“Fâtihân ve Bekdâşiyân Türk” İnisiyatifinin Yerine, “Kapitalist Burjuva Özentisi Türk” İdeolojisinin Geçişi; ve de İflâsı…
Peygamberler, “tanrı-kral”lara, “firavun”lara, ve mutlakiyetçi putperest yönetimlere başkaldırmış seçkin ve idealist kişilerdi; muhakkak ki… Zaten onlar, “insan”lığın oluştuğu “tarih öncesi-zon”un inkârı (negasyonu) aşamasında bulundukları –yani “insan”ın oluşumunu bilmedikleri- için de, iyiniyetli idealistler (hayalperestler) olmak zorundaydılar. Dolayısile onların, ideallerini benimseyip hakkıyla realize edebilecek ardıllara ihtiyaçları vardı; ki bunun için de, “tarih öncesi-zon”a indeksli tarikatlar reorganize olmuş ve hâlis dindarlar yetiştirmek üzere “inisiyasyon” seçilimlerine devam etmişlerdi zaman zaman... Bu tarikatların “inisiyasyon” seçilim usulleri, kralların, İran ve Metopotamya’da “kutsal ateş”, Mısır’da “kutsal güneş” tapınaklarında “inisiye râhipler” arasından seçildiği, hânedanlar öncesi kadîm (kurucu) uygarlıklardan gelmekteydi. Zaten Hz.Musa’nın kendisi de, en ağır (ölümüne) inisiyasyon sınavlarından geçmiş –eski- bir tarikatçıydı aslında… Amma ve lâkin dinler, servet ve iktidar sâhibi hânedanların ve “ruhbân”ların monopolüne geçince, doktrinleri (fikirleri) de, ezberlenmeye müsait klişeler şeklinde kristalize olup –tefekküre geçit vermez- dogmalar manzûmesi hâline gelerek “mal”laşmıştır. Çünki bu şekilde, insanlığın “tekâmül etme (bilinçlenme)” ideali ortadan kalkmış, ve dolayısile de din, otoritelere karşı itaatkâr olmayı emreden bir “tapınç kültü” doktrini hâline gelerek metâlaşmıştır; belletenlere de ücret ödenmek sûretiyle… Ve ondan sonra da dinler, yıktıkları despotik düzenleri –yeni lâflarla- ikâme eden, gerici ideolojiler hâline indirgenmişlerdir. Zira insanlık, “tanrı-kral”ların ihdâs ettikleri kitlesel (kastî) işbölümü düzenlerinden itibâren, -feodal ve kapitalist düzenlere de intikâl ederek- tüm tarihî devirler boyunca kol emekçilerini (niteliksiz insan popülâsyonunu) çoğaltarak Dünya’yı fethetme amacı güden bir “büyüme ekonomisi”ni stratejik politika olarak benimsemiştir. Ama bugün artık insan nüfûsu, Dünya’nın doğal dengesini bozacak kadar arttığı, ve de işçi gereksinimi, robot ve bilgisayarlarca karşılanabilir hâle geldiği için, insan popülâsyonunun azaltılması, yani ciddi bir nüfus kontrolu –gerek- şart hâline gelmiştir… Aslında insanlığın böyle bir çıkmaza girmesi, tarikatçılığın bozulması ve “inisiyasyon” seçilimlerinin geliştirilememesi, dolayısile de “insan”ın oluştuğu “tarih öncesi-zon”la irtibâtın tamamen kesilmesi yüzünden vukû bulmuştur. Gerçekten de, Hz.Musa bile, kendini (cürmünü) aklamak için en ağır “inisiyasyon” sınavlarından geçtiği halde, yine de üstadlarından “insan seçilimi” usûllerini öğrenip geliştirmemiş, dolayısile de din’ini, “tapınç kültü” üzerine oturtulmuş dogmatik (ve de tabii ki didaktik) bir öğreti olmaktan çıkaramamıştır.. Ki böylece de, “din” adı altında, müstakbel zorbaların işine yarayacak dogmatik bir öğreti bırakmıştır İbrânî kavmine ; âdeta insanlığın başına belâ olsunlar diye … Buradan da anlaşılmaktadır ki, insanlığın çıkmazlara, açmazlara düşmeden doğru, dürüst bir ilerleme rotası (ve metodoloji) tutturabilmesi için, insan düşüncesinin, davranışlarından ayrı (kopuk) farzedilmemesi, dolayısile bilimin dallandırılmaması, ve de tabii bilimlerle antropolojinin birlikte (ilişkili) düşünülmesi ve geliştirilmesi gerekmektedir. Çünki bilim, kurucu kadîm uygarlıklardan itibâren, kitlesel (kastî) işbölümü düzeni mûcibince dallanmış, ama buna rağmen de, “tanrı-kral”lar mevkiinden sâdır olan bir “mutlak objektivite” saplantısına dûçâr olmuştur. Ve “tanrı-kral”lar da doğal olarak, “beslenme ve üreme (çoğalma) için bilim” anlamında bir stratejik subjektiviteye sokmuşlardır insanlığı… Ancak şimdi, “fizikî âlem – biyolojik âlem – antropolojik âlem” sırasıyla birbirini inkâr (negasyon) etmiş âlemlerin diyalektiğini anladığımıza göre de, sözkonusu bilim dallarının tevhîdini, ve de insâniyet objektivitesini gerçekleştirebiliriz artık… Hem artık, “insâniyet diyalektiği” siklusunu tamamlayıp, tarihî devirlerin (ve dinlerin) negasyonu aşamasına (yani senteze) ulaştığımızdan dolayı, “tarih öncesi-zon”a indeksli yaşayacağımız ve onun tevhidci zihniyetini –yeniden- ihyâ edeceğimiz de âşikârdır.
Fâtihân ve Bekdaşiyân Türk İnisiyatifinin Evrensel Objektifliği (Bilimselliği):
Türkler, yerleşik tarım toplumuna geçmeyip, göçebe hayvancılık yaptıkları içindir ki, hiçbir zaman “tapınç kültü”nü tanımamışlardı. Tapınç kültünün ilk evresi olan putperestliği (politeizmi) yaşamadıkları gibi, son aşaması olan mitperestliğe (monoteizme) dahî yabancıydılar… Yükselen İslâmiyet akımıyla karşılaştıklarında, Arapların, “emirlikler vermek” şeklindeki pragmatizminden etkilendikleri, ve de onların “tek Allah” fikrini, yani tek bir Allah mitosunu tüm Dünya’ya kabul ettirerek “Tevhid Dini”ni gerçekleştirme idealini, kendilerinin Tengri (her yeri kapsayan gök gibi bir ruh) tasavvuruna benzettikleri içindir ki benimsediler. Ama Doğu Roma fütuhâtını gerçekleştiren Türkler için namazın, savaş ve felâket hallerinde “arınma âyini”, cuma ve bayram günlerinde, ve de cenaze kaldırma hallerinde “merâsim ritüeli”, ve ihtiyarlıkta da “yaşlılık sporu” olmanın ötesinde pek bir anlamı olmadı. Ve de beş vakit namaz kılmayı benimseyip içselleştirmiş hiçbir Türk –büyüğü- çıkmadı; zira onlara “tapınç kültü” çok yabancıydı. Kaldı ki bu isteksizliklerine, Kuran’dan, geçerli bir mâzeret de bulmuşlardı; “dârülharb’da, yol ve ceht üzreyken namaz kazaya bırakılabilir” şeklinde… Türkler daha çok, İslâmiyet’in içindeki, “tarih öncesi-zon”a indeksli Tarikat sistematiğine anlam verip, onun âyinlerine ve kademli (inisiye) insan seçilimine ilgi duydular. Çünki “zikr” âyinleri, ritmik panteist âyinlere, kademli seçilimi, onların “erginlenme” imtihanlarına benziyor, öğretileri de, -namaz niyaz telkini yerine- bir “tekâmül yolu” tanımlıyordu… Doğu Roma fütuhâtı aslında, Zâviye’ler temeli üzerinden gerçekleşmişti; zira Türkler, ele geçirdikleri meskûn mahallerde, her şeyden önce Zâviye’ler kuruyor, ve de oralarda fakirleri doyurup giydirdikleri gibi, aynı zamanda gerçekleştirdikleri semah (zikr) âyinleri vasıtasıyla da, ritm melekeleri sağlıklı (ritmik adım atmasını bilen) kademli insanları ayıklıyorlardı. Ki Tarikat Sistematiği’ni de, -her türlü kayırmalardan âzâde bir şekilde- objektif olarak seçilmiş bu “kademli”ler vâsıtasıyla geliştirebiliyorlardı. Zâviyelerdeki bu objektif seçilimle ayıklanan insanlar (gençler), Kavlîyûn’a (dergâhlara) ve Seyfîyûn’a (askerî birliklere) gönderilirlerken, Şurbîyûn’da da, zenaat kollarına has usûllerle selekte edilen şerbetlilere, ustalık ve dükkân açma ruhsatı veriliyordu. Ve böylece, Fütüvvet’in Şurbîyûn kolu mucibince, pek çok gayri Müslim de (Ermeni, Süryani, Rum vs.) sisteme entegre edilmiş oluyordu. Mesela Ermenilerin çoğu, o devirlerden gelen Şurbîyân ünvanlarını hâlâ soyadı olarak kullanmaktadırlar; demirciyân, bakırcıyân, zilciyân, ekmekciyân vs. gibi…
12.Yüzyıla girilirken başlayan Haçlı Seferleri sırasında, Türk varlığını ve yerleşimlerini korumak üzere iki güç odağı vardı Anadolu’da… Güney’deki (İç Ege ve Toros yaylalarındaki) –sonradan Selçuklu adını alan- Türkmenler ile, Kuzey’deki (Amasya, Tokat, Sivas, Kırşehir, hatta Ankara yörelerindeki) Dânişmentliler… Bunlardan Kuzeylilerin, daha çok yerleşik ve şehirli oldukları, ve o yüzden de, göçebe olan Güneylilerle -yaylak meselelerinde- sürtüştükleri biliniyor… Ama buna rağmen her iki Türk topluluğu da, ilk Haçlı Seferleri’ne karşı kardeşçe ve cansiperâne savaşıyorlar… Fakat nevar ki, göçebe savaşçı topluluklardan müteşekkil Güneyliler, Haçlılarla savaşırken organize ettikleri büyük bir orduya kavuşunca, Dânişmendiye mıntıkasını bir ikmal deposu olarak görmeye, ve de Dânişmentlileri istismar etmeye başlıyorlar. Zâten, “Büyük Selçuklu Hânedânı’ndan geliyorlarmış” iddialarını da, o sıralarda ortaya atıyorlar, Toros Türkmenleri…. Yani netice itibariyle Anadolu Selçuklu Sultanlığı, yalan ve dolan (sömürü) üzerine kuruluyor, ve de vezirlerine “pervâne” veya “köpek” gibi adlar verecek kadar da despotik (zâlim) bir yönetim olarak temâyüz ediyor; ki bu yüzden de –bağımsız olarak- ömrü pek kısa sürüyor… Önce, 1230’ların sonuna doğru, bunalmış olan Dânişmendiye halkının, Hızır aleyisselâm gibi gördüğü Baba İlyas riyâsetinde başlattığı ayaklanma ile Selçuklu Saltanatı sendeliyor, ama herne kadar, Haçlılardan kiraladığı zırhlı şövalyeler sâyesinde bu bâdireyi atlatmış gibi olsa da, 1243’deki Kösedağ yenilgisiyle, kesin olarak Moğol vesâyetine girmekten kurtulamıyor… Babai kalkışması öyle köklü bir halk harekâtı ki, onun lideri –ölümsüz diye bilinen- Baba İlyas’ın öldürüldüğü tarih (6 Mayıs) bugün hâlâ, Hıdırelles (Hızır-İlyas) şenlikleri şeklinde kutlanıyor; Hristiyanların Paskalyası gibi “mesiyanik” bir ritüel olarak… Zira Baba İlyas, zâviyelerdeki, “çile” adı verilen en ağır inisiyasyon sınavlarından geçmiş olan, ve de “ölümsüz” sayılan dipdiri bir kişilik… Nitekim o olaydan sonra, “Selçuklu Hânedânı’ndanız” yalanıyla ve İranlıların diliyle saltanat kurup, iktidarlarını Haçlılar’dan askerî destek alarak ve de Moğollar’a peşkeş çekerek (hediye nâmıyla haraç vererek) sürdüren, kahraman I.Kılıçarslan’ın düzenbaz torunları târumâr olurlarken, Hz.İlyas’ın açtığı yollardan giden Anadolu Erenleri harman olmuşlardır. Bunlardan Karamanoğulları, Konya’yı alarak Selçuklu saltanatına son vermiş, Hacı Bekdaş, gönüllere taht kurmakla birlikte, aynı zamanda da Fütüvvet’in Seyfîyân koluna pîr olmuş, Şeyh Edebâli’ler, Geyikli Baba’lar ve diğer biçoğu da Osmanlı –uç- Beyliği’ni, Fütuhâta liderlik yapmaya teşvik etmişlerdir. Bunların çoğu, Babai kalkışmasını ve savaşlarını yaşamış ve görmüş kişiler; en başta da Hacı Bekdaş olmak üzere… Ayrıca Türk dilinin tarihî hoparlörü olan Yunus Emre’nin de o sıralarda Türk Tarikat Sistematiği bünyesinde yetiştiği unutulmamalıdır… İşte Babailerin “hurûc”uyla açılan yollardan, erenlerin harman olmasıyladır ki, Pers rûhu püskürtülüp, Moğol kabileleri asimile edilerek Anadolu Fütuhâtı sağlam bir zemine oturtulmuş, ve ondan sonra da, Osmanoğulları riyâsetinde Rumeli’nin fethine başlanılmıştır.
Üzerinde –bence kasıtlı olarak- pek de araştırma yapılmamış olan Dânişmendiye, Dânişmend Gâzi nâm bir efsâne kişilik tarafından açıldığı (fethedildiği) düşünülen topraklarda (özellikle de şehirlerde) teessüs etmiş bir tarikat ve fütüvvet düzenini ifade etmektedir aslında… Nitekim 1402’deki ikinci Moğol istilâsı ve fetret devrinde de, aynı bölgede, Fütüvvet teşkilâtları sâyesinde şehir devletleri ortaya çıkmış ve düzeni sağlamışlardır; mesela Kadı Burhânettin Ahmet devleti gibi… Bizim tarihler daima saltanat kafasıyla yazıldığı, ve Cumhuriyet döneminde de bundan kurtulunamadığı içindir ki, gerçeğimizi ortaya çıkarmak ve anlamak çok güç olmaktadır. Oysa –kabaca- gerçek şudur ki, Türk Anadolu Fütuhâtı’nın çekirdeği olan Dânişmendiye’nin erenleri, 1239-43 yılları esnâsında, Selçuklu Saltanat baskısının “döven”, Moğol istilâsının da bir nevi “rüzgâr” etkisi göstermesiyle harman olmuş, ve etrafa, özellikle de Batıya, gezici dervişler olarak yayılmış veya serpilmişlardir. Ve bu erenlerdir ki, ilk fetret devrinde, hem Anadolu’daki “İnsânî Türk” rûhunu korumuş, hem de asabiyeti (etikası: davranış disiplini)) sağlam olan Otmanlı –uç- Beyliği’ni, Rumeli ve Bizans fütuhâtı için önüne katmış ve/veya geçirmiştir. İşte –nihâi adıyla- Osmanlı’ya, Fütüvvet’in Seyfîyân kolundan örnekleme yaptırarak ilk daimî silahlı güç Yeniçeriler’i de, yani orijinal adıyla “Ocağ-ı Bekdaşiyân”ı da kurduran, bu serpintidir. Ve onlara, “devşirme” usûllerini getirenler de, 1-2 yüzyıl süresince Zâviye’lerde “kademli” ayıklayarak “insan sarrafı” olmuş aynı erenlerdir. Ki Osmanlı’da, “kademli seçilimi” ve “devşirme” diye bilinen “inisiyasyon” usullerinin bozulmadığı, ve her görevin lâyıkına tevdî edildiği fütûhât süreci boyunca da, “para”nın değeri dâhil hiçbir konuda iğtişâş, istismâr ve sömürü yaşanmamıştır. Zira “tarih öncesi-zon”a indeksli, ve dolayısile objektif “insan seçilimi”ne dayalı “Tarikat” sistematiği, kapitalist ekonomiye indeksli bir sosyal düzene (düzensizliğe) geçit vermemekteydi… Yani Osmanlı Devleti de aslında, Dânişmendiye çıkışlı “ehl-i tarik” erenlerin rehberliğinde orijinal olarak kurulmuş, ve Beylik ailesi de, aynı “tarikat” umdelerini benimsediklerinden dolayı, -Anadolu Selçukluları gibi- meşrûiyet kazanmak için geçmiş saltanatlardan referans gösterme gereği duymamıştır. Çünki, “tarih öncesi”ne indeksli “iç dinamik”lerin (Fütüvvet teşkilâtlanmasının) üzerinden yükselen, orijinal bir “insâniyet çıkışı”ydı bu… Oysa o zamanki yeni iktidarların, sultanlık ve hatta peygamberlik dahî olsa, geçmişten selef sultanlar ve peygamberler zikretmesi, meşrûiyetlerinin başlıca göstergesi sayılmaktaydı. Zira iktidara geçen her yeni zümre, doğru bir insan seçilimi (inisiyasyon) sistematiği gerçekleştiremediği, ve de didaktik (ve dogmatik) bir doktrine dayandığı sürece, geçmişin sömürü düzeninin üzerine oturmuş olmaktaydı; bütün iyi niyetlerden bağımsız olarak… Mesela bugün bile –bir şekilde- sermaye toparlayarak iktidara geçen zümreler, Muhammet peygamberi doğrudan referans göstermeye kalkmasalar bile, en azından kendilerini, son –ve yoz- Osmanlının torunları olarak görmeye ve göstermeye çalışmaktadırlar. Halbuki, “tevhid dini”ni ve “nizâm-ı âlem”i gerçekleştirmek üzere, orijinal bir fütuhât devleti olarak kurulan Osmanlı’nın, ne zamana kadar bu karakterini koruduğu, ve de ne zamandan sonra yozlaşarak Osmanlı Otokrasisi hâline dönüştüğü, bendegâna yazdırılmış ve Cumhuriyet aydınlarınca da iktibas edilmiş bir sürü “düzmece tarih”e rağmen hâlâ açıktır; ve ispatlanabilir.
Istanbul’da Bekdaşiyân, veya Bekdaşi Tarikatı:
Fâtih Sultan Mehmet’ten itibâren Osmanlıların, Dânişmentlilerle olan sıkı ilişkileri çok açık… Çünki üç büyük adam var ki, bırakmış oldukları muazzam vakıflardan çıkan şecerelerde, “sahih evlâd”dan görünmem hasebiyle, benim atalarım oluyorlar. Bunlardan biri Ayasofya İmamı Hüsam Bey; ki ölümünden sonra kızı Fâtıma tarafından düzenlenen vakfiyesinin tarihi 1530… İmamların, Cuma hutbelerine fâtihân temsilcisi olarak “yalınkılıç” çıktığı zamanların görevlisi; ki onun için de, Seyfîyân’dan gelme bir “bey” olduğu anlaşılıyor… Kendisinin, Yavuz’a ve Kânûni’ye, Ayasofya’da yapılan merâsimlerle kılıç kuşandırdığı söylenir… Diğeri, Yavuz Sultan Selim ve Kânûnî Sultan Süleyman zamanının Saray imamı olan İmâm-ı Sultan Mevlâna Bekdaş Efendi; ki vakfiyesinin tarihi 1534… Kendisi aynı zamanda, hem Surre Alayı’nda komutanlık, hem de Kânûni’ye hocalık yapmış bir zât-ı muhterem… Bir diğeri de, Fâtih’in tahsis ettiği “has” dirliğinin (bugünkü Hasköy) mutasarrıfı olan ailenin 2. veya 3. kuşak evlâdından Kiremitçi Ahmet Çelebi; ki vakfiyesinin tanzim tarihi 1549… Bu vakfiyeden, Kiremitçi Ahmet Çelebi’nin, bugünkü Hasköy mıntıkasında, tuğla-kiremit gibi inşaat malzemeleri üreten bir îmâlathâne kurduğu, ve buna bir de –usta yetiştiren- bir teknik okul ile cami entegre etmek sûretiyle, bir sanayi kompleksi meydana getirip vakfettiği anlaşılıyor. Zâten, İmâm-ı Sultan Mevlâna Bekdaş’ın vakfiyesinden, o vakfın da, Karaköy’deki kadınlı erkekli çifte hamamı, kahvehânesi, mescidi, ve çeşitli türden esnaf ve zenaatkârlar tarafından işletilen 30-35 adet dükkanlarıyla birlikte, sosyo-kültürel bir kompleks olarak kurulduğu açıkça anlaşılmaktadır. Ayrıca Yeniçeri Odaları civarında, yani –bugünki- Saraçane mıntıkasında bulunana Hüsam Bey vakfının da, yöreye ismini veren “saraçhane” dükkanlarıyla dolu olduğu düşünülebilir; zira bu hususta, henüz okunmamış daha çok belge var… Bunlar, Selâtin vakıflarından bile büyük ve işlevli (üretici) vakıflar; öyle ki, gerektiğinde Fatih’in tesis etmiş olduğu Ayasofya Vakfı’na da parasal yardım yapıyorlar; pek çok kayıt mevcut… İşte Osmanlı’ya, hem fikren, hem de fiilen rehberlik (veya danışmanlık) yapan, Dânişmendiye kökenli bu büyük adamların, Istanbul’da açtığı yoldan gelişen –kademli (liyâkatlı) insan seçilimine dayalı- Fütüvvet teşkilâtlanmasına ve fikriyâtına giderek Bekdaşiyân zümresi veya Bekdaşî Tarikatı denilmiş; ki bunun Seyfîyân kolunu da, Yeniçeriler (Ocağ-ı Bekdaşiyân) teşkil etmiş… Bu, o kadar bâriz bir gerçek ki, ileriki yüzyıllarda Yeniçeriler, Gülbank’larında zikrettikleri “Hacı Bekdaş” isminin, 13.Yüzyıl’da yaşamış olan Hacı Bekdaş-ı Veli mi, yoksa Yavuz Sultan Selim’in ve Surre Alayı’nın imamı olan Hacı Bekdaş mı olduğunu hep karıştırmışlar. Çünki, benim dedem olan Mevlâna Bekdaş Efendi de, pek çok defa Mekke’ye gitmiş ve Hacc merasimlerine katılmış olduğundan, o da Hacı Bekdaş diye anılıyormuş… O zamanların Istanbul’unda, daha doğrusu Konstantiniyye’sinde, Arap tarikatları ancak, bazı kişilerce sembolik olarak varlık gösterebiliyor, ama esâmileri pek de okunmuyormuş. Hatta Mevlâna Celalettin-i Rûmî’nin, Konya’daki türbesi bile, Yavuz Sultan’ın emriyle –ve muhtemelen Mevlâna Bekdaş’ın murâkabesiyle- o sıralarda restore edilmiş… Istanbul dergâhlarında (yani kavlîyûn’da) üretilen fikirler, Osmanlı hânedânının başınabuyruk bir güç (otokrasi) hâline gelmesini önlüyormuş; Yeniçeriler veya “Ocağ-ı Bekdaşiyân” denilen Seyfîyân ile, lonca ve gedikler hâlinde örgütlenmiş Şurbîyân’ı da etkisi altına alarak… Nitekim Yeniçeriler’in “kazan kaldırma” eylemlerinin genellikle, parasal ve örfî tağşiş (bozulma) ile, yolsuzluk ve liyâkatsizlik sebeplerine dayandırılarak gerçekleştirilmesi de, bunların bir “kavl-i karar” neticesinde yapıldığını, yani dergâhlarda (Kavliyûn’da) bir meşrûiyet zeminine oturtulmuş olduğunu göstermektedir. Zaten “kazan kaldırma” eylemlerinde, bir “başıbozukluk” olmadığı gibi, öne çıkmış bir –baldırıçıplak- elebaşı da görülmez; genellikle… Ama yozlaşmakta olan Osmanlı’nın tek bir derdi ve dâvası vardır ki, o da, halkın içinde bir “inisiyasyon” veya “kademli seçilimi” sistematiğinin kök salmaması, ve dolayısile de, gerçekten seçkin kişilerin ortaya çıkarılmamasıdır. Kendilerini –yönetimden- tasfiye edebilecek böyle bir “müsbet seleksiyon”a karşı gösterdikleri direnç (hatta reaksiyon) o kadar bâriz ki, şenliklerde dikkate şâyan mârifetler gösteren “show-man”leri bile Pâyitaht’tan sürmektedirler. Onun için, padişahların “örfî hukuk”a göre hâll ve infâz edilmiş olmasını, hatta III.Selim’in Şeriat’a göre (Şeyhülislâm fetvâsıyla) idam edilmesini bile, bir “kan dâvâsı” hâline getirmek, ve 1826’da da bunun îcâbı olarak bir “intikam harekâtı” uygulamak sûretiyle, avâm arasındaki itibârını tazelemeye çalışmış olan son(yoz) Osmanlı, geçmişteki tüm örfî eylemleri isyandan saymış, ve de -bendegân’dan- tarihçilerine öyle kaydettirmiştir… 18.Yüzyıl’ın sonuna doğru Osmanlı, Mîrî araziyi mahalli zorbalara dağıtarak Âyan adı altında yarattığı derebeylerini kendine müttefik yapmak, düşman (gâvur) ordularını taklîden askerî nizam kurdurmak üzere, gâvur komutanlarını “paşa” yapıp düzmece ordunun başına getirmek, ve de sefahâta dalmak sûretiyle, iyice yoldan çıkmıştı. Onun için, III.Selim’in –Şeriata uygun şekilde- îdamı esnâsında (1808), yegâne veliaht II.Mahmut’un da ortadan kaldırılmasıyla Osmanlı hânedânına son verilmesi fikri, uzun uzun tartışıldı; eski beyliklerden veya Selçuklu’lardan bakiye bir aileyi hânedan tayin etmek isteyenlerle, -Fransa’daki gibi- cumhuriyet rejimine geçmek isteyenler arasında… Bu tartışmaların özellikle, Aksaray’daki Yeniçeri kışlasının denize çıkış yolu üzerindeki Mevlânakapı –bekdaşi- Dergâhı’nda yapıldığı söylenir; ki nitekim, Osmanlı, 1826’dan sonra bu dergâhı kundaklayarak ortadan kaldırmakla birlikte, yanındaki surlardan Yenikapı’yı açtırıp, oraya bir de Konya’lı Celalettin adına bir Mevlevîhâne kurdurmakla, o Yeniçeri Dergâhını unutturmuştur. Dolayısile bugün, ne Mevlânakapı semtinden söz edilmekte, ne de o semte ismini vermiş olan Yeniçeri –Bekdaşi- Mevlânası ve dergâhı bilinmektedir. Varsa yoksa, Yenikapı semtinden, ve de oraya Konya’lı Celâlettin adına kondurulmuş Mevlevîhâne’den bahsedilmektedir... Demek ki, orijinal ve bağımsız Osmanlı Devleti, 500 yıl kadar sürmüş, ve de 1808’de ortadan kalkmıştır aslında… Zira Osmanlı, 1826’dan sonra, gerçek tarihimizi tahrif etmek ve unutturmak sûretiyle, yarı kolonyal, yarı teokratik bir zorbalık düzeni uydurup emperyalizme yaranarak, ve de milleti “şizofrenik” ruh hastaları hâline getirerek ancak, saltanatını biraz daha sürdürebilmiştir. Ve netice olarak da, o yoz zihniyetinin, bugün, bendegân ve reâyâ piçlerinin piçleri tarafından –tekrar- hortlatılmasına, ve hatta Suudî’ler gibi ilkel kabilelerce örnek alınmasına zemin hazırlamıştır.
Vak’a-i Şerriye, ve Sonrası…
15-16 Haziran 1826’da, Âyan takımının göndermiş olduğu, -bugünki intihar bombacılarının prototipi- intihar fedâisi teröristlerin kullanılmasıyla, ayrıca karadan ve denizden (gâvur gemilerinden) meskûn mahallerin topa tutulması şeklinde halkın terörize edilerek üzerlerine kışkırtılmasıyla gerçekleştirilen Yeniçeri katliâmı, sonuçları itibâriyle memlekete hiç de hayırlı olmamıştır. Çünki halkı din’le (cihat çağrısıyla) ve ölüm tehdidiyle (bombalamalarla) kışkırtarak, Yeniçeriler’in (Seyfîyân’ın) imhâsını sağlayan Osmanlı, müteakiben Şurbiyân (lonca ve gedik mensupları) ve Kavliyân (dergâh müdâvimleri) olarak tüm Bekdaşiyânı (Bekdaşi tarikatını) yasaklamak sûretiyle bir nevi Kültürel Soykırım yapmış, ve böylece de dımdızlak (yalnız başına) kalmıştır. Ve bu durumda da, hem emperyalistlerin dikte ettiği sosyo-ekonomik şartları, “reform” adı altında sineye çekmek, hem de ordusunun tertip ve nizâmını, -yüzyıllardır savaştığı- gâvur subaylarının emrine âmâde kılmak zorunda kalmıştır. Yani bir bakıma, Selçuklu, Kösedağ yenilgisinden sonra, Moğol istilâcılarına verdiği haracı (veya vergiyi) nasıl –zevâhiri kurtarmak (halkın gözünde itibar kaybetmemek) için- armağan (Peşkeş) adı altında verdiyse, Osmanlı da, 1926’dan sonra, kabul etmeye mecbur kaldığı “emperyalizm köleleği” anlamındaki antlaşmaları, tanzîmat, ıslahat, cedîd nizam gibi cilalı adlar altında halkına yutturmuştur. Çünki, çökmekte (veya satılmakta) olan bir yönetimin, zevâhiri kurtarıp “iktidar”mış gibi görünebilmesi için, algı operasyonlarına ve illüzyonlara ihtiyacı vardır; ki Osmanlı da, bu işlerin pîri sayılabilir. Zira Osmanlı, 1826’dan sonra, kendini var etmiş “iç dinamik”lerden kalma ne kadar iz varsa, özellikle de Bekdaşiyân’a ait ne kadar tarihî yapı ve eser varsa, hepsini ya yok etmiş, ya da iç etmiştir. Öyle ki, artık gerçek tarihimizi ortaya çıkarabilmemiz için, hem mecâzî, hem de hakikî anlamda arkeolojik kazı yapmamız gerekmektedir… Ama bu arada Osmanlı, bir yandan emperyalizme râm olurken, aynı zamanda İslâmî kilise (mezhep) dinciliğinin şampiyonluğuna soyunmak sûretiyle, -gâvurlara karşı kişilik (!) taslamak üzere- en gerici yığınların ütopik özlemlerini tahrik edip, o hayallere yaslanmaktan da çekinmemiştir; aynen bugünkü -Osmanlı hortlağı- gericilerin yaptığı gibi… Bugünkü gericiler, o zamanlardan kalma -görünen ve yazılı olan- deliller, yozlaşmış Osmanlı’yı tahkik eder mâhiyette olduğu içindir ki, kendilerini haklı görmekte, ve de bu kadar cüretkâr olabilmektedirler. Oysa Osmanlı Devleti’nin kuruluşu, ve bağımsız olarak geçen 500 yıllık ömrü, Tarikat sistematiği ve özellikle de Seyfîyân (Yeniçeriler) tarafından korunan “kademli (inisiye)” seçilimi ve “liyâkat” tercihleri üzerinde gerçekleşmiştir; son yüz yılındaki “Hânedan kayırmacılığı”nın aksine… Zâten Osmanlı’yı, “tevhid dini” mefkûresinden çıkarıp, dogmatik kilise (mezhep) dinciliğine saptıran başlıca âmillerden biri de, Hânedan kayırmacılığıdır aslında… Bu hususta, sâdece benim sülâlemin yakılmış, yıkılmış, gömülmüş ve iç edilmiş eser ve yapılarının ortaya çıkarılması bile, -son (ve yoz) Osmanlının piçleri olan- yobazların tezlerini çürütmeye kâfidir… Vak’a-i Şerriye’den sonra Osmanlı, İslâmî kilise dinciliğine (yani mezhepçiliğe) saparak, -kesin bir şekilde- “Tevhid Dîni” mefkûresini ve “Nizâm-ı Âlem” projesini terk edince, “ehl-i tarik” yani “serbest” olan Bekdaşiyân, veya Bekdaşî Tarikatı da, resmî yasaklamadan önce (veya ondan bağımsız olarak) faaliyetlerini lağv etmiştir. Ve de mensuplara, Din’in zâhirî hükmünün (geçerliliğinin) sona erdiği, o noktadan sonra herkesin, aklına ve vicdanına göre karar vermesi ve yol araması gerektiği, dolayısile de, herkesin istediği tarikata katılıp istediği gibi çalışabileceği mesajı verilmiştir. Yani netice itibariyle de, 1826’dan sonra II.Mahmut mârifetiyle (!), adına Kolonyal Teokratik Osmanlı (Hânedân) Yönetimi diyebileceğimiz yeni bir uyduruk devlet kurulmuştur aslında… Ve buna mukâbil de, “din” ve “tanrı” kavramlarını sorgulayan, ve de –adına tarikat da denilen- tüm cemaatlerin içinde ve üstünde çalışan bir yer altı şebekesi zuhûr etmiş meğer… İşte bu yüzdenmiş ki, benim mekteplerde okuduğum Osmanlı tarihi ile, büyüklerimden duyduğum ve –izlerini- gördüğüm tarih çok farklıydı… Mesela, II.Dünya Savaşı içinde gözlerimi açıp da etrafa nazar etmeye başladığımda, evimize –yemeğe- gelen birçok gezici derviş gördüm. Bunların namaz kıldığını hiç görmedim ama, “ermiş” denilen birinin –gösteri olarak değil- tamamen mübrem bir ihtiyaç için, mucize gibi işler yaptığına, ve de dertlere derman olduğuna şahit oldum. Kaldı ki, benim göbek adımı “derviş Ali” olarak tesmiye edenin de, bunlardan biri olduğunu, çok sonraları babamdan öğrendim… Ayrıca Babaannem’i, vakıf evrâkını karıştırırken yakaladığımda(!), onun tarafından gelen soyumuzun Kânûnî’nin hocasına dayandığını öğrendim ama, “Molla Güranî gibi niye kendisinden bahsedilmiyor?” diye sual ettiğimde ise, “karıştırma şimdi bunları, sonra öğrenirsin!” gibilerinden susturucu cevaplar aldım hep… Yani bu “Bekdaşî sırrı” öyle bir şeydi ki, -orta göbekten geldiğim halde- ben bile, 30’umdan sonra gıdım gıdım elde ettiğim “puzzle”ları yerlerine koymaya çalışarak zar-zor anlamaya başladım… 15 Şubat 1969’da, Babaannem Hayrünisa Güran’ın vefatından sonra –ailecek- Yalı’ya taşınıp da, bitişik yalı komşumuz olan, ama mesafeli durulan akrabamız Nihal Hanım’la yakın temas sağladığımda ancak, meseleler kafamda çözüm yoluna girdi. Kandilli Kız Lisesi’nin matematik hocalığından emekli Nihal Hanım bana, Dânişmendiye kökenli olduğumuzu, atalarımızdan biçoğunun Osmanlı’ya danışmanlık yapacak kadar asil olduğunu, hatta bazı büyüklerinin –kızdıklarında- Osmanlı’ya “keçi çobanları” dediklerine bizzat şahit olduğunu, bizim yalıların yerinde, Sultan Abdülmecit zamanına kadar –Çamlıca’dan su getiren boru tesisâtı dolayısile halk arasında Sulu Saray diye anılan- muhteşem bir Yalısaray bulunduğunu, ve bu Sarayın kalıntılarını bahçesinde hâlâ muhafaza ettiğini anlattı; ve de gösterdi. Daha sonra da, -Frenk kartpostallarında Kuzguncuk Palas diye adlandırılmış olan- Sulu Saray’ın kundaklanarak yok edilme hikâyesini nakletti: Kendisinin daha yakını olan müşterek atalarımızdan Müşir Osman Paşa, Doğu Reformu projesini gerçekleştirmek üzere Topkapı Sarayı’ndan bir sandık dolusu altın tahsîsât alıp Saray’ına getirdikten sonra, sefere çıkacağı günün önceki akşamında verdiği veda yemeğinde, hem paşa zehirlenmiş, hem de yalısı –baskınla- kundaklanmış… Altınlara ne olmuş belli değil… Ama şu nokta âşikâr ki, Osmanlı yönetimi II.Mahmut’tan itibaren, bugün “derin devlet” diye adlandırdığımız illegal yapılanmalarla mâlûl olarak, devlet olmaktan çıkmış… Zâten müteakiben tahta geçen, ve de Bekdaşiyân’a iyi davrandığı bilinen, ki bu arada Babaannemin babası Esat Efendi’yi de sermühendis yapmak sûretiyle 7 yıl Kudüs’te görevlendirerek Mescid-ül Aksa’nın büyük restorasyonunu gerçekleştiren Sultan Abdülaziz’in de, aynı “it kopuk taifesi” tarafından katledildiği biliniyor… Zira “tarikat”a bağlanmamış, ve o disiplinden geçmemiş herkese “kopuk” deniyor o zamanlarda; ki dış güçlere köpeklik yapanlar da bunlar… Nihal Hanım, 100 küsur metre cephesi olan, üç katlı ve –oymalı- ahşap Sulu Saray’ın ne kadar muhteşem bir eser olduğunu anlatıyor, ve bunun III.Mustafa (veya III.Ahmet) vakfından kiralanmış arsa üzerine inşa edildiğini söylüyordu ama, parasının nerden geldiğini, yani bizim muazzam vakıfları bilmiyordu. Ki işte o zaman anladım, Babaannemin onlara karşı niye mesafeli durduğunu; zira abisi Mühendis Hayri Bey, vakıflar evrâkını –güvenmediği çocuklarından bile kaçırarak- Babaanneme teslim ettiğinde, sıkı sıkı da tenbih etmiş, “mecbur kalmadıkça kimseye bunlardan söz etme” diye… Babaannem de ondan dolayı, çok meraklı ve akıllı kişiler olan bu komşu akrabalarımızdan uzak durmayı tercih etmiş; türlü sürtüşmeleri bahane ederek.. Yoksa Rüştiye mezunu olan Babaannem’in, Nihal Hanım gibi entelektüel bir kişiden hoşlanmaması mümkün değil… Ama kendisinden daha büyük bir ketûmiyeti, babası Esat Efendi sergilemiş; vakıflar evrâkını kardeşlerinden –bile- gizlemeyi başararak… Öyle ki, II.Abdülhamit, kardeşlerinden Zihni Efendi’yi, nâfıa nâzırı olarak paşa yaptığında, kendisi, Evkaf Nezâreti’nin mâlûmu olanlardan başka bir bilgiye sahip değilmiş; bizim vakıflar hakkında… Onun için de II.Abdülhamit, soyu tükenmişlerin vakıflarından sayarak, -Bekdaşi camii diye tanınan- Hasköy’deki Kiremitçi Ahmet Çelebi Camii’ni kendi vakfına geçirivermiş; tâmir ettirme bahanesiyle… Nitekim, Babaannem, ancak Cumhuriyet kurulduktan sonra, orijinal evrâkı çıkarıp, onun üzerinden evlâtlığını ispat etmek sûretiyle vakfın gelirinden pay almaya başlamıştır… Aslında son(yoz) Osmanlı’ların, tesis veya icat etmeye çalıştıkları “kolonyal teokratik polis (zaptiye-taharri) devleti”, ancak iç dinamiklerin ve özellikle de Bekdaşiyân’ın bastırılmasıyla II.Abdülhamit zamanında –ve tarafından- kurulabilmiştir.
II.Abdülhamit’in Oturttuğu, “Kolonyal Teokratik Mutlakiyet” Düzeni:
Amansız Bekdaşi düşmanı olan, ve onun için de ömrünce –intikam alınacağı korkusuyla- “Bekdaşi fobisi” içinde yaşayan II.Abdülhamit, bugünlerde bile hâlâ ortalıkta hortlağı (hayâleti) dolaşan, Emperyalizm’e bağımlı mutlakiyetçi yobazlık düzeninin bânisidir. Zira, Yeniçeri katliamının üzerinden yarım asır da geçmiş olsa, onun zamanında bile hâlâ Istanbul kültürü ve alışkanlıkları değiştirilemiyor, ve de Yeniçeri raconu (örfî hukuk ve ahlâkı), külhanbeyler vâsıtasıyla aynen sürdürüldüğünden, kesin bir Saltanat hâkimiyeti tesis edilemiyordu. Böyle bir –kültürel jenosit denilebilecek- dönüşüm için, Istanbul’un yerli halkları içine sokulacak (enjekte edilecek) yeni bir unsura, ilkel, bağnaz Müslüman ve dolayısile tam itaatkâr bir halka ihtiyaç vardı; ki onu da keşfetmekte (!) gecikmedi II. Abdülhamit… Ve bunun îcâbı olarak, ne kadar bekçi ve zaptiye kadrosu varsa, hepsini Kürtlerden tertip ettiği gibi, aynı zamanda da, ne kadar ünlü Kürt mollası (mele’si) varsa, derin şeyhtir, din âlimidir diyerekten Istanbul’a doldurdu. Ve böylece de, Istanbul’un, birçok halkı hemhâl etmiş fâtihân kültüründe derin bir yozlaşma başlatmış oldu. Çünki fâtihân ve bekdaşiyân Türkler, tarih öncesinin “panteist-zon”una endeksli inisiyatörler olarak, enternasyonalist görüşlüydüler; ama Kürtler Mezopotamya’nın kadîm imparatorluklarının kastlarından bakiye halklar olduklarından, “tapınç kültü”ne şartlanmış bağnaz Müslümanlardı. Dolayısile onlar, Osmanlı memâlikinde daima kendi hallerine bırakılmış, savaşlarda, müstakil birlikler hâlinde göreve çağrılmış, ama hiçbir zaman şehirlere bulaştırılmamışlardı. Zira bir “kastî yapı”, şehirlerin sosyal dokusunu bozardı; bir nevî asimilâsyon etkisi yaparak… Nitekim Kürtlerin, Fâtihân (Bekdaşiyân) Türk sivilizasyonunun içine sokulması, kötü bir melez toplum yaratmıştır;ki mesela şu örnek, çok çarpıcıdır: Yeniçerilerden (Karakullukçulardan) kalma Külhanbeylerinin raconlarını bozdurmak için ortaya salınan ve imkân tanınan Kürt asıllı zorbalar, önce “kaba-dayı” nitelendirmesiyle aşağılanmış (alay konusu edilmiş) külhanlılar tarafından… Ama giderek –çok zengin olan- Çingen argosunu öğrenen, ve de müessir işler (zorbalıklar) başaran Kürt delikanlıları, palazlanmakla birlikte, “kabadayı” deyimini de -icat edenlerin amacı hilâfına- gâyet itibarlı kılmışlardır; külhanların yıkılmasıyla birlikte, külhanbeylerinin de likide edilmesine paralel olarak… Bugün artık, külhanbeylerinin –kendilerine “bey” dedirtecek kadar- himâyeci raconuyla birlikte, o güzelim argosu da unutulmuş, ve yerini, “kabadayı”ların böbürlenme ve korkutma “racon”una dayalı Çingen argosu almıştır; âdeta bir asimilasyon örneği teşkil edercesine… Zaten Kürtlerin, Türkçe literatürde yaptıkları asimilâtif etkiler de, gâyet iyi bilinmektedir. Mesela, Türk destanları ve gelenekleriyle hiç alâkası olmayan –insan ezikliğini veya ezik insanları dramatize eden- bir “acındırma ve yakınma edebiyatı” yaratmak gibi… Ki bunun neticesinde, kendine acındırmayı mârifet sayan bir yeni kuşak yetişmiştir Türkiye’de; Türklük adına… Oysa gerçekten Türk edebiyatçıları yetişseydi, Kürtlerin bâtıl îtikatlarını hicvettikleri gibi, Türklerin, kendi mal varlıklarını –özel günlerde- yağmalatma geleneğinden bakiye, “tüketim malları çalma” alışkanlıklarını (kleptomani’yi) konu edinirlerdi eserlerinde…
Abdülmecid zamanının derin devleti, Bekdaşiyân’ın Kuzguncuk Korusu altındaki kıyı şeritinde bulunan ve yazlık lojman olarak kullanılan muhteşem Sulusaray’ını (Kuzguncuk Palas’ı) kundakladıktan sonra, kaybolmuş olan Osmanlı ihtişâmını (!) göstermek üzere, Boğaziçi’ne bir dizi –görgüsüzlük numûnesi- yalısaray yaptırılıyor. Çünki, Dolmabahçe, Çırağan, Beylerbeyi vs. yalısarayları, rutûbet tutacağı (ve her zaman ikâmete müsait olmayacağı) biline biline taştan mermerden yapılıyor; sırf gâvurlara nispet olsun diye, onların saraylarını takliden… Bekdaşiyân’ın şânını simgeleyen Kuzguncuk Palas ortadan kaldırılmış olsa bile, Abdülhamit zamanına kadar, Bekdaşiyân’ın şânı ve hükmü, ticaret ve finans merkezi olan Galata mıntıkasının Karaköy rıhtımında sürüp gidiyor; hem Mevlâna Bekdaş Vakfı’na ait –bugünkü Karaköy Palas iş hanının yerinde bulunan- kadınlı erkekli çifte hamamlardan, ve çevresindeki hangar büyüklüğünde 35 işyeri ile bir esnaf mescidinden müteşekkil sosyo-ekonomik kompleksin getirisiyle, hem de bu yapının, çevreyi kontrol eden (racon kesen), meşhûr Galata külhanbeylerine yataklık yapması dolayısile… İşte bu sosyo-ekonomik kompleks de, en başta hamam olmak üzere, Abdülhamit zamanında kundaklanıp, bir takım yolsuzluklarla talan ediliyor… Bu yolsuzluklara, Abdülhamit kabinesinde Nafıa Nazırı olan, Babaannem’in amcası Zihni Paşa’nın da bulaşmış olabileceği söylenir hep… Zira Zihni Paşa’nın, Abdülhamit’in kabinesinde nâzırlık yaparken, yeğeninin (Babamın büyük dayısının) taharriler tarafından –Padişaha karşı komplo hazırlamak ithamıyla- suçüstü yapılarak Sinop’ta “kalebent” cezasına mahkûm edilmesine de ses çıkarmadığı söylenmiştir; aynı zamanda… Nitekim onun, -Ziverbey Köşkü olarak ünlenen- İç Erenköy’deki köşkünün, -vârislerince- “12 Mart 1971” darbecilerine işkencehâne olarak kiralanması da, bir “devletperest”lik huyunun verâseti gibi görünüyor… İşte böylece, ortada hiçbir Bekdaşi âbidesi ve aktivitesi bırakmayan II.Abdülhamit, müteakiben, bir yandan sıradan insanların hayatını –emigrant gerici Kürt’lerle- alabildiğine yobazlaştırırken, diğer yandan da, memleket çapında Amerikan Kolejleri kurmanın rekoruna ulaşmıştır. Ve bu şekilde de, zâhiren Batılı gibi düşünüp davranırken, içinden de, tapındığı muhayyel Allah mitine –namazla niyazla- günah çıkaran, şizofrenik bir aydın(!) zümresinin yetişmesine (türemesine) yol açmıştır. Yani “derin devlet” yapılanmalarını, sabotaj ve suikast tertiplerini olanaksız kılmak üzere, tüm devlet organlarının yetkilerini şahsında toplayıp, memleket dâhilinde bağnaz dincilik (mitperestlik) disiplini (veya mutlakiyet) tesis ederek, ülkeyi dış dinamiklerin belirlediği şekilde yönetmiştir; iç dinamikleri bastırıp, tüm bireyleri şizofrenik paranoyaklar veya isyancılar hâline getirme pahasına… Ve neticede, ezber ve taklitle yaşayıp her ortama uyum sağlayabilen insanımsılar da, kayrılma usûlüyle kalburüstü (seçkin) şahsiyetler hâline gelmiş veya getirilmişlerdir. II.Abdülhamit bunu, mümkün olduğu kadar büyük bir kitleyi ve memâliki –kendine bağlı olarak- bir arada tutabilmek için, ve de atalarına karşı vecibesi olan bir mârifeti gerçekleştiriyormuşcasına yapmıştır; herhalde… Ama aslında, fâtihân atalarının yaptığının tam tersini yaparak, “menfî seleksiyon”a dayalı bir yönetim biçimi, daha doğrusu müzmin bir çürüme ve dağılma rejimi tesis etmiştir; zihniyet olarak günümüze kadar gelecek şekilde… Ve dolayısile de tarihe, hayırla anılamayacak menhûs bir kişilik olarak geçmiştir; veya bendegân ve reayâ piçlerinin sesleri tamamen kesildikten sonra geçecektir hakkıyla…
Aslında Hep, Abdülhamit Zihniyetiyle Mücadele Ettik; ve Ediyoruz:
Babam da, annesinin –babası- soyundan gelen Bekdaşiyân kökenimize dair, gâyet ketum ve ilgisiz davranırdı. Hatta annesinin ölümünden sonra, vakıfların mütevelliliğini üzerine almayıp tamamen –yani mazbut vakıflar olarak- Devlete bırakacağını, zira vâkıfların amaçlarına hizmette kusur etmekle, vakfiyelerde kayıtlı bulunan beddualara müstehak olmak istemediğini, yani böyle bir vebal altına girmekten çekindiğini söylerdi. Ve bana da, Bekdaşi soyumuzu –boş bir merakla- kurcalamamamı, çünki ancak, ülkemizin ve insanlığın istikbâlini görebildiğim taktirde bunlardan yararlanabileceğimi, aksi halde, son (yoz) Osmanlının bıraktığı tarihî enkazın (çöplüğün veya pisliğin) altında kalacağımı söyler veya öğütlerdi. Bugünlere kadar yaşayabilseydi, “Atatürk Cumhuriyeti”nin aslında sâdece bir dekor olduğunu, konjoktürel olarak onu ayakta tutan Sovyetler Birliği yıkıldığında, bu derme-çatma dekorun da yıkıldığını, ve dolayısile de, aslında Osmanlı enkazının (veya çöplüğünün) altında yaşadığımız gerçeğinin açıkça ortaya çıktığını görürdü. Bense, daha o zamanlarda, Kurtuluş Savaşı’nın muzaffer mareşali M.K. Atatürk’ün bize yaşatmış olduğu bağımsızlık günlerinin, aslında tarihî bir “parantez aralığı” olduğunu biliyor, veya hissediyordum; çevremden aldığım intibâlarla… Mesela 1960 darbesinden sonra, Ülke’ye dönüp de mallarının peşine düşmüş olan bir Osmanlı kokonası’nın, ahbâbına, “Ankara’da meclis mi ne varmış, onun onayını bekliyoruz” dediğine bizzat şâhit olmuştum… Kaldı ki, İsmet İnönü gibi –eski mandacı- bir Kürt’ün, Devlet’in başına geçmesiyle, ve de Ordumuzu –NATO kisvesi altında- ABD subaylarının emrine sokmasıyla, son Osmanlı (veya Abdülhamit) zihniyetinin nasıl tekrardan aktif hâle geldiğine, ve Devleti ele geçirdiğine de şahit olmuştum, ilk gençliğimde… Babama, “bir gün benim bu atalarıma, onların da bana ihtiyacı olacak” dediğim bir konuşmamızda, o da beni, “ne yani, bu düzeni sen mi değiştireceksin?” gibilerinden müztehzî bir ifadeyle karşılamış, “evet, ben değiştireceğim” diye refleksif bir cevapla sesimi yükselttiğimde ise, “belki, ama ben göremem” şeklinde mırıldanmıştı; hiç unutmam… Sonunda, isrârım üzerine, sâdece İmam-ı Sultan Mevlâna Bekdaş Vakfı’nın mütevelliliğini –mahkeme kararıyla- üzerine aldı; ve almasıyla da ölmesi bir oldu… Babam M.Orhan Güran, talebeliği hep yatılı okullarda geçmiş, ve sonunda da, Gümüşsuyu’ndaki –sırf erkeklerden müteşekkil- Yüksek Mühendis Mektebi’nden inşaat mühendisi olarak mezun olmuş, dolayısile de “flört” nedir bilmeden büyümüş bir insandı. Ve nihayette, pencereleri kafesli büyük bir konakta, arap dadılarla, özel müzik dersleri alarak ve Amerikan kolejinde tahsil görerek yetişmiş, iyi bir ailenin kızını –çöpçatanlar ve görücüler aracılığıyla- almakla da, hayatını muhâfazakâr klişeler dâhilinde sürdürebileceğini sanmıştı, herhalde… Ama çok geçmeden –Babaannem’le birlikte- anlamışlar ki, hayatlarının en büyük stratejik hatasını yaparak, koyu Abdülhamitçi olan birinin kızını almışlar meğer… Başlangıçta bizimkiler, o aile ile olan zihniyet farkını sezinleyip, nişandan vazgeçer gibi olmuşlar ama, annem –kafes arkasından bir an önce kurtulmak için olsa gerek- ağlayarak istek belirtince, babaannem yumuşamış ve râzı olmuş… Nitekim ben, kendimi bildim bileli, bu iki ailenin hiçbir şekilde temaslarını görmedim; ve üstelik Annem tarafı, Babam ile Babaannem hakkında –onların gıyaplarında- demediklerini bırakmadılar; çocukların (bizlerin) beynini yıkamak için yapılan bir nevi “anti-propaganda” olarak… Kaldı ki, Annemin babasının, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün hukuk müşâviri iken, bizim vakıfların, düzenbaz memurlar ve dâva vekili simsarlar vasıtasıyla nasıl yağmalandığını bildiği halde, kayıtsız kalarak yapılan yolsuzluğa nasıl göz yumduğunu da hatırlamaktayım. Hatta Adnan Menderes nâm Âyan çocuğunun 1954’te, îmar harekâtı(!) kisvesi altında, II.Abdülhamit’in başlattığı “Istanbul’dan Bekdaşi adını silme” operasyonunu ikmâl etmesini, ve bu meyanda İmam-ı Sultan’ın Eyüp’deki türbesi ile, Karaköy’deki mescidini yıktırıp yok etmesini, keyifle izlediğini de iyi bilmekteyim…
Annem (Fevziye), Abdülhamit’in “Halep-Musul” sancakbeyi olan –ismini unuttuğum- Niksar’lı zâtın, evlâd edinerek İstanbul’da okuttuğu yeğeni, Av. Abdurrahman Rahmi Turaçlı’nın kızıdır. Ana okulundan itibâren Gedikpaşa Amerikan Koleji’nde okumuş; ama okula gidiş gelişleri daima dadısı “arap-bacı”nın sıkı denetiminde gerçekleşmiş… Liseye geçtiğinde okul, Boğaz’a (Bebek’e) taşındığından –o kadar uzağa gönderilmeyip- İstanbul Kız Lisesi’ne kaydedilmiş; ki bir yıl kadar sonra da evlenerek tahsilini yarım bırakmış… Mutaassıp Abdülhamitçi bir ailede Dünya’ya gelip, “flört” nedir bilmeden, Amerikan kültürünü tahsil ederek yirmisine varmadan evlenen annem, üç çocuklu genç bir kadın olarak 14/Mayıs/1950’ye ulaştığında –kendi gibi- Batılı görünümlü Abdülhamit’çiler iktidara geçmişti. Âyan çocuğu A.Menderes de, tıpkı annem gibi, Amerikan Koleji mezunu, Batılı görünümlü –gizli- dindar olan, ve dolayısile de toprak ağalığını savunan bir Abdülhamitçiydi. Ve Demokrat Parti kodamanlarını, “demokrasi” kisvesi altında şevke getiren esas sâik ise, bastırıldığı (gizlenip saklandığı) için kompleksleşmiş, hatta habisleşmiş (patalojik) cinsel içgüdüleriydi aslında… 1952’ye gelinip de NATO’ya girdiğimizde, -yasal(!) olarak- işgâle başlayan Amerikan askerleri sâyesinde(!) Ankara, öyle bir özgürleşmişti(!) ki, annemin gözünde tam bir “cennet”e dönüşmüştü; benim içinse cehenneme… Zira bir sürü “Türk-American Association” dernekleri kurulmuştu; iki halkın insanlarını İngilizce kurslarında, çay ve kokteyl partilerinde kaynaştırmak için… Annem buralarda İngilizcesini tazeleyerek, hem Amerikalılardan yâren edinmek, hem de bizim garibanlara hava atmak şeklinde kişilik geliştiriyor, ve de böylece kendini ispatlamaya çalışıyordu. Ama esas problem, Amerika’ya dönecek olan asker eşlerinin, ev eşyalarını satmak için evlerinde tertipledikleri –ve gazete ilanlarıyla duyurdukları- ikramlı müzayedelerden sonra çıkardı bizim evde… Çünki annem katıldığı her müzayededen, -ikramlara karşı ayıp olmasın diye- birkaç eşya alarak çıkardı, hiç gereği yokken; ve bu yüzden de, babamla tartışırlardı… Bu Türk-American Association’s süreci sonunda, 15/Nisan/1958’de kızkardeşimi kaybettim; devâsız lenf kanserinden… Bu elîm olayda, annemin havâi yaşantısının, ve flörtvârî ilişkilerinin büyük rolü olduğunu düşündüm hep… Çünki bir genç kızın, rahatça “flört” etkinliği gösterebilmesi için, annesinin mutlaka oturaklı olması îcap ederdi; ailedeki meleke rezonansının (rûhî birliğin) sarsılmaması için… Aksi halde bir genç kız, -melekeleri muhtel değilse- rûhen korunmasız olduğunu hisseder, ve dolayısile de “irade-içgüdü” diyalektik çelişkisini yönetmeyi öğrenmek üzere, “flört” dalgalanmalarına girme riskini göze alamazdı. Ki böylece de, “irade-cinsel içgüdü” çelişkisinin yaratıcılığını yaşayacağı yerde, bazı yakınlarının (msl. Annesinin) yanlış hallerini dert edinerek, kendi kedini yerdi… Nitekim kardeşim Esin de, -benden 18 ay büyük olmasına rağmen- annesinden göremediği rûhî desteği benden beklemiş, ve kendisine yapılan arkadaşlık (yani flört) tekliflerini hep benim onayıma (rıza’ma) sunmuş, ve hatta adaylara bizzat sundurmuştu… Kaldı ki Esin’ciğimin, ölmeden 1-2 akşam önce, bana formül şeklinde söylediği şu sözler de, gâyet net bir açıklama ve vasiyet gibiydi: Ergin bunlar beni mahvetti ama, sen çok güçlüsün ve bunların hakkından geleceksin!... Bunlar’dan kastı, çok genel yoz ilişkiler, ve bütün yozlaşmış insanlardı; rezonans şeklindeki duygusal ilişkimizle bana ihsâs ettirdiği…
1958 güzünde, İst.Üniv. Fen Fak. Fizik-Matematik bölümünde okumak üzere, Ankara’yı terk ettim. Tatillerde zaman zaman döndüğümde, şüphe duyduğum bazı ilişkilerinde, annemi hep uyarıyordum; bana –etraftan- söz getirtmemesi için… O da bana, söz ettirecek bir şey yapmadığını, sâdece kendine yardım eden arkadaş(lık)larının söz konusu olduğunu söylüyordu. Ama bir gün küçük kardeşim, bütün sâfiyetiyle, annemizin zanparasıyla yatak odasına kapandığını ifade edince, artık şüpheli bir durum kalmadı bence.. Bunun üzerine, Bayındırlık Bakanlığı “Köprü-Tunel”ler Proje Fen Heyeti Reisi olan babamın dairesine gidip sual ettiğimde, kendisi bana özetle, pek çok ailenin –artık- böyle yaşadığını, bu durumu fâş etmediğim taktirde, kimsenin bana lâf atıp tahkir edecek hâlinin olmadığını söyledi. Bunun üzerine ben de, dar bir çevreye mecbur ve mahkûm olduğum taktirde bunun böyle olabileceğini, ama o çevrenin dışına çıktığımda, bu tutumumun bana “şantaj” olarak geri döneceğini ifade ettim. Ayrıca, böyle bir –savunulamayacak- sırrın, benim düşünce (tefekkür) etkinliğimin objektivitesini bozacağını (veya engelleyeceğini) belirterek, ister boşan, ister boşanma ama ben bu durumu etrafa ilân (deklare) edeceğim dedim. Ki o da beni, bunu yaptığım taktirde, onlarla ilişkimi tamamen kesmem ve kendilerinden on para beklememem gerektiği, zira kendine her bakımdan yeterli olan bir kişinin ancak böyle bir işe kalkışabileceği şeklinde yanıtladı. Hatta bu arada, babaannemin israrlarına bile aldırmayarak, onunla da arasını açtı… Bunun üzerine ben, böyle bir “sosyo-psikolojik” bozukluğu millete ilân ederek taraftar kazanacağımı, ve de onlarla mücadele edebileceğimi düşünerek, hem de yaşadığım moral bozukluğu yüzünden, tam bir yıl Fakülte’ye uğramadım; yani ne derslere girdim, ne de sınavlara… Ne var ki, işin başında, fikrime –vah vahçı’lardan başka- taraftar kazanamadığımı gördüğümde, büyük bir düş kırıklığı yaşadımsa da, netice itibariyle, hiçbir tahsille elde edilemeyecek, çok değerli bilgilere ulaştım; ve de erken yaşta olgunlaştım… Bir defa, annemin, bakan eşi olan okul (sınıf) arkadaşları bile vardı; zanpara kullanan… Sonra, mutaassıp (!) bürokrat eşlerinden, “sevici (lezbiyen)” mektep arkadaşları da vardı; ayriyeten –gizli- gruplaşmalar ve oturumlar(!) yapan… Bunların “özel” hayatları, Devlet’in Milli Âmâle Hizmet (MAH) teşkilâtı tarafından resmen korunuyordu. Hatta bir ara ben bunları, “suçüstü” yapmak üzere bastırmayı düşündüm de, Milli Âmâl’in yani milli emellerin(!) nasıl güçlü bir şekilde korunduğunu anladım. Onun için, bugün dahi, bazılarının “çalma-çırpma ve seks” husûsundaki “özel hayat”larının aynı titizlikle (milli sır olarak) korunduğuna eminim… Bana genel olarak anlatılanlar, kadınefendi’lerin eskiden beri zanpara, yani zenpâre (kadın parçası) kullandıkları, bunun –en azından- Osmanlı sarayına kadar dayanan eski bir gelenek olduğu yolundaydı. O zaman hatırladım ve anladım, tanıdığım geçkin “deli saraylı”ların, kendilerini dolandırtacak kadar neden erkek düşkünü olduklarını, ve de Osmanlı sarayındaki kadınların, neden “vesikalık foto” çektirmek gibi bir âdetle, çıplak fotoğraflarının çekildiğini… Bu bilgileri bana verenler, o ilişkilerin içinde bulunup da, birbirlerini –âdeta- ihbar edenlerdi; genellikle… Ama aynı sıralarda, yakın çevremdeki büyüklerimden de öğrendim ki, meğer Demokrat Parti kodamanları arasında, kulampara (gulampâre) kullanan homoseksüeller ve sübyancı denilen “pedofili” sapıkları da varmış… Ve bu arada Adnan Menderes’e de, îtibarlı (iktidar sâhibi) adamların karılarını –siyasî nüfûzunu kullanarak- ayartmaktan ekstra bir zevk aldığı için, “gizli homoseksüel” teşhisi konulmuş; uzman psikiyatr’lar tarafından… Bütün bu gerçekleri, MAH’çılar da biliyorlardı ki, 27/Mayıs/1960 darbesinden sonra gizlice evlere dağıttırdıkları (veya postaladıkları) ilânlar veya beyannamelerde, demediklerini bırakmadılar; pezevenkliklerini itifaf edercesine (Bkz. 38.Tebliğ)… Yani 27 Mayıs darbesiyle devrilen siyasî iktidar(!), II.Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan konjoktürün dayattığı radikal dönüşümü (demokrasiye geçişi) yönetebilecek, aklı başında irâdî kişilerden değil, genellikle “aklı götünde” olan insanlardan müteşekkildi. Dolayısile de o siyasi kadro, objektif (bilimsel) düşünebilen ve stratejik projeler üretebilen bireylerden mahrumdu. Ve bir lider, şâyet objektif vizyona sahip değilse, yani teorik (bütüncül) düşünemiyorsa, hiçbir uzman danışmanın da, ona bir hayrı dokunmazdı; uzmanların spesiyalist, veya başka bir deyişle,“at gözlüklü” olmaları hasebiyle… Aslında DP liderliğini, “demokrasi ve özgürlük” yaftası (kisvesi) altında coşturan esas sâik, “devletçe korunan bir gizlilik altında, istedikleri gibi seks yapma imkânı”ndan başka bir şey değildi. Onun için de, tarihimize “âyan kayırmacılığı” noktasından –itibâren- bakan, ve de bir bilimsel metodolojiye sahip olmayan bu insanlar, dış mihraklar tarafından konjoktür icâbı kullanılan, ve kullanılma tarihleri geçince de harcanan, Abdülhamitçiler olarak geçtiler esas tarihe…
Babamla restleştikten sonra, üç yıl kadar hiçbir şekilde ilişkim olmadı onlarla… O müddet dâhilinde, bir yıl ara vermiş olduğum tahsilime devam ederek, 4 yıllık lisans eğitimimi tam zamanında ikmâl ettim (1962). Çünki, matematiksel mantıkla –teorik- düşünmek, dikkatimi dış etkilerden kurtararak, maddi mânevî bütünleşmemi (toparlanmamı) sağlıyor, ve bir nevî terapi yerine geçiyordu… Ama 1963 güzünde ODTÜ’ye asistan olup da Ankara’ya gidince, bir şekilde yeniden ilişki kurdum; yenilmemiş veya kaybetmemiş bir iddiacı olaraktan… Zira bizimkilerden, ikinci sınıf talebesiyken ayrılmış, ama üç sene sonra, birbuçuk yıl Ege Üniversitesi’nde M.Gündüz İkeda’yı asiste etmiş –tecrübeli- bir öğretim üyesi olarak ODTÜ Fen-Edebiyat Fakültesi dekanı Cengiz Uluçay’a asistan olmuştum… 1972 yılında ağır cezalar alıp, Yurt dışına kaçtığımda onlar, bir tesadüf eseri olarak Istanbul’da karşılaşıp, perişan hallerini gördüklerinde, çocuklarımla annelerini Ankara’ya alıp himâye ettiler; neme lâzım… Ama aynı sıralarda, Annemin, bir gece vakti baskınıyla polisin (ve/veya MİT’in), Babamı – benim hakkımda – sorgulamasına aracılık yaptığını öğrenince de çok canım sıkıldı. Zira, anladığıma göre MİT, Babamın, hakkımdaki düşüncelerini veya hissiyâtını öğrenmek istemiş, Annem de buna zemin hazırlamıştı; mâkul gibi görünen nedenlerle sorguya müdâhil ve muhâtap olmayarak… Annem ömrü boyunca, “özel hayat” gizliliğinin korunması karşılığında MİT’e hizmet etti. Hatta –bazı belirtilerden- öyle sanıyorum ki, son zamanlarında, MİT’e haber elemanlığı yapan “ayak takımı”nın şantajlarına bile boyun eğmek zorunda kaldı. Çünki mesela, babamın, ölümünden sonra bana verilmek üzere yazıp kendisine emânet ettiği mektubunu, -kendisinde olduğunu kabul ettiği halde- “nereye koyduğumu şimdi hatırlayamıyorum” gibi bahânelerle bir türlü bana vermedi; daha doğrusu veremedi sanırım… O mektup bana, babamın ölümünden tam 16 yıl sonra, hem de bozuk bir fotokopi olarak, çok dolaylı yoldan iletildi; ki o zaman (1996), kendisi de çoktan –kanserden- ölmüştü… Adı geçen mektupta, sakıncalı görüldüğünü sandığım hususlardan biri, benim hayattayken sorup da teyit ettirmek istediğim, ancak kendisinin açıklamaktan kaçınarak kem-küm ettiği, “27/Mayıs/1960’tan sonra, Atatürkçü görünümlü Abdülhamitçiler tarafından Nakşibendî nâm taifeye peşkeş çekilen, Eyüp’deki muhteşem Âgâh Efendi –Bekdâşi- Dergâhı külliyesinin (şadırvan, mescid ve hazîresiyle birlikte) bizim aileye ait olup olmadığı?” sorusuydu; ki mektubunda, bu soruma kesin bir şekilde olumlu cevap veriyordu… Diğerinde ise, -hayattayken hiç yapmadığı bir şekilde- benim çok akıllı bir insan olduğumu vurgulayarak, bazı uyarılarda bulunuyordu… Aslında annem,-benden de anlaşılacağı gibi- melekeleri çok sağlıklı olan, ölçü âleti kullanmadan, sâdece “el kararı” veya “göz kararı” denilen yöntemlerle, tasarımlarında gâyet isâbetli kararlar verebilen, irâdî bir insandı. Babam, birçok niteliklerimi ondan almış olduğumu vurgular, ve de onun bir yaştan sonra şaşırmasını, hormonal (dişilikle ilgili) dengesizliğine bağlardı. Yani aslında annemin hayatı, Amerikan eğitimi aldığı halde, flört ederek bilinçlenmesine (ve kendini ispatlamasına) olanak tanınmamış, ve bununla birlikte de, kafasına nakşedilmiş bir “Allah” mitiyle korkutulmuş bir kadının dramıydı. Memleketi “şizoitler tiyatrosu”na çeviren bu “dram”ın senaryosunu II.Abdülhamit yazmış, Kürt asıllı –gizli- Abdülhamitçi İsmet İnönü de sahneye koymuştu; sâdece dişilikle kendilerini gösterebilirlerken, aynı zamanda zihinlerine çakılan bir “Allah” mitiyle de korkutulan, kadın figüranlar oynasınlar diye… Nitekim Kürt İsmet, yalvar-yakar aldığı Mevhibe’yi de Çankaya Köşkü’ne hapsedip, doğru dürüs Türkçe bilmeyen annesinden aldırdığı din dersleri ile eğiterek(!), akrabalarıyla (bizlerle) görüştüremeyecek kadar yobazlaştırmış, ve bu “içe kapanık”lığı da, bir nevî asâlet kisvesiyle örtmeye çalışmıştır. Çünki Kürtler, “kast” kökenli olduklarından, feodal asâlete pek özenmektedirler; ama aslında, alâkaları yoktur. Zira bir defa, tasarruf ettikleri toprakların tapuları hiçbir zaman kendilerinin olmamış, daima bir senyör (vasî) devletin uhdesinde kalmıştır. Sonra da, idârî liderlikle dînî liderlik –genellikle- aynı bir kişinin (şıh veya ağanın) şahsında toplanmıştır… Ayrıca Kürtlerin, fâtihân Türklere mahsus, “havassî” asâletinden, haberleri bile yoktur… İsmet İnönü’nün evliliği olayı bile, başlıbaşına, kastî Kürt zihniyetinin asimilâsyon gücü hakkında bir örnek teşkil edebilir pekâlâ… Yani Devletimizde –zâhiren Türk gibi görünerek- görev alan Kürtler, aslında Türkleşmemiş, bilakis kazandıkları siyâsî nüfuz sâyesinde, çevrelerini Kürt zihniyetiyle asimile etmişlerdir. Çünki Türklük diye bir ideoloji veya dogmatik bir doktrin (ezber) yoktur; Türk olmak adam olmaya çalışmak demektir aslında… Dolayısile bugün, kalkışmacı Kürtlerle zıtlaşan insanların çoğu da, aslen Kürt kökenlidirler... Ayrıca Kürt İsmet (İnönü), Atatürk’ün okuttuğu ve yetiştirdiği ne kadar akrabamız varsa, Devlet görevlerinden uzaklaştırıp, yerlerine, kendine biat edecek köksüz kökensiz yobazları doldurmuştur. Mesela bunlardan biri, II.Dünya Savaşı sırasında Askerî Fabrikalar Genel Müdürü olan makine mühendisi Lütfü Bey, diğeri ise, uzun yıllar Atatürk’ün “Musul meselesi”ni –Musul’da gazete çıkarmak sûretiyle- yerinden takip etmiş Zihni Bey’dir; babamın kuzenleri (dayı çocukları) olaraktan… Buna rağmen Kürt İsmet âhır ömründe çıkıp, hiç utanmadan, “ben Atatürk’ün Musul dâvâsını unutmadım” diyebilmiştir… Kaldı ki, yakından tanıdığım –oğlu- Erdal da aynı karaktere sahipti; ve ODTÜ’de, Dünya çapında değerli bilim adamlarını harcamış, ve yerlerine, bilimi dinsel amaçlarına âlet etmek için, yapmayacakları şeytanlık olmayan fanatik yobazları getirmiştir. Ama ne haklı bir “kader-i ilâhî”dir, veya rövanştır ki, Erdal İnönü, profesörlük tezi olarak –Kuantum Teorisi üzerine- yaptığı çalışmanın önemli bir kısmını, benim çalışmamdan intihâl (çalıntı) yapmak sûretiyle ikmâl etmek zorunda kalmış, ve bu gerçek de, ölümünden çok önce tarafımdan bilim dünyasına açıklanmıştır; İnsan (Emek) Bilimi kitabımla… Ve kulaktan kulağa birbirlerini haberdar eden ünlü üniversite hocalarınca da, çok ayıplanmıştır kendisi…
İnsan(Birey) Olanları, İnsanımsı Sürüsünden Ayıklamak(Selekte Etmek) Gerek:
Atatürk’ten sonra, “kapitalist burjuva” seçim sistemiyle demokrasiye geçilip de, Türkiye insanımsı sürülerinin tercihine göre yönetilmeye başlayınca, fâtihân (Bekdaşiyân) soylar ve onların –kayırmacılık bilmeyen- seçilim (seleksiyon) anlayışı nisyâna gömüldü. Ve de onun yerine, Abdülhamit zihniyeti hortlatıldı; ki böylece de, kayırmacılık ve “negatif seleksiyon” düzeni(!) yeniden tesis edilmiş oldu. Bunun neticesi olarak da, gittikçe daha açgözlü insanımsılar yönetime geçer, ve de memleketi taksit taksit satarak ceplerini doldurur oldular. Bu süreç geri çevrilmediği taktirde, ülkemizin hisse senetlerini elinde biriktirmiş olan birilerinin çıkıp –Türkiye üzerinde- mandaterliğini ilan etmesi kaçınılmazdır. Çünki “kapitalist burjuva” demokrasisi, sömürgecilikten yararlanarak yaptığı birikimi sanayileşmede kullanabilmiş, ve dolayısile de yeni bir sömürü çarkı tesis edebilmiş toplumların kârıdır. Sömürge olmuş veya geri kalmış toplumlarda, bu rejimin ancak komedisi oynanabilir, ama aynısı aslâ gerçekleştirilemez. Zira “kapitalizm” rejimi demek, herkesin mal(para) sirkülâsyonunun içinde metâlaşması, dolayısile de “merkez vatan”ın inisiyatifine (câzibesine) kapılarak, onun bir uydusu hâline gelmesi demektir. Onun için, geri ülkelerin, “kapitalist burjuva” ülkeleri ve rejimleriyle –aynı kulvarda- rekâbete girmeleri hâlinde, diktatörlüğe kaymaları ve çıkmaz sokaklara girmeleri kaçınılmazdır. Zira, yeni bir “finans kapital” çekim merkezi oluşturamayınca, “kayırmacılık” sarmalına girmeleri mukadderdir; âdeta… Onun için artık fetih âyarlarımıza dönmemiz, ve dolayısile de, insanımsı sürülerinin içinden, mallaşmayacak “birey” insanları ayıklayarak öne çıkarmamız gerekmektedir. Ki bununla beraber, “insan(lık)” timsâli olanların (yaratıcılık yapanların) karşılıksız finanse edildiği, ölümsüz bir “devlet” de gerçekleştirilebilsin…Yoksa adam (birey) olacak gençlerimiz –bile- çoğunluğu teşkil eden insanımsıları taklit etmek zorunda kalarak insanlıktan (bireylikten) çıkacaklardır. Ve böylece biz de, kendini yönetemeyen bir ülke durumuna düşerek, birilerinin mandaterliğini kabul etme mecburiyetinde kalabileceğiz… Çoğunluğun düşünce ve davranışları, veya insanımsıların tutkulu (dogmatik) inançlara bağlı zihniyetleri, normal insanlardaki “empati” sezgisini tahrik etmek sûretiyle, onların kendilerini taklit etmelerini sağlayabilir; hele ki yöneticiler de, insanımsı çoğunluk tarafından seçiliyorsa… Bu da demektir ki, geri ülkelerde tatbik edilmeye çalışılan “kapitalist burjuva demokrasisi” bir bakıma, o toplumun geri kalması için tertiplenmiş “yasal provokasyon” gibi bir şeydir… Ve de artık anlaşılmıştır ki, fatihân (Bekdaşiyân) soylar ve zihniyet bittiğinde, Türkiye diye bir şey kalmayacaktır… Kürt İsmet’le başlayan Atatürkçülük nâm uyduruk ideoloji, artık iflâs etmiştir. Bugün –hâlâ- Atatürk’ün adını siyasî malzeme olarak kullanmaya devam edenler, şâyet yobazların provokatörleri değillerse, küçükburjuva’ca soytarılık yapıyorlar, ama her hâlükârda kargaşaya hizmet ediyorlar demektir.
Bir defa, insan (birey) olanlar için, içgüdüsel (hayvanî) ihtiyaçlar, ve o ihtiyaçları giderirken alınan hazlar, -en kısa yoldan- tatmin olunup kurtulunması gereken bir “def-i hâcet” olayıdır. Çünki, melekeleri olgun veya sağlıklı olan birey insanlar, tefekkür edip yaratıcı etkinliklerde bulunmaktan da büyük zevk alırlar… Oysa insanımsılar, yaratıcılık yapamadıkları ve dolayısile insanî zevkleri tadamadıkları için, insan taklidi yaparak –ehlî hayvanlar gibi- rutin işlerde çalışmakla birlikte, kafalarında hep içgüdüsel hazlarla (özellikle de seksle) ödüllendirilme beklentisi içinde yaşarlar. Bu insanımsılar, damak zevkine ve cinsel hazlara –şartlı refleks şeklinde- o kadar alışırlar ki, metabolizmanın ve hücre rejenerasyonunun yavaşladığı, ve cinsel hormon seviyesinin düştüğü ileri yaşlarda bile, etkinliklerini âyarlayamayarak obez ve seksopat hâline gelirler. Aynı şekilde bunlar, alkol ve sigara kullanmayı da beceremez, hücre ve doku yenilenmesinin yavaşladığı ileri yaşlarda, dozu düşüremeyip hasta olurlar. Çünki bunların sayma(ritm) ve sıralama melekeleri muhtel olduğundan, bünyelerinde vukû bulan sözkonusu değişimleri ölçemez veya fark edemezler… Ayrıca bunlar, hayvânî “şehvet hırsı” ile insânî (melekelerden kaynaklanan) sevgi duygusunu da ayırt edemeyeceklerinden, “ensest” ilişkilere girişip, insâni etkinlik ve ilişkilerden tamamen izole olmuş, yardıma (tedâviye) muhtaç psikopatlar hâline de gelebilirler. Dolayısile, bu gibi insanlar (insanımsılar), otokritik sahibi veya “fail-i muhtar” olmayan, güdüme muhtaç ve mahkûm kişiler olaraktan, bir “Allah” mitine ve onun elçi veya temsilcilerine bağlanmak ıstırârındadırlar. Çünki, “dolap beygiri” misali yaptıkları rutin çalışmalar sonunda, içine girdikleri içgüdüsel tatmin (ve haz) beklentilerinin, kendilerini yaratmış olduğunu tahayyül ettikleri “Allah” tarafından karşılandığına inanmaktadırlar. Oysa artık biliyoruz ki, insan olma sürecindeki primatlar (veya insanımsılar), içgüdüleri engelleyen ritm melekesi sâyesinde, ve de “sayma(ritm)-sıralama” melekelerinden mütevellid “tabu” yasaklarıyla insan olmuşlardır. Yani içgüdüleri tatmin ederek ve o etkinliklerden haz alarak değil, içgüdülere, sayma-sıralama etkinliklerinin meleke kesbetmesiyle, ve de o melekelerin türevleri olan sanatsal ve bilimsel aktivitelerle karşı çıkarak, insan olunmaktadır… Dolayısile insanlık artık bir yol ayrımındadır; ya insanımsı sürülerinin eğilimleri uyarınca tüm birey insanlar da –insânî etkinliklerden alıkonularak- bazı adamların (peygamberlerin) binlerce yıl önce anlatmış oldukları hikâyeler (dinler) ekseninde gericiliğe mahkûm edilecekler, ya da birey insanlar, inisiyasyon usûl ve sınavlarıyla ayıklanıp, insanımsı öbeklerine kılavuzlanacaklardır. Yani netice itibariyle denilebilir ki, beslenmeyi ve seksi bir “def-i hâcet” olayı olarak gören insanlarla, bu –hayvânî (biyolojik)- hazları, hayatın başlıca gâyesi ve övünç vesilesi hâline getiren insanımsılar arasında dağlar kadar fark vardır. Ve bu farkın, bir gençlik gurubu içinde, objektif (bilimsel) kriterlerle ortaya çıkarılması da gâyet kolaydır; hem grup üyelerinin vereceği sempati oylarının, hem de dış gözlemcilerin yapacakları tesbitlerin değerlendirilmesi şeklinde… Zira inisiyatör veya kreatör tandanslı kişiler, her şeyden önce orijinal işler ve oluşlar gerçekleştirmek üzere, insanları sevk ve idare ederler. Ve dikkat çekmek için onları taklit eden veya soytarılık yapan sahtekârlar da, dış gözlemciler tarafından kolayca tesbit edilebilirler; gruptakiler havaya kapılsalar veya dolduruşa gelseler bile… Kaldı ki, insan olanların anlayamadığı (hatta tahmin dahî edemediği), insanımsıların da söyleyemediği (itiraf edemediği), dolayısile ancak deneysel olarak ortaya çıkarılabilecek farklar da vardır aralarında… Mesela, melekeleri güçlü(olgun) insanlar, uykuda dahî, -uykunun çeşitine göre değişen oranlarda- az çok, zamanın ne kadar geçtiğini tahmin edebilirler. Ama tam “insanımsı” olanlar, uyku hallerini, narkozla uyutulmuş gibi, “sıfır zaman”da geçirirler. Yani “yedi uyurlar” efsanesi, ancak insanımsıların uydurabileceği, ve de inanabileceği bir masaldır aslında… Ayrıca, “hafiye yakalama” oyunuyla, bir kişinin, “çevre farkındalığı”nın değerlendirilmesi şeklinde de, “meleke” sıhhati kolayca test edilebilir… Yukarda bahsedilen “def-i hâcet” terimini, içgüdüsel ihtiyaçların küçümsenmesi şeklinde, veya “olmasa da olur” gibilerinden anlamamak gerekir. Bu terim gençlikte, “doyuncaya kadar yapmak, ve bir süre bıkmak” şeklinde, ileri yaşlarda ise, “ne kadar rejenerasyon, o kadar iştah” şeklinde anlaşılmalıdır; tabii ki… Yani bu, birey insanların, zâten pratik hayattan çıkarabilecekleri veya mâlûmu olan bir tanımdır; ve de sâdece, makam ve kariyer sahibi olmuş insanımsıların –muhtemel- itiraz ve mugalâtalarını önlemek üzere zikredilmiştir burada… Çünki onlar (insanımsılar), birey olacak insanların, “irade-içgüdü” diyalektik çelişkisini yönetmeyi öğrendikleri, ve dolayısile karşıt cinslerin birbirlerine melekî rezonans bakımından da muhtaç oldukları, gençlik çağlarının “flört” ilişkisini, bir ömür boyu yaşamak zorundadırlar. Ve onun için de, “flört” ilişkisinin üstüne çıkmayı, hayal bile edemezler.
Aslında insanlığı, kadîm uygarlıkları kuran –orijinal- devletlerin bânileri, yani ateş ve güneş tapınaklarında “inisiye” olarak temâyüz etmiş birey insanlar yaratmıştır; hânedanlar öncesinde… Ama bugün tüm devletleri, insanların yaratığı olan “mal”lar ele geçirmiştir; zira bugün her insan, sermayedar (kapitalist) olmasa bile, ecîr (ücretli) biri, yani mal’dır. Hatta üstelik, insanların yapacakları buluş ve yaratıcılıklar bile, peşinen “mal”laşma potansiyeliyle ölçülerek değerlendirilmekte ve satın alınmaktadır. Oysa başlangıçta, insan olalım diye, kimse bizi finanse etmemiş, veya maaşa bağlamamıştı… Mal’laşan insanlık, piyasa koşullarına mahkûm olduğu içindir ki, insanların bir kısmı dejenere olmakta, diğer kısmıysa acından ölmekte… Hiçbir “ecir”ler organizasyonunun (Komünist Parti vs.) bu düzeni değiştirebilme imkânı yoktur; ki nitekim kanlı ve cafcaflı devrimlerle bile değiştirememiştir…. O halde Eyy adam (birey) olanlar, devletleri orijinal şekliyle yeniden tesis, ve insanlığı ihyâ etmek üzere, her şeyden önce bir “inisiye (kademli) insan seçilimi” sistematiği –yani tarikat- kurmak üzere birleşiniz!... Bu, eğitim sisteminde, Aristo’nun, çömez yetiştiren Akademya’sından (ve şimdiki üniversitelerden), Pisagor’un, sanatsal ve bilimsel etkinliklere katılımcı seçen (ayıklayan), ve diğerlerini de ancak seyirci olarak kabul eden Tarikat sistemine dönüş anlamına da gelecektir aynı zamanda…
Fâtihân (ve Bedaşiyân) Türklerin hiçbir zaman ideolojileri olmadı ki, liderleri, yani flüt (veya kaval) çalarak önde giden çobanları olsun… Fâtihân Türkler, insanlığın bilincine varmak isteyen “ehl-i tarik” inisiyatörlerdi; din ise, onlar için -1826’ya kadar- bir “insâniyet referansı”ından başka bir şey değildi… Savaşları kazanan mareşaller de, zorba reaksiyonerleri silahla ortadan kaldıran, askerî uzman aktivistlerdi aslında…
Türkiye’nin mâkûs talihi, mağlup (ve satılmış) Osmanlı’nın, hem emperyalistlere yaranmak, hem de “câhil-cühelâ” tebasına övünmek üzere yazdırmış olduğu “düzmece (yalan) tarih” yüzündendir. Zira biz, -Osmanlı’nın “U” dönüşüne uyarak- “Bizans’ı, prekapitalist düzenine hiç dokunmadan yendik” anlamına gelen bir düzmece tarihi kabul ettiğimizde, fetih hakkımızdan vazgeçip, “fuzûlî şâgil” durumuna düşmekteyiz. Böyle bir durumda, Rumların “topraklarını geri alma” hakkı doğduğu gibi, Araplar tarafından da, “İslâmın efsunuyla fetih yaptık iddiasına binaen, pay isteme” hakkı dillendirilmektedir… Aslında ise biz Bizans topraklarını, insânî seçkinler, yani kademli(inisiye) insanlar ülkesi yaparak fethettik; zira “gömü”müz, kölemiz de yoktu, kayıracak yârânımız da… Ama tam sanayî devrimi sularında, -Fütüvvet veya Tarikat’ın- “insan seçilimi” sistematiğini tedrîcen ilgâ ederek, hânedânını “daim hükümran” kılmak isteyen Osmanlı’nın salaklığı ve ihâneti yüzündendir ki, kapitalizme râm olduk; vesselâm…
Şimdi artık, Osmanlı’nın 1826’dan itibâren, emperyalistlerle anlaşarak yakıp yıktığı, zimmetine geçirip kayıtlarını sildiği gerçek tarihimiz ortaya çıkarılmaktadır; hem atalarımın bıraktığı izleri tâkiben, hem de İnsan(Emek)Bilimi metodolojisi uyarınca… Yani demek ki, gerçek tarihimiz, İnsan (Emek) Bilimi gibi bir modern antropoloji disiplinini yaratmış, İEB gibi bir bilimsel disiplin de gerçek tarihimizi ortaya çıkarmıştır aslında…
Bu işin artık, mugalâtaya boğulabilecek tarafı yoktur; zira fetih tarihimiz ve yaşam pratiğimizle, antropoloji bilimi arasında kurulan “feed-back” etkileşimi sâyesinde, her iki disiplini de geliştirerek (güncelleyerek) yaptığımız bu emsalsiz çalışmaya karşı, herkes, ya –fikrî katkı yapmak veya sual açmak şeklinde- hayırhah bir tavır takınacak, ya da susmaya devam ederek, emperyalistlerin “yargısız infaz” fiiline(cürmüne) iştirak etmiş olacaktır.
Ama her şeye rağmen bu çalışma, fetih inisiyatifimizin, eylemde duraklasa bile, tefekkürde devam ettiğini (yani ölümsüz olduğunu) ispatlamıştır!..
Ali Ergin Güran: 08/04/16