Sonuncu ve Birinci Yeniçeriler
bekdasikodu.org

Tebliğler

İfşaat

Mektuplar

Saklı Tarih Arşivi

Yayınlar

Dava Belgeleri

Haber - Yorum

Cevaplar

Bekdaşi Kodu - bekdasikodu.org - Türk olmak adam olmak demektir.


Türk Olmak Adam Olmak Demektir.
back yaz

Tarihî Devirleri Kapatacak Olan Aydınlanma: “Millennium” Işıkları…

Avrupa’da, Ortaçağ’ı kapatan Aydınlanma’nın başlıca muharriki, şüphesiz ki Bizans’ın yıkılışıdır. Tek tanrıcı dinlerin (ve Hristiyanlığın) ilk imparatorluğu olan Doğu Roma İmp.’nun yıkılışı, tüm Hristiyanlık âleminde muhakkak ki bir inanç sarsıntısı yaratmış, ve dolayısile de seçkin sanat ve bilim adamlarının katı (katmerlenmiş) dogmalardan kurtularak, olağanüstü yaratıcılıklar yapmalarında en büyük etken olmuştur; antik-Grek yazmalarının Avrupa’ya geçmesini hesaba katmasak bile… Ancak onlar yine de, yarattıkları eserlerle ispatladıkları seçkinliklerinin, nesnel (objektif) izahını yapamıyarak, bunu “Tanrı vergisi” şeklinde açıklamaya devam etmişler, ve dolayısile de dindarlıktan (dogmatizmden) kopamamışlardır. Mesela Dekart gibi bir matematik, veya Newton gibi bir fizik otoritesinin koyu dindar olmalarına, başka bir nesnel açıklama getirebilmek mümkün değildir; zira onlar, kendi kalitelerindeki bir başka insanın nasıl olabileceğini veya seçilebileceğini tasavvur edememiş, ve o yüzden de kendi “otoritelik”lerini, “tanrısal seçkinlik”le izah etmişlerdir. Nitekim bunun neticesi olarak ardılları, bilimde pozitivizme, sanatta da şekilciliğe, yani dogmatizmin maddiyatçı biçimine saplanıp kalmışlardır. Ama bu saplantıda, coğrafî keşiflerden ve kıtalararası yağmalardan elde edilen servetlerle, eserlerinin –teknolojik uygulama ve katedral tezyinâtı gibi şekillerde- derhal satın alınmasının da rolü büyük olmuştur. Ki böylece de, hem servet yığılmasında, hem de kantitatif (çoğaltıcı) üretimde yaşanan patlamayla birlikte Kapitalizm çağı açılmıştır; Avrupa’da… Yani önce, birikmiş servetler ham maddelere yatırılmış, sonra da seri üretimle çoğaltılan mâmûl maddelerle, kat be kat daha fazla ham madde satın alınabilmiştir. Ve bu şekilde de, Osmanlı İmparatorluğu’nun hükümranlık alanları da dahil olmak üzere, ham madde stoklarına sahip olan tüm ülkelerde, bir nevi “emme-basma tulumba” tipi sömürü sistemi kurulmuştur. Tabii bu arada insanlar da “mal”laşmıştır; az bir kısmı para kesesi (kapitalist) olarak, diğer çoğunluk da makine aksâmı (işçi) hâline gelerek… Yani bu düzende, kapitalistlerde de, işçilerde de hiçbir insânî nitelik aranmamış (gerekmemiş), dolayısile de rutin (alışılmış) işlerde çalışıp, özel hayatını hayvanî  zevkler (lezzet ve şehvet) peşinde koşarak yaşayan -dolap beygiri misali- bir “ehlî hayvan” tipi ortaya  çıkmıştır; hem de “modern insan” adıyla… Çünki yatırımlar içgüdüsel taleplere yönelmiş, ve üretilen mallar da, lezzet ve şehvet gereçleri veya fetişleri şekline dönüşmüştür; “lüks hayat”  ihtiyaçlarını karşılamak üzere… Aynı süreçte meydana gelen metâ ve para stokları  sebebiyle de, spekülâsyon ve faiz piyasaları, yani borsa ve bankalar ortaya çıkmıştır; hem havadan (spekülâsyondan) gelen paraların, harcanırken yaratacağı, lezzet ve şehvetle ilgili “lüks hayat” çeşitlerine, hem de ortaya çıkan “lüks hayat” ihtiyaçlarını karşılamak için çalışan –fırsatçı- müteşebbislere kaynak olsun diye… Ve böylece kapitalist düzen, melekeleri muhtel olan, dolayısile de şartlı reflekslerle yaşayan “ehlî hayvan” türü tutkulu insanları kalburüstü (kapitalist veya işçibaşı) yapan bir “menfî seleksiyon” sistematiğine dönüşmüştür.  Mesela bu meyanda, çekirdek aile ve seks (veya flört) partnerleri için tasarlanıp, kısa sürede büyük talep yaratan, ve bir tür “yürüyen çadır” diyebileceeğimiz “otomobil”in, toplu ulaşım imkânlarını ve dolayısile sosyalleşmeyi önleyen, ve de doğal çevreyi mahveden ne kadar zararlı bir icat olduğu, çok sonraları anlaşılmıştır. Bu icat, 1970’lerde şehirleri, “luna park”lardaki “çarpışan otomobiller” reyonuna çevirdikten sonradır ki, getirilen sıkı yasaklar ve önlenemeyen trafik yoğunluğu neticesinde sürücülük, özgür yaşam ve kolay ulaşım eylemi olmaktan çıkıp, bir nevi işkence hâline dönüşmüştür. Ama bu araç (otomobil), herne kadar şehir merkezlerinden kovulmuş olsa da, hatta otobanlarda birbiri ardına dizilerek tren vagonunun bir kompartmanı hâline gelse de, bugün üretilen cafcaflı modelleriyle hâlâ, bir fetiş, gösteriş vâsıtası ve statü belirtisi olma özelliğini muhafaza etmektedir. Bundan sonra, yapılmakta olan –kendi kendini süren- akıllı otolar ortaya çıktığında, tren varken ortaya atılan bu “kapitalist icadı”nın, küresel çapta ne büyük bir dolandırıcılık olduğu, ve insanlığın “artı-değer”ini nasıl çarçur ettiği açıkça anlaşılacaktır… Son tahlilde anlaşılmaktadır ki, bilim ve sanat dogmatikleşip klişeleştikçe,-melekelerden mütevellid- ilerleme (yaratıcılık ve bilinçlenme) duraklıyor; ve içgüdüsel taleplere yönelik üretimin artmasıyla da hayvanlığa rücû süreci başlıyor. Ama bu sefer de, “vicdânî muhasebe” dediğimiz şekilde kendini hissettiren, melekelerden mütevellid rezistans (tabular) devreye girerek, antik zamanların pişmanlık beyânı (tövbe) mercii olan “Tanrı” mitini hortlatıyor; dinleri ve dindarlığı da ihyâ ederek… Yani insanlar, bilinçlenme yolunda  yaptıkları hatâların (günahların) ağırlığını hissettikleri içindir ki, dinsel mülâhaza ve mugâlâtaları çok saçma da bulsalar, -bir “pişmanlık açıklama (otokritik) ritüeli” olarak kullandıkları- dinlerden bir türlü vazgeçemiyor, ve/veya onları net bir şekilde inkâr (negasyon) edemiyorlar.  Ama bu sefer de, tövbe (günah çıkarma) eğilimlerinin maddi sebebini bilmediklerinden ötürü, tövbekârlık ritüellerinde rekâbete girip, muhtelif din ve mezheplere bölünerek yine birbirlerine düşüyorlar. Ve böylece de dinler (ve dînî husûmetler), kapitalizmin mütemmim cüzü olarak, yeniden tarih sahnesinde boy göstermiş veya makbûl hâle gelmiş oluyor. Demek ki insanlığın tempolu (kronik) ilerlemesini sağlamak, ve  “günahkârlık-tövbekârlık” veya “tüketim çılgınlığı-kıtlık ve savaş bunalımı” çelişkileri şeklinde tezâhür eden sosyo-ekonomik krizleri önlemek için, beslenme ve üreme içgüdülerini tahrik edici değil, frenleyici icatları ve üretimleri teşvik etmek gerekmektedir; her şeyden önce… Mesela gıdaların hülâsa veya komprime hâle getirilmesinin teşviki, reklamlarda lezzet ve şehvet unsurlarının yasaklanması, toplu taşımacılığın, dernekçiliğin ve kadın özgürlüğünün savunulması, sakat ve “geri” bebek doğumlarının –gerekirse vergi konularak- engellenmesi gibi önlemler, bu hususta düşünülebilecek gâyet müessir tedbirlerdir. Çünki bu şekilde seçkin insanlar giderek, beslenme ve çiftleşme gibi aktivitelerin, -metabolik ve hormonal baskılardan kurtularak doğru düşünmek için-  “def-i hâcet” kabîlinden yapılması gerektiğini anlayacak, ve de bu gibi hayvânî konularda  rekabete girmeyi, ve birbirlerini gaza getirmeyi zûl sayacaklardır. Diğerleri  de, “irade-içgüdü” diyalektik çelişkisini yönetmeye muktedir olan, ve insanî etkinlikler (yaratıcılıklar) yapan –melekeleri olgunlaşmış- insiyatör ve kreatör nitelikli bireyleri rehber edinmeyi, veya taklit etmeyi yeğleyerek insaniyet yolunda dizileceklerdir. Ve böylece, doygunluk ve orgazm hallerini hayatın gâyesi olarak görüp, o hazların tiryakisi kesilen insanların sapkınlıklarının önlenmesiyle birlikte, sosyal yaşam biçimi de, yeni insan tipine göre şekillenerek kalite kazanacaktır.  Nitekim, lezzet ve şehvet (seks) peşinde koşanlar için, şehirlerden tecrit edilmiş eğlence alanlarının açılması projesi, çoktandır düşünülmekte, ve hatta denenmektedir… Bu sürecin sonunda muhakkak ki, kapitalist üretim ve yaşam tarzı, “din” eklentisiyle birlikte tarihe gömülecektir; insanlığın ortak “artı-değer”inin tasarruf hakkına, en kaliteli (elyak) bireylerin sahip olacağı bir duruma ulaşılmakla birlikte… Çünki, hayvanlığın (canlılığın) anti-tez’i olarak ortaya çıkan “insan”, bilinçlenme sürecini sonsuza (Tanrısallığa) kadar  sürdürebilmek için, bir raddeden sonra “tefekkür” etkinliğini cansız maddeye intikal ettirmeye, ve dolayısile de biyolojik bedeninden kurtulmaya mecburdur.

Sovyetler Birliği aslında, gericilik yarışında geri kaldığı, ve ilerleme yolunu bilemediği veya bulamadığı için havlu atmıştır. Yani Emperyalist Dünya, beslenme ve çiftleşme içgüdülerini azdırıcı (tahrik edici) lezzet çeşitleri ve cinsel fetişler icat ederken, Sovyet komünistleri bu yolun yanlış olduğunu hissettikleri halde, buna bir çare bulamamış ve doğru yolu çıkaramamışlardır; “kademli (inisiye) insan seçilimi” sistematiğinden bîhaber oldukları için… Oysa “objektif insan seçilimi”ni gerçekleştirip kademli (inisiye) bireyleri öne çıkarabilselerdi, beslenme ihitiyacının, komprime (hülâsa) gıdalarla çok daha tatminkâr bir şekilde ve kısa zamanda giderilebileceğini, cinsel tatminin de, orgazm ânındaki hazz’da değil, ondan sonraki rahatlama hâlinde aranması –ve düşünülmesi- gerektiğini tüm insanlığa gösterip kabul ettirebilirlerdi. Zira böyle bir anlayışla insanlığın kazanacağı “artı-zaman”da, heyecan verici mucizevî işler ve oluşlar gerçekleştirilebilirdi, aynı zamanda… Oysa şimdi, tamamen başıboş kalan Kapitalizm yüzünden, insanlık, obeziteye çare aramak, ve türlü cinsel sapıklıklar arasından “meşrû” olabilecekleri ayıklamakla uğraşmaktadır; üstelik, bunlarla birlikte  yükselen dinsel mugâlâtalarla, ve ekstremist dindarlarla da uğraşmak zorunda kalarak….

Rönesans’ın Yarattığı Kapitalizm, Fetih Dinamiği’ne Nasıl  Anti-Tez Oldu?...

Sembolik anlatımla kısaca diyebiliriz ki, “fetih”le göçerttiğimiz Bizans’tan neşet eden  “Aydınlanma (Rönesans)” tsunamisinin dalgaları,  Kuzey Atlantik duvarına ulaştıktan 2-3 asır sonra, “kapitalist İslamcılığı” şeklinde geri dönerek, Osmanlı İmparatorluğu’nu silip süpürmüştür. Bu durumu, kapitalist kılığına bürünmüş modern Haçlılar’ın kesin zaferi, olarak da nitelendirmek mümkündür. Oysa Osmanlı Devleti’ni kuran ve Bizans’ın fethini gerçekleştiren dinamikler, kapitalizme olanak tanımayan ve feodalizme karşı olan bir zihniyetin ürünüydü. Ama nevar ki, Bizans Din İmparatorluğu, kapitalizme geçit vermeyen ve de feodalizmi tanımayan umdelerle göçertilerek fethedildiği halde, Fethin Hristiyan dogmatizminde yarattığı sarsıntı sonucu gerçekleşen Aydınlanma (Rönesans), dinleri yeni versiyonlarıyla ihyâ eden bir Kapitalizm ideolojisi doğurmuştur. Ve bu yeni dindarlık devrinin lokomotifi veya dominant gücü de, Hristiyanlığın, aslına (Siyonizm’e) rücû etmiş kolu (Protestanlık) ile, Yahudilerden müteşekkil ittifaktır. Kapitalistlerin feodalleri tasfiye edip onların ideolojilerine (dinlere) sahip çıkmaları, tabii ki tarım ve ham madde alanlarının üzerinde sahipsiz kalmış (veya sahipleri zayıflamış) servajı, uygun (verimli) şekilde sömürme amacı taşıyordu.Ama sömürüden gelen refah da, Rönesans aydınlarının dindarlığına destek oluyor, onları haklı gibi gösteriyordu. Yani dindarlık, feodalite kalıntısı kitleleri sömürmede faydalı oluyor, ama aynı zamanda sömürüyle kazanılan refah da dinî fikirleri besliyordu. Ve de bu sömürü, o kadar rasyonel görünümlüydü ki, Rusya’da, geniş servaj yığınlarının ayaklandırılması üzerine tesis edilmeye çalışılan bir komünizan rejimin bile ömrü, pek fazla uzun olamıyordu. Ve buradan da açıkça anlaşıldı ki, Kapitalizm’in “anti-tez”i, Komünizm değildir; zira Komünizm ideolojisi, “ilkel komünal toplum” adındaki bir ütopik kurguya dayandırılmıştı. Oysa Kapitalizm’in “anti-tez”inin ip uçlarını, Bizans’ın fethini gerçekleştiren dinamiklerin içinde aramak gerekiyordu.

20.Yüzyıl’a doğru Avrupa’da matematikçiler, sonsuz diziler, sonsuz toplamlar ve integraller derken, sonsuz kümeler soyutlamasına vardılar; ki böylece de pozitivizmin sınırlarını zorlamaya başladılar. Zira, sonsuz elemanlardan müteşekkil sonsuz kümeler alanının, tek başına bir veri  olmadığını, ve de uyduğu bir kural ile birlikte taktim edilmedikçe bir şey tanımlamadığını anladılar. Halbuki pozitivist zihniyet, sayısal alanlarda hiçbir kayda ve şarta bağlı olmadan operasyonlar yapmaya alışmıştı; mesela cebir gibi bir çelik disiplinle… Dolayısile, pozitivist dogmatiklere göre, sonsuz kümeler alanı da apaçık (bedihî) bir veri idi; ve bunun Zorn’s Lemma, Choice Axiom, Well-Ordering Principle gibi şartlara bağlanması, daha doğrusu, hepsi eşdeğer olan bu şartlardan birine bağlanması, Allah’ın hikmetine veya eşyanın tabiatına aykırı bir anlayış olurdu… İşte bu anlayış yüzündendir ki, bugün bile –hâlâ- mühendislik seviyesinde eğitim almış, ve hesap (calculus) matematiği ile Newton fiziği öğrenmiş “vasat aydın” türünden kişiler, hem kendilerini “çok bilmiş” saymakta, hem de “tanrı” mitinin gerekliliğine inanmaktadırlar. Ve böylece de, cahil çoğunluğa kötü örnek olarak, onların dindarlığını körüklemekte ve azdırmaktadırlar… 1901 yılında Bertrand Russell, sözkonusu aksiyomatik şartlardan biri kabul edilmediği taktirde nasıl paradoksa düşüleceğini gösterdiği halde dahî, bazı matematikçiler yine de bu şartları kabule yanaşmadılar; ve hatta aralarından Georg Cantor gibi bir mümtaz matematikçi, kariyerini –takıntısı (inadı) yüzünden- akıl hastanesinde tamamladı. Nihayette, sözkonusu aksiyomatik şart(lar)ın zorunlu olduğu genel kabul  gördükten sonra, bu sefer de bu zorunluluğun nedeni sorusu havada kaldı; zira bu soruyu değil dillendirmeye, düşünmeye bile mecâli kalmamıştı, Batılı düşünür ve matematikçilerin… Çünki onlar, tanrısal bir –korunaklı- dokunulmazlık mevkiinden, dolayısile de doğal olarak (veya kendiliğinden) objektif gözlem yaptıklarına ve düşündüklerine inanmış  insanlardı; oysa bu sualin cevabı, sualciyi veya gözlemciyi de  ırgalıyordu. Yani Batılı düşünürler aslında, Bizans’ı göçerten dinamiğin, dînî dogmaları hafifletmesiyle irrite edilerek uyandırılmış (düşündürülmüş), ve de okyanuslar aşırı sömürü ve yağmalarla beslenmiş insanlardı; ama kendilerini var eden bu etkenlerden bîhaberdiler. Dolayısile de bilinçleri veya bilinçlenmeleri, sözkonusu aksiyomları kabul etmelerinden sonra durdu; ve de bu aksiyomların nedenini araştırmaya mecalleri kalmadığından, onları –zımnî bir anlaşmayla- dogma gibi kabullenip, yeniden dogmatizme saplandılar. Ama bu saplantıda, kapitalizmin, emperyalizm aşamasında –onlara- sunduğu “konformizm”in de, “ısmarlama işler” şeklindeki manipülâsyonunun da rolü büyük oldu… İşte bu yüzdendir ki, bilimde (hatta matematiğin kendi içinde) dallanma, ve bilimciler arasında uzmanlaşma sürüp gitmektedir; bilimsel çalışmaları da kapitalizmin güdümüne sokarak… Çünki matematik, fizik, kimya, biyoloji vs. gibi bilim dalları, “matematiksel mantık” modülü üzerinde farklılaşan beceri kategorileri veya “fakülte”ler olmakla birlikte, matematiksel mantığın dayandığı temel varsayım da, “iyi sıralanma prensibi” idi. Ama bu prensip, değişmez bir dogma olarak kabul edildiğinde, bilimin neden beceri farklılığına uğrayarak dallandığı  izah edilemiyordu; zira farklılaşma, bir dinamiğin, bir ortak hareket veya davranış biçiminin (modülünün) üzerinde oluşabilirdi. Nitekim sonunda (1985 yılında) anladık ki, “well ordering principle” aslında, “ritm melekesi” adındaki insanî aktivitenin türevi olan “sıralama melekesi”nden başka bir şey değildir. Ama nevar ki, Avrupa dillerinde, “meleke” kavramını belirtecek tek bir sözcük bile yoktu. İşte bu boşluktan da yararlanan kapitalistler, üniversitelerdeki bilim dalları (fakülteler) arasından, işlerine gelenleri, ve de piyasada değer (veya talep) yaratacak olan çalışmaları destekleyerek, bilimi manipüle etmeye başladılar; ki böylece de  düşünceyi, insanlığı hayvanlığa (geriye) döndürmek üzere  boyunduruk altına almış oldular.  Zira piyasa talepleri çoğunlukla, içgüdüsel ihtiyaç ve hazlardan oluşuyordu; ve de bunları dejenere şekilleriyle çoğaltmak, her zaman mümkündü. Kaldı ki, diğer yandan, becerikliliğin geçerli olduğu fakültelerde, yeni insanî değerler yaratacak kapasitedeki bilimciler –genellikle- kendilerini gösteremiyor, dolayısile de ezberciler tarafından kamufle ve ekarte ediliyorlardı. Onun için de, inisiyatör ve kreatörlerin seçilimi için mutlaka “meleke” kontrolu yapılması gerekiyordu; Pisagor’un MÖ 7.Yüzyılda kurmuş olduğu bilim tarikatındaki uygulamalara benzer şekilde… Yoksa sözkonusu materyalist dogmatik (pozitivist) Batılı zihniyeti, bugün Türkiye’yi dahî, metafizik dogmatik İslamcıların işbirliği ile istila edecektir. Yani modern dogmatizm, Dünya’nın ilk dogmatik imparatorluğunu fethedenlerin ülkesi Türkiye’yi de istilâya kalkışmıştır; ama fâtihân evlâdı Türkler, onlara “rövanş”ı vermeyecektir.

Bizans’ı Fethederek, Dogmatizmin En Muhkem Kalesini Nasıl Yıkmıştık:

Özetle ifade etmek gerekirse Bizans, sabit fikirler (dogmatizm) ve sabit vergiler (haraç) üzerine tesis edilmiş, feodalimsi köleci bir din imparatorluğuydu. Ve bunun, diğer din devletleri tarafından yıkılması mümkün değildi; ki nitekim İslamiyet’ten sonra bile, İranlıları (Sâsânîleri) perişan etmiş, ve Arapları da Anadoluya sokmamıştı bu Devlet… Yani resmî devlet ideolojisi olarak Bizans dogmatizmi, hepsinden daha eski ve köklüydü; dolayısile de o devleti, sadece kılıçla (silahla) yıkabilmek olası değildi. Kaldı ki Bizans’ın fethi, “Ehl-i Salip” seferlerinin rövanşına, yani bir “Ehl-i Hilâl” seferine de benzemiyordu. Aslında Bizans İmparatorluğu’nun fethi, Türklerin şâmanizmden getirdikleri ululanma (uçma) şekilleri ile, İslâmî tarikatların kadîm Mısır’dan taşıdıkları inisiyasyon usullerinin tetâbukuyla gerçekleştirilmiş muhteşem bir olaydı. Çünki o fatihler, -bilmeden de olsa- “tarih öncesi-zon”daki  insan oluşumuna indeksli bir program uygulamışlar, dolayısile de insanlığı yeniden yaratmışlardı. Zira bidayette bazı primatlar, nasıl ritmik hareketler yapa yapa “ritm melekesi” kazanarak insanlaşmışlarsa, onlar da “ritm melekesi” olgunlaşmış bireyleri selekte ederek, toplumsal sıralanmayı ve disiplini gerçekleştirmişlerdi… Bu olayın sırrı, “kademli” sözcüğünde yatmaktadır: Kude (63,5 cm), kadîm Mısır’ın, “adım” anlamındaki uzunluk ölçüsüdür. Bu sözcükten türetilmiş Kudüm, zâviye veya dergâhlardaki âyinlerde kullanılan bir vurmalı saz, “kadem”,  semâ âyinlerinde –ritmik- ayak veya adım atma olayı, Kademli de, “iyi (ritmik) adımlayan” anlamındaki bir terimdir… Mesela kademsiz olanların, yani –ritm melekesi muhtel olduğu için- âyinin ritmini bozanların uğursuz sayıldığını ifade eden “uğursuz kademsiz” deyimi, bugün bile hâlâ kullanılmaktadır. Ayrıca “kademli” terimi de, sözcük olarak “kıdemli” şekline, içerik olarak da “mevki üstünlüğü” anlamına dönüşerek günümüze kadar gelmiştir. Fâtihân erenlerin, abdalların, kademsiz (ritm melekesi bozuk)  olanları uğursuz saymaları, herhalde sâdece âyin ritmini bozmalarından kaynaklanmıyordu. Ritm melekesinin, aynı zamanda –aklî- “sıralama melekesi”ni de türettiğini, dolayısile her türlü liyâkat sıralanmasında belirleyici olduğunu da biliyorlardı herhalde… Zaten Fütüvvet’in Şurbîyân kolundaki zenaatkârlar arasında yapılan, ve “ustası olduğu işlerden mütevellid kazalara karşı bağışıklı” anlamına gelen “şerbetli”lerin seçiliminde de, aynı zamanda “sıralama melekesi” sınanıyordu tabii ki… Yani demek ki, Anadolu’nun Dânişmendiye adını alan –orta ve iç kuzeydoğu- bölgesindeki  yerli  Ermeni ve Rum  halklarını da cezbederek, Bizans’ın sosyo-ekonomik altyapısını oyan ve değiştiren derviş, abdal, ahî vs. gibi fâtihân unsurlar için, İslamiyetin tapınç kültü (namaz-niyaz), hiç de önemli bir şey değildi. Zaten İslâmiyet’in, cihat yapanlarla “ehl-i tarik” olanlar hakkındaki hükmü de onların lehineydi… Aslında “tapınç kültü” de, tarihin her döneminde merkezî yönetimlerin, “itaat disiplini” olarak –bilhassa savaşlar için- kullandığı bir dinsel ritüelden başka bir şey değildi; ki yerleşik düzenin değiştirilmesinde veya dönüştürülmesinde, reaksiyon yaratmaktan başka hiçbir işe yaramazdı…

11.Yüzyıl sonlarından itibaren, Danişmendiye şehirlerinde ve yerleşkelerinde başlayan insanî diriliş ve dogmatik Bizans’ın fethi olayı, önce, ilk Haçlı Seferleri sırasında zorlanmış, sonra da, Haçlı’larla mücadelede, –Danişmentlilerden de destek alarak- askeri bir yönetim olarak güçlenen Toros Türkmenleri (Selçuklular)  tarafından sürekli baskı altına alınmıştır. Bunun üzerine, 1238-39 yıllarında Baba İlyas veya Hızır İlyas riyasetinde başlayan ayaklanma, onun en yakın yoldaşı –Hristiyan asıllı- Baba İshak’ın Selçuklu ordusunu perişan etmesine rağmen, Haçlılardan kiralanan ağır şövalyeler vasıtasiyla bastırılmış, ve de ölümsüz olarak tanınan Baba İlyas, Amasya’da öldürülmüştür. Ama buna karşın, Baba İlyas’ın öldürüldüğü 6 Mayıs günü, mesyanik bir ritüel olarak hâlâ, “6 Mayıs Hızır İlyas (Hıdırellez)” şenlikleri şeklinde kutlanmaktadır; halklar tarafından… Selçukluların, Babailere karşı kazandıkları hâinâne zafer, kendilerine de hayretmemiş, ve kısa bir süre sonra, 1243 Kösedağ Savaşı’nı kaybederek Moğol boyunduruğuna girmişlerdir. Ondan sonra da, başta Hacı Bekdaş Veli olmak üzere, Babai ardılı pek çok ermiş, derviş, abdal vs., hem Moğol istilâcılara, hem de onlara “peşkeş çekme” rezilliğine düşmüş olan Selçuklu Sultanlığı’na karşı, amansız bir “gayri nizamî savaş” mücadelesi yürütmüştür. Bunun neticesinde de, bir yandan Selçuklu başkenti Konya –Karamanlılar mârifetiyle- alınıp “saltanat”a son verilirken, diğer yandan da, asabiyeti (etik disiplini) yüksek Otmanlı uç beyliğine, fikren ve fiilen destur verilmiştir; ilerlemeleri ve büyümeleri için… Otman Gazi’nin kayınbabası Şeyh Edebâli ile,  Orhan Bey’in ilham ve güç kaynağı Geyikli Baba, sözkonusu Babai ardıllarından en bilinenleridir… Müteakiben gerçekleştirilen Balkan fütuhâtını da, Haçlı ordularının -zaman zaman yaptıkları- saldırılarını durduran “Osmanlı cengâverliği”nden çok, sözkonusu seçkin (inisiye) bireylerin, Zâviye nâm müesseseler vasıtasıyla yaptıkları sosyo-ekonomik reformasyona bağlamak lâzımdır. Kaldı ki, “1402 Ankara Savaşı” yenilgisinden sonra, -Osmanoğulları ailesinin içine sürüklendiği ikbâl kavgalarına rağmen- ülke birliğinin, yine aynı “Fütüvvet” organizasyonuyla korunduğu gerçeği de göz ardı edilmemelidir.

Konstantiniyye (Konstantinopolis) alındıktan sonra da, Babai ardılı Danişmentliler –Istanbul’da- büyük rol oynamış, hatta sonunda, Bekdaşiyân nâmıyla bir zümre oluşturmuşlardır. Mesela, Istanbul’un çok yakınındaki bir bölgeyi (bugünkü Hasköy’ü) Fatih Sultan Mehmet’ten Hass dirliği olarak –tasarrufuna- alan atalarım, iki kuşak sonra orayı, teknik okulu ve camisi de bulunan bir sanayi kompleksi hâlinde, Istanbul’un îmarına vakfetmiştir; Kiremitçi Ahmet Çelebi nâmına… Ayrıca, Ayasofya’nın –sultanlara kılıç kuşandıran- ilk imamlarından olan atam, Dânişmentli Hüsam Bey de, Yeniçeri odalarının yanındaki mıntıkayı, Saraçhane bölgesi hâlinde îmar ederek, 1530’da vakfetmiştir.  Kaldı ki, Yavuz ve Kânûnî zamanında “İmam-ı Sultan” olan, birçok defa da “Surre Alayı” imamlığını üstlenmiş bulunan Dânişmentli atam Mevlana Bekdaş da, Galata mıntıkasının rıhtımı konumundaki Karaköy’ü dirlik olarak alıp, hamam, mescid ve gerekli dükkanlarla bezeyerek, 1534’te vakfetmiştir… Bu evkaf eserlerinden bugün, sâdece Kiremitçi Ahmet Çelebi Camii ayaktadır; o da, II.Abdülhamit’in hileyle kendi vakfına geçirtmesi sâyesinde(!)… Atalarımın vakıflarına ait diğer tüm eserler, ve bu arada Bekdaşiyân evlâdının yazlık lojman olarak kullandığı Kuzguncuk Palas (veya Sulu Saray) nâmındaki muhteşem yalısaray, sistemli bir imhâ operasyonuyla yok edilmiştir…

Fâtihân İzleri ve Fikirleri, Nasıl Silindi ve Unutturuldu?...

Aynı zamanda, şehzade I.Süleyman’ın hocalığını da yapmış olan Dânişmendiye’li (Tokat’lı)  İmam-ı Sultan Mevlana Bekdaş’ın vefatını müteakip, Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetim irâdesi ikiye bölünmüştür; kademli (elyak) birey seçilimine dayanan “iç dinamikler” ile, açık kapı bularak sızan kapitalist “dış dinamikler” şeklinde… Çünki, Hilâfet’i uhdesine almış, ve de Devlet hazinesini doldurmuş bulunan babası Yavuz Sultan Selim’in zamansız vefatından sonra, bir de hocası Mevlana Bekdaş’ın (vakfiye tarihi 1534) tesirinden kurtulan Kânûnî Sultan Süleyman, birden bire kendini ideal “monarşi” şartlarının içinde bulmuş,  ve dolayısile de bir monark gibi –pervâsız- davranmaya başlamıştır. Ve bu cümleden olarak da, herşeyden önce, “Şer’î Hukuk”u hâkim kılmak ve dolayısile “kayırma-yaranma” hiyerarşisi tesis etmek üzere, Moğol asıllı bir yobazı (Ebusuud’u) Şeyhül islâm yapmıştır; kendine… Sonra da, bir yandan Anadolu’yu –kapitülâsyonlarla- bir sömürge gibi Batılı kapitalistlere sunarken, diğer yandan da, sırf silah zoruyla Avrupa’yı istilâya kalkışmıştır. Zira Fetih olayı, Zaviye’lerde “kademli”, Ahîyân’da “şerbetli” bireyler ayıklayan (selekte eden), ve dolayısile de Seyfîyân tarafından korunması gereken bir sosyo-ekonomik yapılanma iken, yapılan savaşlar tabii ki savunma amacını taşıyordu. Amma ve lâkin I.Süleyman, sosyo-ekonomik alt yapıyı gâvurlara peşkeş çektikten sonra, Avrupa içlerine doğru yaptığı genişleme, barbarların toprak işgallerine benzemiştir. Yani Şeriat hukukunu hâkim kılmaya çalıştığı için “Kânûnî” lâkabıyla anılan I.Süleyman, bir yandan ülkesini Batı kapitalizmine bir “ham madde deposu (ve sömürgesi)” olarak sunar, ve olağanüstü icatlar yaparak teknoloji üretmeye çalışan mûcitleri uzak diyarlara sürerken, diğer yandan da babasından (Yavuz’dan) tevârüs ettiği büyük serveti “Avrupa’nın işgal projesi”ne yatırmıştır; oraları da Avrupa’lı kapitalistlere, ham madde ve ucuz işgücü deposu olarak sunmak üzere… Böylece de, adam (kademli) seçilimine dayalı Örfî Hukuk”u hiçe sayarak, bir Arap sultanı  veya bir Avrupa kralı gibi, kayırdığı bendegânıyla birlikte, cihangirliğe veya monarklığa soyunmuştur; ülkesini, gelişmekte olan Kapitalizm için, kolay yutulacak bir lokma hâline getiren bir “iflâs politikası” güderek… Ama buna rağmen, Osmanlı Hânedanı’nın temsil ettiği Şer’î Hukuk ile, –Yeniçeri’ler, Lonca’lar ve Dergâh’lardan müteşekkil- Bekdaşiyân’ın temsil ettiği Örfî Hukuk arasındaki çelişki ve çekişme sâyesinde, “fuzûlî şâgil” sayıldığımız Avrupa’dan geri çekilmemiz (ve çöküşümüz) üç asra yakın bir zaman almış, ve en sonunda da, Osmanlı’nın, “fetih” yoldaşlarını Batı kapitalizmi’ne feda ederek Emperyalizm’e râm olmasıyla birlikte, 1826 ihanetini müteakip Devlet’imiz tedricen bağımsızlığını yitirmiştir.  Ama Osmanlı İmparatorluğu’nun 1534-1826 aralığındaki savurganlık ve inhitât devri, Âl-i Osman ve kayrılmış bendegânı (Sadrazam, Şeyhülislâm vs.) ile, Bekdaşiyân’ın “Yeniçeri Ocağı”ndan, “Lonca ve Gedikler”den, ve de “Dergâh”lardan ayıklanmış (selekte edilmiş) kademlileri arasında, ölümüne bir “zihniyet mücadelesi”yle geçmiş, ve bu arada birçok padişah da, fiilen veya resmen idam edilmiştir. Yani 1534-1826 zaman aralığı, “Osmanlılar”ın birbirleriyle didişe didişe Fetih bilincini kaybettikleri bir süreçtir; ki nitekim 1826’dan sonra da, Osmanlı İmparatorluğu, Kapitalist Batı terbiyesine girmiş bir Doğu (İslam) monarşisi hâline gelmiştir. Ve bu şekilde Âl-i Osman da, teba’sını dinle (Şeriatla) uyutup, elitlerini alafranga yaparak, ve dolayısile –yobazlarla monşerlerin pek de anlamadığı- Fatihân (Bekdaşiyân) eserleri ve fikirleri yok ederek (hatta tarihi tahrif ederek) hüküm süren asalak bir zümreye dönüşmüştür. Onun içindir ki, Jön-Türk’lerin de, İttihatçı’ların da, hatta İstiklâl Savaşı öncülerinin de alayı, “monşer yobaz” diyebileceğimiz –dıştan Batılı, içten dindar- şizofrenik insanlardır. Neyse ki aralarından, Bekdaşiyân terbiyesiyle yetişmiş –son fâtihân gazi- MUSTAFA KEMAL çıkıp, gerilememizi bir lâhza durdurarak bize nefes aldırdı da, biz de son dinin son bayraktarları olarak, Fetih mârifetimizin aslında, insanlığın orijinine indeksli cihanşümûl bir yenilenmenin veya aydınlanmanın üvertürü olduğunu, dolayısile de bugünkü misyonumuzun dînî (tarihî) devirlerin kapanışını müjdelemek ve başlatmak olacağını idrâk edebildik.

“Kapitalist Reaksiyon”u İndirgeyecek Fâtihân Umdelerinin Güncellenmesi:

Atatürk’ün bize kazandırdığı zaman (60-70 yıl), ve mekân (Türkiye Cumhuriyeti) aralığında, İstanbul’daki Bekdaşiyân zümresinin ana kolundan gelen bir genç (Ali Ergin Güran), 1950’lerdeki NATO kisveli Amerikan işgâlinden fena halde sıkıldı. Ama bu, doğaçlama oyunlarını ve flörtlerini engelleyip yönlendiren, ve dolayısile yaratıcılık (hatta Türkçe pop müziği bile) yapmalarını önleyen sosyo-kültürel tahakkümden kurtulunca da, sıkıntısının, Antik Dünya İmparatorluğu Roma’nın, modern kapitalist versiyonuyla üzerimize yeniden çullanması yüzünden meydana geldiğini anladı. Yani aslında, Amerikan Emperyalizmi de, “insan”ı mal olarak gören bir Dünya İmparatorluğu’ydu; ve de bu imparatorluktaki değişiklik, eskinin “mülk sâhibi” feodal asilleri yerine, “mal sahibi(kapitalist)” seçkinlerin geçmiş olmasından başka bir şey değildi… Onun böyle bir idrâka varabilmesindeki başlıca etken, dogmatizm nedir bilmeyen şüpheci (sceptic) bir kafa yapısına (zihniyete) sahip olan bütün hocalarının, aynı zamanda “anti-kapitalist” ve muhtelif derecelerde “anti-Amerikan”cı olmalarından kaynaklanmıştı. Kaldı ki aynı hocalarım, her türlü felsefî fikriyâta ve ideolojiye, ve bu arada Komünizm’e de şüpheyle bakan insanlardır… İlk matematik öğretmenim, babam Orhan Güran, ilk okuldan üniversite ikiye kadar bana matematik problemleri sormuş, ama bununla birlikte,  yaptığım çözümü kendisine, “doğru mu?” diye sormamı, yani çıkardığım sonuca karşı kararsız (inançsız) kalmamı yasaklamış, ve dolayısile de benim bir otoriteye çömez olmamı –çocukluktan- engellemiş bir hocamdı. En sonunda, kendisinin doğrulayamadığı bir integral formülünün sağlamasını yaptığımda bana, “artık seni imtihan edemem” demişti; hiç unutmam… Ayrıca İslâmiyet’i de bana o öğretmiş, ama itirazlarımı da dinleyip, benimle –dinî meseleleri- tartışmıştı. Onunla tartışma konumuzun esası, dinle bilimin nasıl uzlaştırılabileceği husûsunda düğümleniyordu. Zira babam, mühendis olduğu için, pozitivist bir bilim anlayışına sahipti; ve dolayısile de, din ayrı bilim ayrı diye düşünüyordu.     Bense ona, iki ayrı mantık olamayacağını, zira bunun kafa çatlaklığı (şizofreni) yaratacağını, dolayısile dinin de bilimsel (matematiksel) mantıkla izah edilebilmesi gerektiğini öne sürerek karşı çıkıyordum. Kendisi, istediği veya gerektiği zaman namaz kılan, ama –nefis terbiyesi diye- otuz Ramazan hiç aksatmadan oruç tutan, bir nevi skeptik dindardı. Ama aynı zamanda, mühendisliğin esas amacının tasarruf olduğuna inanan, ve de “akçeli işler”den, yani bankacılık, borsacılık, bahiscilik dâhil her türlü kumardan nefret eden bir zihniyete sahipti…

Üniversitedeki ikinci yılımda, “Analiz II” dersini veren Ord.Prof. Cahit Arf’la tanıştım. Ama esas tanışmamız, resmen okuttuğu “Analiz II” dersiyle ilgili değil, onun –hocalar dâhil- tüm Matematik Enstitüsü elemanlarına şâmil olarak ortaya attığı, Cümleler (Kümeler) Teorisi ile ilgili bir meseleyi en iyi açıklamış olmamla gerçekleşti. Cahit Arf, benim o çalışmamdan öyle etkilenmişti ki, hem beni iki derslik asistanı ilan etmiş, hem de bana, istediğim zaman makam odasında  çalışma ve özel kütüphanesinden yararlanma ruhsatı vermişti. Onun –çalışmamdan- etkilenmesi de beni öyle etkilemişti ki, Set Theory üzerine çıkmış en son kitapları yurt dışından getirtip hatmetmemle birlikte, sözkonusu Matematiksel Mantık konusunu, hayatımın başlıca ilgi alanı yapmıştı… 27 Mayıs 1960 darbesine giden günlerde bazı kavgalara karışmam dolayısile aramız “limonî”leşse de, resmî sınavda Cahit Hoca bana hiç soru sormamış, ve “imtihan” işini –kendisini ziyarete gelmiş olan- hocası Ord.Prof. Ali Yar’a bırakmıştı; ona hürmeten, ve de beni taltîfen… Sonradan öğrendim ki, Cahit Hoca’nın, saygısını ve sevgisini açıkça belli ettiği hocası Ali Yar, Türkiye’nin en önde gelen komünist liderlerinden Şefik Hüsnü’nün, 1924-25 yıllarında çıkardığı Aydınlık Dergisi’nin yazarlarındanmış meğer… Bundan kısa bir süre sonra Cahit Hoca, uhdesinde bulunan Teorik Fizik Kürsüsü’ne, Amerika’da ünlenmiş değerli fizikçimiz Feza Gürsey’i getirmek istemesi, ve de buna Senato’nun –hak edip etmeme mugalâtalarıyla- karşı çıkması üzerine istifa etti; üniversitenin, âdeta “ortaokul” seviyesine getirilmek istendiğini öne sürerek… Sonradan anladığıma göre, değerli bilim adamlarını bir araya getirmeme stratejisi, İnönü mahreçli “Atatürkçüler” kliği ile gericilerin –zımnî bir mutâbakatla- uyguladıkları bilinçli bir politikaymış. Çünki yaratıcı bilim adamlarının bir araya gelmesi, hem bilimsel buluşları, hem de bilimci yetiştirilmesini olağanüstü arttırıyor, dolayısile –metafizik dogmalara inanan- yobazları deşifre etmekle beraber, kademsiz (elyak olmayan) yöneticilere de sorun çıkarıyormuş…

1962’de  Masatoşi (Gündüz) İkeda’yı, verdiği teorik cebir derslerinde asiste etmek için Ege Üniversitesi’ne gittiğimde, onun da matematiksel mantıkla ilgili olduğunu görünce çok sevindim. Kendisi bana, Galois Teorisi’ni hatmettiren, ve de onun üzerine seminer yaptıran çok değerli bir hocaydı aynı zamanda… Ama esas yönlendirmesini, Russell Paradox’un gâyet net bir açılımını göstermekle, ve aynı zamanda dikkatimi, müzik-matematik ilişkisine veya benzerliğine çekmekle yapmıştı; ki ondan sonra da, bu benzerliği düşünmeye hep devam ettim: Gerçi Pisagor, MÖ 7.Yüzyıl’da müziğin matematiğini yapmış, ve “gam”daki sesleri, katlı ağırlıklarla gerdiği tellerden elde etmişti; ama insanların boğazlarındaki ses kascıklarından bunun nasıl istihsal edildiğini açıklayamamıştı. Oysa, ses kascıklarının katlı ağırlıklarla gerilmesi söskonusu olamayacağı gibi, o kascıkların katlı şiddetlerde –bir şekilde- kasıldığı da bir vâkıaydı. O halde, öyle bir davranış biçimi olmalıydı ki, hem ordinal (sayma) ve kardinal (sıralama) özellikleriyle birlikte –matematiğin elemanları olarak- sayıları yaratsın, hem de ses kascıklarını katlı şiddetlerde kassın… İşte on yıllarca devam eden düşünce sürecim sırasındaki bu mülâhazalarımdan sonra şu neticeye vardım ki, sayıları da, melodileri de yaratan davranış biçimi (alışkanlığı veya ıstırârı), ritm melekesinden başka bir şey değildir…  Çünki ritmik hareketler, katlı frekanslarla hızlanma veya yavaşlama özelliğine sahiptir; ve dolayısile de, bu frekans değişimlerinde, tüm vücut kaslarıyla birlikte, ses kascıkları da katlı şiddetlerde gerilmektedir. Ve ritm melekesi aynı zamanda, “sayma” ve “sıralama (adımlama)” özellikleriyle zaman ve mekân (uzunluk) ölçülerini yaratıyor; ve bunlara atfedilen simgeler de “sayı” adını alıyordu… Yani son tahlilde anlaşılıyordu ki, matematikle müziğin benzerliği, aynı kaynaktan (ritm melekesinden) neşet etmiş olmalarından geliyordu. Ve bu izah aynı zamanda, “dans-müzik” etkinliğinin, tabu’ları (içgüdü frenlerini) yaratan bir aktivite olduğunu, dolayısile, erken tarihî devirlerdeki dansların ve müziklerin niçin ilâhî anlam ve söylemlerle yüklenmiş olduğunu da açıklıyordu… Japonya’nın, atom bombalarını yiyip de, kayıtsız şartsız teslim olduğu 1945 yılında M.İkeda, Osaka Üniversitesi’nde okuyan 19 yaşında bir talebe… Savaşı bana şöyle özetledi: Önce büyük bir pahalılık oldu, ondan sonra da “para” geçerliliğini yitirip “değişim aracı” olmaktan çıktı; ve de köylüler sâdece altınla (ve mümâsil nesnelerle) gıda satmaya başladılar. Ve en sonunda da, ekonomik ilişkiler, dar bir şanslı zümrenin, aralarında yaptıkları “takas”lar hâline indirgendi… O sıralarda İkeda, 1-2 arkadaşıyla birlikte bir evde kalıyorlar. Kaldıkları o evde, kendilerine müzâhir olan bir yaşlı kadın da var; ki işte o kadın, onların tahsillerini bitirmelerini sağlıyor. Nasıl mı?... Gururlu Japon delikanlılarının asla yapamayacakları bir işi üstlenip, geceleri, Amerikan askerlerinin eğlendiği lokallerin çöplüklerinden, kısmen yenmiş sandviçleri toplayarak… Dünya çapında değerli bir bilim adamı, ve bizim için de büyük bir kazanım olan Prof.Dr.Masatoşi (Gündüz) İkeda’nın, Türkiye’ye yerleşmesinin sebebi, hem –eşi- Emel hanımı çok sevmesinden, hem de lisedeki tarih derslerinden tanıdığı, büyük halk kahramanı Mustafa Kemal’in kurtarmış olduğu “özgür” bir ülkede yaşamak istemesinden kaynaklanıyordu. Kendisinin seçtiği bu ikinci vatanında da, daima hürmet ve şükranla anılacaktır İkeda…

1963 baharında ODTÜ’den Prof.Dr.Cengiz Uluçay, konferans vermek üzere Ege Üniversitesi’ne geldi; ki kendisi o sıralarda Fen-Edebiyat Fakültesi’nin dekanlığını da deruhte ediyordu… Yeni yapmış olduğu, Dünya çapında önemli –“Bieberbach Conjekture”ü hakkındaki- çalışmasını anlatırken, ben de sesini banda alıp deşifre ederek basımını gerçekleştirme görevini üstlenmiştim. Bu vesileyle tanıştığım Cengiz Hoca beni, -İkeda’dan referans ve izin alarak- ODTÜ’ye çağırdı; ve ben, İngilizcemin kıt olduğunu bildirince de, “önemli değil, nasıl olsa o ülkelere gittiğinde ikmal edersin” gibilerinden bir şey söyledi… 1963-64 ders sezonunda, onun verdiği –yüksek kredili- doktora dersini takip ederek, “fonksiyonlar teorisi” üzerindeki bilgimi derinleştirme fırsatını buldum; ki nitekim Cengiz Hoca da, ilk sınamasında beni A derece ile geçirdi… 1964 baharında Kıbrıs olayları patlak verip de Amerika ile aramız açılınca, Üniversite’de Türk bayraklarıyla birlikte dalgalanmakta olan Amerikan bayrakları milletin gözüne batmaya başladı. Oysa benim –tatil günlerinde direklere çekilmekte olan- sözkonusu bayraklar, hiç dikkatimi çekmemişti. Ama ne zaman ki, Cengiz Uluçay beni Dekanlık makamına çağırıp da fikrimi sordu, ancak o an uyandım; ve de Amerikan bayraklarının asılmasına karşı olduğumu bildirdim. Fakat ondan sonra da, Cengiz Hoca’ya karşı çevrilen entrikayı, veya yapılan provokasyonu hayrete düşerek, hatta dehşete kapılarak ibretle izledim. Çünki, Amerika’da uzun süre kalmış ve bir Amerikalıyla evlenmiş olan Cengiz Uluçay’ın milliyetçi duygularını istismâr ederek, onu öne süren –bilimci kisveli- bir güruh, en sonunda kendisini yalnız bırakıp istifasına sebep olmuşlardı; Erdal İnönü lehine… Cengiz Bey’den sonra yerine, Erdal İnönü vekâleten dekan oldu; ki o sıralarda Baba İnönü de başbakandı… Erdal Bey, -çok iyi bildiği politik kurnazlıkla- özel sekreterini birkaç kez göndererek, benim kendisini tebrike (daha doğrusu biat etmeye) gidip gitmeyeceğimi soruşturdu. Ama benden de, aynı sekreter vasıtasıyla, “Cengiz hocamın yerine oturmuş birini re’sen tebrik edemem; şâyet benimle çalışacağını ve kontratımı yenileteceğini açıklarsa makamına gider, ve o vesileyle kendisini de tebrik ederim” mealinde bir cevap aldı… Ve en sonunda ben de, Cengiz Bey gibi istifaya mecbur kaldım… Erdal İnönü ise, bizleri uzaklaştırdıktan sonra, benim bir çalışmamı intihâl ederek yaptığı tezle Prof. olup, asâleten dekanlık mevkiine kuruldu… Erdal Bey’in, -resmen- politikaya soyunduktan sonra söylediği, “gerçeklerin, bir gün âniden ortaya çıkmak gibi bir kötü huyu vardır” anlamındaki veciz ve hikmetli sözde, bu yaşadıklarımızın ne kadar payı vardır bilemem; ama aynen altına imzamı atarım…

Askerlikten sonra artık, “lisans” üzerinde bir kariyer sahibi olabilecektim; ki bunun için de, durumumu bilen, ve Cahit Arf’ın kürsüsüne vekâleten geçip profesörlüğe yaklaşmış bulunan Doç.Dr.Orhan Ş.İçen’e müracaat ettim. Ama kısa sürede de anladım ki, öğretmen tandanslı bu zât bana, “kürsüye bağlanması gereken bir öğretim görevlisi (yani mal)” gözüyle bakıyor… Zira onun bütün derdi, -bilim adamı yetiştirmek değil- mümkün olduğu kadar çok, lisans diplomalı matematik öğretmeni yetiştirmekti; siyasî iktidarların tercihleri doğrultusunda… Nitekim kendisiyle olan bu zihniyet uyuşmazlığımızın, fikriyâtımıza da yansıdığı, -ve onun, “materyalist dogmatik” diye nitelendirdiğim türden (pozitivist) bir bilimci olduğu- çok geçmeden açıkça ortaya çıktı. Zira bu zât, matematiksel varsayımları, “bedâhat (apaçıklık)” kavramıyla izah ediyordu; ki bu da, felsefedeki “estetik” denilen “insâni görüş”ü bile anlamayıp, “güzellik” kavramını, nesnelerin kendilerinden sâdır olmuş özellik sanan bir zihniyeti açığa vuruyordu. Yani Orhan İçen’e göre, insanda apriori var olmuş, veya Tanrı tarafından monte edilmiş bir “akıl” vardı, ve insanlar onun vasıtasıyla (ve sâyesinde), yine Tanrı tarafından apaçık yaratılmış temel gerçekleri (aksiyomları) görerek keşfediyor, ve de o temeller üzerinde düşünerek matematik sistemini (disiplinini) inşâ veya icat ediyorlardı. Böyle bir kafa, tabii ki, müziğin de akılla düşünülerek icat edildiğine inanıyordu… Orhan İçen, seminerimde ne zaman ki “bedâhat oylaması” yaptırdı, işte o zaman kafa uyuşmazlığımız âniden patlayıverdi; ve de akademik hayattan –kesin-ayrılmama sebep oldu… İst.Üniversitesi’ndeki matematik üstadı Prof.Dr.Orhan Ş.İçen ile, ODTÜ’deki fizik üstadı Prof.Dr.Erdal İnönü, üniversitelerimizin gerilemesinin ve gericileşmesinin baş mimarlarındandır aslında… Çünki, her ikisi de, hatırı sayılır çalışmalara imza attıkları için gerçek (dogmatik olmayan, ufuk sahibi) bilimcilermiş gibi görünmüşler, ama realitede, -en fazla- kendilerine benzeyen çömezler yetiştirmişlerdir. Ve bu çömezler de, matematik, fizik, müzik gibi düşünce ve davranış disiplinlerinin akılla düşünülerek icat edildiği dogmasına, ve o aklı yaratan bir Tanrı mitine inanmaya (hatta  tapınmaya) devam etmişlerdir… Aslında Erdal İnönü de gerçek bir “Kuantum” fizikçisi değil, sâdece kuantum (tanecik) modellemeleriyle oyalanan ve gösteriş yapan bir pozitivist fizikçidir. Zira, Kuantum Fiziği’nin zihinlerde –ister  istemez- modeller yaratan sonsuzlar matematiğinden, yani sonsuz diziler ve matrikslerden anlamayan, dolayısile de matematiksel mantığın temel varsayımlarından (aksiyomlarından) –değil onların sebebini düşünmek- haberdar bile olmayan biridir; ki onun için de kendisine  “materyalist dogmatik” demek, pek uygun düşmektedir. Nitekim peşinden hep, mistik ve metafizik dogmalara inanan yobazları sürüklemiş, hatta onlara –âdeta- yol açmıştır; biraz da “mahcup dindar” olduğu için…  

Ben akademik ortamdan ayrılıp da, tamamen özgür kaldığımda artık, matematiğin, müziğin ve ateşi kullanma becerisinin, akılla düşünülerek icat edilmiş veya kazanılmış –düşünsel ve davranışsal- disiplinler, Matematiksel Mantık temel prensip(ler)inin de, Tanrı tarafından vaz edilmiş veya apriori var olmuş özellikler olamayacağından emindim. Ve bilimin dinden özgürleşerek, bütün ideolojik (ve felsefî) tasallutlardan kurtulması için de, “insanla hayvan arasındaki nesnel kategorik fark”ın bilinmesi gerektiği şeklindeki bir hipoteze sâhiptim. Bu derecedeki zihin açıklığına ise, Orhan Güran, Cahit Arf, Masatoşi İkeda ve Cengiz Uluçay’dan müsbet, Orhan İçen ile Erdal İnönü’den de menfî etkilenerek ulaşmıştım. Ve de bu şahıslardan ilk dördünün bıraktığı eserler, insanlığa sessizce katkı yapmaya devam ederken, siyasetin güdümünde otorite ve şöhret olmuş diğer ikisinin Türkiye’ye verdiği zararlar da, -gürültülü bir şekilde- hükmünü icra etmekteydi. Üstelik bu işin,-insanları iğfal edici- provokatif bir yönü de vardı; Erdal İnönü’nün de, Orhan İçen’in de, “laiklik” ilkesini samimi olarak kabul etmiş kişiler olmaları hasebiyle… Ancak, aynı zamanda –materyalist- dogmatik olduklarından, yani bilimsel(!) düşüncelerini, son tahlilde dogma olarak kabul ettikleri bir prensibe (aksiyoma) dayandırdıklarından ötürü, “dindar” dogmatiklere de sempatiyle bakar ve hatta onları himaye ederlerdi; tehlikelerini öngöremeyerek… Dolayısile ben akademik hayattan ayrıldığımda, doğru yolda olduğuma, hiçbir sosyo-politik çalkantının beni yoldan çıkaramayacağına, ve eninde sonunda hipotezimi de doğrulayacağıma kesinlikle inanıyordum. Hatta bu durumumu, “kafamda öyle –hızla dönen- bir jiroskop (topaç) var ki, ben ne kadar eğilip bükülsem de, o eksenini hiç değiştirmiyor” şeklindeki bir metaforla ifade ediyordum… 1969 yılında Kerim Sadi ile tanıştığım zaman, atalarımızın, “tarih öncesi”ne indeksli geleneksel usullerle adam (kademli) ayıklayarak gösterdikleri, Bizans -teritoryasını fethedip- Devlet’ini yıkma mârifetiyle, Avrupa’da husûle gelen  “Aydınlanma” dalgası, Atlantik korsanlarının yığdığı servetle satın alındıktan sonra, Kapitalizm şeklinde geri dönmüş, ve yaratıcılarının çocuklarını (evlâd-ı fâtihân’ı) dahî ipotek altına almış bulunuyordu. Ve ben, Komünizm’in de, bu ipotekten kurtulmamıza yardımcı olamayacağı kanısına varmıştım; ilk okuduğum Marksist kitaplardan sonra… Ayrıca Kerim Sadi’den de, komünistlerin genellikle, işçi sınıfının avukatlığını üstlenmek husûsunda birbirlerini yiyen bireyci (individualist) kişiler olduklarını, yani bir nevî kapitalist (hayvânî) rekabet içinde bulunduklarını öğrenmiş, ve onun sâyesindedir ki, komünist partilere karşı eleştirel tavır takınarak sonunda –kendisi görmese de- haklı çıkmiştık.  Aslında, bu husustaki hipotezimi Kerim Sadi’ye –en başında- bir “ihtirâzî kayıt” olarak, “insanla hayvan arasında bulunması gereken nesnel kategorik fark anlaşılmadıkça, insanlıkla ilgili bilimsel bir teori kurulamaz” şeklinde bildirmiştim. Zira emindim ki, sözkonusu kategorik fark ortaya çıkarılmadıkça, biyolojik bir “alt-yapı”ya sahip olan insanın, ne zaman hayvanlık, ne zaman insanlık yaptığı anlaşılamayacağından dolayı, sosyolojinin tam bir bilim hâline getirilmesi, ve de devletlerin bilimsel disiplinle reorganize edilerek sosyo-ekonomik krizlerin olanaksızlaştırılması, gerçekleştirilemeyecekti. Zira, Tanrı tarafından kafalara monte edilmiş (veya apriori var olmuş) bir “akıl” dogmasına inanılıp, ateşin kullanılmasının da, müziğin de, matematiğin de bu “akıl” ile düşünülerek tertip ve icat edildiği şeklindeki yanlış kanıya saplanıldığından dolayı, insanların aklına bir takım –ahlâkî ve hukûkî- reçeteler (tâlimâtlar) sokmakla, onların koordinasyonunun sağlanabileceği sanılmaktaydı… Halbuki akıl, tüm insan davranışlarını belirleyebilecek bir kumanda merkezi değil, bizzat kendisi, “meleke” dediğimiz istençsiz faaliyetlerin mahsûlüydü. Onun içindir ki, akla hitap eden ahlâkî ve kânûnî nasihat ve reçeteler, sâdece “toplumsal edebiyat” malzemesi olarak işe yaramakta, ama gerçekte, insanları “ehlî hayvan” anlamında “mal” gibi görüp, icabında “eşşekler gibi” cezalandıran, gayri insânî  ideolojiler hüküm sürmekteydi. Adı ne olursa olsun (Kapitalizm, Komünizm, Siyonizm, İslâmizm vs.), bu ideolojilere göre herkes peşînen eşit bireyler olarak kabul edilmekte, ama sâdece ahlâkî ve hukûkî kuralları çiğneyenler, “seks skandalı” veya “yolsuzluk skandalı” gibi hallerde yakalandıkları taktirde, ve de münhasıran o olay muvacehesinde cezalandırılmaktaydı. Ve böyle bir cezalandırma da, değil caydırıcı olmak, tam aksine, yapılan iş(ler)in bedeli olarak görülmekte, ve hatta eğitici ve özendirici bir pratik yerine geçmekteydi. Dolayısile de, ahlâkî ve kanûnî kurallar erozyona uğratılarak, toplumsal yozlaşma veya çürüme, bir epidemi (salgın) hâline getirilmekteydi. Yani ideolojiler veya ideolojik politikalar bir toplumda, fiilen bir “negatif seleksiyon” sistemi tesis ediyor, ve de en kurnaz düzenbaz “geri”leri yükseltip, objektif (teorik) düşünme yetisine sahip (dolayısile gizlisi saklısı olmayan) insanları likide ederek toplumu çürütüyordu. Oysa ahlâkî ve kânûnî kuralların realize edilebilmesi için, her şeyden önce, “otokritik” yapma yetisine sahip olan melekeleri güçlü (kademli veya elyak) insanların, selekte edilerek öne çıkarılmaları, yani yetki ve mevki sahibi yapılmaları gerekmekteydi; politik tercihlerden bağımsız olarak…

Milenyum Çağını Açmak İçin, Başlattığımız Aydınlanmayı İkmal Ediyoruz:

Fatihân atalarımız “tarih öncesi-zon”u geleneksel (töresel) kurallarla yaşıyor, ve “ateşin kullanımı öncesi”nde ilk bireylerin temâyüz etmelerine benzer şekilde, melekeleri olgunlaşmış “kademli” insanları ayıklıyorlardı. Ama onlar, ilk –birey- insanların, yaptıkları ritmik hareketlerin (âyinlerin) meleke kesbetmesiyle zuhûr ettiklerini bilmiyorlardı. Üstelik, “devlet” kavramının “hânedan”la özdeşleşmiş bulunmasından ötürü, -sonunda dejenere olmaya mahkûm- bir hükümdar ailesinin emrinde faaliyet göstermek zorunda kalıyorlardı; “kademli”liğin (meleke gücünün), biyolojik genlerle geçmediğinden de bîhaber oldukları için… Çünki, hükümdarların, -ateş ve güneş tapınaklarındaki- inisiye rahipler arasından çıktığı, kadîm kurucu uygarlıklardaki “devlet” anlayışı çoktan unutulmuş, ve insanlık, “tapınç kültü”ne dayalı dinsel saltanatların tahakkümüne girmişti. Ama buna rağmen, ne mutlu bize ki, fâtihân atalarımızın dogmatizm karşıtı fikir ve zihniyetleri, -Bekdaşiyân kolundan- günümüze kadar gelmiştir; hiç olmazsa, “kademli” insanlarla, “uğursuz kademsiz”  olanların ayrımını vurgulayan sözlerle… Zira bu sözlerle bile, melekeleri muhtel olan kademsiz kişilerin mevcûdiyetinin kabul edilmesi gerektiği, ve bunların, kontrola alınmadığı taktirde  insanlar arasındaki –meleke rezonansından mütevellid- akortu ve toplumsal kohezyonu bozabileceği husûsu, “uğursuz” terimiyle veciz bir şekilde anlatılmaktadır. Ayrıca töremizde, sorumluluk gerektiren işlerin kademli (elyak) kişilere bırakılması geleneği de vardır. Kaldı ki, fâtihân soylardan (erenlerden, abdallardan vs.) gelenlerin genlerine, paradan para kazanmayı tabusal yasak sayan bir huy, veya tabiat, veya fıtrat da kazınmıştır. İşte istimzâç ve fikir teatisi içinde bulunduğum büyüklerimdeki bu müşterek fıtrattır ki, beni motive etmiş, ve de bana, Rönesans’tan sonra hızla geliştiği halde –yağmadan edinilmiş servetle satın alındığı için- 20.Yüzyıl başlarında, bu sefer de materyalist jargonla dogmatizme saplanan bilimin takıldığı yeri göstermiştir. Bilimin saplandığı bu “materyalist dogmatizm” noktası, Matematik Mantık’ın, “İyi Sıralanma (Well Ordering)” prensibidir; diğer reprezentasyonlarından sarfınazar…  Bu “akıl prensibi”, Allah vergisi bir dogma olarak anlaşıldığı sürece insanlık, dinlerden ve kapitalizmden kurtulamayacak, ve hayvânî bir rekabetle birbirini yemeye devam edecektir. İyi Sıralanma Prensibi’nin insan yapımı olduğu anlaşıldığında ise, kademli (inisiye) birey seçilimiyle insanlık, tarihî devirleri kapatıp, uzun bir huzur devrine, yani “Millennium”a girecektir; insanlığın oluştuğu “ateşin kullanımı öncesi”nin keşfi, ve “tabu”ların idrâkıyla birlikte… Ve bu aşama, “İsa-Mesih’in (veya İnsanoğlu’nun) avdeti” olarak da yorumlanabilecektir… Zaten ne kadar –gerici- direnç gösterilirse gösterilsin, Matematiksel Mantık’ın temel prensibini dogma olarak kabul ederek düşünceyi (ve bilinçlenmeyi) durdurmak da mümkün değildir; zira onun mutlaka bir davranış disiplinine bağlanması, yaşamın icabı olarak şarttır… Yoksa akıl, bir dogmaya bağlandı mı, insanlığın, kapital –sahipleri- tarafından hayvan sürüleri gibi güdülmesi, kaçınılmazdır. 

19.Yüzyıl sonlarına doğru bazı Batılı âlimler, insan aklının (sembolik mantığın), bir prensibe bağlı olarak düşündüğünü (çalıştığını) iddia ettiler; ki bu, “iyi sıralanma prensibi (well ordering principle)” ve diğer reprezentasyonlarıydı… Ama bu iddiayı, önceleri kimse kaale almadı; Bertrand Russell 1901’de, sözkonusu aksiyom (prensip) kabul edilmediği taktirde, paradoksa düşüleceğini gösterinceye kadar… Russell Paradoks’un keşfinden sonra dahî, Aristo Mantığı’nı çürüten (yalanlayan) bu akıl prensibine, pek de itibar eden olmadı. Çünki, Aristo Mantığı’nın “mutlak eşitlik (özdeşlik)” prensibini, ve dolayısile kendi kendisiyle özdeş (değişmez) olan mutlak “Tanrı” mitosunu iptal ediyordu bu prensip… Daha sonra uzun süre, Aristo Mantığı’nın çürütülerek aşıldığını, bir centilmenlik veya protokol anlaşması şeklinde –kerhen- kabul etmiş görünen Batılı bilimciler, bu sefer de sözkonusu “akıl prensibi”ni, sebebi olmayan bir dogma şeklinde muhafaza etmeye, dolayısile, arkasında “tapınılası bir mit” gibi olmasa da, bir nevi “Fantom Tanrı” dogması  vehmetmeye başladılar. Zira insanlık binlerce yıl boyunca, putperestliğin “tapınç kültü”ne, yani “dışımızda bizi yaratmış olan bir Tanrı” mitine, ve dolayısile “Tanrı-İnsan” dualitesine öyle alışmıştı ki, “Tanrı, insanlığın içinden zuhûr etmektedir” şeklindeki bir vahdetçi izâhı, aklına bile getiremiyordu. Oysa “iyi sıralanma prensibi”nin, “ritm melekesi” gibi bir davranış ıstırârına bağlanmasıyla, bu izah açıkça ortaya çıkıp kendini dayatıyordu; “vahdet-i vücut” prensibini savunan mutasavvıfları ve fâtihân atalarımızı da doğrulayarak… Demek ki, aklın “iyi sıralanma prensibi”nin “dogma” olarak kabullenilmesiyle, hem düşünce davranışlardan –kategorik olarak- koparılmakta, ama aynı zamanda da, aklı yaratan (veya kafaya monte eden) bir “Tanrı” miti var sayılmaktaydı. Dolayısile böyle  bir “dualite” de, insanları şizofrenik yapmak sûretiyle, toplumları, “potansiyel kriminaller topluluğu” hâline getirmekteydi. Şimdi artık biliyoruz ki, matematiksel mantığın “iyi sıralanma prensibi”, aslında, bedenî “ritm melekesi”nin türevi olan, aklî “sıralama melekesi”nden başka bir şey olamaz. Ve o sebeple de, sağlıklı bir toplum için insanların, bedenî (ritm) ve aklî (sıralama) melekelerinin sıhhatine göre sıralanmaları gerekir; özellikle karar mercîlerinde…

Bütün insanların aklı, matematiksel mantık uyarınca aynı şekilde düşünür; yani problemler karşısında aynı çözümlere varır, aynı ihtimalleri öngörür, ve hatta bu problemlerin öncelik sıralaması kararı için de, aynı kriterlerde anlaşır; herne kadar akıl sahipleri, veri toplamak için tutacakları yol ve yapacakları deneyler hakkında tartışsalar bile… Dolayısile “adam(birey)” olacak insanlar için “özgürlük” kavramı, ömür boyu aranacak ve talep edilecek bir hak anlamı taşımaz. Özgürlük kavramı, insanların “irade-içgüdü” diyalektik çelişkisini deneysel pratiklerle anlayıp, bunu yönetmeyi öğreninceye kadar süren, “flört çağı” gençliğine özgü bir kavramdır; ve insanların, hem yaratıcılıklar yapmalarını, hem de objektif olarak sıralanmalarını sağladığı için de elzemdir. Kaldı ki, gençleri “internet komünikasyonu” gibi –hayal kurduran- bir sanal ortamdan kurtarmak için de, böyle bir reel ortam şarttır. Çünki, flört çağındaki gençler, “pan-kulüp”lerde toparlanıp, -kapitalist gösteriş ve ajitasyonlara yer vermeyen- “panteist-zon” şartlarında yaşatıldıklarında, aralarındaki “kademli”leri gâyet objektif olarak seçip ortaya çıkarırlar; ayrıca dışarıdan bir tetkîke  ve teşhîse bile gerek bırakmadan… Zira “tarih öncesi”nin özgürlük şartlarında, “tabu”ları da kendileri –yeniden- keşfedip, hadlerini de kendileri bilecek, ve bu arada kademlilerin (bilinçlilerin) ardında sıraya gireceklerdir. Ve aynı zamanda, dinlerin, unutulmuş “tabu”ları yok sayıp, onların yerine nasıl çocukça gerekçelerle ahlâkî yasaklar uydurmuş olduğunu görerek, peygamber denilen kişileri –metafizik kutsiyetlerinden arındırmakla- lâyık oldukları tarihî kategoriye oturtacaklardır. Yani –özellikle- cinsel tabu, pratik ilişkiler içinde yaşanarak bilince çıkarılamadığı, ve “cinsel haz, Allah’ın emirlerini dinleyen kullarına verdiği ödüldür” mealindeki dinsel anlayış devam ettiği sürece, toplumlardaki sapıklığın ve dejenerasyonun önü alınamayacaktır. Zira insanlar, başlıca yaşam fonksiyonlarının –hayvanlarla aynı- üreme içgüdüsü olduğuna inandıklarında, akıllarını ve iradelerini, insanî gelişme ve bilinçlenme yönünün tam aksi istikametinde kullanmaya çalışacaklardır. Oysa “cinsel tabu”nun hüküm sürdüğü “ateş öncesi-zon”da, evlilik kurumu sözkonusu bile değildir; ve klânlar, “çocuklar-anneler-teyzeler-dayılar” ile, bunların, uzun yaşamayı başarmış annelerinden müteşekkildir. Kaldı ki, savaşlarda öncelikle erkekler öldüğünden, pek çok klân da, sâdece kadın ve çocuklardan ibâret kalmıştır; tarihî kayıtlara “amazon”lar olarak geçtiği gibi… İşte insanlık, böyle bir “seksten ârî”  ortamda (zon’da), bedenî ve aklî melekelerini edinerek irade sahibi olmuştur.  Ama insanlara –ehlî hayvanlar gibi- şartlı refleksler kazandırarak, kitlesel işler ve savaşlar yaptırmak üzere, nedensellik mantığıyla ortaya çıkan, ve de her eylemini amaçlı ve sebepli kılmaya çalışan “tarih insanı”, ölümcül fiilî yasaklar (frenler) olan tabuları aklına sığdıramamıştır. Onun için de, tarihî devirlerde yaşamış bazı mümtaz kadınların, -tabulu ilkel klânlarda olduğu gibi gayri irâdî- şuursuz veya uykulu hallerdeki döllenmeleri hep, Tanrı mitinin (veya ruhların) üzerine yıkılmıştır. Oysa bugün, iradesi ve bilinci gelişmemiş –dolayısile Hz.Meryem kadar mâsum sayılması gereken- pek çok küçük kız, rûhî (sevgisel) bağ veya “meleke rezonansı”  içinde bulundukları yakınları tarafından cinsel tecavüze uğradıkları ve –hatta- hâmile bırakıldıkları halde, “cinsel tabu”dan gelen törelerle, bedenen veya rûhen linç edilmektedir. Hukûkî zeminde, “pedofili olayları” diye ad takılarak örtbas edilen, veya basit kriminal vakalar gibi görülen bu etkinlikler, insanların “irade-içgüdü” diyalektik çelişkisini bilince çıkarmalarına olanak tanımayan bugünkü kapitalist toplumların ölümcül hastalığıdır aslında… Zira artık biliniyor ki, karşı cinsle “istimzâç” cebelleşmesi (ve uzlaşması) yapamayacak kadar irâde gücünden yoksun olan her insan (çocuklar, hastalar vs.), cinsel ilişki vakalarında mâsumdur; ve de toplum tarafından korunmaya muhtaçtır… Yukarıda sözkonusu ettiğimiz gençlik zonundan herkes, birey olarak çıkamaz, yani “rubikon”u geçemez; ama, birey olamamış insanların “özgürlük” talepleri de, ciddiye alınıp meşrû görülemez tabii… Çünki “birey” olamadan yaşlanmış veya kavruk kalmış insanların, özgürlüğe değil rehberliğe (rehberlere) veya psikoterapiye (hekimlere) ihtiyacı vardır. Ama ne yazık ki, din ve kapitalizm ideolojileri, onları da “adam”dan saymakla, geberinceye kadar seks peşinde koşan, hatta geberdikten sonra da seks hazzı versin diye, “Allah” mitine niyâz eden sapıklar üretmektedir… Ayrıca “geri” bebek doğumlarını engellemek üzere, bilimsel çalışmalara paralel olarak sıkı bir “doğum kontrolu” uygulamak da, toplumsal gelişmenin başlıca meselelerinden biri sayılmalıdır. Kaldı ki, zaman –ölçü- birimi “saniye”nin ritmik boyutlara, hafta döngüsünün (peryodunun) 5 güne indirilmesiyle de, Kapitalizm’i iyice sıkıştırmak mümkündür. Zaten insanlık, bilinçlenerek –ve teknolojik gelişmeyle- hayvanlığından (biyolojik yapısından) sıyrıldıkça, içgüdüsel (hayvanî) hevesler anlamındaki özgürlükler de sözkonusu olmaktan çıkacaktır tabii…

Doğu Roma İmparatorluğu’nu fetheden gerçek fatihân atalarımız (abdallar, erenler, veliler vs.), mitolojiye, yani mitik Tanrı anlayışına, “Tanrı-İnsan” dualitesine  ve “tapınç kültü”ne yabancı olan, ve “tarih öncesi”nin insanlaşma âyinlerini, rûhî birlik (Uluruh) için sürdüren, dolayısile dogmatizme saplanmayan bir “panteist” anlayışa sahiptiler. Çünki Yahudiler ve Araplar gibi, “tapınç kültü” yaratan bir putperestlik (politeizm) dönemi yaşamamışlardı. Ne mutlu bize ki, bugün hâlâ Arap’ın “tapınç ritüeli” olan “namaz”dan hiç hoşlanmayıp, “ritmik âyin (semah)” geleneğini sürdüren, ve “Uluruh” anlamında bir “vahdet-i vücut” fikriyâtı taşıyan, dolayısile de dogmatik yobazlara asla taviz vermeyen Bekdaşiyân halklarımız, yani Alevilerimiz var. Cemevleri’nden, -Hz.Ali’ye atfedilen- “kara kaşlı, kara gözlü yakışıklı Arap delikanlısı” resmini de kaldırdıklarında, Araplardan kendilerine bulaşmış olan putperestliğin son emâresini de silmiş olacaklardır…  Yine ne mutlu ki, atalarımızın Bizans’ı fethetmekle Batı’ya gönderdiği Aydınlanma dalgasının (momentum’unun), Atlantik korsanları tarafından satın alındıktan sonra bize, iadeli taahhütlü olarak Kapitalizm’in “materyalist-dogmatizm”i şeklinde fatura edilmesini yutmayan ve ipotek altına girmeyen, kademli “evlâd-ı fâtihân”ımız da var… Nitekim bunlardan biri (Ali Ergin Güran), 1985 yılında, “tarih öncesi” şartlara yakın bir ortamda (cezaevinde), insanla hayvan arasındaki kategorik (kaotik) farkın, “ritm melekesi” olduğunu keşfetmiştir. Ve dolayısile de, tarihî devirlerdeki bütün sırların (Mistisizm’in) çözüm anahtarını ortaya koyarak, tarih sonrasına yani” Millennium”a geçiş kapısını aralamıştır. Şimdi diyoruz ki, fâtihân atalarımızın yaptığı “kademli” seçilimini geliştirerek (güncelleyerek), tüm Dünya halklarıyla birlikte, bugünki Kapitalist Dünya İmparatorluğu’nu da fethedebiliriz; Ermeni ve Rum halklarıyla birlikte Doğu Roma –Dünya- İmparatorluğu’nu fethettiğimiz gibi…

Bugünki insanlığın başlıca derdi, maddi (nesnel) ve manevî (öznel) dogmalardan, yani Kapitalizm ve Din denilen ideolojilerden kurtulamamaktır. Bu dertten kurtulunduğunda, tarihî devirler aşılıp Milenyum çağına girilecektir…

Bana öyle geliyor ki, Milenyum’a girmek için her şeyden önce, Türkiye’deki “kademli”lerin  “Tebliğ”leri anlaması, -Bekdaşiyân- Alevilerin yobazlar (mitperestler) tarafından biraz daha sıkıştırılması, ve de Dünya’daki seçkin Antropolog, Tarihçi ve Matematikçilerin bir “kollokyum”da buluşmaları gerekiyor…

Ali Ergin Güran: 24/11/16