitalist’lerin Tanrısal (Metafizik) Seçkinlikleri Biter, ve Kapitalizm İflâs Eder…

Aslında “insan”, hayvansal ve tanrısal bileşenlerden müteşekkil bir fenomendir. Hayvânî etkinlikleri, maymun gibi taklit etmek ve papağan gibi ezberlemek iken, ilâhî etkinlikleri de –ritm melekesinden mütevelit- sanatsal ve bilimsel yaratıcılıklardır. İnsanın total etkinliğini “emek”, taklite ve ezbere dayanan etkinliklerini “iş”, yaratıcı etkinliğini de, –insânî kozmosu (âlemi) yaratmak anlamında-  “kozmik emek” olarak ifâde edersek, insan’ı  “e = i + k”  gibi basit bir formülle anlatabiliriz; kullanılan küçük  harflerin üzerine, vektör olduklarını belirten küçük ok işâretleri de koyarak…  Böyle bir vektörel denklemin, daha doğrusu bu denklemdeki “kozmik emek” komponentinin (dolayısile “tarih öncesi-zon”un) bilinmemesi yüzündendir ki, tarihî devirler boyunca “tanrı-kral”, “peygamber”, “hânedan mensubu”, “kapitalist” diye nitelendirilen insanlar, diğerlerinden “emr-i ilâhî” îcabı, kategorik olarak  üstün sayılmışlardır. Oysa bu sıfatları taşıyanların çoğu, insanları yönetmeye ve insanlığın ortak “artı-değer”ini kullanmaya  lâyık (yetkin) olmayan gâsıp zorbalardı (zorbalardır) aslında… Bugün artık “tanrı-kral”ları kimse tanımıyor, ve iktidardan düşmüş veya yetkileri tamamen kısıtlanmış hânedan mensuplarının –ilâhî- üstünlüklerine de inanmıyor. Ama buna mukâbil, peygamberlerin ve kapitalistlerin tanrısal (metafizik) üstünlükleri ve seçilmişlikleri ise hâlâ tartışılamıyor. Çünki Ortaçağ’ı kapatan Rönesans ve Reform hareketlerinden sonra ortaya çıkan “Pozitivizm” zihniyeti, her olayda aritmetik ve mekanik kesinlik aramaya –ve görmeye- alıştığı için, böyle bir kesinlik göremediği her olayı, metafizik (dînî) mugalâtayla îzâha çalışmıştır. Bu arada, kapital mutasarrıflarının, liyâkatli olma gerekliliğini ispatlayamayınca, onların da peygamberler gibi “tanrısal (metafizik) seçkin” olduklarına hükmetmiştir; ki bunu da, Protestan akîdelerinde açıkça ilan etmiştir. Ama daha sonra, meydana gelen işçi isyanları muvâcehesinde ortaya çıkan “komünist” adındaki Kapitalizm karşıtı pozitivistler ise, insan emeğini sâdece “iş”  bileşeninden ibâret sayarak, tüm insanları, yaptıkları iş (mal üretimi ve hizmetler) ile değerlendirilebilecek eşit bireyler gibi görmüşlerdir; toplumsal “artı-değer (kapital)”i kullanma liyâkati anlamında bir “kapitalist” seçkinliğini bile yok sayarak… Yani bütün insanların eşit olması gerektiği savıyla “kapitalist” ayrıcalığını, toplumsal “artı-değer”i kullanma liyâkati  anlamında bile olsa külliyen reddetmişlerdir. Ve bu arada, peygamberleri ve dinleri de, açıklanmaya gerek olmayan modası geçmiş –tarihî zuhûrâttan- kişiler ve ideolojiler olarak görmüşlerdir; ki böylece de, “peygamberlik” ve “kapitalistlik” vasıflarının fiilî ve maddi varlığını –aritmetik kesinlikle gösteremiyorlar diye- yok saymışlar veya görmezden gelmişlerdir… Ateşin kullanımı öncesindeki “insanlaşma” zonundan, -ritm melekesinin olgunlaşmasıyla- “kozmik emek” sâhibi (tanrısal yaratıcı) olarak ilk çıkan birey insanlar, tabii ki diğer (gelişmemiş) hemcinslerini, şartlı refleksler kazandırmak sûretiyle, ehlî hayvanlar gibi kullanmaya mecburdular. Zira Dünya’da –bir faunaya mahkûm olmadan- çoğalmak ve yayılmak için, her şeyden önce bir “insânî konfor” yaratmaları gerekiyordu. Ama ondan önce, insanımsıları belli hareketlere ve işbölümüne alıştırabilmeleri için de, bir itaat disiplininin ve mantığının oluşması gerekiyordu… İnsan olmaya aday  ilk primat gruplarının –rezonans hâlinde- yaptıkları ritmik hareketler, hiç sebepsiz veya sonsuz sebebe istinâden oluşmuş bir kaos’tan çıkışın ilk parametresiydi; ki dolayısile de bunun, hiçbir amacı yoktu. Ama –sayma (ritm) ve sıralama melekeleri edinmekle- akıllanarak birey olan ilk insan (animatör), yapmakta oldukları ritmik hareketlerin, yumurtalarını, sütlerini, larva ve hatta kusmuklarını aşırdıkları hayvanlara, ve meyvelerini yağmaladıkları ağaçlara (yani totem’lere) bir ihtiram veya şükran âyini olabileceğini düşündü; hayvanlarda gözlemlediği nedenselik mantığına uygun olarak… Ve böylece de, doğal hayatın nedensellik mantığıyla, hayâlî (metafizik) bir âlem kurgulamaya başladı ilk insan… Ve giderek, doğal olaylardan sağladıkları bütün faydaların bedelini de, –o olayların yaratıcısı olarak düşündükleri  muhayyel tanrılara- ritmik âyinlerle ödemeye çalıştılar; ilk insanlar… Hatta doğal olaylardan gördükleri zararları dahî, aynı mantıkla, ihmâl ettikleri âyin borçlarından ötürü verilen bir ceza olarak görüp, telâfî etmeye uğraştılar; ki bu sûretle de, -ister istemez- yaptıkları ritmik hareketlerin bir an önce meleke kesbetmesi için gayret göstermiş oldular... Avcılık dönemine geçilince, av hayvanlarını kendilerine bağışlaması için “av” tanrı(ça)sına ihtiram âyinleri yapmaları da aslında, avlanma etkinliği sırasında, aralarındaki ritmik rezonansın (veya senkronizasyonun) bilenmesi veya tazelenmesi anlamına geliyordu. Bu toplayıcı (totemci) ve avcı toplulukların başında veya odağında, daima bir şâmân (animatör) veya inisiyatör bulunuyordu; âyin ve tüm etkinlikleri yönetmekle birlikte, aynı zamanda totem’lerle konuşup, muhayyel tanrılarla da –bir şekilde- ilişki kurabilen… Ama giderek, ritm melekesi olgunlaşıp da, zaman ve zamanlama mevhum ve yetileri,-hayvanlarda olan- refleksif nedenseliği çok aşan uzunlukta nedensellik zincirleri oluşturmaya elverişli hâle gelince, yerleşik tarım toplumu ve “kültür” ortaya çıktı. Ki bununla birlikte de, muhayyel tanrılar, gerek sûret (heykel), gerekse şahıs (kral) olarak yeryüzüne indiler. Çünki uzun nedensellik zincirlerine istinâden kapsamlı projeler ve plânlar yapan, ve böyle plânlamalarla ortaya geniş organizasyonlar ve âbideler çıkarabilen –melekeleri gelişmiş- birey insanlar, diğerlerinin gözüne insanüstü varlıklar gibi görünüyorlardı. İşte bu tarihî konakta insanlık, “tanrı-kral”lar mârifetiyle, “kozmik emek”le bilinçlenme komponentine sert bir fren koyarak, gereken “insânî konfor”u  edinip çoğalarak Dünya’ya yayılma stratejisine yöneldi. Ve bunun için kurulan kastî işbölümü düzenlerindeki eğitim de artık, kastın yaptığı geleneksel işin, yeni kuşaklara taklit ve ezberler olarak öğretilmesi, yani gençlere -ehlî hayvanlar gibi- uygun şartlı reflekslerin kazandırılması şekline dönüştü. Ve bunu zorunlu kılabilmek için gereken itaat disiplini de, “tanrı”ların şahsına veya sembollerine karşı icrâ edilen bir takım tapınma ritüelleriyle sağlandı. Bu düzende, tüm toplumsal “artı-değer”, tanrısal kralların tasarrufundaydı; dolayısile de, özel sermayeden ve kapitalizmden bahsedilemezdi…  İnsanlığı yaratan ritmik davranışlar (hareket ve sesler) ise, o zamanlarda sâdece râhiplerin yapıp  yararlanacağı “inisiyasyon” aktiviteleri olarak, tapınakların içine hapsedilmişti. Böylece, kastlar içinde –melekeleri güçlü analardan- doğan, rûhen sağlıklı (irâdî) kişiler zorla köleleştirilir ve ifnâ edilirlerken, tapınaklardaki ruhbân seçilimleri de giderek, başrâhibin (kralın) tercihleriyle belirlenen, kayırmacılığa dönüştü. Ve sonuçta, krallıklar hânedân hâline gelirken, “inisiyasyon seçkini” bilim (ve sanat) adamları olması gereken tapınak râhipleri de, krallara dalkavukluk yapan sahtekâr kâhinlere, sihirbazlara dönüştüler… Ama buna rağmen, ritmik davranışlar ve melodiler, “ateş” ve “güneş”  tapınaklarındaki râhiplerin  âyinsel inisiyatiflerinin motifleri olmaktan kolay kurtulmadılar; ve de dans ve müzik adlarıyla halklara kolay mâlolmadılar. Müziğin, tapınakların dışına çıkması, kastî düzenleri yıkan en büyük insanlık devrimi anlamına gelmektedir aslında… Zaten müzik sözcüğünün, “tapınaktan (müz’den) kaçırılmış veya kurtarılmış” gibi bir anlam taşıması da, onun, Grek sitelerinin ve birey toplumlarının kuruluşunda oynadığı rolün önemine işâret etmektedir. Demek ki, müzik âletlerinin tapınaktan çalınması olayı, tam bir “devrim” karakteri taşımakta, üstelik M.Ö. 7. Yüzyılda yaşamış olan Pisagor’un ilk defa telli müzik âletlerinin akort matematiğini yaptığı düşünülürse, bu devrimin tarihi bile kabaca hesaplanabilmektedir. Yani  müzik yapma özgürlüğü, Akdeniz-Ege havzasındaki Grek sitelerinde yaşanırken, Ortadoğu’da ortaya çıkan peygamberler, “kastî düzen” taassubunun veya “tanrı-kral” buyruklarının tesirinden kurtulamayarak –müziksiz- tapınç kültü geleneğini sürdürmüşlerdir; reforme ettikleri ibâdetlerle… Aslında müziği de, bilimi ve sanatı da tapınaklardan dışarı çıkaranlar denizcilerdi; mesleklerinin bir nevî doğal “inisiyasyon sınavı” olması sebebiyle… Çünki denizcilikte, rüzgârın ve dalgaların aperyodik impulslarına rağmen, zaman ve mekân bilincini (irâde’yi) kaybetmemek için, güçlü sayma (ritm) ve sıralama melekelerine sâhip olmak gerekiyordu; ve bu yetilere sâhip olmayanlar da, “ölüm”le eleniyorlardı… Böylece de, Ortadoğu’nun –kast kökenli- halkları, putlara veya muhayyel tanrılara tapınıp, sıkı evlilik kuralları ve günah korkularıyla cinsel içgüdülerini tanrılara emânet ederlerken, Batı’nın denizci halkları, cinsel içerikli sözler yüklenmiş şarkılar söyleyerek, seks özlemlerini ritm melekesiyle dengelemeyi (frenlemeyi) öğrenip, insanca (bireyce) yaşama irâdesi ve bilinci kazandılar. Çünki ritmik aralıklarla çıkarılan katlı (melodik) ses tonları insanlara, cinsel hazzı dengeleyebilecek güçte bir insânî zevk veriyordu…  Yani, Grek sitelerinde icat edilen “demokrasi” yönetimi, aslında gerçekten seçkin insanlar (bireyler) arasında tesis edilmiş bir rejimdir; ki onun için de ne idüğü belirsiz –bütün- köleler, bu sistemin dışında tutulmuşlardır… Böyle bir toplumda, sâdece –insâniyet bilinci olan- seçkin bireyler sermaye sâhibi olabildiklerinden, “kapitalizm” diye bir sömürü düzeninden bahsedilemezdi. Zira o zamanlarda, bugünkü “kapitalist demokrasi” yürürlükte olsaydı, en büyük yatırımlar-kolay gelir getiren- “kerhâne (umumhâne)” gibi tesislere(!) yapılacak, ve dolayısile de, bugünkü geleneksel ve arkeolojik “arka plân” desteğinden mahrum kalarak, bu kadar gelişemeyecektik… Ancak bu arada, “tapınç kültü”nün devam ettiği dinsel hükümranlık bölgelerinde, “tarikat” adı altında –çok zaman illegal- faaliyet gösteren, ve de kadîm tapınaklardaki “inisiyasyon” eğitimini, yalan yanlış ezoterik bilgiler olarak sürdüren akımların da, daima müziğe sâhip çıktığı unutulmamalıdır…

Peygamberler, Kastî Düzeni İnkâr Değil, İhyâ Etmeye Çalıştılar Aslında…  

Tanrı-Kral’lara  başkaldıran  Hz.İbrahim ve Hz.Musa’lar, ve de onların ardılı peygamberler, aslında, kast mensûbu (ve mahkûmu) insanları özgürleştirmemiş, ancak, her bir kasttan, köleci feodal topluluklar yaratmak sûretiyle, “tapınç kültü”ne bağlı eski düzenleri reforme etmişlerdir. Yani peygamberler, devrimci (negasyoner) değil, mevcut itaat disiplinini korumak üzere, bir “tanrı” mitine mâtuf “tapınç kültü”nü –güncelleyerek-  sürdüren reformatörlerdir aslında… Kastî işbölümü düzenlerinde, veya imparatorluklarında, “tanrı-kral”ların, tapınak râhiplerinin arasından “inisiyasyon” sınavlarıyla selekte edilmesi yerine, bir hânedân içinden –kayırmacılıkla- seçilmesi usûlüne geçilince, inisiyasyon seçilimlerinin yozlaşmasına paralel olarak râhiplerin dalkavuk müneccimler ve sihirbazlar hâline dönüşmesi ve kralların zâlimleşmesi üzerine, buna tepki olarak, reformatör peygamberler ve dinler ortaya çıkmıştır. Bu ideolojileri de, öncelikle askerî kastların benimseyip –zihniyetlerine göre- uygulamasıyla, ortaya, yeni bir tarihî kategori olarak feodal krallıklar çıkmıştır. Yani aslında dinler, bozuşan “tanrı-kral”lar düzenini reforme etmeye çalışan iyi niyetli insanların (peygamberlerin) –“tanrıyla görüştük” spekülâsyonuna binâen- uydurdukları bir “darbe ideolojisi”dir; ki ondan dolayı da, “tanrı-kral” mukallidleri olarak, muhayyel bir tanrı nâmına mutlakiyet düzenleri  kuran feodal krallar çıkarmıştır hep… Dolayısile de, inisiye râhiplerin tesis ettiği kadîm uygarlıklarda, bilinçli insan seçilimine istinâden objektif (bilimsel) bilgiler istihsal edilirken, hânedanlara mahkûm olan kastî imparatorluklarda ve feodal krallıklarda –peygamberler dâhil- “ben bilirimci” ideologlar ve onların dogmatik ideolojileri hâkim olmuş ve insanları gütmüştür. Onun içindir ki, bütün ideolojiler ancak –bir türlü- darbelerle (yani zorla) realize edilebilmişler, ve edilmektedirler; zira  ideolojiler son tahlilde, spekülâtif bir kabule dayanmaktadır.  Yani kadîm Mısır’daki hânedancı “tanrı-kral”ların dini Aton’culuk, “tanrı” kavramını, mitleştirip “tanrı-insan” dualitesi yaratarak speküle ederken, “inisiye (kademli) insan seçilimi”ni savunan Âmon rahipleri, bilim temeli üzerinden bir toplum (ve devlet) yaratmak amacını güdüyorlardı. Çok genç yaşta  ölen Tutankamon’un som altından yapılmış  lâhtinin ve mumyasının bulunmuş olduğu, ve Yahudi, Hristiyan, Müslüman bütün dindarların da,  dualarını, onun tanrısı Âmon’un –âmen veya âmin şeklinde- ismini zikrederek bitirdikleri göz önüne alındığında, “insan için ölümsüzlük bu olsa gerek..” diye düşünüyor, ve de peygamberlerin ne kadar taklitçi çocuklar olduklarını anlıyor insan… Aslında, Hz.Musa’dan neşet eden bütün dinlerin menşei, veya ilham kaynağı olarak da görebiliriz Âmonculuğu… Zira Hz.Musa, Mısır’da esâret yaşayan Brahmancı (Hz.İbrahim’ci) halkın da –fikrî ve fiilî- desteğiyle, ve de “tanrıyla görüştüm” spekülâsyonuyla, resmî din (Atonculuk) karşıtı Âmonculuğun –âdeta- patentini almıştır; “inisiyasyon” seçilimini kaldıran köklü tahrîfâtla birlikte… Yani aslında dinler de, bütün ideolojiler gibi, ancak isyan etmeye hazır bir halkın veya kitlenin benimseyebileceği, ya da esir edilen ve/veya köleleştirilen insanlara zorla kabul ettirilen spekülâtif doktrinlerdir. Ama dinlerin korkunçluğu, kendini geçici bir tarihî kategori olarak değil, “anakronik” bir şekilde, insanlığın tüm ömrüne (var oluşuna) ipotek koyarcasına tanımlamış olmasındadır; Kıyâmet kehânetiyle… Ve kapitalizm de ancak, böyle bir korkunç ideolojiye yaslanarak aklî görünebilmekte, ve bitişini, insanlığın sonu gibi gösterip her türlü krize rağmen –gayri kânûnî tedbirlerle- devam edebilmektedir. Yoksa, “paradan para kazanmak” gibi bir meslek, akıllara ziyandır…  Musa peygamberin yaptığı esas tahrîfât şurada: Taraftarları Âmon’u, bir “uluruh” gibi tasavvur ediyor, ve de bazı –Tutankamon gibi- seçkin kişilerde tecessüm edebileceğini düşünüyorlardı. Halbuki  Hz.Musa, “ben tanrıyla görüştüm ve ondan emir aldım” iddiasıyla insanlığın bilinçlenme sürecini speküle edince, Tanrı’nın, insandan kategorik farklı bir “mit” olduğu (düalizm) inancını, ve “tapınç kültü”nün üzerine bindirilmiş, “dogmalarla örülü  didaktik mugalâta” olan bir “dinsel öğreti” imkânını sundu; bütün zorbalara… Oysa, “sıra dışı varlık” anlamındaki bir mit (tanrı) kabûlü, matematiksel mantığa göre paradoksal, yani “akıl dışı”ydı; her ne kadar Hz.Musa bunu bilmese de… Eğer orijinal Âmonculuk devam etseydi, “tanrı”nın tecessüm edebileceği seçkin kişiliklerin aranması, yani Âmon râhiplerinin uyguladığı “inisiyasyon” seçilimi, yeni usûllerin geliştirilmesiyle birlikte sürüp gidecekti; insanlığa, “kapitalizm” belâsına karşı bağışıklık da kazandırarak… Ancak ne var ki, Tanrı, insanlıktan kategorik  farklı bir “mit” olarak düşünülmeye başlanınca, ilk kastî işbölümü düzenlerinin “tapınç kültü”ne geri dönülmüş oldu. Yani peygamberler, hânedanlar yüzünden (ataerkil verâset hukûku mûcibince) bozuşmakta olan “tanrı-kral”lar düzenini, reforme edelim (düzeltelim) derken, aslında ilk şekillerine göre restore etmişler, ve de “din” ideolojileriyle, “ideal toplum düzeni” olarak tüm Dünya’ya yaymışlardır; Kapitalizm’e de yol açarak… Ve böylece de, askerî kastlardan türeyen pek çok feodal toplumda, pek çok tanrısal kral, onlardan sonra da, ortaya çıkan pek çok kapitalist kral, çok çeşitli “tapınç kültü” ritüelleriye halkları ehlî hayvanlar gibi eğiterek gütmüş durmuşlardır… Hz.Musa’nın, “Tanrıyla görüştüm ve ondan emir aldım” iddiasıyla yapmış olduğu spekülâsyon, insanlığın gelişim sürecini –dinler vâsıtasıyla- öyle bir kesintiye uğratmıştır ki, kadîm medeniyetleri, hoyratça tahrip edilmiş kalıntılarını eşeleyip incelemek sûretiyle ancak yeni yeni anlayabiliyoruz; binlerce yıldan sonra… Mesela, bıraktıkları izlerden ve yapılardan anlıyoruz ki, onlar, Milat’tan binlerce yıl önce Dünya’nın boyutlarını (yarıçapını ve çevresini), ve hatta Güneş’e uzaklığını bile hesaplayabilecek bilgi düzeyine ulaşmışlar. Dolayısile, uygarlığımızın beşiği sayılan Grek sitelerindeki parlayış bile, denizci bireylerin gayretleriyle  edinilmiş –veya ortaya çıkarılmış- Mısır bilgilerine dayanmakta… Örneğin, Öklid Geometrisi’nin Mısır kaynaklı olduğunu, Pisagor ve Tales’in Mısır’da eğitim gördüklerini  gâyet iyi anlamakta ve bilmekteyiz… Yani demek ki, bu “Musa Spekülâsyonu”, bütün müteselsil peygamberlerin (hatta azizlerin) ve kapitalistlerin yaptıkları sosyo-ekonomik spekülâsyonların ana kaynağını teşkil etmiştir. Zamanlar üstü –farzedilen- bir varlıkla (Tanrıyla) ilişki veya sözlü iletişim kurdum demek, öyle korkunç bir spekülâsyon (sahtekârlık, kalpazanlık) ki, ortaya çıkardığı anakronik mugâlâta edebiyatıyla (dinsel metinlerle) insanlığı binlerce yıl oyalayıp (veya uyutup) geri bırakmıştır. Şöyle ki, Mısırlılar Dünya’nın yarıçapını, çevresinin uzunluğunu, ve hatta Güneş’e olan uzaklığını bile hesaplamışlarken, dinciler tarafından imhâ edilerek unutturulan bu bilgileri yeniden keşfetmek için, aradan yaklaşık 3 bin yıl geçmesi gerekmiştir… Âmonculuğun  inisiyasyon (seçilim) usûlleri ve bilgi hazinesi, Tarikat teşkilâtlanması olarak –çoğu zaman gizli gizli- sürmüş ve paylaşılmıştır ama, o gizlilik şartlarında da, insanların paranoyaklaşmasına paralel olarak, büyük çapta anlamlarını kaybedip, mistik ve ezoterik ritüeller ile, onların zikir şablonları hâline dönüşmüştür… Mesela bizim Tarikat’ta, seçkinlik pâyesi olarak kullanılan “kıdemli=kademli” sözcüğünün kökeni bile aslında, kadîm Mısır’ın –“adım”dan türetilmiş- uzunluk ölçüsü kude(63,5 cm)’den gelmektedir. Ve de Tarikat sistematiğinde bu terim, “iyi (ritmik) adım atmasını bilen” anlamındaki inisiyasyon seçkinliğini ifade etmektedir.

Son tahlilde demek ki, tüm toplumsal “artı-değer”i ellerinde bulunduran “tanrı-kral”ların, “iş gücü” olarak herkesi eşit tutan “itaat disiplini”ni (tapınç kültü’nü) günümüze taşıyan peygamberlerin ideolojileriyle (dinlerle), herkesi “eşit tüketici” olarak gören kapitalistlerin ideolojileri (kapitalizm) tamamen örtüşmektedir. Ama ilk uygarlıkları kuran “tanrı-kral”lar, tek bir  tapınç ritüeli ile itaat sağlar, ve tüm toplumsal “artı-değer”i tasarruflarında bulundururlarken, önce feodal, sonra da kapitalist toplumlarda, “artı-değer”in bölüşülmesiyle birlikte, pek çok itaat mercii ve tapınç ritüeli ortaya çıkmıştır. Böyle bir parçalanmanın başlaması ise, kadîm uygarlıklarda, inisiye râhiplarin en seçkininin kral (hükümdar) olması usûlünün bozulup, yönetimin (krâliyetin), hânedanlara mahkûm hâle gelmesiyle gerçekleşmiştir. Ki böylece de, toplumdaki en seçkin bireylerin başa geçmesi ve başı çekmesi şeklinde teşekkül eden “devlet” fenomeni bozuşarak, fırsatını bulan ve gücü yeten her zorbanın kullanabileceği bir, “kitleleri besleyip barındırarak gütme” aracı hâline indirgenmiştir. Bu “sapıtma”yı tashih ve telâfi edebilmek için, devletlerin merkezî yönetimleri, genel seçimlerle belirlenir hâle getirildiyse de, bölünmüş “artı-değer (kapital)”in, koordineli bir şekilde insanlık yararına kullanılabilmesi mümkün olamamıştır. Çünki, itaat mercilerinin çoğalması ile birlikte, objektif “insan seçilimi (inisiyasyon)” usûlleri de dağılıma uğrayıp unutulduğundan, bilim dahî  dallanarak ortaya “at gözlüklü uzman”lar çıkarmıştır. Dolayısile de, kapitalistlerin “kâr etme” subjektivitesi ile, uzman bilimcilerin kariyer ve –otoriteryen- iktidar tutkusunun ortaya çıkardığı zımnî ittifakı kontrol edebilmek imkânsız hâle gelmiştir. Zira halkın çoğunluğu –her hayvan sürüsü gibi- içgüdüsel menfaatler (ve vaadler) yönünde oy kullanmakta, ve bunun sonucu olarak da, kapitalistlerle uzman bilimcileri, tüketim malları üretmeye yönlendiren “çoban” formasyonlu yöneticiler seçilmektedir.   Aslında, Dünya’nın her ikliminde yaşayabilme konforuna ulaşarak (yani faunasını aşarak), yedi milyarlık bir nüfûsa ulaşmış olan insanlığın artık çoğalmaya ihtiyacı yoktur. Yani “tanrı-kral”ların ve peygamberlerin hayalleri gerçekleşmiştir artıkBu yolda daha fazla gitmek, peygamberlerin, içine düştükleri mantık çıkmazı (paradoksal Aristo Mantığı) yüzünden uydurdukları meş’um “Kıyâmet” kehânetine hizmet etmek demektir. Oysa gâyet açıktır ki, “çoğalma ve Dünya’ya yayılma” anlamındaki sosyo-ekonomik büyüme modeli, insanlığın gelişerek, Kâinât’ı dönüştürmek üzere  mikrokozmos’un derinliklerine dalmasını, ve yeni hayat sahaları açmak için Uzay’a yükselmesini engelleyen (yani yaratıcı kişilikleri likide eden), ve de insanların peryodik bir şekilde birbirlerini yemesine sebep olan gerici bir rejime (Kapitalizm’e) dönüşmüştür artık… Bundan sonra yapılması gereken en önemli ve öncelikli iş, “tarih öncesi-zon”un hâlâ yaşanmakta olduğunun bilinciyle, insanlaşma eşiğini (veya rubikon’unu) aşamamış mahlûkâtı teşhis, terbiye ve tedâvi de etmek üzere, objektif bir “insan seçilimi (inisiyasyon)” metodolojisi ve sistematiği geliştirmektir.  Böyle bir çalışma ve antropolojik analiz, aynı zamanda, psikolojik ve mental ârazların, ve istenmeyen doğumların da kontrol altına alınması demek olacaktır tabii ki… Bu şekilde ortaya çıkarılacak yaratıcı ve ilerlemeci bireylerin, “kapital”leri, tüm insanlığın ortak “artı-değer”inin cüzleri olduğunu bilerek –total bir insanlaşma (bilinçlenme) projesinin lokal finansmanları şeklinde- kullanacakları da âşikârdır…

İnisiyasyon Seçilimi Güncellenerek, En Kısa Yoldan Nasıl Uygulanabilir?..

Herşeyden önce şu husus iyi bilinmelidir ki, inisiyatör veya kreatör tandanslı insanlar, her bakımdan dürüst olmak ve “doğru-dürüst” yaşamak zorundadırlar. Günlük (veya özel) hayatlarında, kurnazlık veya zorbalık yaparak yaşayanlar, belki spesiyalist anlamında bilimci, ve popüler anlamda sanatçı olabilirler ama, asla yaratıcı (insanlığa öncü) olamazlar. Çünki bir problemi çözmek, hele ki bir teori (bakış açısı) geliştirmek, veya yeni bir estetik görüş yaratmak, insan bedeninin biyolojik ve fizyolojik bakımdan çok rahat ve dengeli bir hâlde bulunmasını gerektirir. Hatta eski insanların, bırakmış oldukları sözlü ifâdelerinde –ister istemez- çarpılmış olan düşüncelerinin esâsı da, böyle dingin (veya meditatif) hallerde, bir nevi rezonans (veya trans) olayı şeklinde anlaşılabilir… Oysa pratik hayatta yapılan kurnazlıklar (yalanlar, dolanlar ve her türlü pazarlıklar), ve  tatbik veya kabul edilen zorbalıklar, bünyenin “dengeli hâle gelme” alışkanlığı kazanmasına mâni olur; ve hatta giderek, insanın objektif düşünebilme (ve insanca görebilme) yetisini sıfırlar. Onun içindir ki yaratıcı insanlar, içgüdülerin tahriki ve tatmini yönünde (yani kapitalistçe) güdümlenmemiş her toplulukta –ritmik rezonans bazında-  birer câzibe merkezi (odağı) hâline gelmekle de seçkinleşir ve kendilerini gösterirler.  Ama kurnazlık ve zorbalık yapmadan yaşayabilmek de, her insanın elinde (ihtiyârında) olan bir tercih değildir. Melekeleri ve dolayısile irâdesi zayıf olan insanlar, zaman ve mekân içinde gelişen olayların sürekliliğini (bütünlüğünü) kavrayamadıklarından dolayı, ister istemez –hayvanlar gibi- refleksif davranarak lokal şartlara uyum göstermeye, ve şizofrenik  semptomlar sergilemeye mecburdurlar. Yani insanlar, -kapitalist ve dindarların iddia ve inançları hilâfına- doğuştan “eşit” değildirler. Ve ondan dolayı da, hangi kadınların hangi şartlarda normal bebek doğurabileceği meselesine bağlı olarak, ciddi (bilimsel) bir doğum kontrolu sistematiği geliştirmek şarttır; insanlığın selâmeti için… O halde bu günkü esas mesele, “doğru-dürüst” yaşayabilen (melekeleri sağlam) gençlerin, nasıl ve hangi ortamlarda selekte edilebileceği meselesidir; ki bunun için de ilk şart, gençlerin herhangi bir –felsefî, dînî- ideoloji çerçevesinde, veya mahalli bir kültür bazında (hemşericilik, aşiretçilik gibi) gruplaşmalarını önlemek, ve de cinsel tâciz ve didişmeleri yasaklamaktır. Sonra da, kız ve erkek talebe yurtlarını, ortak mekânlara sâhip bitişik (veya yakın) binalar olarak tesis etmekle beraber, aynı zamanda onları, talebe cemiyetlerinin çatısı altında toparlamaktır. Bu şartlar sağlandığında, gençlerin, aralarındaki en sağlıklı bireyleri selekte ederek öne çıkaracakları, ve onu rehber edinecekleri muhakkaktır. Değişik zaman ve mekânlarda yapılacak oylamalarda, çoğunluğun “sempati odağı” olarak temâyüz eden gençlerin, üniversitelerdeki –bilim konservesi veya turşusu yapmaya alışmış- idârî ve ilmî otoritelere karşı  korunması, talebe cemiyetlerinin yapacağı başlıca görev olmalıdır; ki bu meyanda, özellikle lisans-üstü “tez” çalışmalarında ortaya çıkan muhtelif “intihal” olayları da önlenebilsin… Bu ifadelerle ne demek istediğimin açıkça anlaşılabilmesi için, kendi gençliğimden bir kesiti –misal olarak- anlatmam gerekiyor artık…

Evvelâ şunu belirtmeliyim ki, 1958’de girdiğim İst.Üniversitesi’nde, 1962 yılında diplomasını aldığım “Matematik-Fizik Lisans” eğitimini aslında ben, 3 yılda ikmâl ettim. Zira hem ailemle, hem de sevgilimle yaşadığım uzlaşmaz çelişkiler ve kopuşlar yüzünden  tahsilimin üçüncü yılında, derslere de, sınavlara da hiç girmedim. Hatta dördüncü yılın ikinci yarısında, Ege Üniversitesi’ne –laborant kadrosundan- asistan olarak gittiğimden, hiçbir dersi de tâkip etmedim. Zaten Lisans kredilerini 2,5-3 yılda doldurduktan sonra, boşu boşuna dört yılın dolmasını bekleyen başka arkadaşlar da vardı… Bu tecrübeme binaen rahatça söyleyebilirim ki, üniversitelerdeki “lisans” derecesini almak için, üç yıl bol bol yeter; matematikte bile… Dördüncü yıl ise ancak, devam edecek olanların “master” derecesi almaları için bir anlam taşıyabilir… Ayrıca, “bilim adamı” ünvânı anlamına gelen –doktora ve “phd” gibi- derecelerin ise, sâdece “tez” konularını veya çözecekleri problemleri kendileri bulan veya vaz edenlere verilmesi gerekir; genç kuşakların, otoritelerin güdümüne girmemeleri ve onların “intihâl”  ve “angarya”larına mâruz kalmamaları  için…  Tahsilimin ilk iki senesinde, aldığım temel dersleri çok iyi takip ettim, ve onların –âdeta- “özet kitap”larını yazdım. Öyle ki, bu notlarımı bazı arkadaşlara “geçme garantisi” ile veriyor, ve çoğunda da haklı çıkıyordum. İşte böyle bir nâmım olduğu için, hiç tanımadığım –hatta başka fakültelerden olan- insanlar da, gelip benden yardım istiyorlardı… Bir gün, hiç tanımadığım Yüksel Çengel de gelip yardım istemiş, ve bunun üzerine kendisiyle Matematik Kütüphânesi’nde buluşmak üzere randevulaşmıştık. Kütüphâneye benden önce gidip sıraya girerek, üzerinde çalışacağımız, az sayıdaki ders notlarından birini alması gerekiyordu. Ama ne var ki, Kütüphâne’ye gittiğimde Yüksel bana, “ders notunu alamadığını, çünki araya bir zorbanın girerek son teksir’i kaptığını” söyledi. Ve şahit olarak da, iki kız –sınıf- arkadaşımı gösterdi; ki kızlar da onu teyit ettiler. Bunun üzerine Yüksel Çengel’e, gidip çocuğun önünden teksir cildini çekip almasını söyledim. Ama Yüksel, “çok saldırgan biri, mutlaka kavga çıkarır” dediyse de, “ben arkanda olacağım” diyerek kendisini iknâ ettim… Hakkaten de, Yüksel daha teksiri eline almadan, hatta aralarında hiçbir konuşma bile geçmeden, mahlûk saldırıya geçti; ve ânında da bi güzel okşandı(!)… Ve böylece de, zorbalıkla her zaman başarılı olunamayacağını anladı… Hiç unutmam, kızlar bu olayı, “tıpkı Amerikan filimlerindeki gibi bir kavgaydı” diyerek günlerce anlattılardı arkadaşlarına… Aslında o saldırgan çocuk, gücünü ve –klânsal- fikriyâtını, kalmakta olduğu talebe yurdundan alıyordu; zira o, küçük bir Anadolu şehrinin adını taşıyan bir “erkek hemşeriler” yurduydu. Nitekim olaydan hemen sonra, “yurt”una gidip arkadaşlarını toplayarak geri döndü. Ama o “hemşeriler” gürûhunun beklediği davranışları (korku veya saldırganlık belirtisi) göstermediğim için, etrafımda dönüp dolaştıktan sonra çekip gittiler; vahşi hayvanlar gibi… İşte  o talebe yurtlarıdır ki, daha sonraları, “hemşerilik rûhu” üzerinden sağcı-solcu diye ayrıştırılarak birbirleriyle vuruşturuldu… Tabii bizim kavga sırasında, Kütüpane’de, hasar da oluşmuştu… Enstitü direktörü geldi, zabıt tutmaya, ve benim “şebeke”mi istemeye başladı; Üniversite’den tard işlemleri başlatmak üzere… İşte o zaman ortaya çıktı ki, meğer bizim Yüksel Çengel, Milli Türk Talebe Birliği’nde çalışıyormuş… Bana, “kesinlikle şebekeni verme” diye tenbih ederek gitti; ve de MTTB’nin o sıralardaki aktif lideri Yaşar Özdemir’i getirdi… Yaşar abi, bizim Enstitü direktörü –ismini unuttuğum- Prof.’la yaptığı uzun görüşmelerden sonra, meseleyi kapattırdı; saldırganlığın tamamen, “hemşeriler” yurduna mensup  çocuklardan sâdır olduğunu anlatarak… O olaydan sonra, Yüksel Çengel’le iyi arkadaş olduk… O beni bazen, gözlemci olarak katıldığı fakülte cemiyetlerinin kongrelerine de götürüyordu; düşünce ve davranışlarla inisiyatif koyarak, disiplinin muhafazasına katkı yapayım diye… O sıralarda bir gün, hiç unutamadığım bir olay yaşadım: MTTB’nin Cağaloğlu kavşağındaki lokaline uğradığımda Yaşar abi bana, “Ali, genç çocukların kurduğu bir amatör tiyatro grubu, Midasın Kulakları diye bir oyun oynamak istiyorlar, şunları bir izle de, fikrini söyle” gibilerinden bir teklifte bulundu. Herne kadar ben, “abi ben tiyatrodan filan anlamam” dediysem de israr etti… Bunun üzerine, sıkıntıyla izlemeye başladığım, bir nevi “orta oyunu” veya “kabare” türü olarak salonun ortasında sergilenen bu oyunda, hayatımın en büyük “sanatsal” keşfini yaptım. Kral Midas ile onun berberini oynayan çocuklar öyle “sâhici” oynuyorlardı ki, onlardaki cevheri görememek için kör olmak gerekirdi… Ve nitekim de, kısa bir zaman sonra, Midas’ı oynayan çocuk Zeki Alasya , berberi oynayan da,  Metin Akpınar  olarak temâyüz etti, sanat câmiasında… Bu olay sırasında Zeki ile Metin 18-19, ben de alt tarafı 20-21, yaşlarındaydık…  Son tahlilde diyebilirim ki, o zamanlarda, Yaşar Özdemir, Yüksel Çengel ve benim gibi gençler, talebe cemiyeti yönetiminde, uygun bir süre birlikte çalışabilseydik, objektif bir “kademli (inisiye) insan seçilimi” sistematiği geliştirerek, gençliğin, politik ve ajansal sızmalarla provoke edilmesini (güdülmesini) kesinlikle önlerdik. Nitekim Prof. Dr. Yaşar Özdemir’in de, Yüksel Çengel’in de politik kulvarlarda çekinik kalmaları, ve –Yüksel mebus olsa bile- pek de öne çıkamamaları,  onların ne kadar “omurgalı” insanlar olduklarını göstermiştir aslında... Ayrıca Zeki Alasya ve Metin Akpınar gibi sanatçılarımızın, politik fanatizme kapılmamalarını da, başlangıçta neşvü nemâ buldukları özgür ortama (o zamanki MTTB’ye) bağlamak gerekir… Bu olaylardan bir süre sonra, günde en az 8-10 saat masa başından kalkmadan yaptığım, ve de bir hafta veya 10-15 gün kadar süren maraton çalışmalarımdan birinde, -“eğrisel integral” hesabı için yeni bir metod geliştirmek gibi- önemli bir keşifte bulundum; veya öyle bir zehâba kapıldım. Ama aynı anda da içimde, öyle şedit bir heyecan duydum ki, anlatabilmek çok zor… Yüksek bir sevinçle, büyük bir korkunun karışımı olan bu heyecan, “dağ başında altın bulmuş da, aynı anda eşkiyanın nefesini ensesinde duymuş” birinin hissedebileceği cinstendi. Zira bu buluşumu ve sevincimi paylaşabileceğim –güvenilir ve yetkin- hiç kimse gelmiyordu aklıma… Çünki akademik eşkiyalar (veya derebeyleri), yetkin değillerse buluşu aşağılayarak insanın hevesini kırarlar, meseleyi kavrayanlar ise, önemsiz bir şeymiş gibi davranıp kopyesini çıkararak, başka yerlerde satarlardı… O sıralarda (27 Mayıs sonraları) Cahit Arf da, dangalak askerlerin emri mûcibince “Bizim çok sivri az adama değil, az sivri çok adama ihtiyacımız var” düsturuna uyan kariyerist oportünist “üniversite derebeyleri”nden ikrâh getirerek taa Amerika’lara gitmiş, veya –âdeta- kaçmıştı. Zaten kendisini -hesap uzmanı sanarak- Hilton Oteli’nin defterlerinin kontroluyla görevlendirmeye kalkan darbeci askerlerden ne kadar soğuduğuna da, ben yakînen şahit olmuştum… Onun için, buluşumun ip uçlarını bir kâğıda not edip, o kâğıdı da muhâfazalı bir cebime koydum. Ama ne var ki, bir süre sonra bu kâğıdı da kaybettim; ve bir daha da, aynı konuya –yeteri kadar- konsantre olma imkânını bulamadım… Sonraları hep şunu düşünmüşümdür: Şâyet “konserve literatür”e şartlanmış üniversite otoritelerine karşı, yaratıcı gençleri koruyan ve onların çalışmalarını takip eden bir “talebe cemiyeti”  olsaydı, böyle kayıplar ve haksızlıklar olabilirmiydi acaba?!... Ve de -1967 güzünde- Lisansüstü seminerinde yaptığım bir ispata, kendi ispatıyla birlikte, kadrolu elemanlarına oylatmak şeklinde doğruluk test’i uygulamaya kalkan Orhan İçen’e izin verirmiydi?!…

İşte ben, bu gençlik tecrübelerimin sonucundadır ki, yaşayan insanlar arasında bile binlerce yıllık bir gelişmişlik (tekâmül) farkı bulunabileceğini, hatta psikolojik ve mental anlamda hasta sayılanların da, “ateşin keşfi öncesine ait” şeklinde yorumlanabileceğini düşünmeye başladım. Ve sonraları, “tarih öncesi-zon”un zamanlar üstü olduğunu teorik olarak kavrayınca da, bu düşüncemin doğruluğuna kâni oldum. Yani düzgün olarak akıp giden (lineer) zaman mevhûmunu ve kavramını insan yaratmıştı ama, bunu yaratanlar da, yaşayanlar da, ritm melekesi sağlıklı olan insanlardı; diğerleri ise, insan kılığındaki –anakronik- yaratıklar… Hatta bu arada, bazı insanları, muayyen işlere olan yatkınlıkları ve anatomileri itibariyle, kadîm kitlesel işbölümü düzenlerinin “kast” mensupları olarak bile gördüm; ki mesela, gamzeli insanların, “devlet borazancıları kastı”ndan geldiklerinden hiç şüphe duymamışımdır… Ve dolayısile de, psikolojik vakaların, “veterinerlik” tıbbının, hastanın irâdesini yok sayarak onu bir obje olarak gören subjektif bakış açısıyla değil, “tarih öncesi-zon” şartlarındaki bir yaşam tarzı içinde tedâvi edilebileceğine kâni oldum. Ve de, ezbere-taklite dayanan bir eğitimden sonra her mevkiye gelebilen bu “geri”  insanların, “tapınç kültü”ne bağımlı dindarlar hâline sokulmakla, toplumsal hayatı ve insânî gelişmeyi nasıl olumsuz etkilediklerini (âdeta zehirlediklerini), adım adım yaşayarak gördüm. Ki, düşüncelerimi -âdeta- gözümden okuyan bu gibi insanlar da beni, ya “buna da yaranılmıyor” diye kınamaya, ya “kibirli” diye suçlamaya, ya da kurnazlık oyunlarıyla uğraştırmaya, veya çevremden kaçmaya başladılar. Zira onlar arkadaş, yoldaş veya rehber değil, kendilerine sâhip çıkacak, ve de bir şekilde onların –hayvânî- ihtiyaçlarını karşılayarak, güdülür hâle gelmelerini sağlayacak ve güdecek bir çoban veya çoban köpeği arıyorlardı; bilir bilmez… Dolayısile de onlara sahip çıkmak, aynı zamanda sahip aramak, yani kapitalistlere yanaşmak veya devrimcilik adıyla da olsa –bir şekilde- gâsıp olmak demekti; ki her iki halde de, mevcut devletlerin oyuncağı  ve/veya isyan kışkırtıcısı olmak kaçınılmazdı. Nitekim politikacı gibi göründüğüm ileriki yıllarda, ne zaman ki etrafımdaki avane sayısı artmıştır, o zaman da bana, bir yerlerden –bir nevi (itibarla ilgili) ipotek karşılığında- pek büyük paralar teklif edilmiş, hatta getirilmiştir. Öyle durumlarda da, hayretler içinde kalarak anlamışımdır ki, liderliği koruyabilmek için, yakınlık derecesine göre doyurulmuş kişilerden müteşekkil bir “beslemeler hiyerarşisi” oluşturmak gerekiyor; yoksa, kimseye yaranılamıyor; ve dolayısile de, gizli tertipler (provokasyonlar), hatta suikastlar gerekli hâle geliyor; örgütün idâmesi için…  Sanırım ki ben, 1965 baharında, “insanla hayvan arasındaki nesnel kategorik fark bilinmeden, insâniyet hakkında bilimsel bir teori kurulamaz” şeklindeki hipotezimi de, bu tecrübe birikimimin yönlendirmesiyle formüle edebildim… 1985 yılında, insanla hayvan arasındaki nesnel kategorik farkın “ritm melekesi” olduğunu anladıktan sonra ise, gençler arasından –melekeleri güçlü- bireylerin “inisiyasyon” seçilimi için, “panteist-zon” veya “tarih öncesi-zon” adı altında kulüpler kurulabileceğini düşündüm; eğlence kulüplerine alternatif olarak… Bunun için de ilk teşebbüsü, 1994 yılında, Rumelihisarı sırtlarındaki “Hisarüstü” gecekondu semtinde yaptım. Bu semtte Bekdâşiyân Aleviler oturuyordu; ve onların “Cemevi” müessesesi de aslında, Fetih tarihimizdeki, “kademli (inisiye) insan seçilimi” sistematiği olan “Zâviye”lerden gelmekteydi. Ama ne var ki bu teşebbüsüm, Atatürkçü geçinen MİT’çilerle Fethullahçı’ların elbirliğiyle provoke edildi; ve kiralayıp döşediğimiz mekân da, bir “köy hemşerileri” derneğine dönüştürüldü. Oysa o kulübün açılışı çok önemsenmiş, ve açılış kokteyl’ine Sarp Kuray (Nur Sürer hanımefendisiyle), Av.Ali Tümer (merhum) ve Av.Mustafa Kökçeli gibi önemli kişiler de katılmıştı… Daha sonraları, televizyonlarda gösterilen BBG (biri bizi gözetliyor) programlarını izleyince, bunların formatının, kolayca “panteist-zon” klânları veya kulüpleri şekline dönüştürülebileceğini düşündüm. Ve bu düşüncemi de, bir vesileyle –becerikli bir kişi olarak tanıdığım- Av.Mustafa Kökçeli’ye açıkladım; 2002’de… Kendisi, o televizyonlarda çalışan yetkililerden bazılarını tanıdığını da ifade ederek harekete geçti; ama ne var ki, bir netice alınamadı. Oysa Kökçeli,  Yüksel Çengel’i de yakından tanıdığını söylemekle, ciddi bir girişim yapabileceğimiz husûsunda beni umutlandırmıştı… Daha sonraları bu meseleyi, bir “ritm atelyesi” kurduğunu duyduğum ve kadîm dostum Utku Güngen vâsıtasıyla tanıştığım Okay Temiz’e açtım. Ve de dedim ki, “ritm melekesinin, ana rahmindeki ceninler için de önemli ve olumlu etkileri olması gerekiyor, gel senin atelyendeki hâmile kadınlar üzerinde inceleyelim; bu teorik meseleyi..”… Bunun üzerine kendisi, büyük bir ürkeklik göstererek (âdeta Logofobi’ye kapılarak), “sâdece bir müzik adamı olduğunu, bilime karışamayacağını (veya bulaşamayacağını)” belirterek teklifimi reddetti. Bu öyle kesin (veya keskin) bir reddiyeydi ki, ona, müziğin de, bilimin de, ve hatta tüm sanatların da aslında, ritm melekesinden neşet ettiğini –bile- söyleyemedim… Yani netice itibâriyle ben, hayatımı bir nevi “antropoloji laboratuarı” gibi yaşayarak, insanla hayvan arasındaki –nesnel- farkın “ritm melekesi” olduğunu keşfettikten sonra, insanlar arasında bir “inisiyasyon” seçilimi gerçekleştirmek üzere de, birçok girişimde bulundum. Ama sonunda anladım ki, böyle bir tatbîkâta geçebilmek için, bizdeki aydın (birey insan) potansiyeli yeterli değil; gelişmiş ülkelerin aydınlarından da katılım sağlamak (destek almak) gerek… Onun için de, bizim şimdilik yapabileceğimiz iş, İnsan (Emek) Bilimi’ni Dünya’ya tanıtmak üzere, bir “neşriyât ve çağrı merkezi”  geliştirmekten ibâret…

Atatürkçüler Bizi, Son Osmanlı’nın Durumuna Düşürdü; Nasıl Kalkacağız?..

Atatürk, çevresini, kendi yarattığı etkinliklerle birlikte gözlemleyen, ve gözlemlerine göre etkileyen bir inisiyatör liderdi… Oysa İsmet İnönü, ne kadar etkisiz (pasif) kalırsa, çevresinde olan biteni o kadar objektif olarak görebileceğini (gözetleyebileceğini) sanan, ve mecbur kalmadıkça kıpırdamayan bir pozitivist, oportünist küçükburjuva şefiydi… Deneysel girişimler yapamayan ürkek bir mizâca (yani meleke zâfiyetine), ve de aritmetik, trigonometrik ve mekanik düşünen bir “topçu subayı” kafasına sahip olan İnönü, sonsuzluklarla ilgili limit, integral ve ihtimâliyet hesaplarını Allah’a havâle etmek, dolayısile –gizli de olsa- dindar ve teslimiyetçi olmak zorundaydı. Hatta fizik âlimi olmasını çok istediği için, Kuantum fizikçisi olmaya kalkan oğlu Erdal bile, Kuantum Fiziği’nin ayrılmaz parçası olan sonsuz dizilerin ve matrikslerin, limitlerini ve determinantlarını hesaplamaktan âcizdi; “soya çekim” yasası uyarınca olsa gerek… Nitekim Erdal İnönü de, hem akademik, hem politik hayatında, daima dindarları kollamış ve onların önünü açmıştır; akademik çevrelerde, câhil dindarlara nazaran âlim görünmek, politikada da, gerici çoğunluğun oylarını toparlamak üzere…  İsmet İnönü’nün, Atatürk’e olan sadâkatinden hiç şüphe yoktur ama, teslimiyetçi karakterinden dolayı, mûti olduğu liderini izleyemediği, ve  iç politikayı  başka türlü disipline edemediği için, O’nu –ister istemez- kullandığı da bir gerçektir... İnönü’nün tedâvüle soktuğu, övgüye ve hamâsete dayalı “Atatürkçülük” doktrini aslında, hem dış politikadaki teslimiyetçiliğini, hem de Dîn’e karşı takınmak zorunda olduğu hayırhah tavrını gizlemek için uydurulmuş bir “ajit-prop” neşriyâtından başka bir şey değildir. Nitekim bu propagandanın etkisiyle, asker-sivil bürokratlar ve bir kısım küçükburjuva entelleri, “Atatürk eyyamcılığı”yla öylesine kendilerinden geçmişlerdir ki, “Atatürkçülük” denilen safsatayı, her zaman ve her hâlükârda kendilerini muaffak kılacak bir “yol haritası” olduğu vehmine kapılmışlardır. Oysa İsmet İnönü, II.Dünya Savaşı boyunca yaptığı traji-komik yalpalarından sonra, Sovyet liderliğinin takındığı tehditkâr tavırlar dolayısile, I.Dünya Savaşı’ndan beri  “ehven-i şerr vasî” olarak gördüğü ABD’nin kucağına zor atmıştır kendini; aralarında benim de çok değerli büyüklerimin bulunduğu, Atatürk’ün teknokrat (uzman) kadrolarını acımasızca tasfiye ederek… NATO’ya girmemiz de ayrı bir komik trajedidir: Yaratılan korkunç bir “komünizm” öcüsüne karşı, Kore’de aslanlar gibi savaşan askerlerimizin kanlarıyla hak ettiğimiz(!), uluslar arası bir savunma şemsiyesine kavuşmak gibi gösterilen ABD işgâli… Daha da komiği, askeri bürokrasinin, çoğu İstiklâl Savaşı gazisi olan komutanlarının öncülüğünde, “bize bir şey olmaz” kayıtsızlığı içinde –değil direnmek- ABD’nin işgâl plânlarına fiilen katılmalarıdır; kurmayların, mutasavver bir Sovyet işgâli ihtimaline karşı yaptıkları (yaptırılan), masabaşı “plân tatbikatları”na kendilerini kaptırmalarıyla… 1952’den sonra Atatürkçülük, Atatürk’ün “Sovyetlerle iyi geçinme” prensibine oturttuğu dış politikasına rağmen, anti-komünist (dolayısile anti- Sovyet) bir ideoloji şekline dönüştürülmüştür; ki böyle bir ideolojinin, dış politikada ABD emperyalizmine, iç politikada da gericiliğe (dincilere) hizmet edeceği gâyet açıktı. Oysa Atatürk, Sovyet dostluğuna dayandırdığı dış politikasını  -keyfinden değil- Türkiye Cumhuriyeti’ni, Sovyet İhtilâli’nin desteğiyle kurduğunun bilinciyle, yani Dünya dengeleri mûcibince oluşturmuştu. Dolayısile Türkiye, her hâlükârda “anti-kapitalist” cephede kalmalı,  ve Sovyet komünistleriyle sâdece –tüm Dünya âlimleriyle birlikte- teorik plânda tartışmaya girmeliydi. Mesela –bizim de pazarlık masasına yatırıldığımız- Küba krizinden ve J.F. Kennedy’nin öldürülmesinden hemen sonra (1965) formüle etmiş olduğum, “insanla hayvan arasındaki nesnel kategorik fark bilinmedikçe, bilimsel bir sosyo-ekonomik teori kurulamaz” şeklindeki hipotezim deklare edilseydi, bütün Dünya’daki –gerçek- bilim adamlarını düşündüreceği gibi, Sovyetler Birliği’ndeki bilimcileri ve yöneticileri de uyaracaktı tabiatıyla… Ve aynı zamanda –ABD tarafından körüklenen- dindarlaşma eğilimine karşı, aydınlarımızı da teyakkuza sokacaktı; din(ler)in geçici bir tarihî  kategori olduğunu hatırlatarak…  Ama ne var ki, o zamanlarda, bizim Atatürkçü geçinen  MİT’çiler, bilimsel düşüncelerle kafa yormayı abes sayıp, - belledikleri üç beş sosyalist sloganla- ABD nâmına beni tâkip ve tâciz ederek şaşırtmaya ve sindirmeye çalışmışlardı; kuş beyinleriyle… Onun için, Sovyetler’in, emperyalizm karşısında havlu atmış olmasından –sinsi sinsi- memnun olunmamalı, bilâkis ders çıkarılmalıdır. Çünki Ruslar, kapitalist eşkiyâya ülkelerini açtılar ama, Devlet’lerinin başında bulunanlar Leninizm ideolojisinden gelme –az çok bağımsız- kişilerdir; yani ülkelerini doğrudan Amerikan ajanlarına terk etmediler. Oysa bizim Kemalistler, Devlet’in her organından, ve MİT’ten dahi tasfiye edildiler; ve dolayısile de, ülkemizi doğrudan Amerikan ajanlarının yönetimine devretmiş oldular. Yani demek ki bugün Ruslar, bizim “Atatürkçülük” zamanlarımızın –yarı bağımsız- çizgisine gerilemişken, biz tefessüh etmiş son Osmanlı’nın rezilliğine (esirliğine) tenezzül etmiş durumdayız. Çünki artık, Devlet’in kilit mevkilerine, en azından “rehin” konumunda bulunan Müslüman ABD ajanları geçmiş bulunmaktadır. Ve bundan sonra ABD, Türkiye’yi, Ortadoğu’nun İslâm coğrafyasına uyumlu bir bölge hâline getirmek –ve lîme, lîme etmek- için elinden geleni yapacak, ve kendine en uygun dinsel siyâsi kadroları oluşturmaya çalışacaktır; “biri olmazsa, biri daha…” gibi denemelerle… Onun içindir ki, İnönü mâmûlâtı Müslüman Atatürkçüler yine gruplaşıyorlar, belki iktidar sırası bize de gelir tekrardan diye; nâfile yere… Ama ne mutlu ve uğurlu bir tesâdüftür ki, Sovyetler Birliği’nin havlu atmaya başladığı noktada, yani Gorbaçov’un genel sekreter olduğu sırada (1985), biz de, insanla hayvan arasındaki –kazanılmış- kategorik farkın “ritm melekesi” olduğunu keşfettik… Buradan şu nokta iyi anlaşılmalıdır ki, Dünya’nın muhtelif yerlerinde, insanlığın gidişâtını kronolojik bir hassasiyetle takip ederek düşünen, melekeleri güçlü insanlar vardır; ve bunlar yaşanan “ekonomi-politik” kırılmalarda çâreyi görürler (ki bunlara Tarikat’ta “sâhib-i zaman” denirdi). Ama ne var ki, politika zangoçları, bunların sesi duyulmasın diye, “din” bazı üzerinden büyük yaygara koparırlar. Onun için, insânî gelişim kronolojisini yaşayan melekeleri sağlıklı insanları bulup çıkarmak, insanlığın ilk hedefi olmalıdır… Demek ki, Kemalistleri likide edip Türkiye’yi, “sâdece tapınmakta ve dinsel zırvalar yumurtlamakta özgür” insanların yaşadığı bir İslâm ülkesi gibi teslim alan (yutan) ABD emperyalizmi (canavarı) , karşısında artık, tüm insanlığın felâhı için Aydınlanma ateşi yakan bireyleri, ve de kendi vatandaşlarını bulacaktır.  Bizim “birey (kademli veya inisiye) insan” seçilimine dayalı “anti-kapitalist” mücadele yöntemimiz artık, tüm insanlığa şâmildir. Ve nitekim ilk defa, kademli (inisiye) insan seçilimi yapan Zâviye’lere dayalı Türk Tarikat Sistematiği şeklinde, antik devirlerden kalma ilk dinsel Dünya İmparatorluğu olan Doğu Roma’nın fethinde başarıyla uygulanmıştır… Tarihî Devirler’i, tüm ideolojileriyle (dinleriyle) birlikte kapatacak olan son Aydınlanma’nın, bir siyasi kadroyu iktidara getirmek (darbe yapmak) gibi bir derdi  (taktiği) olmayacaktır tabii ki… Tam aksine, her iktidarın, objektif (bilimsel) bir şekilde selekte olmuş inisiye insanlara (modern peygamber ve azizlere) ihtiyacı olacaktır; ve kendi içgüdülerinin bile güdümüne girmeyen böyle seçkin insanları birbirine  düşürmek de, mümkün olamayacaktır… Bütün mesele, ilk etapta Dünya’daki mevcut birey (kademli=inisiye) insanların, seslerini yükselterek birbirlerini bulmaları, sonra da gençlerin seçilimini gerçekleştirecek “tarih öncesi-zon” kulüplerini, yurtlarını veya mekânlarını kurmalarıdır. Yoksa, dallanan bilimin, ve -yığınların içgüdüsel beklentilerinin finansörü konumundaki kapitalistlerin güdümüne girmiş- uzman bilimcilerin, insanlığa yol gösterebileceklerini sanmak da, kitlesel isyan potansiyelleri üzerine, spekülâtif “devrimci” ideolojiler kondurmak da beyhûde uğraşlardır; veya –provokasyon aracı- ham hayallerdir… İnsanlığın ulaşacağı ilk hedef, klân(kabîle), tribü(aşiret) ve cemaat(kilise)  tipi de olsa, kapitalist tip de olsa, hiçbir ailenin, çocuklarını kayıramaması, ve onlara –mensûbiyetleri nedeniyle- toplumsal statü ve mevki kazandıramaması olmalıdır; olacaktır. Bunun için de birinci şart, insanlara toplumsal mevki ve statü kazandıran liyâkat yoklamalarının, ezber ve taklit yoklaması anlamındaki sınavların hâricinde tutulmasıdır. Çünki insanlık, kralların “inisiyasyon” seçilimiyle tâyin edildiği ilk büyük (kurucu) uygarlıklardan sonra, hânedanların (müteakiben feodal ve kapitalist ailelerin) ortaya çıkmasıyla inhitâta uğramıştır. Şimdi, ataerkil verâsetin, insanlığa hiçbir kazanım getirmediği (aksine, zarar verdiği) idrâk edildiğinde, ve bunun icâbı yapıldığında, insanlık tekrardan ayağa kalkacak, ve düzgün-doğru bir yolda ilerleyecektir.

Üst Akıl,  İnsanlığın Aklı Değildir:

Kapitalizm’in konservasyonuyla (tahkîmâtıyla) görevli olan “üst akıl” tarafından ilk defa, 1964 yılında –resmen-  “solcu” olarak mimlendim; Sovyetler Birliği ile sürdürülen mücadelede, bir araç veya piyon olarak kullanılmak üzere… Zâten Türkiye’deki köklü sülâlelerin “üst akıl” tarafından re’sen tâkibe alındığı da biliniyordu; ârif olanlarca… Zira İngiliz (ve Amerikan) muhibbi II.Abdülhamit’in mimlediği sülâlelerin listesi ellerindeydi; ki bunların çoğu da, “1826 Kültürel Soykırım” mağdurlarının çocuklarıydı… Ancak ne var ki, mimlenmemin ertesi yılı (1965) baharında da, “insanla hayvan arasındaki nesnel kategorik fark bilinmedikçe, insanlık hakkında bilimsel bir doktrin geliştirilemez” şeklindeki hipotezimi formüle ettim. Ve böylece de, hiçbir mihrâkın beni kullanamayacağı bir bilinç seviyesine ulaşmış oldum; zira hipotezime cevap veremeyen hiçbir ideolojiye inanmam veya kapılmam mümkün değildi. Ve bu bilinçle de, doğrudan “üst akıl”a muhâtap olma seviyesine geldim; ama, o “akıl” bunu bilmiyor, ve dolayısile de zokalarını yutmamama bir anlam veremiyordu. Onun içindir ki, “üst akıl” ile aramızda, zımnî mutâbakat noktaları oluşamadı. Çünki o “akıl”, fikrî ve fiilî inisiyatifin daima kendinde olduğuna (olması gerektiğine) inanıyor, dolayısile de benim, yarattığı pozisyonlarda yer almamı bekliyordu. Mesela 1970’lerin  ortalarında,  ABD’de tezgâh açan “ICLC”  örgütüne angaje olarak TSİP’in şefleri arasına girmemin istenmesi, çok açık bir davetiyeydi… Müteakiben, Atatürkçü MİT’in taşeronluğunda, büyük paralar teklif edilip sağlanmasıyla, para sirkülâsyonunun içine alınmak istenmem de, açık bir yönlendirmeydi. Çünki, şahsen benim para(gömü) sâhibi yapılmamın istendiği o kadar âşikârdı ki, bırakalım “karapara” tekliflerini, mahkûm edildiğimde, ortadaki paralara (mala mülke) bile sâhip çıkacak bir yedd-i emin bulamadım; zira bu işi yapabilecek samimi insanlar, şu veya bu şekilde kendilerini tehdit altında gördüler veya hissettiler. Ve böylece de, bütün paralar çarçur olup gitti… Ama buna rağmen, ABD istihbârat örgütlerinin taşeronu MİT’çiler, yıllar sonra dahî (2009’da) –hızlarını veya hınçlarını alamayarak- Ankara’dan bir “devrimci taslağı” bulup, benim “ekonomik entegrasyon”u suistimal ederek bir daire sâhibi olduğumu bile yazdırabildiler.  Şimdilerde ise, beni, parasız kalmakla –dolayısile beceriksiz(!) olmakla- itham ederek utandırmaya çalışıyorlar; sanki böyle bir kompleksim varmış gibi… Şâyet bir ideoloji peşinde koşsaydım, bir “gömü”ye, yani ideolojimin tutmaması hâlinde insanlara kızarak veya küserek bir kenara çekilme lüksüne, sâhip olmam, gerekebilirdi; ki böyle bir “lüks”e sâhip olmamı, “üst akıl” da çok isterdi, ve ister. Oysa ben bir bilimsel ispatın peşindeydim, ve peşindeyim; ki o da, Kapitalizm’in, -“anakronik (akıl dışı) mugâlâta literatürü din”lerden güç alan- gayri insânî bir ideoloji olduğudur. Bu hipotez, kapitalistlerle ve popüler allâmeyle –yapılacak- hiçbir pazarlığa açık değildir; ya tüm Dünya aydınlarının, “bilimci ve sanatçılar, sâdece eserlerinin otoritelerce taktîr edilmesi, ve kazanacağı popülarite ile değil, eser vermeden önce, inisiye (kademli) olma şartına binâen seçilmelidir” düsturunu benimsemeleriyle ispatlanacaktır, ya da benim, “biyolojik hayat” derdine mahkûm edilip düşünemez hâle getirilmemle –yine- ispatlanacaktır.  Çünki zâten, “insan, ritm melekesi sâyesinde hayvanlıktan –kategorik olarak- ayrılmıştır” hükmü (kanunu) ile bu gerçek, teorik olarak açıklanmış ve tespit edilmiştir. Ve dolayısile de, itirazı olanların, “ritm melekesi”ni etkinleştirmeden yaşayabilen insanların olduğunu  göstermeleri gerekir; zira suda yaşamadıklarını ispat etmek, -suyun farkına varamayan- hâfızasız balıklara düşer; mantıken… Yoksa, milyarlarca insanı, faunalara bölünmüş farklı hayvanlar olmaktan çıkararak bir arada tutan temel etkenin, “ritm melekesi”nden mütevellid ritmik rezonans olayı olduğu gâyet açıktır; ölçümlerin ve  aklî düşüncenin de ondan kaynaklandığı göz önüne alındığında… Dolayısile, insanlar arasındaki tefrikanın, dinsel dogmatizm ile kapitalizmden kaynaklandığı da açıkça anlaşılmaktadır. Kaldı ki, mala mülke değer vermeyen, şâman kökenli Tarikatçı atalarımızın, zamanın Dünya düzeni Hristiyan (Ortodoks) Rum İmparatorluğu’nu, Zâviye kurumlarında “ritm melekesi”nin değerlendirilmesi esâsına göre yapılan kademli (inisiye) insan seçilimiyle fethettikleri de, tarihî bir gerçektir. Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu’nu, aynı zihniyeti taşıyanlar, yani mal,mülk ve kâr peşinde koşanlar yıkamaz, ve de halklarının gönlünü fethedemezlerdi herhalde… Nitekim Araplar, en güçlü oldukları zamanlarda bile bunu başaramamışlardır ama, bizim fethimize –içerden- pek çok Ermeni “Şurbiyân” olarak, ve Rumlar da genellikle “Seyfîyân” olarak katılmışlardır; Fütüvvet teşkilâtının prensiplerini benimseyip, dinlerini bile değiştirmeden… Yani demek ki Türkler, -şâman geleneklerinin de etkisiyle- Dînî tevhidi (ibâdet birliğini) ertelemişler, ve de önceliği, fikrî (Tasavvufî) ve “sosyo-ekonomik” tevhîde vermişlerdir. Ve nihâyet şimdi de anlaşılmıştır ki, “insanlık âlemi”ni tesis eden ilk büyük uygarlıkların da, -yozlaşmış- Bizans’ı fetheden Türk Tarikat Sistematiği’nin de sırrı, “İnisiye (Kademli) İnsan Seçilimi”dir. Ve bu seçilimin esâsı da, insanı hayvanlığından çıkaran (yükselten) aktivitenin, “ritm melekesi” olduğu gerçeğidir.  Ama buna rağmen şimdilerde, Bizansın vârisi Kapitalist Dünya İmparatorluğu (ABD), fethettiğimiz toprakları, Müslüman Arap Teritoryası içine katmak gibi bir politika (entrika) gütmeye başlamıştır; ki buna karşı,  “ekonomi-politik” anlamda bir muhâlefetin başarı şansı yoktur; Sovyet deneyinden de açıkça anlaşıldığı gibi… Onun için bugün artık, -Bizansı fethettiğimiz gibi- “bilimsel tevhid” fikriyâtımızla ilerleyerek, Kapitalist Dünya İmparatorluğu’nun metropollerinden de düşünen beyinleri kazanmak zorundayız; tüm ideolojiler (ve dinler) ile birlikte tarihî devirleri kapatacak, Küresel Aydınlanma’yı gerçekleştirmek üzere… ABD’nin tepesinden bakan “”üst akıl”lılar, belki bizi Araplarla denk gibi görüyorlar ama, bizim açımızdan bakılınca da, -Bizansın vârisi olan- kendilerinin Araplarla denk oldukları açıkça  görünüyor… Bunu, önyargısız tüm aydınlara göstereceğiz; bunca Arap kapitalistiyle iç içe geçmiş olarak işler çevirirlerken, ve de Dünya’nın başına çorap örerlerkenki resimleriyle…

Aslında “devlet”, zamanlama (ritm) ve sıralama melekeleri olgunlaşmış birey insanların şahsında tebellür etmiş, ve dolayısile de, inisiye (kademli=elyâk) insan seçilimini sistematize hâle getirmeyi gâye edinmiş, bir toplumsal organizasyondur… Orijinal devletleri dejenere ederek zulüm yönetimleri hâline getiren oluşumlar “hânedan”lardır. Son olarak, hânedanları devirerek toplumların başına geçen (çöreklenen)  tefeci, bezirgân ve korsanlardan müteşekkil yönetimler ise, orijinal devletlerin kamusal “artı-değer” birikiminin yağmalanmasıyla oluşmuş sömürgen ve emperyalist mihraklardır; ki her şeyden önce  bilimi, dallandırıp “at gözlüklü” uzmanlar (spesiyalistler) yaratarak –onlara ısmarlama çalışmalar yaptırmak sûretiyle- parayla güdümlerine almışlardır. Zira kapitalistlerin, aralarındaki uzlaşmaz rekâbeti kamufle etmek, ve sağladıkları kârlara, “kamu menfaati” görüntüsüyle meşrûiyet kazandırabilmeleri için, “bilimsel” fetvâlara ihtiyaçları vardır; kânûnî düzenlemeleri iflâs ettiği hallerde dahî mâsûmiyet gösterisi yapabilmeleri için… Yoksa, bilimin, kâr getiren –içgüdüsel taleplerle ilgili- buluşlarından başka bir yanıyla, mesela insanlığın tekâmülüyle ilgili veçhesiyle hiçbir alışverişleri olmamakta, ve o tarafı, yönetimin başına geçmiş, kendileriyle aynı zihniyeti taşıyan popülist politikacılara bırakmaktadırlar. Böylece de bilim dallandıkça, ve  ortalığı “bilim adamı” kisvesindeki “at gözlüklü” uzmanlar kapladıkça, insanlığın ilerleme rotası muğlâklaşmakta, ve de “gerzek”lerin başa geçme ihtimali (menfî seleksiyon) artmaktadır; “devlet”i, devlet olmaktan çıkarmakla birlikte… Bu derin perspektiften bakılınca Türklerin, Bizans’ı fethederken oluşturdukları devleti, Fütüvvet teşkilatlanması, ve onun “insan seçilimi” organı Zaviye’lerin üzerine kurdukları açıkça görülür. Ki buradan da, orijinaline uygun son devletin Devlet-i Aliyye olduğu, ve bu sebepten dolayı İslâmiyet’i (Tevhid Dini mefkûresini) canlandırdığı kolayca anlaşılabilir. Yani Osmanlı İmparatorluğu, -gericilerin iddiasının aksine-  İslâmî akidelerin gücü veya doğruluğu sâyesinde yükselmemiş,  bilâkis İslâmiyet, orijinal esaslara göre kurulan Osmanlı Devleti vasıtasıyla (onun sırtından), baskın rolünü ve idealini –bir süre daha- sürdürebilmiştir.  Ancak ne var ki, başlangıçta Tarikat prensiplerine uyan Osmanlı, sonraları tedricen, “fütûhat” mârifetinin, kendi soylarının ve İslâm dininin hikmetinden kaynaklandığı zehâbına kapılarak, tipik bir “hânedan otokrasisi”ne kaymıştır. Bu sürecin sonunda, II.Mahmut vâsıtasıyla gerçekleştirilen “1826 Vakası”,  Fütûhat sırasında Fütüvvet teşkilatlanması şeklinde tebellür etmiş “iç dinamik”lerin, silahlı kolu (Seyfîyân) olan Yeniçerilerin (Ocağ-ı Bekdaşîyân’ın), zorla ilgâ edilerek, yerine Batı tipi (ve Batı emperyalizmine entegre) bir “ordu”nun ikâme edilmesi operasyonundan başka bir şey değildir aslında… Çünki Yeniçerilerin, yeni icat edilen silahları kullanmak, ve yeni muhârebe taktikleri geliştirmek husûsunda hiçbir sıkıntıları sözkonusu olamazdı. Bütün mesele, her mevki için liyâkat (kademlilik) gözeten, ve bu yüzden zaman zaman padişahları bile halleden “iç dinamikler”in ezilmesi, ve de yerine, “tebâ”dan zorla tertib edilip, “İslâmî Kilise” taassubuyla beyinleri yıkanarak körü körüne itaatkâr kılınmış bir “emperyalist yaptırım âleti”nin ikâme edilmesiydi. Ve bu operasyonun mücbir sebebini de, Dünya konjoktüründeki  “feodalite-burjuva” polarizasyonu belirliyordu; Yeniçeriler ile, onların  yerli üretim dinamiklerine (lonca ve gediklere) müzâharet etmelerine, ve  –Fransa’dan gelen-  cumhuriyetçi fikirleri dillendirmelerine içerleyen Osmanlı Hânedânı arasındaki kutuplaşma şeklinde… Düzmece tarihlerde, II.Mahmut’a  mâledilen bu operasyon, aslında çok geniş ve derin ittifaklarla gerçekleştirilen bir “karşı devrim” veya “kültürel soykırım” olup, Tevhid Ordusu Yeniçeriler ile birlikte Fâtihân Türk Devleti’ni de –resmen- ilgâ etmiştir. Ve onun yerine de, Batı emperyalizmine maşalık yapan padişahların, birer “koloni valisi” mesâbesine indirgendiği, Kolonyal Osmanlı Devleti kurulmuştur; Hanefî mezhebine istinâden oluşturulan, bir “İslâmî Osmanlı Kilisesi” ile birlikte… Ama tabii ki, orijinal esaslara göre (birey insanlar üzerine) tesis edilmiş bir devletin –resmen ilgâ edilse bile- fiilen bitirilmesi pek kolay değildir; ve de, kuşaklar arasındaki “birey insan”  ilişkilerinin veya zincirinin tamamen kopmasına bağlıdır. Yoksa, evvelki kuşaklardaki bireylerle –zihnî- ilişkisini sürdürmüş olan her “birey insan” , Fâtihân Devlet’imizin hükmî şahsiyetini re’sen temsil eder; ve de Devlet’i ihyâ etme potansiyelini içinde (zihninde ve yüreğinde) barındırır… Zira, hem şahsen “birey insan”ları teşhis edebilir, hem eskilerin “birey seçme” usûllerine âşinadır, hem de yeni “inisiyasyon” seçilimi kuralları ihdâs etmeye muktedirdir. Onun için, herne kadar 1826’da Fâtihân Devlet’imiz, emperyalist işbirlikçisi durumuna düşen Osmanlı Hânedanı tarafından –resmen- ilgâ edilmiş olsa da, hatta 1920’lerde, Sovyet İhtilali’nin rüzgârıyla, Mustafa Kemal önderliğinde ayağa kalktığı halde, 1945’ten itibâren İsmet İnönü’nün –ABD ile- yaptığı gizli anlaşmalar muvâcehesinde yine “dinci-kapitalist” kumpasına sokulmuş olsa da, bu durumdan dahî kurtulma potansiyeline sâhiptir. Ama bu seferki kurtuluşu, bir  lokal (milli) kurtuluş şeklinde değil, başlangıçta olduğu gibi, cihanşümûl bir “İnsaniyet kurtuluşu”  olarak kavramak ve düşünmek gerekir; tabii ki… Dolayısile, böyle bir iz’an ve duruş da, Küresel Kapitalizm’in merkezine yani “üst akıl”a karşı çıkmak ve muhâtap olmak demektir; ki benim 50 yıllık –kesintisiz- bir süreç dâhilinde geliştirdiğim İnsan (Emek) Bilimi de, böyle bir pozisyonu fazlasıyla hak etmektedir. Bu pozisyonumuzu korumaya ve insanlığı aydınlatmaya devam ettiğimiz taktirde, Küresel Kapitalizm Düzeni metropollerinin içinden de, bize katılan aydınlar mutlaka çıkacaktır. Zira onlara anlatacağız ki, biz Fâtihân evlâdı Türkler, “Tevhid Dini” mefkûremizi aşıp “bilimsel tevhid” bilincine ulaştığımız halde, Batılılar hâlâ, “Haçlılar İstilâsı” idealinden vaz geçmiş görünmemektedirler. Hatta, daha da çirkin bir ihtimal olarak, Arap fanatiklerini –Tevhid idealiyle- tahrik (provoke) edip tepeleyerek, İslâm coğrafyasında Haçlıların “gömücü”lük zihniyetini hâkim kılmak peşindedirler. Ortadoğu kaynaklı  “gömü=define”lerin çoğunlukla Batı bankalarında yattığı düşünülürse, bu işte başarılı olmuş da sayılabilirler… Yoksa,  Haçlı zihniyetinden vaz geçmiş olsalardı, üniversitelerinde, peygamberlerin (ve dinlerin), târihî –maddi- fenomenler olarak incelenip açıklanmasına (yani mistik çekiciliklerinden arındırılmasına) izin verirlerdi…  Bu durum muvâcehesinde, bize engel olabilmek için, “üst akıl”ın alabileceği en rasyonel tedbir, İEB teorisinin, mevcut bilim dalları tarafından parça parça intihal edilmesini, ve de kötüye (mevcut düzene uygun) kullanılmasını sağlamaktır. Zira İEB, insanlığın aklına ve vicdanına yapılmakta olan öyle büyük bir “kozmik emek” yatırımıdır ki, orta ve uzun vâdede  getirisi muazzam olacaktır; kapitalistlerin –içgüdüsel taleplerin tahriki ile sağladıkları- kolay kârlarına, ve spekülâtif kazançlarına  da son vermek sûretiyle… Onun için İEB’nin de, kadîm zamanların “ateş” ve “güneş” tapınaklarındaki bilgilerin –rahipler tarafından- korunduğu gibi, inisiye “birey”ler tarafından korunup geliştirilmesi gerekmektedir. Yani “hânedan”lar ve dinsel öğretiler düzenine geçilince, “yer altı”na girdiği için paranoyakça çarpıtılarak (hatta hayâlî fanteziler şekline dönüştürülerek), ezoterik akımlar (Tarikat) hâline getirilen tapınak fikriyâtının, “sırrî bilgilerin, inisiye (kademli) insanlar tarafından korunup geliştirilebileceği” düsturu, bilince çıkarılıp –rasyonel bir şekilde- uygulanabilir; ve uygulanmalıdır artık… Daha doğrusu, herkesin anlayacağı ve hoşlanacağı şeyler söyleyebilme endişesinden, yani “politikacılık sendromu”ndan arınarak, doğru düşünüp yeni bilgiler üretmeye adanmış kişiliklerin (bilimci ve sanatçıların), -araya, yaranılacak bir “tanrı” subjektivitesi de katılmadan- objektif seçilimi meselesi, gündeme getirilmelidir artık… Zira artık anlaşılmıştır ki, bir yerlere “yaranma” endişesi, bireyin, teorik (objektif) düşünebilmek için muhtaç olduğu biyolojik (fizyolojik) dengesini bozmaktadır. Kaldı ki insanların çoğu, öğretmenleri, patronları veya liderleri nâmına –onları taklîden- yaşayan köleler olduklarından, ekonomik “alt-yapı”da  yeri (karşılığı) olmayan yeni fikirleri kavrayabilecek kapasiteye de sâhip değillerdir… Demek ki, bundan böyle insanlık, Tanrı adı verilen “sıra dışı varlık”  kabûlünden (yani Russell Paradox’tan) ve “tapınç kültü”nden (yani  sürüsel eğilimlerden) kesin bir şekilde kurtularak, doğru düzgün bir ilerleme yoluna (tanrısal yol’a) girebilecektir; popülâsyonunu da kontrol altına alarak… Ancak ne var ki, her şeyden önce îfa edilmesi gereken en önemli insanlık görevi, İEB’nin bütünlüğünün  korunması, ve onun için de, nöbeti yeni muhafızlara devredinceye veya yeni inisiyatörlerin (muhâfızların) seçilim sistematiği tesis edilinceye kadar, -biyolojik olarak- yaşamamız ve yaşatılmamızdır.  Zira kapitalist “üst akıl”, provokatör ve likidatör anlamındaki taşeronu “Atatürkçüler”e, öylesine tertipler yaptırdı ve yaptırıyor ki, onların “muhalefet” rolüne fit edildiği şu sıralarda, biz de, doğrudan –yok edilesi- hedef hâline getirildik. Zira eskiden, Askeriye kaynaklı Kontrgerilla ve MİT tarafından, parasal ve örgütsel yönlendirmeler, veya  siyasi nedenlerle  hapse tıkılıp, vakıf mütevelliliğinden azlettirilme gibi provokasyonlar yapılıyordu. Ama şimdilerde “üst akıl”, Askeriye’yi ve MİT’i –gericiler vasıtasıyla- doğrudan ele geçirince, Atatürkçü güruh da, eski İşçi Partisi’nden bozma Vatan Partisi’nde ictima ederek, popülizm ve “Atatürkçülük” şamatası şeklinde, “birey (ilerici) insan likidatörlüğü” yapmaya başladı... Bu arada uğranılacak siyasi başarısızlıklarda, Atatürk’ün tarihî prestijinin de aşındırılacağı düşünüldüğünde, uygulanmaya çalışılan “bir taşla, iki kuş vurma” tertibinin ne kadar haince olduğu anlaşılır… Bu “Atatürkçü” güruh samimi olsaydı, “darbe” hayalleri kurdukları 2003’lerde, yaptığım uyarı ve teklifimi kâle alarak, yayın organlarında “insâniyet ve din” hakkında yazı yazmama izin verirlerdi; ki böylece de, dincilerin bu kadar pervâsızlaşmaları önlenebilirdi…

Ben hayatımda sâdece, 1962-63 yıllarında Ege Üniversitesi’nde (1,5 yıl), 1963-64 yıllarında Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde (1 yıl), 1965-66 yıllarındaki Yedeksubay’lığımda (1,5 yıl), ve de 1968’in ilk 9-10 ayında Balıkesir Lisesi’nde (toplamı 5 yılı aşmayan bir süre) maaşlı olarak çalıştım. Bunun hâricinde, tek tük verdiğim özel dersleri, ve de Almanya’da sığınmacıyken (1973-74) yaptığım 1,5 yıllık ameleliği saymazsak, hayatımda “iş” emeği satmak zorunda kalmadım; kalsaydım, bu çapta bir “kozmik emek” birikimi yapamazdım zaten… Kaldı ki, kapitalizme karşı yazılacak ciddi eleştiriler için de kimse para vermezdi, ve vermiyordu… Ailemden önemli bir miras da intikal etmediğinden, çalışmalarımı sâdece, fikriyâtımı  ve/veya kararlılığımı paylaşan (veya paylaşır görünen) insanlardan, ve onların ekonomik organizasyonlarından sağladığım “geçim parası”yla sürdürdüm. Onun için de, benim etrafımda, ajanlarla samimi insanlar, ve de şahsi çıkar kollayan oportünistler, hep iç içe yaşadı ve birbirlerini iyi tanıdılar. Dolayısile de sonunda, benimle birlikte samimi arkadaşlarım da, emperyalist mihrakların (ve/veya “üst akıl”ın) açık hedefleri hâline geldiler. Ama aynı  süreç dâhilinde tebellür eden, “insan olacak primat, ritmik hareketlerinin meleke kesbetmesiyle akıllanmıştır”  şeklindeki propozisyon da, -îman edilecek- bir  aksiyom  hâline geldi. Zira bu önerme, hem insanın hayvandan farkını (üstünlüğünü) belirleyen özelliklerinin –teorik olarak- îzâhına yarıyordu, hem de, ritmik davranışları engellenen (işkencecilerin eline düşen veya hayvanlarca esir alınan) birinin, insanlıktan nasıl çıktığını açıklıyordu. Ki böylece de, içgüdüsel eğilimleri ve nüfus artışını tahrik ederek bu alanlara yatırım önceliği tanıyan Kapitalist zihniyetin, inisiyatör ve kreatör insanları nasıl baskı altına aldığı, dolayısile de insânî gelişmeye nasıl engel olduğu apaçık ortaya çıkıyordu. Zira  sosyo-ekonomik istikrar, sâdece “iş” emeğiyle (mal ve hizmet üretimiyle) sağlanamazdı; ki nitekim, spekülâsyon ve enflâsyon denilen sömürü biçimleri, tedâvüle gereken miktarda yeni değerlerin katılamamasından kaynaklanmaktaydı. Kaldı ki, “para”nın kendisi bile –köken itibâriyle- “kozmik emek” mahsûlüydü; yani insanın kendini yapılandırırken kazanmış olduğu “estetik görüş” sâyesinde yarattığı bir değerdi… Yani son tahlilde biz, “üst akıl”ın açık hedefi hâline gelmiştik ama, aynı süreçte, o aklın yaratıcısı olan “kapitalist zihniyet”in, nasıl bir “insaniyet düşmanlığı” demek olduğunu da açıkça koymuştuk  ortaya…

İnsâniyet Aklı, Siyonist Kapitalistlerin “Üst Akıl”ını Yenecektir!...

Ortadoğu dinleri,  kadîm Hint uygarlığının ürünü olan Brahmanizm akımından etkilenmiş Hz.İbrahim (Brahm-an’dan bozma A-brahm) düşüncesi ile, kadîm Mısır uygarlığındaki Âmon’culuğu, “Tanrıyla görüştüm” spekülâsyonuyla patentine alan Hz.Musa fikriyâtının karışımı doktrinler olup, insanlığın iki temel (kurucu) medeniyetinin gayri meşrû çocukları gibidirler… Onların zihniyetini forme eden en büyük etken de, Sümer uygarlığından kalma, Mezapotamya “tanrı-kral”larının  resmî din ve tanrı anlayışı olmuştur; ki bu yüzden, iddialarını gâyet mâkûl bir sebebe dayandırmışlardır: “mâdem insanları yaratan bir Tanrı var, ve bu Tanrı, krallarla akraba olabiliyor ve görüşüyor,  o zaman, krallarla görüşen bu tanrı, niye bizimle de görüşmesin?!” gibilerinden… Orijinal Hint ve Mısır uygarlıkları, insanlığın oluştuğu “tarih öncesi-zon”un  –hâlâ da- yaşanmakta olduğunu bilerek, objektif insan (birey) seçilimini, bir takım “inisiyasyon” usûlleriyle gerçekleştirirken, dinler, -Sümer’lere, aynı kaliteden tepki olarak-  “tarih öncesi”ni yok sayan (unutan), şizofrenik bir anlayışın didaktik (emredici) öğretisi şeklinde ortaya çıkmıştır. Aslında dinler, kurucu kadîm uygarlıkların başına –sonradan- çöreklenen tüm “hânedan”lara tepki olarak ortaya çıkmış, ve dolayısile de giderek onlara benzemiştir… İlk prensiplerini Hz.Musa’nın tespit ettiği bu din(ler) öğretisi, daha sonra hem Hz.İsa ve havârîleri tarafından, hem de Hz.Muhammet tarafından iki defa tashih edildiyse, ve Evrensel bir öğreti (Tevhid Dini) hâline getirilmek istendiyse de, bir türlü kavim veya kilise (cemaat) fikriyâtı olmaktan kurtulamamıştır. Zira, Tanrı olarak tapınılacak sıra dışı bir mit tasarlayıp, bunu tüm insanlığa şâmil kılmak, Matematiksel Mantık’a göre paradoksal (akıl dışı) bir düşünce veya kabûldür. Dolayısile bu din(ler) artık, -insanları birbirine kırdıra kırdıra- aslına rücû edip bir İsrailiyât dini hâline gelerek, insanlığın başına bir Siyonist kapitalist oligarşi oturtmaya doğru evrilmektedir; ki zâten Hz.Musa’nın kavmine vaad ettiği de budur…  Bunun ilk bâriz belirtisi, Hristiyanlıktan protest akımlar olarak ayrılan Kalvenist, Püriten, Evangelist vs. gibi kiliselerle ortaya çıkmıştır; ki bunlar, zenginliğin tanımını yapmadan, zengin insanları –hatta korsanları bile- “Tanrının seçkin kulları” ilân etmişlerdir…. 1826’dan sonra, Osmanlı’nın –resmen- verdiği cevazla Müslümanlar dahî, “Tevhid Dini” mefkûresinden vaz geçip, İslâmi kiliseler (cemaatler) oluşturmakla beraber, “evkaf” ve “kapan” kurumlarını  da, “şirket” ve “borsa” şekline çevirerek  Dünya kapitalizmine entegre olmuşlardır. Ama ne var ki, Bizans’ın fethiyle vücut bulan Osmanlı İmparatorluğu, sâdece hânedan, bendegân ve avâm’dan müteşekkil değildi. Onun bünyesinde, kuruluş akidelerine, Tarikat (Fütüvvet) prensiplerine bağlı olan, dolayısile kademli (inisiye) insan seçilimine önem veren yarı özerk, Havassî (Hass mutasarrıflığından gelme)  sülâleler de vardı. Bunlar “din”i,  bir “tapınç kültü” olmaktan ziyâde, insânî tekâmül ve tevhid yolları anlamında düşünürler, ve onun için de, bu idrâkı paylaşabilecek seçkin bireyleri, –en azından- ritm melekesinin ölçüldüğü inisiyasyon (kademli seçme) sınavlarıyla ayıklarlardı. Fetihle birlikte şehirlerde teşekkül eden Fütüvvet teşkilâtının Seyfîyân (Kılıçlılar) kolunun, Devlet merkezindeki (başkent’teki) daimîleşmiş şekli olan Yeniçeriler’in  “din” anlayışı da aynıydı; Havassî’ler gibi Tarikat ağırlıklıydı… Kaldı ki önceleri, Osmanlı da aynı din anlayışını ve “Tevhid” mefkûresini paylaşıyordu: Mesela Yavuz Sultan Selim kendini birinci nefer olarak Yeniçeri Ocağı’na (Ocağ-ı Bekdaşiyân’a) yazdırmış olduğu halde, sonradan “senyör”leşme eğilimine giren Osmanlı, bu ocağı kendine Hassa ordusu yapmaya kalkmış, ve sırf bu yüzden, II.Osman gibi bir padişahı –bile- kurban vermiştir… En sonunda, Yeniçerileri hassa ordusu hâline getiremeyeceğini, dolayısile de onların murakabesinden kurtulamayacağını anlayan, ve üstelik onların 1789 Fransız İhtilâli’nden etkilenerek cumhuriyet’çi fikirlere kapılmalarından da fena halde korkan Osmanlı, “Tevhid” mefkûresinden rücû edip, Avrupa monarşileriyle –zımnen de olsa- ittifâka girerek  Ocağ-ı Bekdâşiyân’ı  ilgâ ve imhâ etmiştir. Osmanlı “Tevhid” yolundan çıkıp da, Hanefî mezhebine bağlı bir İslâmî kilise kurunca, Bekdaşiyân Havassî’ler de, -dinin içinde mündemiç olan- “tapınç kültü”nü tamamen terk ederek namazdan, niyazdan çekilmişlerdir; kültürel ritüeller (âdetler) şeklinde yapılanlar hâricinde… İşte bu nokta, son din İslâmiyet’in, son bayraktarları ve fatihleri olan Türkler tarafından sorgulanmaya, ve dinler devrinin kapatılıp “bilimsel tevhid” yolunun açılması gereğinin düşünülmeye başlandığı tarihî bir dönüm noktasıydı aslında… Nitekim ben, “kendine tapınılmasını isteyen bir Allah –miti- olabilir mi?” sorularına cevap arandığı bir tartışma ortamında Dünya’ya geldim. Ve de matematik tahsilim sırasında öğrendim ki, “sıra dışı varlık” kavramı –muhayyel bile olsa- paradoksaldır; yani “akıl dışı”dır.  Çünki bir defa, matematiksel mantığa göre, “bütün açık kümelerin kümesi” göz önüne alındığında, tüm sıra dışı(üstü) limit elemanlar, var (dâhil) kabul edildiğinde yok (hâriç), yok sayıldığında ise var çıkmakta, yani total’de bir paradoks (Russell Paradoks) meydana gelmektedir. Sonra, bu paradokstan kurtulmak için Well-Ordering Principle (W.O.) diye bir aksiyom kabul edildiğinde ise, herhangi bir sıra dışı eleman kabul etmek, imkânsız hâle gelmektedir. Bu da demektir ki, Tanrı diye bir “sıra dışı” eleman kabul (hatta tasavvur) etmek “akıl dışı”dır. Yani insanlığı, bir yüce (veya ideal) kişilik ve onun emirleri ile yöneterek geliştirmeye kalkmak nâfiledir, ve dolayısile zulme yol açmaktadır. İnsanlığı doğru yöneterek geliştirmek, ona “ritm melekesi” bazında, “Tanrısal Rota” çizmekle mümkündür ancak… Çünki “Tanrı” kavramı, “sıra dışıolması gereğine binaen tanımlanamaz; oysa emirler yağdırdığında kendini ele verir ve tanımlanır, ve dolayısile de Tanrı olmaktan çıkarak, insanlığın yolunu tıkayan, -ve onu intihâra (Kıyâmet’e) sürükleyen- bir kâbus hâline gelir… Yani son tahlilde denilebilir ki, din(ler), insanlarda –mugâlâtayla- kafa karışıklığı yaratmak sûretiyle, onları esir ve köleler gibi gütmeye yarayan bir zorbalık aracıdır; iyi niyetli peygamberlerden sarfınazar… Onun için ben, II.Mehmet ve I.Selim gibi cihanşümûl fâtihlerin (ve Kânûnî’nin de) hocalığını, başdanışmanlığını ve imamlığını yapmış Molla Güranî ve Mevlâna Bekdaş nâmındaki şahsiyetlerle başlayıp, II.Abdülhamit’inki dâhil, nâzırlar kabinesinin ve paşalar dîvânının hemen hepsinde temsilci bulundurmuş (ve hatta Müşir’ler çıkarmış) –ve de hiçbir şekilde ceza almamış- Havass’tan  Güranî ve Bekdâşî sülâlelerinin bir evlâdı olarak, şöyle bir tarihî öneriyi tüm insanlığa yapmak zorundayım. Çünki onlardan bana -zihniyet ve ahlâk olarak- intikal eden “kozmik emek”leri, “insanlık” tevhidinin, dînî klişe ve dogmalarla kısıtlanıp engellenemeyeceğini, îcabında bunun bilimle gerçekleştirileceğini ifade ediyor… İşte bu –mücbir- sebebe binâen ben, devletleri, dinlere arka çıkmamaları için uyarmak, ve üniversiteleri de, peygamberlerin tarihî (maddi) kişiliklerini araştırmaya dâvet ve teşvik etmek, dolayısile de –halklar arasına nifak sokan- “din”lerin kültürel etkinliğini söndürmek, ve yerine kadîm (kurucu) uygarlıklardaki gibi bir “objektif insan seçilimi”ni (inisiyasyon’u) ikâme etmek üzere, Dünya’daki tüm özgür aydınları ve bilimcileri,  “PEYGAMBERLERİ  ANLAMAK  İSTİYORUM”  PLÂTFORMU’nda buluşmaya çağırıyorum…  Atalarımın tesis ettiği muazzam vakıflar, dönek (bir nevi mürted) son Osmanlı’nın ihânetiyle, kapitalistler tarafından yağmalanmamış olsaydı, önerdiğim “plâtform”un ekonomik “alt-yapı”sı da hazır olacaktı. Onun için, sürekliliğini sağladığımız “fâtihân fikriyâtı”nın ekonomik “alt-yapı”sını tahkim etmek, yani  -yüzyıllar boyunca- yarattığımız “kozmik emek”in, yağmalanmış olan “iş”  karşılığını yeniden biriktirmeye başlamak, “Devletimiz”in gerçek temsilcileri olan  bütün hükmî ve hakikî şahsiyetlerin aslî görevidir artık… Çünki “birey” insan olmazsa, Devlet de –ve dolayısile- özerk bir toplum da var olamaz… Şu nokta da unutulmamalıdır ki, yaratılan veya ortaya konulan bütün “kozmik emek”ler –ve mesela ilk “para”lar bile- insanların vicdanına ve aklına yerleşmek (insanların, melekî rezonansa ve aklî mutâbakâta girmeleri) sûretiyle yavaş yavaş “iş=mal” karşılığını bulmuştur (bulur);  insanlığı ilerleten “katma değer”ler hâline gelerek… Birey insanlar tarafından, güzel çakıl taşları, parlak (ve paslanmaz) metal parçaları vs. olarak seçilen ilk “para”ların, genel geçer estetik değerler hâline gelip, mübâdele aracı olarak kabûl görmesi, tabii ki zaman almıştır. Ama  hânedanlar zamanında, toplumsal “artı-değer”in (veya total kapitalin), kral sülâlesi ve yakınları arasında bölüşülmesi için bastırılmış –olması gereken-  ilk paraların (sikkelerin), sonradan tefeci, bezirgân ve korsanların elinde birikerek hânedanları devirmesi, çok ironik bir tecellidir. Dolayısile, tarihî devirler kapanırken, hânedanlar öncesindeki objektif insan seçilimi (inisiyasyon) usûllerini geliştirerek güncellediğimizde, para ve paralı (kapitalist) hâkimiyeti de sona erecektir tabiatıyla… Bu geçiş sürecinin başlangıcındaki esas mesele, kapitalistler tarafından satın alınarak popülarite kazandırılmış “ilericilik” fikriyâtının gürültüsünü (veya şamatasını) bastırarak, “insan nedir?” sorusunu gündeme sokabilmektir; ki böyle bir soru karşısında da, -adam geçinen- hiç kimsenin, pek fazla suskun kalabilme şansı yoktur. Çünki, kendini bilmeyen (tanımlayamayan) bir bilinç düşünülemez; ve kabûl edilemez..

Şu nokta unutulmamalıdır ki, bugün “ilerici” geçinen bütün siyasi akımlar ve ideolojiler, -para sirkülâsyonuna entegre olmuş sermayeleriyle- piyasalar tarafından satın alınmış metâ’lardır artık… İlerici ve hatta devrimci geçinen bütün yazar, çizer ve politikacılar da, sözkonusu sermayelerin hisse senetlerini pazarlayan aracılardan (simsarlardan) başka bir şey değillerdir aslında… Bu durumda, sömürülen şey, küçükburjuvaların hayal ve ümitleri, engellenenler ise, insanlığın inisiyatörleridir…  Kimse sanmasın ki emperyalizm, veya küresel kapitalizmi idare eden “üst akıl”, kendisine karşı nümayiş (şamata) yapan muârızlardan çekinir… Bilâkis, böyle düşmanlarını kendisi yaratır ve/veya besler; milletin gazını almak ve demokrasi havâriliği yapmak için… Aslında, kapitalizme karşı ne kadar ciddi bir tehlike yaratıyorsanız,  o nisbette bir koyu “ekonomik ambargo” ve “siyâsî (hatta sosyal) tecrit” altına alınırsınız. Böyle bir mücadelenin keskinliğini (veya şiddetini) göstermek ve tarihe kayıt düşmek bâbında, somut bir biçimde açıklamalıyım ki, “bekdasikodu.org” sitesinin –bugünkü hâliyle bile-  yaşayabilmesi için, her ay asgarî 1600 lira toplamamız gerekmektedir; ki bu meblağ, muhalefet partilerinin vaad ettikleri “asgari ücret” kadardır… Bu parayı toparlayamadığımız taktirde site kapanacak, ve bu durumda da, bazıları kına yakınırlarken, insanlık utanacaktır; ilericiyim veya adamım diye ortalıkta dolaşanlar nâmına…

ali ergin güran: 02/06/15