“Bilimin siyâsete âlet edildiği, en büyük provokasyon” akımı: Komünizm…
İlk insanlar (insanımsılar) sanki, serbestçe çiftleşerek üreyen primatlarmış da, bütün dertleri ve düşünceleri, “beslenme ve barınma imkânlarımızı, nasıl olur da geliştiririz” husûsunda düğümleniyormuş… Yani insan, din kitaplarında da belirtildiği gibi, “akıllı (veya en kurnaz) mahlûk” olarak yaratılmış meğer(!)… Tarihî Materyalizm masalındaki, üretim ilişkilerinin ve tarzının gelişme aşamaları, hele ki “ilkel komünal toplum” başlangıcı, “tarih öncesi-zon”dan bîhaber olan tüm “tarihî devirler” insanının paylaştığı ortak bir “ideal (arzulanan) varsayım”a dayanmaktadır; insanın, hayvânî (biyolojik) ihtiyaçlarını karşılamak üzere akıllandığı, veya aklın “pragmatik hayvan” özelliği (aparatı) olduğu şeklinde… Ki peygamberlerin temel varsayımı da, insanın “konforlu hayvan” olmak üzere –akılla- yaratıldığı anlamındadır. Yani, “insan,hayvanlığın veya canlılığın antitez’i veya inkârcısı (negasyoneri) olarak –hayvandan kategorik farklı bir yaratık şeklinde- oluşmamış da, hayvanlıktan (canlılar âleminden), kurnazlığı ve çıkarcılığı sâyesinde temâyüz etmiş…” anlamına gelen, eşdeğer varsayımlar bunlar… İnsan olacak primat sanki, sayma (ritm) etkinliğiyle (melekesiyle) ordinal, sıralama (adımlama) eylemleri ve melekesiyle de kardinal özellikler kazandırarak “sayı”ları, ve de “ölçü”leri yaratmamış, ve bu enstrümanlarla çevresini değiştirmek üzere “geri etkime”li “düşünce-davranış” faaliyetlerine yönelmemiş de, daha iyi nasıl beslenir ve ürerim arayışı içinde “deneme-yanılma” egzersizleri yaparken, veya “ilhâm(vahiy)” şeklinde içine mâlûm olmasıyla, sayıları keşfedip bilim yapmayı öğrenmiş… Buradan açıkça anlaşılmaktadır ki, –lâfzen ne gibi mugâlâtalar yapılırsa yapılsın- Komünist ideoloji de, dinsel öğretilerle aynı yanlış varsayımı paylaşmaktadır. Yani aslında, hem dinler, hem de komünizm, insan’ı, hayvânî (içgüdüsel) ihtiyaçlarına göre amaç tasarlayarak, onu gerçekleştirmeye çalışmakla gelişen (akıllanan) bir “ideolojik hayvan” olarak tanımlamaktadırlar. Onun için de politikaya pek fazla bel bağlamaktadırlar; hatta “hedef tasarım” teorisinin, lâstik gibi sündürülmesine olanak tanıyacak kadar… Ve dolayısile de, böyle bir ideolojik düşüncenin dilekleri, genellikle realiteye uymamakta, -devlet zoruyla dahî olsa- uydurulamamaktadır. Oysa gerçekte, ritmik hareketler, ve hele ki, bunun meleke kesbetmesi olayı, canlılar âleminin “refleksif etkileşim” ortamında –husûle gelen bir kaostan neşet etmiş- emsâli olmayan bir fenomendir; ve insanı, canlılar âleminin negasyoneri yapan, o âlemden kategorik olarak farklılaştıran da budur. Dolayısile, ritm melekesinden mütevellid akıl da, insan denilen hayvanın, faunasına ve hatta tüm “eko-sistem”e sığmayan bir yaratık hâline gelmesini sağlayan, yapay (doğal olmayan) bir özelliktir. Ama dinler gibi, komünizan ideolojilerde de –bir kadro tarafından- güdülen esas (gizli) amaç, biyolojik ihtiyaçların karşılanması husûsunda ortaya çıkan paylaşım anlaşmazlıklarında, hakkı yenen çoğunluğun desteğini kazanarak iktidara geçmekten başka bir şey değildir aslında... Zira en idealistleri dahî, içlerinden, “iktidara geçince, devlet zoruyla her meseleyi hallederiz (daha doğrusu ört-bas ederiz)” diye düşünmektedirler. Ancak, iktidara geçen kadronun, kendini –objektif olarak- nasıl müeyyidelendireceği husûsu, dinlerde de, komünist ideolojilerde de belirsizdir. Dolayısile de, iktidara geçen her idealist kadro, ister istemez “kayırmacılık” yapmaya mecbur kalarak, toplumda bir “menfî seleksiyon” seçiliminin oluşmasına yol açmaktadır. Ki böylece de, melekeleri güçlü olan gerçek seçkin (inisiye veya kademli) insanların eseri olan “devlet” müessesesi dejenere olup, açgözlü hayvanların (insanımsıların) –içgüdüsel- taleplerini karşılamaya mâtuf çalışan bir paylaşım organizasyonu şekline dönüşmektedir; en oportünistlerini de seçkinleştirip zorba yöneticiler hâline getirmekle birlikte… Zira resmî ideoloji, insanların beynini, “insânî menfaat, beslenme ve üreme etkinliklerinin çokluğu ve kalitesiyle ölçülür” anlamındaki propaganda ile yıkamaktadır. Ve tabii ki en sonunda da, en güçlü oportünistler, kapital sahipleri olmaktadırlar; kapital birikiminin en büyük olduğu ülkeleri de, lider sömürgen (emperyalist) yaparak… Zâten, -bir Allah’a- tapınan ve/veya ücretle çalışan zümreler açısından geliştirilen bir teorinin de, objektif olabilmesi mümkün değildir; zira bu zümreler, tarihî –ve geçici- bir kategoriden başka bir şey değildirler. Nitekim, işçi ve hatta iş yöneticilerinin yerine, robot ve bilgisayarlar ikâme etmek, mümkündür artık... Ve “tapınma-yakınma” etkinliklerinin sağladığı faydalar da, meditasyon ve psikoterapi aktiviteleriyle fazlasıyla karşılanabilmektedir. Nitekim 20.Yüzyıl’da, geçmişin dindar hânedanları gibi, komünist kadroların da devlet yönetemediği (veya yaşatamadığı) açıkça ortaya çıkmıştır. Bundan sonra esas mesele, “kapitalist-emperyalist” devletlerin foyalarını çıkararak, insanlığı, bir globalist tiranlığa mahkûm olmaktan ve kıyâmete sürüklenmekten kurtarmaktır. Aslında, kapital sâhiplerini seçkinleştiren bir rejimin, hangi geleneksel –yanlış- “genel kanı” üzerine oturtulmuş olduğu gâyet açıktır; ki bu da, “bilim ile dinin, kategorik (ve mantıken) farklı düşünce sistemleri olduğu” anlamındaki kanıdır. İnsanları “şizofreni” hastası hâline getiren bu yanlış kanı, paradoksal (akıl dışı) olduğu ispatlanmış Aristo Mantığı’nın, hâlâ geçerli sayılmasından kaynaklanmaktadır. Oysa dînî düşüncenin iskeletini teşkil eden Aristo Mantığı, Matematiksel (Sembolik) Mantık tarafından paradoksallığı gösterilmek (Russell Paradox), ve doayısile de, onun, “mutlak eşitlik” prensibi ile “sıra dışı varlık” kabulünün aklî olmadığı ispatlanmak sûretiyle çürütülmüş ve aşılmıştır. Ama Betrand Russell’ın 1901 yılında keşfetmiş olduğu paradox, -insanlığın geçmişini ve geleceğini bildikleri iddiasını güden- komünistler tarafından bile anlaşılıp, vulgarize edilerek halklara îzah edilememiştir. Zira komünistler de, aklın, insana –daha konforlu hayvanlık yapsın diye- eklemlenmiş bir aparat olduğu kanısını paylaşıyorlardı; dindarlar ve kapitalistlerle beraber… Demek ki, komünizm aslında, patronlara öfkeli işçilerin hissiyâtını paylaşan bazı düşünürlerin uydurmuş olduğu, yani aslında ısmarlama (subjektif) bir ideolojidir. Zaten bu düşünürlerin, din konusundaki anlayış ve tutumlarını gösteren Ateizm akımı da, “Tanrı’sına öfkelenmiş dindar kafası”nın ürettiği hezeyanlardan başka bir şey değildir. Çünki gerçek bir negasyonerin, Tanrı’nın yokluğunu iddia ederek dindarlarla kısır çelişki ve çekişme içine girmemesi, Aristo Mantığı’nın paradoksallığından hareketle, “sıra dışı varlık” kabulünün akıl dışı olduğunu, dolayısile de, böyle bir –muhayyel- kavramın ancak, “hem var, hem de yok” veya “ne var, ne de yok” gibi absürt bir tanıma oturtulabileceğini vurgulaması gerekirdi. Böylece de, dindarlara, iddialarında inatlaşarak güçlenme imkânı sağlayacaklarına, onları, “akıl dışı” varsayımlarını (Allah mitini) olumsuzlamak sûretiyle red ve cerh edebilirlerdi. Kaldı ki, her an büyümekte ve serpilmekte olan bir bedenin yönetim zorluğu muvâcehesinde, çocukların, bir değişmez varlık hayal edip onunla dertleşmeleri mâkul görülebilirdi ama, erişkin (veya ergin) insanların muhayyel varlıklardan medet ummaları normal sayılamazdı. Zira kendini bilmeye (bilinçlenmeye) ve yönetmeye çalışmak eylemi zâten Tanrısal bir etkinlikti; ve dolayısile de, ayrıca hâriçte bir –muhayyel- güç vehmetmenin anlamı sâdece, sosyolojik düzen veya düzenbazlıkla ilgili olabilirdi; eğer bir hastalık sözkonusu değilse… Onun içindir ki, komünizm ve ateizm gibi akımlar, kapitalistler tarafından gâyet iyi(!) kullanılmıştır; ve hâlâ da, anti-kapitalist bir negasyonun oluşmaması için (yani provokasyon için) kullanılmaktadır. Çünki bu şekilde, komünistler vasıtasıyla, “devlet kapitalizmi”nin ne kadar kötü bir rejim olduğu gösterilmekte, ateistler eliyle de, dindar sürülerindeki “Allah’ın varlığı” inancı –inatlaşılarak- pekiştirilmektedir. Böylece de, öfkeli kapitalizm karşıtlarının, servet hasetçileriyle birlikte çıkmaz mecrâlarda enerjilerini boşaltmaları sağlanmakta, ve dolayısile de, gerçek bir “anti-kapitalist” negasyonun oluşması engellenmektedir.
Komünistlerin “İlkel Komünal Toplum” Ütopyası…
Vahşi hayvan topluluklarında bile, yakın akraba çiftleşmesi (ensest) engelleniyor ve erkek ergenler gruplarından kovuluyorken, ve üstelik ilkel insan klânlarında “cinsel tabu”nun hüküm sürdüğü de –mesela Amazonlar vasıtasıyla- iyi biliniyorken, insanların içgüdüsel saiklerle gelişip akıllandığını düşünmek, ancak, birilerine karşı öfkeli (subjektif) olmakla, ve/veya ısmarlama kurgu yapmakla mümkün olabilir. Ki buradan da, Komünizm’in, “patronlara öfkeli işçiler” tarafından ısmarlanmış –propaganda, ajitasyon ve hamâset edebiyatına dayalı- ütopik bir teori olduğu kolayca anlaşılabilir… Aslında, -mal ve hizmet üreten- işçiler açısından patronları (kapitalistleri) eleştirmeyi, rutin fonksiyonları (görevleri) olan ehlî hayvanlar açısından sâhiplerini eleştirmeye benzetirsek, sonuç olarak en doğru karar, hayvan sâhiplerine benzer şekilde, kapitalistlerden sâdır olacaktır tabii ki… Üstelik kapitalistler, tarihî devirlerdeki “dinsel üstyapı”yı da –fikren- tevârüs ettiklerinden, insan topluluklarına ekstradan bir kohezyon (iç çekim) veya “dayanışma rûhu” da sağlamaktadırlar... Zira insanlar, “tarih öncesi-zon”da edindikleri, –ritmik rezonanstan (âyinlerden) mütevellid- içgüdüsel tutukluklarının şekilsel simgeleri olan “tabu”ları, tarihî devirlerde yıkmış olsalar da, sekse ve kaçamak beslenmeye karşı içlerine sinmiş bulunan tabusal korkuları (psikolojik frenleri) hep taşımışlardır; bilinçsizce… Ve onun için de, çiftleşme ve beslenme etkinlikleri husûsunda daima tanrısal bir meşrûiyete ihtiyaç duymuşlardır; tanrılara yakın duran (veya sayılan) hâkim zümreler veya kişiler vâsıtasıyla… Zira, aksi halde, toplumsal düzen mümkün olamazdı… Nitekim en iddialı Komünist deneyi “Sovyetler Birliği”nde bile, son sözü kapitalistler söylemiştir; ve Çin husûsunda da söylemektedirler… Böylece, son tahlilde de anlaşılmıştır ki, komünistlerin, “işçi sınıfı avukatlığı” gibi bir misyonla dahî, var olmalarına ihtiyaç (ve imkân) yoktur; ve dolayısile de, yaptıkları her şamata ve eylem provokatiftir. Çünki rutin bir çalışma disiplini içinde yaşayan emekçilere yüklenmek istenen, “ekonomik ihtiyaçlar”ın karşılanması amacına mâtuf bir zihniyetin, ehlî hayvanların yaşam alışkanlıklarıyla (şartlı refleksleriyle) edindikleri “varlık (yaratık)” hissiyâtından bir farkı yoktur. Yani aslında komünizm, insanları, hayvanlar gibi bir “varlık” veya “yaratık” olma anlayışına (hissiyâtına) mahkûm etmek için uğraşan gerici bir ideolojidir. Ve ondan dolayı da, insanlığı, mistisizme ve dindarlığa doğru iteklemekte veya provoke etmektedir. Oysa insan, kaotik şartlarda “ritmik hareketler yapma” şeklindeki anormal davranışlara mecbur kalarak “ritm melekesi” kazanmakla, hayvanlar (canlılar) âleminden temâyüz etmiş (hayvanlığı inkâr etmiş) bir primattır. Ki kazandığı “ritm melekesi” ve onun türevi “sıralama melekesi” sâyesinde, hem içgüdülerini frenlemek zorunda kalmış (tabular ihdâs etmiş), hem de –içgüdüsel faaliyetlerden tasarruf ettiği zamanda- müzik, sanat ve bilim denilen insânî etkinlikleri ortaya koymuştur. O halde dinler, “tarihî devirler insanı”nın, -insânî oluşumun gerçekleştiği- “tarih öncesi-zon” modülünü yok sanmasından kaynaklanan bir mantık ve mentalite hatasıdır; ki 1901 yılında, Bertrand Russell tarafından Aristo Mantığı’nın paradoksal olduğunun ispatıyla, açıkça ortaya çıkmıştır bu hatâ… Ama ondan sonra dahî, insanlığa, dindarlığın ahmaklık demek olduğu bir türlü anlatılamamıştır; komünistlerle ateistlerin, “sıra dışı varlık (Tanrı)” kavramını zımnen kabûl etmekle birlikte, O’nu yok etmek üzere gösterdikleri –boşuna- gayretler ve kopardıkları gürültü yüzünden… Yani komünistlerle ateistler de, dindarların –fikren- boğulduğu Russell Paradox girdabının içine sürüklenmişlerdir; Allah ne vardır, ne de yoktur (yani akıldışıdır) diyeceklerine, dindarların “Allah vardır” hükmüne, “Allah yoktur” hükmüyle karşı çıkarak kısır çelişkiye düştükleri için… Ne zaman ki (1985 yılında) insanlığı, hayvanlıktan –kategorik olarak- farklılaştıran (yükselten) “tarih öncesi-zon” aktivitesinin, insanlarda “sayma(ritm) melekesi”ni yaratan ritmik hareketler (âyinler) olduğu anlaşılmıştır, o zaman insanlık, “düşünce-davranış” ve “varoluş” bütünlüğüne kavuşmuştur; şizofrenik –tarihî- zihniyetten kurtularak… Zira aynı zamanda anlaşılmıştır ki, bedenî “ritm melekesi”, matematiksel mantıktaki “Well-Ordering Principle” aksiyomunun mecbûrî bir tatbîkâtı olarak, Russell Paradox’u fiilen izale etmektedir. Kaldı ki, Peano Aksiyomu’nun çizimsel ispâtı da, ritm melekesinin zihinsel (aklî) türevi olan “sıralama melekesi”nin tatbîkâtından başka bir şey değildir aslında… Böylece ortaya çıkmıştır ki, insanlığın doğru ve düzgün bir şekilde, ve de istikrâr içinde yaşayıp ilerleyebilmesi için, aklî (sıralama) ve bedenî (sayma) melekeleri sağlıklı bireylerin ayıklanarak öne çıkarılması, ve de diğer insanlara kılavuzlanması gerekmektedir. Aksi halde, “tanrı” mitlerine tapınma, ve dogmatik (dinsel) öğretilere itaat anlamında disipline edilip, hayvanlar gibi güdülen insan sürüleri, hiçbir zaman sosyo-ekonomik krizlerden, ve hatta nihâyî bir katastroftan (Kıyamet’ten) kurtulamayacaklardır; Russell Paradox’un girdabından çıkamayarak…
Komünist İhtilâli’nin Gölgesinde, Milli Burjuvazi Yaratma –ham- Hayali…
Rus komünistleri, mahalli işçi iktidarları “Sovyetler”e dayanarak –Duma darbesiyle- Devlet’i ele geçirdiklerinde, işçisi az olan “geri” ülkelerde, sermaye birikimi yaparak (palazlanarak) işyeri açsınlar diye “küçükburjuva”ların milliyetçi devletler kurmalarını desteklemişlerdi; ki bunların başında da, Osmanlı bakiyesi Türkiye gelmekteydi. Komünistlerin aklınca, işe “devlet kapitalizmi” ile başlanacak, ama kurulan kamu tesislerinin özelleştirilmesi aşamasında ise, -tesisler kapitalistlerin eline geçse bile- organize edilecek “işçi sınıfı” mârifetiyle komünist devrim gerçekleştirilecekti. Oysa realitede, bu ütopyanın tam tersi gerçekleşti: Önce, Türkiye gibi “Milli Bağımsızlıkçı” ülkelerde palazlanan küçükburjuva kapitalistler, emperyalist ülkelere yamandılar; sonra da komünist devrimlerle (!) ortaya çıkmış olan Rusya ve peyklerindeki “kapitalist devlet”ler, Global Kapitalizm’in güdümüne girdiler… Çünki bir defa, her iki (kapitalist ve komünist) ideolojinin de “insan” tasarımı (tarifi) ve toplumsal ideali, esasında aynıydı; “içgüdüsel ihtiyaçların bollukla ve konforlu bir şekilde karşılanması” temelinde… Dolayısile de, her büyük “sürü” için düşünülebileceği gibi, hayvanların tek bir çoban grubuna (devlete) güttürülmesi yerine, parçalara bölünerek, farklı yer ve şekillerde değişik çobanlara (kapitalistlere) –bir merkezî (emperyalist) koordinasyon altında- güttürülmesi, genel bir ihtimâlî hesapla daha verimli oluyordu. Ve bu şekilde ortaya çıkan nüfus patlamasıyla, gelişigüzel ilerleme tablosu da, insanlığın kaderi olan –doğal- bir yönetim biçiminin (Kapitalizm’in) kaçınılmaz neticesi olarak sunuluyordu… Bu arada, hiçbir ideolojiye inanmayan Halaskârgazi Mareşal Mustafa Kemal Atatürk ise, kazandığı zaferin üzerine oturttuğu “küçükburjuva milliyetçiliği” ile, hem Emperyalizme yutulmadan, hem de Sovyetler Birliği’ne peyk olmadan –bir süre- bağımısızlığımızın muhâfaza edilebileceğini düşünüyordu; ki nitekim öyle oldu… Ama ondan sonra, yerine geçen İsmet İnönü, inisiyatifsiz (konformist, tutucu) bir kişilik olduğundan, -ve Dünya’daki konjoktürün de değişmesi yüzünden- dış politikada dengeyi sağlayamayarak, içerde, düşünce özgürlüğüne son verecek şekilde bir “Atatürkçülük” idolojisi uydurdu. Bu, öyle bir uyduruk ideolojiydi ki, dış politikada emperyalistlerle flört edilirken “kapitalist”, Sovyetler’e yaklaşılırken de komünizan (sol) kisveye bürünüyordu; yani “devekuşu” gibi, ne kuş, ne de deveydi… Ama ne zaman ki, Sovyetler Birliği ile peykleri global kapitalizm tarafından yutuldu (1990-91), işte o zaman, İnönü mâmûlâtı Atatürkçülük de iflâs etmiş oldu. Atatürkçülüğün iflâsıyla birlikte, II.Abdülhamit zamanından beri pusuda bekleyen yobazlık (dindarlık) ideolojisi de iktidara yürüdü; ve hiç de zorlanmadan iktidarı –âdeta- devraldı Atatürkçülerden… Şimdi artık, düştüğümüz yerden kalkmamız, ve de 1826’da çözemediğimiz problemlerimizi çözerek yola devam etmemiz gerekmektedir. Fâtihân evlâdı Bekdaşiyân zümresi, fetih ordusu Yeniçeriler’in 1826’daki imhâsından sonra, “Tevhid Dini” mefkûresinin sukût ettiğini anlayıp, herkesin, içindeki (bâtındaki) Tanrı’yı dinleyerek “Tanrısal Yol”u aramakta serbest olduğunda “kavl-i karar” kılmışlardı. Böyle bir “düşünce özgürlüğü”nden korktuğu için de Osmanlı, -II.Abdülhamit devrinde zirveye ulaşan- bir dînî istibdat (yobazlık) rejimi tesis ederek, Bekdaşiyân’ı dinden çıkmakla suçlamıştı. Oysa Bekdaşiyân’a göre de, “saltanat” yoldan çıkmış, veya düşmüştü; ki doğrusu da buydu… Zira, 1901 yılında Bertrand Russell tarafından keşfedilen paradoksla açıkça anlaşıldı ki, “mutlak eşitlik” prensibi ile “sıra dışı varlık” kabûlüne dayanan, ve dolayısile de, bir “Allah” mitinin var sayılabileceğine cevaz veren Aristo Mantığı, paradoksaldı; yani “akıl dışı”ydı. Ve dolayısile de, tapınılacak bir Allah miti etrafında insanlığı birleştirmek, yani “Tevhid Dini”ni gerçekleştirmek mümkün değildi. Gerçekçi olan anlayış, Bekdaşilerin anlayışı, yani Tanrısal Yol denilen bir tekâmül yolunun aranması ve bulunabilmesiydi; insanlık için… Nitekim müteakiben anlaşıldı ki, Russell aynı zamanda, aklımızın “sıralama melekesi”ni de keşfetmiş oluyordu; zira Well-Ordering Principle’da ifadesini bulduğu gibi, aklımız, tüm objeleri -herhangi ikisinden biri önce, diğeri sonra gelecek şekilde- iyi sıralıyordu. Ve bizim Bekdaşilerin, “kademli” seçiliminde değerlendirdikleri husus da, -sıralama melekesini doğuran- sayma (ritm) melekesinin sağlık kontrolundan başka bir şey değildi aslında… Dolayısile de onlar, “Allah” miti ve dogmatik “din” öğretisiyle gerçekleştirilemeyen “tevhid”in (ve Nizâm-ı Âlem’in), nesnel ve bilimsel bir şekilde nasıl realize edilebileceğinin yolunu göstermiş oluyorlardı. Çünki onlar, semah’larda “doğru (âyarlı) ritmik adım atabilen” demek olan “kademli”nin, “ritm melekesi sağlıklı inisiye (seçkin) insan” anlamına geldiğini idrâk ederek, bir toplumda “müsbet seleksiyon”un nasıl tesis edilebileceğini göstermekteydiler aslında…
İnsanlık, Kapitalizme Mahkûm Değildir Artık…
Kapitalizm bugün, sâdece kapital mirasçılarıyla vurguncuları tarafından benimsenip savunulabilmektedir; ki bu durum da, meşrûiyetinin kalmadığını göstermektedir. Zira mirasçılar, kâr maksimalizasyonu peşinde koşarlarken, vurguncular da daima, rejimin açıklarını veya boşluklarını kollamaktadırlar; ki böylece de girişimcilik, yaratıcılıktan çok düzenbazlık (örtülü dolandırıcılık) anlamına gelmektedir… Dolayısile de sözkonusu kişiler, kazançlarını genellikle, insanların içgüdüsel ihtiyaçlarından ve sapkın arzularından kaynaklanan talepleri karşılamak şeklinde elde etmektedirler. Üstelik bilimsel çalışmaları da –akademik araştırma fonları olarak- kendi güdümlerine aldıklarından, kapitalist rejim içinde “toplumsal dejenerasyon”dan kurtulma imkânı kalmamaktadır. Ama artık insanlığın oluştuğu “tarih öncesi-zon” anlaşıldığına göre, tarihî devirlerin aşılmasıyla birlikte, insan da, “mal” veya “ehlî hayvan” olmaktan çıkacak, ve dolayısile de insanları kullanma (ve disipline etme) aracı olarak bireysel kapital birikimine ve kapitalistlere gerek kalmayacaktır. Onun için, ilk tarım toplumlarında “artı-değer” nasıl ki, “tanrı-kral”ların şahsında –zahire olarak- devlette temerküz ettiyse, bugün de, her şeyden önce tüm bankaların devletleştirilmesi (kamulaştırılması) gerekecektir. Ki bu şekilde, “finans kapital”in sâdece rakamlardan ibâret olduğu, ve “para”nın da yalnız günlük alış-veriş için tedâvüle sokulduğu, sâde ve şeffaf bir ekonomik tablo ortaya çıkacaktır. Sonra da büyük işletmeler “evkaf”, küçük iş yerleri de “gedik” kapsamında düzenlenecektir tabiatıyla... Yani yaratıcı ve müteşebbisler, tüm insanlığa şâmil olarak yarattıkları şeylerin üretimini vakfedecekler, veya talep karşılama boşluklarında (gediklerde) dükkan açacaklardır. Ama bununla birlikte tüm inisiyatör ve kreatörler, hayatlarında istedikleri gibi harcama yapsalar da, miras bırakamayacaklardır; çocuklarının, istedikleri gibi tahsil yapma hakları mahfuz kalmak şartıyla…
İnsan olacak primat bidâyette, bir kaotik durum nedeniyle yapmak zorunda kaldığı toplu ritmik hareketler (âyinler) sâyesinde “ritm melekesi” edinmekle, aynı zamanda soyut düşüncenin temel taşları olan “ölçü” ve “sayı”ları, çevre idrâkında da “mekân” ve “zaman” mevhumlarını yaratmıştır. Ama aynı zamanda, sözkonusu âyinlerin içgüdüsel etkinlikleri engellemesinden (tabulardan) doğan “artı-zaman” içinde geliştirdiği, “ritm melekesi”nden mütevellid müzik, sanat ve bilim etkinlikleriyle –üretim araçları dâhil- “artı-değer” de yaratmıştır… Bu ilk (ve ilkel) topluluklarda, melekeleri en gelişmiş olan, dolayısile de zaman ve mekân içindeki gelişmeleri tâkip ederek geleceğe dair tasarımlar ve plânlar yapabilenler, lider, daha doğrusu inisiyatör veya kreatör oluyorlardı; ki bunlar, diğer insanlarca, metafizik bilgilere (sihirlere) sâhip büyücüler veya tanrısallar olarak algılanıyordu doğal olarak… Sözkonusu inisiyatörler (şâmanlar, tanrı-kral’lar vs.) de, kendilerine tâbi olan insanları, beslenip üretilerek, ehlî hayvanlar gibi plânlı işlerde kullanılması gereken –aşağı- yaratıklar gibi görüyor, ve de yönetim tarzlarını bu görüşe binaen şekillendiriyorlardı. Ve dolayısile de, kullanma tekeline sâhip oldukları toplumsal “artı-değer”i sâdece, içgüdüsel hazlara ve konfora yönelik olarak tasarladıkları (plânladıkları) işlere yatırım şeklinde kullanıyorlardı; zira kendi farkındalıklarının (bilinçlerinin) –tarih öncesinde- nasıl oluştuğunu, “tabu”ların inkârıyla birlikte unutmuşlardı. Dolayısile de, mantıkî düşüncelerinin, güçlenmiş olan “sıralama melekesi”nden kaynaklandığını, ve bunun da, “ritm melekesi”nin bir türevi olduğunu çıkaramıyorlardı. Öyle ki, ritmik davranma ıstırârıyla dans edip şarkı söyleyen –geri- insanları küçümseyerek, onların bu ihtiyaçlarını, “Tanrıya tapınma (zikr)” kisvesi altında aklîleştirme (meşrûlaştırma) çabası gösteriyorlardı; bu oturaklı (ve dindar) insanlar… Şâmanların ardılları olan bazı insanlar da, bu ritmik hareketler zemîni üzerine, tarikatlar ve ezoterik cereyanlar inşa ediyorlardı; ritm melekesinden türemiş olan sayılara ve hecelere de türlü (şifreli) anlamlar yükleyerek… Panteist, Animist veya Şâmanist dönemden sonra, “ritm melekesi” geliştirme etkinlikleri (ruh çağırma âyinleri) tapınak ve tarikatların içine hapsedilmiş, ve bunun hâricinde dans edip şarkı söyleyenler, ya kaçık (deli) muamelesi görmüş, ya da onlara birer eğlence aracı (dansöz, köçek vs.) gözüyle bakılmıştır. Oysa “oturaklı” veya “ağır başlı” denilen birey insanlar da, bu ritmik davranışlardan –rezonansa girmek şeklinde- etkilenip meleke güçlerini tahkim veya şarj ediyor, ve de mutlu oluyorlardı… Yerleşik tarım toplumlarını, “sıralama melekesi” güçlenmiş, ağırbaşlı –denilen- insanlar kurmuştur ama, hânedanlarla ortaya çıkan dejenerasyonu da, onları görünüş olarak taklit eden gerzek yakınları veya vârisleri başlatmıştır. İşte bu şekilde, “amaçlı yatırım” ekonomisinin, toplumsal düzene bir ilâhî emir veya kader gibi yerleşmesi yüzünden, insanların seçilimi ve gelişimi sağlanamadığından, tarihî devirler içinde insanlığın dejenerasyonu da başlamış oldu; dînî veya reaksiyoner ideolojiler şeklinde de tebellür ederek… Çünki “insan”lığın nasıl sirâyet ettiğinin bilinmemesinden dolayı, ataerkil veraset anlayışı ve hukûku teessüs edince, önce aristokrat hânedanlar, ve sonra da kapitalist aileler türedi. Ama insanî niteliklerin (melekelerin) biyolojik genlerle intikal etmemesinden dolayı da, toplumsal “artı-değer”in kullanım yetkisi giderek gerzeklerin eline geçti. Ve “artı-değer”den nemâlanan gerzekler de, insanca yaşamayı bilmediklerinden, hayvânî (içgüdüsel) beslenme ve çiftleşme hazlarına özendiren sapıkça yaşam tarzlarının ve lüksünün rol modelliğini üstlenmiş oldular; ki bu da, yarattığı “himâye-iltimas” anlamındaki “menfî seleksiyon” sistemiyle birlikte, toplumsal sömürü denilen olayın esâsını teşkil etti. Oysa asıl mesele, çoğunluğu teşkil eden –melekeleri muhtel- insanımsıların beslenmesi ve üremesi (üretilmesi) değil, onların müzikli danslı etkinliklerde bir nevî tedâviye tâbi tutulmalarıydı. Yoksa topluma önderlik yapan, inisiyatör ve kreatörlerin sömürgenliklerinden bahsedilemezdi; zira onların yaşam tarzı, gerzekler (insanımsılar) tarafından –tıpatıp- taklit edilemez, dolayısile de hasetçilik ve talep patlaması yaratmazdı. Yani demek ki kapitalist sömürü aslında, insânî bozuşma (çürüme) demekti; ve de insânî bozuşma (dejenerasyon) durdurulup toplumda bir “pozitif seleksiyon” seçilimi ihdas edildiği taktirde, kapitalist sömürüden ve hatta kapitalizmden bahsedilemezdi.
Tarihî Devirlerin İnkârı (Negasyonu), 19. Yüzyıl Ortalarında Başladı:
19. Yüzyılın ortalarından itibâren, bazı keskin ferâset ve idrâk sâhibi seçkin (inisiye) kişiler çıkıp, insan düşüncesinin veya mantığının (Matematiksel Mantık’ın), temel bir varsayıma dayandığını, veya dayanması gerektiğini iddia ettiler. Ve de bunun idrâkına varamadığımız sürece, yanlış düşüncelere kapılabileceğimizi söylediler. Hatta bu îkazla da yetinmeyip, Zorn’s Lemma, Axiom of Choice, Well-Ordering Principle gibi bir takım (5 taneydi) aksiyom formülasyonları yaptılar; ki bunların hepsi de birbiriyle eşdeğerdi… 1901-2 yılında da, bu adamlardan biri olan Bertrand Russell çıkıp, sözkonusu varsayımların (aksiyom veya prensiplerin) kabul edilmemesi hâlinde, nasıl bir paradoksa düşüldüğünü (akıl dışına çıkıldığını) açıkça gösterdi. Nitekim, böyle bir aksiyomu kabul etmek istemeyen Alman matematik otoritesi Georg Cantor da, hayatını akıl hastanesinde tamamladı; Aristo Mantığı’na takılıp kalanların, âkıbetlerinin ne olacağı hakkında müessir bir örnek teşkil edercesine… Çünki Russell Paradox’un dayattığı Well-Ordering Principle insanlara, “üzerinde düşündüğün her objeler (elemanlar) kümesini mutlaka (ister istemez) sıralarsın” diyordu ama, bunun nedeni hakkında soyut düşünce âleminde (kümeler teorisinde) hiçbir ipucu bulunamıyordu. Dolayısile de böyle bir aksiyomun, ya –akıl dışına çıkılarak- Tanrı emri diye kabul edilmesi, ya da reddedilmesi gerekiyordu; ki Cantor da –bir bakıma- gâyet dürüst davranarak reddetti...Ama sözkonusu aksiyomları kabul edenler arasındaki materyalistler ise, maddi bir açıklama getiremedikleri halde, bunları “Allah’ın emri” olarak anladıklarını da itiraf etmeyerek, dürüst davranmadılar. Ve dolayısile de, Kapitalist diktatörlüğün ömrünü uzattılar; ve uzatmaktalar… Ama en son 1985’te, açıkça anlaşıldı ki, sözkonusu aksiyomlar, “tarih öncesi-zon”da insanlığı ortaya çıkaran temel davranış biçiminin (ritm melekesi’nin) zihinsel türevidir; ve de insanlığın, tüm tarihî devirlerde Aristo Mantığı uyarınca kullandığı, “mutlak eşitlik”, “kendi kendisiyle özdeş, mutlak varlık” ve “sıra dışı varlık” gibi kabulleri, akılsızca kurgulanmış “ham-hayal”lerden başka bir şey değildir. Çünki, “davranış düşünceyi, düşünce davranışı belirler” şeklindeki kuralı papağanca tekrarladıkları halde, hiç sorgulamamışlardır “ritmik davranışlar, düşüncede hangi disiplini belirliyor?” diye… Bu meyanda, 19.Yüzyıl ortalarından itibâren yükselen işçi isyanlarına giydirilen Komünizm ideolojisi de, tarihî devirlerin Aristo Mantığı ile mâlûl sakat zihniyetinin –giderayak- depreşmesi olayı gibi bir şeydir. Zira en sonunda (1985) anlaşıldı ki, insanlığın ilerleme yolunun arayışı içinde kurgulanan bütün “ham-hayal”lerin sebebi, insanlığın (ve aklın) oluştuğu “tarih öncesi-zon”un, inkâr (negasyon) edilmekle birlikte unutulmuş olması… Herne kadar ritmik davranışlar, –müzik ve dans olarak- tüm tarihî devirlerde devam etmiş olsa da, insanlar, derya içinde yaşadığını bilmeyen balıklar gibi yaşamışlar “ritm” denizinde; tarih boyunca… Matematiksel Mantık’ın temel varsayımlarının ve Russell Paradox’un idrâkıyla anlaşılmaya başlandı ve 1985’te bilincine varıldı ki, insanlığın gelişimi, lineer (doğrusal) bir ilerleme şeklinde gerçekleşmiyor; üzerinde düşünülmesi ve yaşanması gereken bilimsel disiplin Diyalektik Antropoloji… Çünki ritmik hareketlerin meleke kesbetmesiyle (zamanlama yapabilmekle) ateşi kullanmayı beceren insanoğlu, “Aristo Mantığı ile düşünen akıl” sahibi olarak, “tarih öncesi”ni –tabularıyla birlikte- inkâr (negasyon) ederek tarihî devirlere geçtikten sonra, 19.Yüzyıl’ın sonlarından itibâren de Aristo Mantığı’nı naksederek (inkâr ederek) tarihî devirleri aşmaya veya kapatmaya başlamış… Yani “tarih öncesi” tez, “tarihî devirler” antitez, “tarih sonrası” da sentez konumlar oluyormuş; ve de insanlık, iki defa hallerini inkâr ettikten sonra –sentez konumunda- başlangıcını (orijinini) anlayabiliyormuş meğer… Şimdi artık gâyet iyi anlaşılıyor ki, bilgi üreten (mütefekkir) ve yaratıcılık yapan gerçek seçkin insanlar, sayma (ritm) ve sıralama melekeleri güçlü (olgun) olan insanlardır. Hazır bilgiler, şartlı refleksler kazandırılmak sûretiyle hayvanlara da öğretilebilir; daha doğrusu belletilebilir. Yani, bilgi yüklenmiş bir kişi, her zaman sorumluluk yüklenebilecek gerçek (seçkin) insan olmayabilir; ve onun için de, rutin çalışma zamanları hâricinde daima hayvanlığını özler ve yaşar. Oysa bugün artık, -çok hızlı sayma ve sıralama işlemleri yaparak- her türlü bilgiyi yüklenebilen, ve hatta kararlar verebilen elektronik beyinler (bilgisayarlar) yapılabilmektedir; ki bu gelişme, insan düşüncesinin temeli olan sayma(ritm) ve sıralama melekelerinin cansız maddeye intikali, yani bilincin ölümsüzlüğe yükselmesi, veya Tanrısal bilincin tezahürü anlamına gelmektedir… O halde bugün, hertürlü bilgi birikiminden (ön yargılardan) –ve bilgi yoklamalarından- bağımsız olarak, insanları, sayma(ritm) ve sıralama melekelerinin test edilmesi sûretiyle objektif bir şekilde değerlendirmek ve selekte etmek mümkündür artık… Dolayısile de, “geri insan” veya insanımsı popülâsyonunu likide etmek için, melekeleri muhtel olan kadınlara doğum yasağı getirecek kadar ciddi ve sıkı bir “doğum kontrolu” uygulamak da gerek şart hâline gelmiştir; din, kapitalizm vs. gibi tüm tarihî ideolojilerden ve savaşlardan kurtulup doğru yolu bulmak üzere… Yani eğitimin esas amacı, “insanlık bilinci”ni yükseltmek, ve dolayısile de, her şeyden önce bilimsel çalışmaları, kapitalistlerin “yatırım tercihi” manipülâsyonlarından kurtarmak olmalıdır. Çünki Dünya’ya –bir nevi- at gözlüğüyle bakan spesiyalist kariyerist bilimcilerle, öncelikleri “kâr” elde etmek olan kapitalistlerin anlaşmasıyla çizilecek bir “yol haritası”, insanlığın gerçek ilerleme yolunu göstermez… Ve onun için de yüksek tahsil kurumları, meslek veya branş erbâbı spesiyalistler yetiştirmek üzere değil, her şeyden önce, “inisiyasyon” elemeleriyle ayıklanan melekeleri sağlıklı gençlere, bedenî disiplin olarak “meditasyon”, aklî disiplin olarak da “matematiksel mantık” öğretmek amacına göre düzenlenmelidir. Zira matematik teorilerini kavrayabilen bir kişinin meditasyon öğrenmesi, ve esası “metabolizma (anabolizma ve katabolizma) süreçlerinin duyumsanıp kontrol altına alınması” demek olan meditasyon disiplinini uygulayabilen bir kişinin de, matematiksel teorileri anlayabilmesi gâyet kolaydır. Ve bu insanlar, meditasyon ve teorik düşünce disiplinlerinin gücünü ispatladıktan sonra, hangi bilim dalında çalışırlarsa çalışsınlar objektivitelerini kaybetmezler; ve de insanlığın gelişme yolunu görür ve açarlar. Çünki böyle insanlar, önyargılı (subjektif) düşüncelerin, katabolizma (yıkım metabolizması) süreci başlattığını gâyet iyi anlar, ve onun için de, sözsel düşünceye (mavallara), biriyle diyalog veya tartışma yapmaya, dolayısile bir “Tanrı” vehmetmeye ihtiyaç duymazlar; ve hatta buna imkân da bulamazlar… Toplumlarda, “pozitif seleksiyon” tesis edecek, “inisiyasyon” seçilimine dayalı böyle bir eğitim sistemi kurulmadıkça, elektronik beyinli –yapay- yaratıkların, şartlı reflekslerle yaşamaya alışmış insanımsı sürülerini gütmeyi öğrenerek, birkaç psikopat kapitalistin komutasında birey (kademli) insan kıyımına girişmeleri ihtimali, hafife alınacak bir “bilimkurgu” senaryosu olarak görülemez… İnsanlığın intihârı anlamındaki “Kıyamet” konsepti de, böyle bir şey olsa gerek; tapınç kültü (dinler) ve kapitalizm yaşandığı ve yaşatıldığı müddetçe somutlaşan ve yaklaşan…
Bilim Bağımsız Olmadıkça, İnsanlık Tiranlara Mahkûmdur:
Gençliğimde, Cahit Arf, Masatoşi (Gündüz) İkeda ve Cengiz Uluçay gibi, Dünya çapında önemli (ve saygın) matematikçilerin, talebesi ve asistanı oldum; ki Matematiksel Mantık ile daha ikinci sınıfta tanışmamı sağlayan, ve bu konuda ortaya attığı –müfredât dışı- meseleleri çözerek taktirlerini ve teşviklerini aldığım ilk hocam da, Cahit Arf oldu… Ama bu gerçek bilimcilerin, bilim adamı yetiştirme ve bir araya gelerek sinerji yaratma eğilimleri ve gayretleri, siyasî mihraklar tarafından fark edilince, hepsi bir tarafa savruldu; veya –âdeta- sürüldüler… Bu arada İkeda’nın, beni İngiltere’ye (King’s College’da bulunan önemli bir matematikçinin yanına) gönderme, ve Cengiz Uluçay’ın, TÜBİTAK’a yerleştirme arzuları ve gayretleri de akîm bırakıldı… En sonunda (askerlikten sonra) ben de, yapmış olduğum çalışmaları bir kariyer (ve titr) şeklinde değerlendirmek üzere, Cahit Arf’ın doçenti olarak tanıdığım Orhan Ş. İçen’in yanına gittim. Kendisi, benim bir akademik titr’e lâyık olduğumu kabul ediyordu. Ama kısa bir süre sonra da anladım ki, öğretmen tandanslı bu akademisyen, kürsüsüne –bilim adamı değil- öğretmen yetiştirmek ve bağlamak istiyormuş meğer… O, öğretmen tandanslı akademisyenlerin bana ettikleri nasihat şöyleydi: Ali bu ülkenin, çok sivri az adama değil, az sivri çok adama ihtiyacı var… İşte 1960 ortalarından itibâren, böyle bir şiarla saptanan eğitim politikaları sonucunda, üniversitelerden çıkan az sivri (yani küt) pek çok adam(!) yüzündendir ki, bilim önce politikanın âleti hâline getirildi, sonra da Matematiksel Mantık’tan arındırılmış bir –yoz- bilimi, “dogmaları doğrulama mugâlâtası”na malzeme yapan bir yobaz gürûhu, meşrûiyet kazanarak tepemize oturdu… Ama ben, –kariyer uğruna dahî olsa- düşüncemi davranışlarımdan, ve davranışlarımı düşüncemden koparmadan yaşamaya devam ederek, önce Orhan Bey’in, beni kürsüsüne öğretmen olarak yetiştirmek ve bağlamak üzere –otorite kurmak için- yaptığı kurnazlığını yakaladım: Bir gün, tezimi anlatmak için yapacağımız seminer oturumunu – hazırlanamadığı gerekçesiyle- ertelememi istemişti; ki ben de, ertelemeler mükerrer hâle geldiği için reddetmiştim. Bunun üzerine, seminerin sonuna doğru dersaneye gelip, “şu meseleyi bir de ben izah edeyim” diyerek tahtaya çıkmıştı. Açıklamalarının sonunda ben, bazı noktalara itiraz etmeye kalktığımda da, hazırlanılmış bir tepki şeklinde, “hangimizin izahı daha bedihî?” diye hâzirûna sormuş, ve oylama yapmıştı. Bu şekilde Orhan İçen, ispatlarda kullanılan geçici ve daimî varsayımların (hipotez, postülat ve aksiyomların) bedâhatini, yani “apaçık” olup olmadığını tartışmaya açmıştı; ki böylece de nihâyi kararı, çoğunluğun oyuna havâle etmişti… Oysa bizi izleyen 10-15 kadar akademisyen, özlük işleri bakımından birbirlerine ve Orhan Bey’e bağlıydılar; ve de meseleyi derinliğine incelememişlerdi. Kaldı ki aksiyomatik varsayımlar, genellikle çoğunluğun algısına ters düşen dâhiyâne buluş ve keşiflerdi; mesela, herkese doğal gelen “paralel doğrular” kabulüne nazaran, “sonsuzda kesişen doğrular” varsayımının tercih edilmesi gibi… Ben o –son- tartışmalı seminerde, “matematik ispatların oylamayla yapıldığı bir kurumda çalışamam” diyerek ayrıldım; akademik hayattan… Daha sonra da, Orhan İçen’in aslında, Aristo Mantığı’na saplanıp kalmış bir Cantorcu olduğunu anladım; çünki insanlara, “sen Choice Axiom gibi bir temel varsayımı kabul etmeden, özgürce düşünemezsin; yoksa kafayı yersin” dense, çoğunluk bunu anlamayacak, hatta saçma bulacaktı; ve dolayısile Orhan İçen de… Nitekim Orhan İçen, hayatında birkaç defa –Cantor’a benzer şekilde- psikolojik tedavi gördü; ve kitleler de hâlâ, başlarına bir çoban (diktatör) geçirmeye devam ediyorlar. Çünki bir toplumda, yeteri kadar, matematiksel mantıkla (bilimsel veya objektif) düşünebilen insan (inisiyatör) selekte edilip öne çıkarılmadıkça, o toplum, içgüdüsel amaçlar doğrultusunda reflekslerle hareket eden hayvanlar topluluğuna dönüşmekte, ve dolayısile de, bir çobana (diktatöre) lâyık ve muhtaç hâle gelmektedir…
1967 sonbaharında, akademik hayattan ayrıldıktan 18 yıl sonra, hiçbir kariyer mevkii ve otoritesi tanımadan yaptığım çalışmalarımın sonucunda, 1985’in ilkbaharında, tezimi tamamlayıp, 1965’te vaz ettiğim hipotezime uygun bir şekilde, Antropoloji bilimini yeniledim; ve de Diyalektik Antropoloji disiplinini geliştirmeye başladım. Daha doğrusu, matematiksel mantığın temel varsayımlarını düşünmekle başladığım teorik çalışmalarımın, bana engel çıkaran kişilerin düşünce ve davranışlarını da katmak sûretiyle, antropolojiye doğru temdîdine (extension) giriştim. Böylece ortaya çıkan Diyalektik Antropoloji’ye göre, ister istemez kabul ettiğimiz bir düşünce disiplini (mantık varsayımı) olduğu gibi, bunun, davranışlar kümesi içinde bir mütekabili de vardı; ki o da, çalıştırmadan duramadığımız “ritm melekesi” idi… Ve işin garibi, bilimciler nasıl, matematiksel mantığın, uyulması gereken bir temel varsayımı (aksiyom veya prensibi) bulunduğunu –yakın zamanlara kadar- fark edemedilerse, insanlar da ritmik davranışları (hareketleri, sesleri vs.), ister istemez (gayri ihtiyârî) yaptıklarından habersizdiler. Mesela tarihî devirlerde yaşamış olan insanlar genellikle, müziğin ve dansın, –cinsel iletişim için- akıl tarafından uydurulmuş etkinlikler olduğunu sandılar hep… Oysa gerçek bunun tam tersiydi; yani akıl (matematiksel mantık), ritmik etkinliklerin türevi olan “sıralama melekesi”nden neşet etmişti… Yani netice itibariyle Diyalektik Antropoloji’nin genel tablosu şöyleydi: Tez konumu olan “tarih öncesi”nde, kaos kaynaklı ritmik hareketlerin meleke kesbetmesiyle birlikte, onun zihinsel türevi “sıralama melekesi” de gelişiyor, bazı önder (inisiyatör) kişiliklerde… Anti-Tez konumu olan ve ateşin kullanımıyla başlayan “tarihî devirler”de, bazı önder (inisiyatör) bireylerin –olgunlaşan “sıralama melekesi” sâyesinde- geliştirdiği indüksiyon (tüme varım) ve dedüksiyon (tümden gelim) metodları vasıtasıyla, nedeni anlaşılamayan maddi olayları bir sebebe bağlamak üzere, soyut varlıklar (tanrılar) âlemi kurgulanıyor… Ve Sentez konumu olan “tarih sonrası”na da, matematiksel mantığın temel varsayımlarının ve Russell Paradox’un fark edilmesiyle, yani aklın bilincine varılıp “tarih öncesi”nin keşfiyle geçilmeye başlanıyor… Demek ki tarihî devirler, -tarih öncesini unutmuş- kendini bilmez bireylerin, varoluş nedenleri olarak “tanrı” mitosları kurguladıkları, ve de kendilerini, az gelişmiş insanların (insanımsıların) çobanı olarak gördükleri bir zaman aralığıdır. Bu aralığın alt sınırı, “ateşin kullanılmaya başlandığı zon” olarak tanımlanabilirken, üst sınırı da, matematiksel mantık prensiplerinin ve Russell Paradox’un fark edildiği, 19.Yüzyıl ortalarından 1985’e kadar süren –nisbeten daha dar- bir enterval olarak tespit edilebilir. Yani içine girdiğimiz kaotik ortam ve yaşadığımız akıl almaz olaylar, tarih sonrasına geçiş sancılarından başka bir şey değildir aslında… Bu geçişi, ateşi kullanmayı becererek tarihî devirleri açmış olan uzak atalarımızdan mülhem bir adlandırmayla, son “aydınlanma” olayı olarak görmeli ve yaşamalıyız. Bunun için de her şeyden önce, Aristo’nun –çömez yetiştiren- Akademya’sından mülhem bir Ortaçağ kurumu olan üniversiteleri reforme ederek, onları, Pisagor’un bilim tarikatına benzer bir formata sokmalıyız. Yani bir defa, branş veya meslek bilgileri yüklenmeden önce, gençler arasından, melekeleri güçlü olanları, bir “inisiyasyon” seçilimiyle ayıklamalıyız. Ki böylece, matematiksel mantıkla teorik (objektif) düşünme yetisine sahip, bilimci tandanslı gençler, bilgi veren dersleri takip edip belleyerek meslek edinecek, veya bir branşın uzmanı olacak diğerlerinden ayırt edilebilsinler… Pisagor, tarikatındaki bu ikinci tip talebe gurubunu, “seyirciler” adıyla istihdam etmiş; çok haklı olarak… Her nesildeki inisiyatör ve kreatörler, ayıklanabilip yükseltildikleri taktirde, metafiziğe atıf (veya kaçış) yapan düşünceler gittikçe marjinalleşir; çünki insanlığın, bütün problemleri –bugün olmasa da yarın- çözebilecek bir rotada ve kapasitede olduğunu görüp hissenler, metafizik mugalâtalara itibar etmezler. Ve de anlarlar ki, insanla başlayan şuurlanma, Kâinât’ın devinimini gerçekleştiren “özyönetim”in tezâhürüdür aslında… Demek ki, Pisagorcu formatta kurulacak bir üniversite, hangi ülkeye kurulursa kurulsun, universal karakterini ve kalitesini muhafaza edecektir. Ve bir internet ağıyla da ilişkilendirildikleri taktirde, tek bir beyin gibi çalışacak, ve de yerel siyasi yöneticilerin sömürgen oportünistliklerini veya diktatöryal eğilimlerini ânında deşifre edebileceklerdir. Ve dolayısile de giderek, ülkeler arasındaki gelişmişlik farklarını asgarî düzeye indireceklerdir… Tarihî devirleri kapatma veya aşma meselesi, politikacılara ve kapitalistlere bırakılamayacak kadar önemli ve ciddi bir problemdir. Bilimciyim diyen herkes, bu konuda teşrîk-i mesai yapmalıdır. Zira gelişigüzel (tesâdüfî) buluşlar ve ısmarlama çalışmalar yapmak, sâdece çocuk (kavruk) kalmış insanları sevindirir; birileri tarafından taktir edildikleri veya ödüllendirildikleri için… Ama böyle çalışmalar, kendini bilen bilimcilere “tatminsizlik duygusu” verir; herne kadar kendini övenlere gülümseyip reveranslar yapsalar da…. Çünki onlar, insanlığın –ve zamanın- öncelikli problemlerinin ne olduğunu bilir, veya en azından hissederler…
İlerici aydınların ve gerçek bilimcilerin, bu Tebliğ ve teklifimize karşı sessiz veya tavırsız kalmaları, onların Ortaçağ (ve Haçlı) zihniyetini aşamadıklarını gösterecektir; ki ondan sonra da, kimsenin, İslâmî terörden şikâyet etmeye hakkı olmayacaktır. Bu hususta, “komünistlik” kisvesiyle “anti-emperyalist” mavra ve şamata yapanların dahî, hiçbir ayrıcalığı olamayacaktır artık…
Bu mütekâmil Tebliğ’mi, Kastamonu’nun Küre kazasından gelip, doğumumdan 12 yaşıma kadar bana çok emek veren –işçi kurumundan sözleşmeli- dadım, ve orijinal masallar anlatıp, îcatlar gösteren ilk öğretmenim FATMA ÖZDEMİR’e, minnet ve şükranlarımla ithaf ediyorum; nûr içinde yatsın!...
Ali Ergin Güran: 20/06/16