Samimi Atatürkçüleri Otokritiğe Dâvet Eden, Tarih Sonrasına Yönelik Stratejik Rotamız:
Atatürk öğretisinin en zayıf noktası dindir. Çünki bir defa, Atatürk’ün içinden çıktığı Osmanlı elitler zümresi, “Batıcı dindar” diyebileceğimiz şizofrenik bir zihniyete sahiptiler. Sonra da, Kurtuluş Savaşı sırasında, tamamen dindarlarla çevrilmiş bir vaziyette bulunuyordu kendisi… Dolayısile de Atatürk, din üzerine çözümleyici bir tetkikte bulunma fırsatını yakalayamadı hiçbir zaman… Ama bununla birlikte, din işlerini Devlet tekeline almıştı; ve o tekel dışında, dinin kutbu (kutbeddin) olmaya heveslenenleri de –şakası yok- asıyordu… Ancak, ilerde yobazların, demokrasiyi kullanıp, folklorik “din” konusunu istismar ederek iktidara gelebileceklerini hiç hesaba katmamıştı; ki nitekim –İnönü mahreçli- Atatürkçülerin başına da bu felâket geldi. Çünki, kendi hâline bırakılan din, mantıksız (paradoksal –Aristo- mantıklı) yapısından kaynaklanan “mugalâta çeşitliliği”ne binaen, mutlaka mahalli cemaatlere (kiliselere) bölünür, ve feodalite tasfiye edilip gönüllü yardımlar da kontrol altına alındığında, mûnisleşir ve/veya dağılır giderdi… Ama ne var ki, Diyânet İşleri Başkanlığı bu süreci durdurdu; ve hatta tek bir “doğru din” olabileceği idealini yerleştirmeye çalıştı zihinlere… Ve en sonunda, bir yobaz güruhu, “mağdûriyet edebiyatı”yla demokrasiyi istismar ederek iktidara geçince evvela, onların dediği yâveler, “doğru din” olarak algılanmaya başladı; ki sonra da, sözkonusu güruhtan, “daha doğru din” iddialı menfaat şebekeleri türedi… Bu yanılgının sebebi, Mustafa Kemal kuşağının, hem 1826 kırılmasının fikrî (maddi) nedenlerini araştıramamış ve sorgulayamamış olmalarından, hem de dinlerin dayandığı, sıra dışı ve mutlak (kendi kendiyle özdeş) varlıklara cevaz veren Aristo Mantığı’nın çürütüldüğünden haberdar olmamalarından kaynaklanmaktaydı. Ama o sıralarda, din düşmanı olarak tanınan komünistlerin bile, bundan (Aristo Mantığı’nın paradoksallığından) haberleri yoktu; ki onun için de dindarlarla, “Allah vardı, yoktu” kısır çelişkisinin ve tartışmasının içine düşmüşlerdi. Yani o sıralar, tüm insanlıkta da, tarihî –ve geçici- bir kategori olan “din” hakkında tebellür etmiş somut bir fikir yoktu aslında… Dolayısile Atatürk de, -âhır ömründe- Batı’dan, “kilise savaşlarının ateşkes sözleşmesi” anlamındaki “laiklik” kavramını alıp, tepeden inme bir prensip olarak alelacele anayasaya koydurdu. Oysa Batı’daki o kavram, kurulan emperyal sömürü düzeni sâyesinde –kiliseleri zayıflatmadan- geçerliliğini koruyabiliyordu; devletlerin de, bir hakem mevkiine oturtulmasıyla birlikte… Lâkin bizde, her cemaati eşdeğer gören bir “Diyânet İşleri” dairesi olsaydı bile, devlet “emperyal sömürgen” olmadıkça, laiklik kavramını hakkıyla realize edemezdi… Demek ki aslında, dinleri –Musevî, Îsevî başatlığında- yaşatan güç, Emperyalist Dünya Düzeni veya Globalizm’dir; ki İslâmiyet’in meşrûiyetine de onlar cevaz vermektedirler, ikinci sınıf kategorisinden… Dolayısile, -muhayyel- Tanrı’nın Yeryüzü’ndeki tezâhürü ve etkinliği de, “finans kapital” aktivitesi şeklinde tecelli etmektedir; kapitalistler vasıtası veya aracılığıyla… Ama ne var ki Müslümanlık, ibâdetler itibâriyle Musevîlik ve İsevîlik’ten çok farklıydı; ve onun için de, uzlaşmaz (antagonist) bir çelişkiye yol açıyordu. Zira İslâmiyet’teki, günde 5 vakit -abdestli- namaz, ve “30 Ramazan, gün boyu oruç” gibi ibâdetler, diğer dinlerdeki ibadetlerden çok daha ağırdı. Dolayısile de müminlerde, ücretlendirilmesi (veya ödüllendirilmesi) gereken bir “iş” yapılıyormuş intibâı uyandırıyordu; ki böylece de, onların zihninde, Dünya’daki kapitalistlerden tahsil edilemeyen ücretlerin, gayri Müslim kapitalistlere karşı cihat (veya terör) yapmak sûretiyle varılacak Cennet’te, fazlasıyla tahsil edilebileceği fikri tebellür ediyordu… Yani tüm insanlığı tek Tanrıcı (monoteist) saydığımızda, Yahudi ve Protestan’lara, “zenginler benim seçkin kullarımdır” diyerek hafif ibâdet ritüelleri öneren, Müslümanlara ise, “bana yakın kullarım fakirlerdir” demekle birlikte, gâyet ağır ibâdetleri farz kılan, nifakçı bir Tanrı profili çıkmaktadır ortaya… Bu durum, “sıra dışı varlık” anlamında bir Tanrı –miti- kabûlünün, sonsuz (veya evrensel) kümelerde paradoksal olmasından kaynaklanmaktadır; ki dolayısile de, “tapınç kültü”nün mahalli, mitolojinin de “politeist” olması gereğini dayatmaktadır. Ve de öyle anlaşılmaktadır ki, dinî öğretileri ve kapitalizm ideolojisiyle birlikte, “tarihî devirler” aşılmadıkça (veya kapatılmadıkça), İslâmî agressivite (ve terör), Global Finans Kapital hegemonyasının başına “belâ” olmaya –artan dozda- devam edecektir. Ve bu tırmanış da, Batı’da, Haçlı Seferleri’ni yeni versiyonlarıyla hortlatacaktır; savaş (silah) ekonomisiyle kapitalizmi ferahlatmak üzere… Bu gidişâtı durdurmak ve insanlığı sâlimen “Tarih Sonrası”na taşımak için yapılacak ilk iş, dinleri, Diyalektik Antropoloji perspektifinden (çerçevesinden) incelemek ve açıklamak olmalıdır; ki böylece, dinlerin karşıladığı –psikolojik- ihtiyaçların, ve istismar ettikleri zaafların telâfisiyle, onları lüzumsuzlaştırmak mümkün olabilsin. Zaten, gelişen telekomünikasyon araçları ve ortaya konulan Diyalektik Antropoloji metodolojisi sâyesinde Dünya o kadar küçüldü ki, en uzak ülkelerdeki insanların da, “tarih öncesi (ateş öncesi)”nde yaşamış atalarımızın da ne olduğunu, ne yapıp ne düşündüğünü iyi biliyoruz artık… Dolayısile de, insanlığın gelişme (tekâmül) yolundaki en ufak sapmayı bile, çıkış rotamızla kıyaslayarak tespit edebilmemiz, ve başlangıç âyarlarımıza dönebilmemiz mümkündür artık…
Tarihî Devirler, Şaşkın veya Şizofrenik İnsanların Çağıdır Aslında…
İnsanımsıların, topluca ve sürekli yaptıkları ritmik hareketler, bazı (inisiyatör) bireylerde meleke kesbedince, -zamanlama yaparak- ateşi kullanmayı becerebilen “insan” karakteri ortaya çıkmıştır. Ama, zamanlama ve sıralama yapmayı bilen bu “akıllı insan”, kendinin veya aklının ne olduğunu (nasıl oluştuğunu), tüm tarihî devirler boyunca bilememiştir. Dolayısile de, bilmediği bu “tarih öncesi-zon”u, bütün olay ve olguların sebebini içinde saklayan (gizleyen) metafizik bir “öbür dünya” veya “tanrılar âlemi” şeklinde kurgulamıştır. Bunun sonucu olarak, “inisiyasyon” seçilimiyle belirlenen ilk toplum önderleri (inisiyatörler) de, kendi üstün (seçkin) pozisyonlarını, tanrısallıkla veya tanrıya yakın olmakla izah etmişlerdir; tabiatıyla… Ama kurulan ilk uygarlıklardaki yönetimler, ataerkil verâset usûlüyle belirlenir hâle gelip, hânedanlar oluşunca da, “tanrısal seçkinlik” kavramı, içi boş bir retorik (palavra) anlamına indirgenmiştir. Zira biyolojik genler, becerileri ve huyları taşısalar da, -insanı, insan yapan- bedenî (ritm) ve aklî (sıralama) melekeleri taşımamaktadır; babadan oğla… Tanrısal üstünlük veya seçkinlik senaryoları, daha sonra “halka ve insanlığa hizmet” temalı ideolojilere dönüştürülmüş olsa da, bu retoriklerin (lâfların) hepsi, aslında, insanların gözünü boyayıp taraftar kazanarak iktidara oturma amacı gütmüştür. Nitekim, -bazı mistik ve ezoterik (tarikatçı) çabalardan sarfınazar- tarihte oluşturulmuş, ve hatta devlet yönetimlerine geçmiş tüm örgütlenmelerin, doymak bilmez içgüdüsel arzuların tatmini yolunda teşekkül eden “kayırma-yaranma” hiyerarşisi üzerine kurulmuş olduğunu görmekteyiz. Böylece, hayvânî (içgüdüsel) tatmin beklentisi içinde birilerine yaranmaya çalışanları, ödüllendirmek suretiyle kayırarak kendilerine bağlayanlardan müteşekkil hiyerarşinin en başına da, büyük patron “Tanrı” miti oturtulmaktadır; herne kadar, bazı ödemelerini “öbür dünya”da yapacağına inanılan –ve buna râzı olunan- bir muhayyel varlık şeklinde düşünülse de… Yani demek ki, kapitalist zihniyet ile dinci zihniyet, esas itibariyle aynıdır; ve de, sayma (ritm) ve sıralama melekelerini kazanma uğruna, beslenme ve üreme etkinliklerini engelleyerek –bu hususta- tabular ihdâs etmek zorunda kalmış olan insanlığın fıtratına mugâyir bir aldatmacadır. Zira sözkonusu mentaliteye göre, her insanın tekabül ettirilebileceği bir “para” miktarı veya parasal bir değer vardır, ve dolayısile de her insan –bir bakıma- mal’dır; sanki başlangıçta, bütün malları insan yaratmamış gibi… Bu durum, insanın, kendi yarattığı değerlere esir düşmesi, veya tedâvüle soktuğu –para gibi- değerlerini ele geçiren bazı hayvanımsılar tarafından köle edilmesi tehlikesini ve potansiyelini doğurmuştur. Ki nitekim bu açmaz, retorik (lâfzî) düşünce ve zihniyetin, binlerce yıllık bir süreç boyunca kristalize ettiği Aristo Mantığı içinde, “Russell Paradox” olarak -1901 yılında- teşhis edilmiş, ve dolayısile de, mutlak (değişmez) veya “sıra dışı” varlık (Tanrı miti) kabulünün paradoksal, yani “akıl dışı” olduğu anlaşılmıştır. Ve sözkonusu paradoksun deşifre edilmesini sağlayan da, aynı uzun süreç dahilinde geliştirilmiş bilimsel düşünceler içinde tebellür eden Matematiksel Mantık olmuştur… Demek ki aslında, paraya (kapitale) hükmedenlerin insânî nitelikleri sorgulanmasın diye, “piyasanın rûhu”na tâbi, mistik bir “kapitalizm” ideolojisi ile, zenginleri seven bir metafizik “Tanrı” mitosu kurgulanmaktadır. Yoksa, spekülâtif atraksiyonların önlenmesiyle, “piyasa rûhu”nun deşifre edildiği ve kovulduğu bir toplumda, tüm insanlara ait “artı-değer”in, matematiksel mantıkla düşünebilen ve insanca yaşamasını bilen (inisiye) bireylerin tasarruf veya kontrolunda olacağı gerçeği gâyet açıktır.
Samimi Atatürkçü’lerin Anlaması Gerekenler…
Bugün Türkiye’nin, dinsel cemaatler (kiliseler) arasındaki iktidar savaşlarına sahne olması, ilk iktidar erkinin ideolojisi anlamında –İnönü ile başlayarak- kurgulanan “Atatürkçülük”ün, fiilen iyotlaştığını veya buharlaştığını göstermektedir. Bu da aynı zamanda demektir ki, Atatürkçülük, Atatürk’ün hayattayken sergilediği düşünce ve davranışları bayrak yapılmak suretiyle sürdürüldüğü taktirde, didişen ve didişecek olan dinî hiziplerin, birbirlerine karşı kullandığı mücadele aracı olmaktan öte bir işe yaramayacaktır. Çünki, Atatürk zamanındaki düşünceler (ve zihniyet), -paradoksallığı ispatlanmış olmasına rağmen- Aristo Mantığı’ndan tamamen kurtulmuş, ve dolayısile de, dinlerin ve kapitalizmin negasyon edilmesi gereğini ortaya koymuş düşünceler değildi. Onun için de,her komünizan ve ilerici hamle, Emperyalistlerin Dünya çapında tertipledikleri tezgâh (plân) mûcibince, dinî reaksiyonlarla ircâ ediliyordu. Nitekim, Atatürk devrimlerinin âkıbeti de öyle oldu; dine karşı gereken tedbirler –lâyıkıyla- alınamayınca… Ondan dolayı artık, Atatürk’ün din hakkında sarfettiği bazı popülistçe sözleri, abartılarak veya vurgulanarak siyasi malzeme olarak kullanılmamalıdır; aksi halde onun anısına kötülük, ve ona nankörlük yapılmış olur… Aslında tarihî (ve dinî) devirleri bitirecek olan “Aristo Mantığı’nın kritize edilmesi süreci”, yaklaşık yüz yıl sürmüş, ve bu arada (1901’de) Bertrand Russell tarafından, mantığın paradoksal olduğu da ispatlanmış, ama sürecin son noktası ise, bilimsel düşüncedeki (mantıktaki) temel varsayımın (Well-Ordering Principle’ın), insan davranışlarını modifiye eden “ritm melekesi”nin zihinsel türevi olduğunun anlaşılmasıyla konulmuştur; 1985 yılında… Böylece insanın düşüncesi, davranışlarıyla ilişkilendirilerek, hem “düşünce-davranış” etkileşiminin “feed-back”li olduğu anlaşılmıştır, hem de tarihteki “inisiyasyon” seçilimlerinin, “varoluş” etkinliğine indeksli sırrı ortaya çıkarılmıştır. Dolayısile buradan da, insanlığı tekâmül ettirecek bir eğitimin, sâdece bilgilerin hıfzedilmesi ve davranışların taklid edilmesi şeklinde yapılamıyacağı anlaşılmıştır… İşte ben bu sürecin içinde düşüncelerimi geliştirirken, hem de daha 1965 yılında, “insanla hayvan arasındaki nesnel kategorik (aslında kaotikmiş) fark bilinmedikçe, insaniyet üzerine bilimsel teori kurulamaz” şeklindeki hipotezimi formüle etmişken, ve dolayısile de dindarlar kadar, komünistlerle de prensipal anlaşmazlığa düşmüşken, Devletimizin istihbarat teşkilâtı MİT üzerime çullandı; Emperyalist “dindarlık yayma” tezgâhı lehine beni pasifize etmek için… Benim hipotezimin, Atatürk’ün zihniyeti ve düşüncesi ile hiçbir çelişkisi yoktu, ama pragmatik istihbâratçı kafasının, O’nun din hakkında söylemiş olduğu bazı olumlu sözlerini, komünizme karşı kullanması gerekiyordu; Emperyalist plânlar mûcibince… Halbuki Atatürk’ün Komünizm hakkında da bazı olumlu sözleri vardı; ve de Atatürk gibi bir adamın, sağlam görmediği Komünizm ideolojisine karşı bile olsa, hep şüphe duyduğu dinî doktrinleri kullanması düşünülemezdi. Yani Atatürk’ün, Sovyetler’i bloke etmek üzere, Emperyalistlerin tezgâhladığı “yeşil kuşak” projesine âlet olması mümkün değildi. Ama ne var ki, bizim Atatürkçü (!) yöneticiler, seve seve yaptılar bunu…
Kerim Sadi ile birlikte Katkı Dergisi’ni çıkarmaya başladığımızda (15/9/1970), ben kendisine ihtirâzî kaydımı belirtmiş, ve de insanla hayvan arasındaki kategorik fark belirlenmedikçe, -dinler dahil- her türlü ideolojiye, ve bu arada Komünizm’e de şüpheyle bakacağımı söylemiştim… 12 Mart 1971 darbesi sırasında, ağır cezalar aldığım için Yurt dışına çıkıp da, yaklaşık 28 ay sonra –affa uğrayarak- döndüğümde Kerim Sadi hocaya, komünizmin çökmekte olduğu haberini de getirdim; içinde yaşadığım tehlikeli bir pratik neticesinde, Bulgaristan Komünist Partisi yetkililerinin yaptıkları itirafa binaen… Bu durumda, Katkı Dergisi çıkaranları olarak öyle üstün bir pozisyon kazanmıştık ki, artık Sovyetler Birliği kodamanlarından bile çekinmemize mahal kalmamıştı. Çünki bir defa, Kerim Sadi hoca, Sovyetlerin kuruluş zamanlarındaki zaaflarını –içinde yaşamış bir genç olarak- biliyordu. Sonra da, en mütekâmil ve yetkili komünistlerin bile, hem “ilkel komünal toplum-tabular” çelişkisini açıklayamayacaklarından, hem de Berlin ve Viyana odaklı casuslar trafiğinin hangi tarafın lehine çalıştığına cevap veremeyeceklerinden emin bulunuyorduk. İşte bu güvenle biz, Katkı Dergisi’nin politik iddiasını komünist partiler seviyesine yükselttik; ve de TKP’nin o zamanki genel sekreteri İsmail Bilen’e (Lâz İsmail’e) meydan okuduk. Bizim, sağlam nîrengi noktalarına istinâden çizdiğimiz orijinal “yol haritamız”ı, çevremizdeki insanlar bilmiyorlardı tabii ki… Dolayısile de bizi, kafalarındaki “komünist” şablonuna göre anlamaya, ve de emperyalist politikalar muvacehesinde değerlendirmeye çalışıyorlardı; ki bu şekilde de, meşreblerini ve mihraklarını ele veriyorlardı… İ.Bilen, Kerim Sadi hayattayken hep onunla uğraştı; Hoca’nın ölümünden sonra ise, -gizli Konya Konferansı gibi- türlü tertiplerle bize çengel atmaya, yani bizi kendine angaje etmek için uğraşmaya başladı. Ama, kendisiyle angajmana girmeyi –zımnen bile olsa- kabul etmeyince de, bizi, MİT ajanlığıyla filân suçlamaya başladı; ki bunu fırsat bilen MİT’çiler de, bizi provokatör durumuna düşürmek için her türlü desteği vermeye hazır hâle geldiler. Ben de bu durumu fırsat bilerek, Türkiye’deki ilericilik inisiyatifini kimseye kaptırmayacağımızın delili olsun diye, Türkiye Komünist Partisi adına legal parti kurma teşebbüsünde bulunmak üzere, tüzük ve program yayınladım; Ağustos 1978 tarihli Katkı Dergisi’nde… Ben bu yayına karar vermişken, beş kişi daha, aynen imzalayacaklarını bildirdiler; ve de –isteğim üzerine- belgeleri hiç okumadan imzaladılar… Bu yayın çıkıp, Hürriyet Gazetesi’nde , birinci sayfadan kocaman bir –resimli- haber olduktan sonra, metinleri okudukları halde hâlâ çevremden ayrılmayan, ve beni destekler görünen birçok kişi daha kaldığı için, iki yıl kadar sonra (1 Temmuz 1980’de) çıkardığım Katkı’da da, toplam onbir kişinin ismini afişe ve ilân ettim. İsimlerinin yayınlanma tercihini tamamen benim taktirime bırakanların sayısı, aslında 12 idi ama, eski Dev-Genç başkanlarından Atila Sarp’ı afişe etmemin, onun sağlık sorunları bakımından doğru olmayacağını düşünerek, kendisinin adını listeden çıkardım. Ancak buna rağmen bu şahıs, sonradan, benim çabalarımı negatif etkilemek için, organize işlere kalkıştı…
Herşeyden önce şu tespitleri yapmalıyım ki, bir defa, sözkonusu kişilerden dördünün vefat etmiş olduğunu duymuş bulunmamdan ötürü, onlar hakkındaki düşüncelerimi saklı tutuyorum; Cihat Aydınsal, Musa Uysal, Süleyman Mızrak ve Ali Tümer hakkındaki… Sonra da, ilk altı kişiden sâdece MAHMUT AÇIKSÖZ’ün, fikrî rotasını hiç değiştirmeden, bugüne kadar benimle birlikte yürüdüğünü, ikinci listeden de sâdece MEHMET YAVUZ’un dürüst bir yoldaşlık sergilediğini, önemle vurgulamak istiyorum… Diğerlerinin, hem aileleriyle, hem de –doğrudan veya dolaylı- bağlandıkları mihraklarla olan etkileşimleri dolayısile bana çıkardıkları güçlükler, Devlet yapımızın “adam yeme” veya “menfî seleksiyon” husûsundaki mahâretini (!) açıkça sergiler mâhiyyettedir; ve ibretliktir. Ve buradan da anlaşılmaktadır ki, bireyleri mahvederek devleti çökerten “menfî seleksiyon” sistematiğinin başlıca sebebi, “toplum yapıtaşının aile, birliğinin teminâtının da din” olduğu yolundaki yanlış (veya çürümüş) senaryoya dayanan devlet ideolojisidir. Bu ideolojiye göre, toplumda mümtaz şahsiyet veya aile diye tanınmış sosyo-ekonomik birimler, her hâlükârda “nâmus timsâli” olarak korunmalı, ve de muhâfazakârlık (dindarlık) kisvesiyle sarılıp sarmalanarak konserve edilmelidir; devlet istihbârat örgütleri mârifetiyle… Böylece de, insanlar, nâmuslu aile kurmaya ve dindar görünmeye özendirilerek, milli birlik ve beraberlik rûhu(!) tesis edilebilmelidir. Oysa bilimsel araştırma ve istatistikler göstermektedir ki, Türkiye’deki insanların yarısından fazlası “insest” mağdurudur; ve –düzenli- namaz kılanların oranı ise %20’nin altındadır. Dolayısile, devlet istihbarat teşkilatları tarafından korunan da, dejenere bir aile yapısıyla, dindar görünme riyâkârlığından (yani “toplumsal çürüme”den) başka bir şey değildir aslında... Demek ki devletin, ideolojiye değil, sâdece birey insan ayıklayan bir “müsbet seçilim (seleksiyon) sistematiği”ne ihtiyacı vardır. Zira ideolojilerin idealize ettikleri –ümmet, cemaat, aile vs. gibi- tarihî kategoriler, tarih sonrasında yok olmaya mahkûmdur; ama, “devlet”, toplumsal insâniyeti yaratan (yaşatan) ve birey olmuş insanlar üzerinde yükselen, daimî bir estitüsyondur… Benim etrafımdaki insanların bir kısmı İstanbul’da, diğer kısmıysa Ankara’da ikâmet etmekte, ve de genellikle, nüfuzlu çevrelere mensup iki “temiz aile çocuğu”nun etrafında kümeleşmekteydiler. Türkiye ne zaman “sol darbe” beklentileri ve çalkantıları içine düşse, temiz(!) aileler de çocuklarını bu hareketlerin içine salar, ve böylece gidişâtın nabzını tutmaya çalışırlardı; her ihtimale göre hazırlanabilmek için… Tabii onların ardından da istihbarat elemanları gelirdi; kendilerini hem korumak, hem de onları “ökse kuşu” veya “çığırtkan ördek” gibi kullanmak üzere…
12 Eylül 1980 darbesi geldiğinde, devrimcilik veya komünistlik –pratiği- yapmak üzere teşvik edilerek yanıma sokuşturulmuş olan, ve tarafımdan da kayıt altına alınmış bulunan bu insanların, ne yapacaklarını, ne gibi kisve veya tavırlara gireceklerini çok merak ediyordum… İlk önce, Istanbul’dakilerin şefi Cihan Yamaner bana gelerek, “harç bitti, yapı paydos” veya “darbe oldu, oyun bitti” gibilerinden bir tavrı açıkça ortaya koydu: Darbeci Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin Şahinkaya’nın, babasının iş (kapital) ortağı olduğunu, kendisinden pişmanlık beyânıyla özür dilendiğinde, bizi affedeceğini söyledi. Böylece de, darbeyi tezgâhlayanların tertipleri gereğince bu işlere soyunduğunu itiraf etmiş oldu; kapitalist formasyonunu açığa vuran bir dürüstlükle(!)… Başını, ünlü poltikacı Osman Bölükbaşı’nın dâmadı diye tanınan Ferda Aykan ile, MİT’çi diye sözedilen Orhan Selen’in çektiği Ankara grubunda ise, beklentiler, bir aşamadan sonra Siyasi Partiler Kanunu’nun değiştirilerek, “komünizm” sözcüğünün lânetli olmaktan çıkarılacağı, veya TCK’daki 141-142. Maddelerin kaldırılacağı yönündeydi. Nitekim bizim dâva dosyaları da 4-5 yıl boyunca, ya yetkisizlik kararlarıyla mahkemeden mahkemeye şutlanmış, ya da mahkeme kalemlerinde uyutulmuştu. Bu taktiğin sökeceğine, nerdeyse ben bile inanıyordum ki, bir gün Orhan Selen’den bir mektup aldım: Bir tavrımdan ötürü (Ferda Aykan’a bir uyarımdan dolayı), beni öve öve bitiremiyor, ve âdeta göklere çıkarıyordu… Ben mektubu anlamlandırmaya çalışırken, haftası çıkmadan ikinci bir mektup daha aldım; aynı kişiden… Bu sefer de, benim insanların âyarlarıyla oynadığımı, onlardan çok şey beklediğimi, oysa bu ülke insanlarının eksik kapasiteli olduğunu, fikriyâtımdan kaynaklanan beklentilerimin gerçekleşmiyeceğini, o zaman da “psikoloji”nin bilmem ne teorisine göre –Pavlov’un köpeği misali- dağıtacağımı ifade ediyor veya bildiriyordu. Aslında garibim böylece, gerçek kâşiflerin başarıya indeksli veya başarı beklentisiyle çalışmadıklarını, çünki keşif vukuunda sevinç değil, -tüm eski kanılarını sarsıp değiştirdiği için- sâdece bir şaşkınlık (hayret) hissi duyduklarını, dolayısile de buluşları piyasa değeri kazanmadıkça, kimseden taktir ve taltif beklemediklerini anlayamadığını, fâş etmiş oluyordu; zira gerçek keşifler, kapitalistlerin bilimcilere sipariş ettikleri meselelere, yani, “bilmece” gibi “verileri belli problemler”i çözmeye benzemezdi… O zaman emin oldum ki, Devlet –nâmına iş gören güruh- beni, kafasına göre kullanmaya kalkmış, ve sonra da Orhan Selen vasıtasıyla, üzerimde “psikolojik operasyon” uygulamaya karar vermişti; cezaevinde, savunma bile yapamayacak şekilde –fikrî- açmaza girip dağıtmam için… Zira o kuş beyinliler, beni de, diyalog ve çağrışımlarla –kapalı devre- fikir yumurtlayan bir “skolastik düşünür” sanmışlardı; aklî “sıralama melekesi”nden ve “soyutlama” metodundan bîhaber oldukları için… Nitekim bundan kısa bir süre sonra, dâva dosyası Sıkıyönetim Mahkemesi’nce açıldı, ve de 5-6 ay içinde hükme bağlandı; TCK’nın 141. Maddesinden… Ben yakalanıp içeri tıkıldıktan sonra öğrendim ki, bizim Ankaralılar üzerinde –fiilen- icrâ edilen operasyon, çok daha şık(!) olmuş… Önce, birinin karısı ile diğerinin kızı sevgililerine kaçmış, veya kaçmalarına “destûr” verilmiş, sonra da böyle bir zillet karşısında öfkeye kapılan arkadaşlar yakalanarak –bizim dâvadan- içeri atılmışlar. Böylece de, hem arkadaşların öfkeleri yatıştırılıp, aslanlar(!) gibi “siyâsi ceza” çeken kahramanlar hâline dönüştürülmeleri (dolayısile moral kazanmaları) sağlanmış, hem de sözkonusu kadınlar, çirkin ithamlardan ve ızdırap çekmekten kurtarılmış… Buradan da kolayca anlaşılacağı gibi bizim MİT, bir nevî “milli iğtişâş teşkilâtı” olarak çalışmakta, ve de herşeyden önce, mümtaz (!) çevrelerdeki –gayri meşrû- seks ilişkilerini örtbas etmekle meşgûl olmaktadır; ve dolayısile de, teorik düşünce ve stratejik vizyon geliştirenleri veya geliştirecek olanları harcamakla… Oysa burada, kınanması gereken, patlak veren seks olayının kendisi değil, o cinsel gerilimi patlama raddesine kadar bastıran, ve de siyasî bir koz olarak kullanmayı hesaplayan sosyo-politik çevreler ile, patlak veren skandalı örtbas etmek için türlü entrikalar çeviren, ve hatta bu uğurda olayla alâkasız ciddi insanları kullanmaktan da çekinmeyen, MİT gibi Devlet organları olmalıydı herhalde… O sıralar Orhan Selen de, aynı cezayı çektiğine dair bazı iletiler gönderdiyse de, kendisine içerde rastlamak mümkün olmadı; aynı suçtan ceza alanlar genellikle bir arada tutulurken… Sonradan, üniversite tecrübelerimi de göz önüne alarak düşündüğümde, anladım ki, yüksek öğrenim, ezber ve taklit eğitimiyle çömez yetiştiren Aristo Akademyası’na göre formatlanınca, devlet yönetimi de, komplo teorileri üreten, ve provokatif tertipler düzenleyip, kitleleri, -çoban köpekleri (istihbaratçılar) vasıtasıyla- bir oraya, bir buraya sevk ederek koyun sürüsü gibi güden bir formasyona oturmaktadır. Ve böylece de ülke, emperyalist mihraklar tarafından yönetilmeye lâyık (!) veya müstehak hâle getirilmiş olmaktadır. Zaten ABD’deki düşünce tanklarının da, bizdeki stratejik araştırma merkezlerinin de, emperyalizme komplo teorisi üretmekten (ve sunmaktan) öte bir işlevleri yoktur; şâyet ajan devşirme görevi de yapmıyorlarsa… Netice itibariyle ben, 1984’ün Temmuzunda içeri tıkıldım, ama bu cezaevi hayatı, 1965 baharında formüle ettiğim hipotezimin doğruluğunu kanıtlamama vesile oldu; “insanın hayvandan kategorik farkı ritm melekesi’dir” şeklinde… Ve 1987 Ekiminde içerden çıktıktan sonra da herkese ilân ettim; “Marksizm ideolojisinin yanlışını buldum” diye… Nitekim bu deklerasyonumdan iki yıl kadar sonra da, Sovyetler Birliği’nin çöküşü başladı… Ama buna rağmen bizim devletlûlar(!), kendilerinin doğru, benim yanlış düşündüğüm noktasında o kadar takıntılıydılar ki, bu sefer de Attila Sarp’ı bulup, Kültür Bakanlığı sponsorluğunda ona kitap yazdırdılar (1996); kibarca yanlışlarımı gösteriyorlarmış gibi sinsi bir üslûpla… Kaldı ki, aynı “sol Atatürkçüler” makûlesi, Lâz İsmail (İsmail Bilen) taifesinin 35-40 yıl evvel bize karşı yaptığı tezvirât kampanyasının kayıtlarını da, 5-6 yıl öncesine kadar İnternet’te döndürüp durdular… O zamanlar Devlet’e ve dolayısile de MİT’e Atatürkçü subaylar hâkimdi; ve bunlar, Emperyalizmin Soğuk Savaş döneminde uyguladığı “yeşil kuşak” projesinin de etkisiyle “kafadan çatlak” hâle gelmiş insanlardı. Daha doğrusu, zâhiren, dînî dogmaları önemsemiyormuş gibi görünseler de, içlerinden “ya varsa, veya ya doğruysa” diye düşünüp, bir nevi “paranoid-şizofren” ârâzı gösteriyorlardı; ki böylece de, fanatik (şizofren) müminlere, Devlet’e sızmaları için kapı aralamış oluyorlardı. Yani Fethullah Gülen’in müritlerine verdiği, “Atatürkçüler gibi görünün” emri ve taktiği, Atatürkçülerin kafa çatlaklığından mülhem, iyi bir fikirdi aslında… Zira O biliyor veya hissediyordu ki, Atatürkçü geçinen o sahtekârların, dinin özüne (dogmalarına) müteallik hiçbir itirazları ve sözleri yoktu; ve onun için de, fanatik Müslümanlarca izleniyorlarmış, ve dolayısile dinsizlikle suçlanacaklarmış gibi bir evham içinde bulunmaktaydılar. Dolayısile, onlara, -dinsel vecibeler öne çıkarılmadan- biraz yakın görünülmekle, veya “mazlum’u oynamak” şeklinde onların vicdânına hitap etmekle her şey yaptırılabilirdi… Gerçek oydu ki, askeri okullarda sâdece, calculus matematiği, komplo teorileri, ve bir takım dinî hamâsi efsaneler öğretiliyor, dolayısile de askerler, -Allah mitosuna yer bırakmayan- sonsuzlar matematiği (matematiksel mantık), mikrokozmos fiziği ve antropoloji biliminden zerre kadar anlamıyorlardı. Ve onun için de, “strateji” diye bildikleri –sihirli- komplo teorilerinden medet umup, işin olurunu Allah’a havâle ederek kafayı yiyorlardı; her komplo teorisini irca eden bir üst teorinin, güçlü mihraklarca kurulup uygulanabileceğinden bîhaber olarak…
Atatürkçüleri, Emperyalizme Râm Edip Gericileştiren Cehâlet:
Aristo Mantığı diye tanınan, antik devirler mantığında, bir “sıra dışı varlık” kavramı ile, bir de “mutlak eşitlik” veya “özdeşlik(değişmezlık)” prensibi vardır ki, matematiksel mantık’ta -1901 yılında- paradoksallığı (akıl dışı olduğu) anlaşılan bu yanılsamalar, “öbür dünya” ile “tanrı” kavramlarına zemin teşkil etmiştir… Sonradan “Newton Fiziği” olarak sistematize edilen antik zamanlar fiziğinde ise, “mutlak boşluk” kavramı geçerliydi ki, Greklerin “Kaos” diye adlandırdığı (hatta bîzâtihî kendisini de tanrı kabul ettiği) bu yanılsama yüzünden de, tanrıların yaşadığı bir “metafizik âlem” mevhûmu veya kurgusu ortaya çıkmıştı. Oysa artık, mikrokozmos fiziğinden biliyoruz ki, “madde-mekân-zaman” kavramları (uzay unsurları), birbirlerinin mütemmim cüzüdür; yani biri olmadığı taktirde diğerleri de mevcut olamaz. Çünki matematiksel olarak, hepsi birbirlerinin hem parametresi, hem de fonksiyonudur aynı zamanda… Dolayısile de maddesiz mekân, veya fizik biliminin giremeyeceği bir âlem mümkün değildir. Yani artık, herne kadar –henüz- bilmediğimiz ve çözemediğimiz olgu ve olaylar bulunsa da, emin olduğumuz husus, Kâinat’ta ve bilimsel düşünen insan beyninde veya zihninde, muhâtap alınıp tapınılacak bir Tanrı mitosuna yer olmadığıdır… Bir bakıma denilebilir ki, şayet matematik ve fizik bilimlerinin bize gösterdiği (ve meydana getirttiği) gerçekler, “Tanrının gör (ve yap) dediği” değilse, Arapça, Lâtince, İbranîce vs. lâflardan derlenmiş din kitapları hiç değildir. Onun için, peygamber nâm insanların binlerce yıl önce, bir takım mecazlarla tasvir ettikleri Kâinat anlayışı ve Kıyâmet kehâneti, bilime ipotek, ilerlemeye taş koymaktan, ve dolayısile de cahilliğe prim yaptırmaktan başka bir işe yaramamaktadır… Demek ki, dinleri doğuran yanılsama, aşılması gereken tarihî (geçici) bir anlayış ve zihniyettir; ve de açıklanması gereken husus, insâniyetin total gelişiminin, veya antropolojinin nasıl bir diyalektik süreç izlemekte olduğudur:
Atatürk dini, gâyet kaygan bir zemin olan “kültürel etkinlikler rampası”na bıraktığında, ardıllarının onu derinliğine anlayıp aşacaklarını umuyordu; gelişmekte olan bilimin rehberliğinde… Ancak nevar ki, bizim Atatürkçü geçinen küçükburjuvalarımız, bilimsel gelişmelere bîgâne kalarak, o kaygan zeminde patinaj yapıp durdular; ve böylece de, gittikçe dini dogmalara alışarak, “ya doğruysa” şüphesine kapılıp “paranoid-şizofreni” hastalığına tutuldular; her “düşünce-davranış eylemsizi”nin dûçar olacağı gibi… Ve bu yüzden de, toplumun kâhir ekseriyeti, kafalarında, her şeyin yaratanı ve müsebbibi saydıkları ceberut bir “Allah” heyülâsı (mit’i) taşıyan meczuplara döndüler. Bu durumda artık onların sâdece, “Allah mitosu tarafından seçilmiş” olarak görebilecekleri bir düzenbaza ihtiyaçları vardı; yıkıcı bir çığ hâline gelebilmeleri için… Bu âkıbeti önlemek üzere, TC Devleti ve Türk Silahlı Kuvvetleri hep görüntülerle uğraştı, ve de mürteci gibi görülenleri yakalayıp elimine etmeye çalıştı; tasfiye edilenlerden daha fazlasının, zihnen (ve fikren) mitperestliğe (yobazlığa) kaydığını görmesine rağmen… Ama en sonunda Soğuk Savaş bittiğinde, Türkiye’nin gerçek bir “çoğunlukçu demokrasi”ye geçmesi için tüm Dünya bastırdığı zaman, bizim mitperestler (mürteciler) gürûhunun ihtiyaç duyduğu “ajitatör demagog” düzenbaz tipi, Recep Tayyip Erdoğan nâmıyla zuhûr ediverdi; talebi karşılamak üzere…İşte, emperyalistlerin favorisi olan, “kontrol edilebilir kaotik düzen” böyle oluştu ülkemizde… Çünki kitleleri –bir nevi illüzyon olan- dînî telkinlerle bir arada tutan bir liderin, emperyalist direktiflere uymaması gibi bir şansı olamazdı; zira o taktirde foyası ortaya dökülür ve/veya yerine daha usta bir illüzyonist ikâme edilebilirdi… Bu emperyalist kumpastan, politik ve demokratik manevralarla (oyunlarla) kurtulmamız mümkün değildir artık… Bu yüzden de, meselemizi, bilim tarihinin ve “diyalektik antropoloji”nin bir problemi olarak Dünya bilim câmiasına sunmamız, tüm insanlık nâmına bir gerek şart hâline gelmiştir. Zira kapitalistler bilimi dallandırmakla, -fonlayarak ısmarladıkları çalışmalar hâricinde- bilimsel dalların bir arada düşünülmesine, ve mesela matematikle antropolojinin, ve/veya müziğin birlikte ele alınmasına olanak tanımamakta (bilim dergilerinde yayınlatmamakta), dolayısile de bilimi kapitalist politikaların güdümüne sokmaktadırlar. Yani kitlelerdeki, lezzet ve şehvet çeşitlemeleri anlamındaki süflî içgüdüsel tüketim talepleri, kapitalistlerin “kâr maksimalizasyonu” eğilimini tahrik etmekte, bu eğilim de bilimin serbestçe gelişmesini ve insanlığın ilerlemesini engellemektedir; bilim otoritelerini de dogmatikleştirip dine yaklaştırarak… Zira insanlar, ne kadar lezzet ve şehvet budalası hâline gelirlerse, reaktif bir dengeleme mekanizması olarak, tövbekârlığı telkin eden bir “Tanrı” miti de o kadar güçlenmekte, ve sorgulanmaz bir dogmaya dönüşmektedir. Sosyo-ekonomik krizlerin başlıca sebebini teşkil eden, ve de mevcut kapitalist düzenden –bir şekilde- yararlanan hiç kimsenin içinden çıkamayacağı bu paradoksal durumu ben, yarım asırlık çaba ve çalışmalarımla, fiilen aşmış ve açıklamış bulunuyorum. Çünki her şeyden önce, üniversitedeki çalışmalarımdan itibâren düşünerek, matematik gibi –pure- bilim dalında uzmanlaşmış bilim adamlarının kafalarında bile, dogmatizme sapma olduğunu, ve aksiyomları dahî dogma olarak anladıklarını ortaya çıkarmış bulunuyordum. Mesela, “lisans-üstü” tezimi savunurken, “adviser” konumundaki Orhan Ş. İçen’in, temel varsayımları “bedâhat” ölçüsüyle –herkesin kabul edeceği- bir dogma sayıp izleyicilere oylatması, bu anlayışın en bâriz göstergesiydi. İşte o noktadan sonra, bağımsız birey olamamış insanlarda, çoğunluğa katılma ve otoritelere uyma eğilimi varken, fikrî ve fiilî önder konumundakiler (yani inisiyatör ve kreatör olması gerekenler) de, çoğunluğun kanaat ve eğilimlerinden medet umma, ve bilimsel “aksiyom”ları dogma olarak kabul etme anlayışına sürüklendikleri taktirde, insanlığın nasıl bir çıkmaza gireceğini anlamaya başladım. Ve de gördüm ki, “mutlak eşitlik” veya “özdeşlik (değişmezlik)” prensibine dayanan ve dolayısile de Tanrı mitosuna cevaz veren Aristo Mantığı, 19.Yüzyıl’a gelindiğinde insanlığı öyle bir çıkmaza sokmuş ki, insanlar “ateizm” gibi “anarşizm” gibi isyankârâne fikir ve ideolojilerden medet umar hâle gelmişler. Zira, tarihî devirlerin (ve dinlerin) bitişini müjdeleyen bu bunalımda, herkese gâyet bedihî (apaçık) bir gerçeklik gibi görünen “mutlak eşitlik” prensibini, ilmî otoriteler de tartışılmaz bir dogma gibi kabul etmeye başlamışlar. Ama bu geniş konsensüse rağmen, sözkonusu prensibi kabul etmeyenler de, bilimsel ve felsefî fikirlerini geliştirmeye ve yüksek sesle dillendirmeye devam etmişler; hiçbir paradoksa saplanmadan, ve de Tanrı tarafından cezalandırılmadan… 19.Yüzyıl’ın ikinci yarısına gelindiğinde, Zorn, Zermelo, Russell gibi ferasetli düşünürler, Set Theory (Kümeler Teorisi) diye bilinen “Matematiksel Mantık” disiplininin temel varsayımını (prensip veya aksiyomunu), muhtelif şekillerde formüle etmeye başlamışlar. Bu formülasyonlardan biri, herkesin anlayabileceği kadar açık bir şekilde, Aristo Mantığı’nın abesliğini göstermekteydi; ki bu da, bir elemanlar (şeyler) kümesindeki her şey’in, mutlaka biri önce, diğeri sonra gelecek şekilde “iyi sıralanma” hâlinde olacağını ifade eden “Well-Ordering Principle”, yani “İyi Sıralanma Prensibi” idi… Ama 1901 yılında Bertrand Russell, keşfettiği paradoksla, insanların genellikle âşikâr gibi gördüğü “eşitlik prensibi”ni nakseden bu varsayımın – (WO)’nun- zorunlu bir kabûl olduğunu, aksi taktirde “akıl dışı”na çıkılacağını ispatladığı halde, dogmatizmden kesin olarak kurtulmak için, yine de bir pürüz kalmıştı: Bütün şeyleri (elemanları) Tanrı mı sıralamış, ve bazı akıllı (seçkin) kullarına ilham (mâlûm) etmişti, yoksa bu sıralanmanın maddi bir temeli veya sebebi varmıydı?... Kaldı ki aynı sıralarda (20.Yüzyıl başında), bir dâhi fizikçi Einstein çıkmış ve, tüm Kâinât’a şâmil mutlak bir zaman biriminin (bir nümeratörün) olanaksızlığını da göstermişti; İzafiyet Teorisi’nde… Herne kadar sonradan bazı Astronomi uzmanları, Kâinat’ın genişlemesini gözlemleyerek, ona, 13-14 milyar yıl gibi bir yaş biçtilerse de, nihâyette genişlemenin ivmesini fark ederek, tahminlerinin tashihe muhtaç olduğunu anlamışlardır. Kaldı ki, sözkonusu ivmeli genişlemeden dahî, -ivmelerin de ivmeli, veya olayın tersinir (reversible) olabileceği ihtimaline binaen- mutlak bir zaman biriminin istihsal edilemeyeceği, veya sabit ivmeye göre böyle bir birim hesaplansa bile bunun güvenilir olmayacağı anlaşılmıştır. Demek ki, Kâinât mevcûdâtı bile, -ezelde- Tanrı tarafından sıralanmamıştır; ve dolayısile de, (W.O.) gibi bir aksiyomun, her türlü üstün vasfa sâhip addedilen Tanrı tarafından dahî, ilham veya vahyedilmesi mümkün değildir… Ama yine de, sözkonusu aksiyomun maddi sebebinin ortaya çıkarılması gerekiyordu; Tanrı mitosunu bilimsel düşünceden kesin olarak ihraç etmek, ve de dinlerin tamamen hayâli safsata olduğunu, dolayısile insanlığa belâdan başka hiçbir şey veremeyeceğini ispatlamak için… Nitekim ben, insanı hayvanlıktan farklılaştıran maddi sebebi aramaya başlamamdan tam yirmi yıl sonra (1985’te), “İyi Sıralanma Prensibi”nin, insana has bir davranış ıztırârından kaynaklandığını fark ettim; veya keşfettim. Ritm melekesi dediğimiz bu davranış ıztırârının (prensibinin) zihinsel türevi olmalıydı (WO) prensibi; veya başka bir deyişle “sıralama melekesi”… Zira “ritm melekesi” dediğimiz ıztırâr hâli, âdeta aksiyomatik bir davranış biçimiydi, ve –düzenli akıp giden anlamda- “zaman” mevhumunu doğuruyordu; ki aynı meleke, zihinsel türevi olan “sıralama melekesi”nin mekân kavramını yaratmasıyla birlikte, “zaman”ın ölçülerek kavramlaşmasına da yol açıyordu. Bu da demekti ki, ezelde Tanrı tarafından yaratılmış bir Kâinat’tan değil, sâdece insanlığın, zaman ve mekan parametreleriyle birlikte yaratmakta olduğu bir Evren’den bahsedilebilirdi. Hem zâten, matematiksel mantıkla da, bir takım fizik teorileriyle de, Kâinat’ın her zerresi bütününe, bütünü de her zerresine tekâbül ettirilebiliyor, hatta teşmil edilebiliyordu. Bu zerrelerden biri olan insan, ritmik davranışlar (sesler, hareketler) gerçekleştirmeden yaşayamaz, veya insan olarak kalamazdı; ki bu da, bir Tanrı mitinin değil, ancak “Big-Bang” gibi bir “yaratıcı kaos” olayının mârifeti olarak izah edilebilirdi. Zira insanları şoka sokacak her türlü doğal olayın açıklaması, Tanrı mitine ihtiyaç duyulmadan yapılabiliyordu artık… Kaldı ki, zamanlar üstü olması gereken bu “kaos” olayının, hiçbir maddi uyaranı gerektirmeksizin hâlen de sürdüğü, müzikli danslı etkinliklerden açıkça belli oluyordu. Zira insanlığın gelişim süreci, ateşin kullanımı ile kronolojik tarihî devirlere geçen, 1985’te noktalanan yaklaşık yüz yıllık sürede de, “tarih öncesi”nin idrâkıyla, “tarihî devirler”i inkâr ederek “tarih sonrası”nı başlatan bir “diyalektik antropoloji” ortaya koyuyordu… Yani son tahlilde biz de, 1985 yılında, tarihî (ve dînî) devirleri kapatan, yaklaşık yüz yıllık fikrî sürecin son noktasını koymuştuk… Zaten aynı zamanda, komünizmin yanlışını da ortaya çıkarmış bulunduğumuzdan, o ideolojinin uygulandığı koskoca Sovyetler Birliği de ansızın çöküverdi; insanlığın “düşünce-davranış” senkronizasyonuna güzel bir örnek olarak… Artık gâyet iyi biliyoruz ki, düşünce disiplinini, dış tesirlerle veya çağrışımlarla bozan ve dallandıran, dolayısile bütüncül (teorik) bilgi sahibi olamayan, “sıralama melekesi” muhtel insanlar vardır aramızda… Tarih öncesi-zon’u aşamamış (rubikon’u geçememiş) bu insanlar, seçilmiş çağdaş rehberlere (inisiyatör ve kreatörlere) yönlendirilmedikçe, parçalı kişiliklerini bütünleştirmek veya bütün gibi göstermek üzere, -tarih boyunca yaptıkları gibi- din büyüklerini idealize ve taklit ederek yaşamaya mahkûmdurlar. Dolayısile modern devletin yapması gereken ilk düzenleme, inisiyatör veya kreatör olabilecek kadar melekeleri güçlü bireylerini, onlar daha gençlik gruplarında yaşarlarken –objektif olarak- teşhis ve tespit ederek yollarını açmaya mâtuf bir sistematik geliştirmek, ve bununla birlikte de, “melekeleri muhtel” bebek doğumlarını önleyen sıkı bir doğum kontrol sistemi kurmak olmalıdır. Zira artık anlayabiliyoruz ki, “insan”, ritm melekesi sâyesinde, refleksif etkileşim hâlinde “mütemmim cüz”ü olduğu faunasını aşmış ve düşünme becerisi kazanmış bir primattır. Dolayısile sosyal varlık hâline gelirken, -bazı iltimas usûlleriyle değil- melekeleri olgunlaşmış bireylerini selekte edip öne çıkarmak sûretiyle olağanüstü gelişmeler kaydetmiş, ve “devlet”ler organize edebilmiştir. Ve onun için de, devletleri –kapitalizm ve dinler öncesi- orijinal yapısına göre âyarlamanın artık zamanı gelmiştir; insan yaşamının bu kadar değersizleştiği terör ortamına bakarsak… İnsanlığın –yeniden- yüceltilmesi, melekeleri sağlıklı birey insanların bilimsel bir objektiviteyle selekte edilerek öne çıkarılmasıyla mümkün olabilir; ki İncil’deki, “İsa-Mesih’in hem Doğudan hem de Batıdan –birçok insan olarak- avdet edeceği” şeklindeki kehâneti de böyle anlamak gerekir.
Tarihî Misyonumuz, Tarih Sonrası’na Geçiş Aydınlanmasını Başlatmaktır:
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Atatürk’ün ölümünden sonra, II.Dünya Savaşı’nın da sağladığı müsait şartlar muvâcehesinde, yabancı istihbarat örgütlerinin güdümüne girmiştir. Atatürk, herne kadar, mazlum milletlerin bir “küçükburjuva ihtilali”yle bağımsızlıklarını kazanıp özgürce gelişebileceklerini ispata çalışmış olsa da, bu fikrî ve fiilî inisiyatifinin ömrü pek kısa olmuştur. Ve bu yüzden de, ülkemizdeki köklü soylardan gelenler, emperyalist istihbaratçılarla doğrudan, veya onların ülkeleriyle ekonomik ve ideoojik işbirliğine girmedikleri taktirde daima tâkip ve tâciz edilmişlerdir. Bu noktada rahatlıkla diyebilirim ki, TC Devleti vasıtasıyla yapılan olağanüstü sinsi ve güçlü emperyalist baskıya dayanabilmek için, herhalde benim gibi bir kökenden gelip, “antropolojik keşif”te bulunmak gerekiyordu… O ajanların bidâyette iyi geçindikleri insanlar, genellikle Atatürk’ün kazandırdığı milli heyecanla meşbû bürokratlar iken, sonradan favorileri, cahil bırakılarak dindarlaştırılan çoğunluğun oylarını toplayabilen düzenbaz politikacılar olmuştur. Ve nihâyette de, süper düzenbaz ve cahil bir politikacı (RTE), gerici çoğunluğun oylarını, dînî mugâlata ve illüzyonla toplayarak iktidar olmuştur; emperyalist istihbaratçıların dolduruşuyla –hiçbir şey yapmadan- kendilerini adamdan saymaya başlayan askeri bürokrasinin de tedibiyle birlikte... Şayet biz, insanlık tarihine katkı yapmış fâtihân (inisiyatör) bir kökenden geliyor olmasaydık, bu kantitenin karşılığı bulunamaz, ve dolayısile de emperyalist bir devletin mandaterliğine mecbur kalırdık. Oysa, bu kantitenin karşısında bugün, Dânişmendiye fütüvveti mahrecli Baba İlyas (Hızır İlyas) ve Hacı Bekdaş ardıllarından, ve Osmanlı “Havassî”lerinden olan, ilericiliğin ana ekseni “Bekdaşiyân zümresi”nin son temsilcisi Ali Ergin Güran’ın, yarım asırlık –engellenemeyen- inisiyatifi ve bilimsel çalışması gibi bir yüksek kalite vardır. Üstelik, bu çalışmanın esası da, bin yıllık fütüvvet (tarikat) geleneğimizdeki, -meleke ölçümü anlamındaki- kademli (inisiye) seçiliminin bilimsel izâhı ve güncellenmesinden başka bir şey değildir. Tarihî devirlerin kapanışını müjdeleyen bu çalışma, Türkiye’nin tepesine çıkmış bulunan yobazlar iktidarını tartabilecek –hatta hoplatacak- bir cihanşümûl ağırlığa sahiptir. Bu tartı için atılması gereken gâyet basit bir ilk adım var ki o da, insanlığa, tarihî (ve dînî) devirlerin bittiğini devamlı anons edecek, ve bu arada insanlara, dogmatik mâlûmattan kurtulmaları için gerekli bilgileri verecek bir kuruluşu gerçekleştirmekten ibârettir. Böyle bir organizasyonun, uluslar arası nitelikte olması, ve gerçek bir “NGO” olarak kurulması gereği de gâyet açıktır. Ama her şeyden önce, insanların kafasını karıştıran provokasyon tezgâhlarının deşifre edilerek dağıtılması gerekir tabii… Böyle bir kuruluşa başladığımız anda, Türkiye’nin bağımsızlığı ve “tarih sonrası”ndaki geleceği teminat altına alınmış olacaktır. Zira en azından çıkarabiliriz ki, emperyalist devletler bize ayırdıkları zaman ve güçlerini, kendi vatandaşları olan, din ve kapitalizm karşıtı Aydınlanmacılar’a ayırmak zorunda kalacaklardır... Yani son tahlilde denilebilir ki, ülkelerin bağımsızlığı, insâniyet yolunda aldıkları –fikrî veya amelî (teknolojik)- inisiyatif nisbetinde gerçekleşmekte, aksi halde ise, iç politika atraksiyonlarının malzemesi olarak kullanılan bir “boş lâf”tan ibâret kalmaktadır. Ve, sosyalizm veya komünizm mahreçli bütün siyasî akımlar da, kapitalizme hizmet eden provokasyonlar olmanın ötesinde bir anlam kazanamamaktadır… Mesela bizdeki, Ulusal Kanal televizyonu, Aydınlık gazetesi ve bazı dergilerden müteşekkil VATAN PARTİSİ yayın seksiyonu, tam bir provokatörler yuvasıdır. O provokatörler için Doğu Perinçek de, bedenen özürlü, rûhen kompleksli, “oto-kritik” nedir bilmeyen egosantrik bir kişilik olarak, bulunmaz (yenilmez) bir liderdir. Zira tüm ilerici ceryanların önüne set çekmek üzere plânlanmış stratejik bir provokasyonda görev alanların, verimli olabilmeleri için istikrarlı bir ortama, dolayısile de yenilmez(!) bir lidere ihtiyaçları vardır. O tezgâhtaki bazı adamların suratlarından akıyor ajanlıkları, ama, oraya “Atatürkçülük” şamatasıyla üşüşen asker ve bürokrat eskisi kişiler de, benzer formasyonda kalıplanmış bulunduklarından, onları normal görüyorlar. Onun için bu husûsu, en yetkili kişi, eski MİT’çi Mehmet Eymür bile –günah çıkarırcasına- açıklamak zorunda kaldı; “ilericilerin önünü kesmek için, biz kurduk o tezgâhı” demek sûretiyle… Ben Doğu Perinçek’i, çocukluğundan ve yakından tanırım. Onun –ajanlar tarafından kullanılmaya müsait- otokritiksiz, tutkulu (inatçı) yapısı, kendisini, acımakla karışık çok seven babası Sadık Perinçek tarafından inşâ edilmiştir. Öyle ki, mesela, mahalle takımında –topal ayağı ile- santrfor oynaması için oğluna, liglerde futbolcu ağabeylerimizin oynadığı türden nizâmî (koskocaman) ve yepyeni bir futbol topu alarak takımı böldürmüştür. Yani mahallemiz minikler (8-10 yaş çocukları) futbol takımının yenilmesi, umurunda bile değildi; Sadık Perinçek’in… Onun, Kürt kavmiyetçiliğinden gelme dar kafası, topal oğlunu santrfor oynatmaktan başka bir başarıyı düşünemiyordu. İşte böyle bir motivasyondur ki, Doğu’da, “her şeyi başarabileceği” vehmini yaratmak sûretiyle onu, enternasyonal ajanların kucağına attı... Sadık Perinçek’in sevgili oğlu, topal Doğu, bugün hâlâ –ilericilik nâmına kurulmuş bir takımda- santrfor oynuyor ama, bu sefer golleri yiyen bir mahalle değil, koskoca Türkiye… Ben Kerim Sadi’nin isteği üzerine –on yıllar sonra- tekrardan Doğu ile görüştüm; ve birkaç kez onun dergilerine, Hoca’nın yazılarını götürdüm. En sonunda Kerim Sadi, yazılarına yapılan müdahale ve sansürden o kadar bîzâr oldu ki, sırf bu sebepten, bana Katkı Dergisi’ni çıkarttı… Ben en son 2003 yılında, bir arkadaşımı Doğu Perinçek’e göndererek, yayınlarında, benim yazılarıma da yer açmasını rica ettim. Ama bizi yönlendirdiği yayın sorumluları, ilk iki yazımdan birini küstahça (hiç danışmadan,işlerine geldiği şekilde) sansürleyerek yayınlamakla birlikte, diğerini de –Ütopya dergisine verdiğim yazıyı ütopik buldukları gerekçesiyle- olduğu gibi iade ettiler; ki böylece de, eski sansürcülüklerinin aynen devam ettiğini göstermiş oldular… Aynı adamlar, o “irticâi tırmanış” sürecinde, zamanı gelince, kahramanlığından(!) ve dayanıklılığından emin oldukları Doğu Perinçek’i de içeri tıktırdılar; hem kritik zamanda kendisini pasifize etmek, hem de içerden kahraman olarak çıkararak, “kullanışlı”lığını tazelemek üzere… Sonra da Doğu’ya, yobaz koalisyonu tarafından hapse atılıp, koalisyon arasında çıkan ihtilâf dolayısile –şans eseri- kodesten çıkmasını müteakip, yobazların iktidar kanadına “dış politikada doğru yol”u gösterterek onlarla paralel bir siyaset izletebildiler; “ajan-provokatör”lere has beceriklilikle… Doğu Perinçek, bu yaştan sonra çok zor olsa da, haddini bilmeli, ve “bek” mevkiinde oynamayı içine sindirmelidir artık… Çünki bundan sonra, “santrfor”u teşhis ve teşvik etmek, bizim hakkımız ve görevimiz olacaktır; Sadık Perinçek’lerin veya MİT’çilerin değil…
Tarihî devirleri kapatacak olan Aydınlanma’nın nihai hedefi, tek bir insanlık devletini –objektif insan seçilimine dayalı- orijinal yapısıyla yeniden gerçekleştirmek olacaktır tabii ki… Zira, bütün ölçü ve sayıların yaratıcısı olan “insan”, kendini de ölçüp sıralayamadığı taktirde, faunasından taştıktan sonra insanlaşmadan (bilinçlenmeden) rücû eden dejenere bir hayvan olarak, cinsini de, Dünya’yı da mahvedecektir; hangi aklıevvel, nasıl bir ekonomik reçete veya ideoloji uydurursa uydursun…
İnsanların bir defada –Allah tarafından- mükemmel yaratıldığını, dolayısile geçmişte Allah’ın yakını olduklarını iddia etmiş bazı şahsiyetleri (peygamberleri) taklid etmekle, doğru yaşanılacağını vaaz eden din öğretileriyle de, ancak –kestirmeden- kıyâmete (felâkete) gidilir…
Ali Ergin Güran: 22/09/16