Tarihî Devirler İnsanı, Tarih Öncesi’ni Anlayıp Şizofreni’sini Yenmedikçe, “Tarih Sonrası” Çizgisinden (Sınırından) Geçemez...
Tarihî devirler, zaman mevhumunun “lineer parametre” olarak kavranıp tespit edildiği, ateşin kullanılıp düz çizgilerin çizilebildiği, sözsel iletişime geçilip –doğal olaylardaki refleksif etkileşimlerden mülhem- nedensellik mantığının ihdâs edildiği, içgüdüsel ihtiyaçların karşılanmasına yönelik bir “plânlı yaşam” aralığıdır; insanlığın var oluş serüveninde… Tarihî devirler aynı zamanda, insanımsıların yaptıkları ritmik hareketlerin (âyinlerin) meleke kesbetmediği, dolayısile de “zaman” mevhûmunun tebellür etmediği ve nedensellik mantığının oturmadığı, tabu’lu “tarih öncesi”nin antitez’idir; ki kendini, “tabuları yıkmak”la karakterize etmiştir. Ve böylece de, “tarihî insan”ın bilinci, nedensellik mantığının yarattığı düşünce biçimi ve alışkanlığıyla, “tarih öncesi”ne kapanmıştır. Zira nedensellik mantığı, lineer zaman kavramıyla kâim olup, zaman mevhumunun tebellür etmediği (melekelerin olgunlaşmadığı), “tarih öncesi-zon” için sözkonusu olamazdı; “deneme-yanılma”ların kazandırdığı reflekslerden sarfınazar… Nitekim ritmik hareketlerin (âyinlerin), ve onlardan mütevellid, beslenme ve üremeyle (çiftleşmeyle) ilgili tutukluluk hâlinin ve korkuların (tabuların) bir nedeni yoktu; kaostan neşet ettiği, ve her “kaos”un da orijinal bir “başlangıç” demek olduğu, için… Ondan dolayıdır ki “tarih insanı”, kendinin ve aklının îmâl edildiği bir metafizik evveliyât (öbür dünya), ve de bir muhayyel îmalâtçı (Tanrı) tasavvuruna mecbur kalmıştır; nedensellik mantığı mûcibince… Zira her şeyden önce, hayvanları izleyerek, cinsel temas kurulmadıkça yavru yapılamayacağını (dolayısile çoğalınamayacağını) öğrenmiş, ama bununla birlikte, geleneksel olarak sürdürdüğü ve çok zevk aldığı ritmik hareketlerin (âyinlerin) ise, sebebini bulamamıştır. İşte o zamandır ki, -ölümüne korku salmış bulunan- cinsel tabu’nun tesirinden (cinsel temas ürkekliğinden) kurtulmak için, cinsel teması, “Tanrısal emir” telâkki etmekle birlikte, toplumsal teşvik anlamında “evlenme” ritüelleri uydurmuş, ve sürdürdüğü ritmik âyinleri de, bir takım totemlere ve tanrılara yapılan şükran ibâdeti saymıştır. Ve böylece de, aklı yaratan parametre olan “ritm melekesi”, akılla varılan bir karar etkinliği gibi yorumlanarak, insanın zihinsel yapısı, daha başlangıçta “ters-yüz” (veya “alt-üst”) edilmiştir; şizofreni hastalığına davetiye çıkarılmakla birlikte… Aynı zamanda, konuşurken, müzik ve ölçüm yaparken kendine gelen, veya kendini bulan (idrâk eden) tarih insanı, hayvandan farklılığını ortaya koyan bu meziyetlerini de, “akıl” adını verdiği muhayyel ve muğlâk bir “beyin aparatı”nın mârifeti saymıştır. Sanki insan aklı, insanların konuşabilmesi için hece ve kelimeleri, şarkı söyleyebilmeleri için melodik (gam’lı) ses çıkarabilmeyi, ve nesneleri sayabilmesi için de sayıları, hiç yoktan (hiçbir örnek yokken) icat etmiş bir sihirli değnekmiş gibi… Aslında, böyle bir kabûlün, o mahâretlerin “Allah tarafından vahyedildiği” şeklindeki –dinsel- iddiadan hiçbir farkı yoktur. Nitekim bu şizofren insanlar, aklın “sebeb-i hikmeti”ni Allah mitosunun himmetine bağlamışlardır; herne kadar “materyalist” geçinenleri, insanın “deneme-yanılma” pratikleri sonunda akıllandığı tezini savunsalar da… Oysa “pozitivist materyalist”lerin bu ahmakça tezlerinin de, hiçbir ciddiyeti yoktur; “deneme-yanılma” metoduyla refleksler geliştiren hayvanlar arasında, akıllananı görülmediği için… Zira “ölçü”ler olmadan, sayılar da, bilimsel düşünce de, akıl da olamazdı; ve “ölçü”ler de, eşit aralıklarla yapılan dilimleme veya vurgulama olayı olarak, -her şeyden önce “zaman” ve “mekân” kavramlarını yaratan- “ritm melekesi”nin birer türeviydiler aslında… Demek ki, şizofrenik tarih insanının, nedensellik mantığıyla ortaya koyduğu “insan” tanımı veya izâhı, “sır küpü masalı”na benzemektedir: Sır küpünün (veya kutusunun) anahtarı nerde?.. Göle düştü!.. Göl nerde?.. İnek içti!... İnek nerde?.. Dağa kaçtı!.. Dağ nerde?.. Yandı bitti kül oldu!... gibilerinden… Yani “konuşma”, “müzik yapma” ve “ölçme” gibi becerileri biz, aklımızla icat etmişiz ama, aklımızı îmâl etmiş olan Allah da, onun sırrını (kullanım kılavuzunu) ve kontak anahtarını cebine koyarak, hiç ulaşamayacağımız (veya kendisiyle ancak öldükten sonra teşerrüf edebileceğimiz) bir metafizik alana gitmiş… Bu da demektir ki, biz bütün insanî işleri, oluşları aklımızla gerçekleştiririz ama, aklımızın îmâlat planı ve anahtarı, îmâlatçı Allah’ta bulunduğundan, biz onu kendi irâdemizle çalıştıramaz ve geliştiremeyiz; ve Allah da, aklı çalıştıran anahtarı istediğine (yani din adamlarıyla kapitalistlere) verir. Yani bu da, şu anlama (iddiaya) gelir ki, biz anlamasak ve sağlamasını yapamasak da, kapitalistlerle dindarların yaptıkları, daima aklî(!) işlerdir; ve de Kapitalizm, ilâhî (ebedî) bir düzendir… Oysa bize keşifler icatlar yaptıran akıl, bir mental fonksiyondan, onu çalıştıran anahtar da, “ritm melekesi” denilen bir parametreden başka bir şey değildir. Nitekim aklı, “sayma (ritm) ve –türevi olan- sıralama melekelerinin koordinasyon fonksiyonu” şeklinde tanımlamak da mümkündür; bilgisayarlara, çalışma prensibi olarak aynen intikal ettirdiğimiz gibi… Dolayısile bilim ve sanat etkinliklerinin temel öğeleri olan “müzik”, “ölçüm” ve “konuşma” becerileri de aslında, “ritm melekesi”nin birer türevidir. Zira “konuşma” becerisi, ritmik tepinmeler (âyinler) sırasında göğüs kafesinin sıkışması neticesinde çıkan soluğun, ses kascıklarını titreştirdikten sonra, avurt ve dudaklarda şekillenmesiyle husûle gelen seslerin (hecelerin), ve de onların çeşitli kombinasyonlarının (kelimelerin), nesne ve olaylara tekabül ettirilmesi sûretiyle kazanılmış bir kabiliyettir. Ayrıca, müziğin melodik yapısını oluşturan katlı tonlardaki seslerin (yani Gam’ın) ortaya çıkabilmesi için de, ritmik hareketler zorunludur. Çünki, hiçbir doğal olaydan taklîden edinilemeyecek olan, katlı tonlardaki sesler de, ritmik hareketlerin katlı frekanslarla hızlanıp yavaşlama özelliğinden dolayı, -tüm kaslar gibi- ses kascıklarının da katlı şiddetlerde kasılıp gevşemesinden neşet etmiştir… Diğer yandan, tüm ölçülerin, zaman ve mekân ölçülerinden türetilmiş olduğu, ve “zaman” ile “mekân” mevhumlarının da, ritm ve sıralama melekelerinin yaratığı olduğu göz önüne alındığında, “ölçüm” becerisinin de, doğrudan “sayma(ritm)-sıralama” melekelerinin mahsulü olduğu açıkça anlaşılabilir... Demek ki, tüm insanî hasletlerin maddi temelini anlayabildiğimize göre artık, akıllı insanlar, Allah tarafından veya O’nun –apriori (re’sen)- vekili sayılan insanlar tarafından değil, bizzat kendini bilen insanlar tarafından seçilebilirler. Nitekim, aklın “iyi sıralanma prensibi”ni, ve de –onu zorunlu kılan- Russell Paradox’u keşfederek “tarih öncesi”ni ortaya çıkarmış bulunan “tarih sonrası”nın öncüleri, bu şekilde kendini bilmiş ilk insanlardır.
Tarih Sonrası İnsanı, Aristo Akademisi’yle ve Kapitalist Tercihlerle Yetişmez:
Aristo Akademyası’ndan mülhem olarak kurulmuş üniversitelerden, kendini (insanlığı) bilen yaratıcı bireyler çıkmaz; zira oralarda ancak, hocalara yaranan taklitçi çömezler yetiştirilir. Kapitalistler de, daima piyasa taleplerini gözettiklerinden, yaratıcı bireylere müzâhir olmaz; ve hatta tam aksine, onlara engel çıkarırlar. Dolayısile de, melekeleri sağlıklı olan inisiyatör veya kreatör tandanslı gençler daima –şu veya bu şekilde- harcanırlar, ve harcanmaktadırlar; bugünki müesses nizamda…. Oysa insanlığın, “tarih sonrası”na geçebilmesi için, her şeyden önce “tarih öncesi”ni idrak edebilecek derecede melekeleri olgunlaşmış olan, ve biyolojik varlığını yönetebilen, teorik görüş sahibi bireylerin ortaya (öne) çıkarılması gerekmektedir. Yani tarihî devirleri kapatacak olan aydınlanma, kapitalist burjuva ihtilâli veya ütopik Komünizm ideolojisi uğruna yapılan “devrim” denemeleri gibi, halkları –ajitasyonla- peşine takarak, iktidarı ele geçiren bir kadronun (veya partinin) yakacağı ışık (veya göstereceği yol) şeklinde düşünülemez. Zira bugünkü esas mesele, tarihî süreç içinde, “insanları besleyen, barındıran ve çoğaltan aygıt” şekline dönüşmüş bulunan devletleri ihyâ etmek değil, onları orijinal (Tanrısal) hâliyle yeniden yapılandırmaktır. Dolayısile, her şeyden önce, -başlangıçta olduğu gibi- insanî kalite (meleke sağlığı) bakımından en gelişmiş bireylerin ortaya çıkması/çıkarılması gerekmektedir; “birey’in toplum üzerindeki izdüşümü” anlamındaki “devlet”in tesis edilebilmesi için… Yani bir birey nasıl ki, hem biyolojik ihtiyaçları için üretim yapıp, hem de –çevreyi değiştirmek (aşmak) üzere- melekeler geliştirmişse, devletler de aynı şekilde, hem hayâtî ihtiyaçlar için çoğaltma üretimi yaptırıp, hem de melekeleri güçlü inisiyatör ve kreatörleri ayıklayarak öne çıkarabilmelidir. Ve böylece, yaratıcı insanların ön almalarıyla, insanlık için –sâbit- bir ilerleme hızı belirlenmeli, ve dolayısile de insanların “obez” ve “seksopat” şekillerde dejenerasyona uğramalarını önlemek üzere, içgüdüsel ihtiyaçların tanımları ve sınırları tekrar tekrar (daima güncellenerek) belirlenmelidir. Bunun yapılabilmesi için de, her şeyden önce “tarih öncesi-zon”u veya “rubikon”u aşmış bireylerin objektif (bilimsel) bir şekilde ayıklanarak öne çıkarılması gerekmektedir; zira tarihî devirlerde –bugün dahî- yaşayanların bazıları, “tarih insanı” değil, “tarih (ateş) öncesi”nin bakiyesidir aslında… Yoksa, tarih öncesini aşarak akıllanmış bir birey, aklı yaratan melekelerin diğer bir türevi olan beslenme ve çiftleşmeyle ilgili tabuları, fiilî çekiniklikler (tutukluklar) şeklinde fark ediyor olması gerekir; herne kadar tarihî (dînî) literatür, “tabuları yıkma”yı, bilinçli bir mârifetmiş gibi lânse etse de… Aslında “psikoloji” denilen bilimsel disiplin, Antropoloji denilen İnsâniyet Âlemi bilgisinin mikrokozmosudur. Yani Fizikî Alem bilgisindeki Astrofizik ile Mikrokozmos fiziği dalları neyse, İnsânî Âlem (Antropoloji) bilgisindeki sosyoloji ile psikoloji de odur… Mesela, topluca yenilen bir “yemek” esnâsında, çoğunluk veya otorite konumundaki biri tarafından, herhangi bir konuda fikren ithâm edilen (suçlanan) bir insan, yemek yiyemez hâle gelmektedir; yutkunma refleksinin –boğaz düğümlenmesi denilen şekilde- felç olmasıyla, ve hatta kusma refleksinin oluşmasıyla… Böyle bir durum, insanî beslenmenin, ritm melekesinden mütevellid fikrî rezonans (eştitreşim) refakatinde gerçekleştiğini, dolayısile de, insanlardaki biyolojik beslenme içgüdüsünün, fiilen tabusal denetim altına alınmış olduğunu gösterir; ki bu da, “adam” olan insanlar arasında –hayvânî- beslenme rekabetinin sözkonusu olmadığı anlamına gelir… Diğer yandan, sosyolojik bir kurum olarak ihdâs edilip, dinlerin ve devletlerin tam mutabakatı ve korumasıyla meşrûiyet kazanmış “evlilik” müessesesi de, pek sağlam bir yapı değildir; tabuları yok saydığı için… Nitekim tarih boyunca, evlilik müessesesi, daima büyülerin ve büyücülerin başlıca konusu olmuştur. Zira insanların cinsel ilişkilerini “düğümleme” veya “açma” büyüleri, hiç de maddi temelden yoksun değildir; ve de “cinsel tabu”nun tahakkümünü güçlendirme veya zayıflatma amacını güden, müessir etkinlikler veya mistik telkinlerdir aslında… Çünki “evlilik” müessesesi, birbiriyle ters orantılı olarak azalıp çoğalan “sevgi duygusu” ile “şehvet hırsı”nın –diyalektik- çelişkisi üzerine inşâ edilmiş, gâyet dengesiz bir kurumdur; ve dolayısile de, “irade-içgüdü” diyalektik çelişkisini yönetebilecek kadar meleke gücüne sahip olmayanların sürdürebileceği bir yaşam tarzı değildir. Yani “ritm melekesi”, teessüsü sırasında, bir yandan insanlarda –hoşnutluk yaratacak- müşterek mantıkî ve estetik kanılar oluştururken, diğer yandan da, beslenme ve çiftleşme husûsundaki tabuları (tutukluluğu) fiilen dayatmıştır. Bu da demektir ki, ritmik rezonanstan mütevellid hoşnutluk (sevgi) duygusu, cinsel hormonlardan mütevellid “şehvet hırsı”nı –tabu diye adlandırılmış şekilde- engellemektedir. Ondan dolayı da, flört ilişkisinden cinsel ilişkiye geçebilmek için, zaman zaman küserek (düşmanlaşarak) ayrılıp, sonra da –cinsel içgüdünün baskısıyla, “nazlanmaktan yiyişmeye geçme” şeklinde - yeniden kavuşmak gerekmektedir; küsme konularından bağımsız olarak… Yani cinsel karşılaşmada, “şehvet hırsı” duyarak tatminkâr bir “orgazm” yaşayabilmek için, erkekler kadını, bir “utanmaz sürtük”, kadınlar da erkeği, “tecavüzcü maço” olarak görmelidirler; zira insanlar, yüzbinlerce yıllık “tabusal tarih öncesi” sürecinde, sâdece düşman, ve hatta hayvan olarak gördükleri –başka klânlardan- hemcinsleriyle çiftleşmişlerdir… Ama böyle bir tatminkâr “orgazm” hâli yaşandıktan sonra da, çoğu “terbiyeli” insanın kafasında, -ölümcül günah hissi anlamındaki- tabusal dürtü vasıtasıyla şizofrenik zihniyet depreşmekte (şeytan ortaya çıkmakta), ve onun, büyük bir hazzı paylaştığı partnerini, kötü (ahlâksız) bir insan olduğu düşüncesiyle dışlamasına (düşmanlaştırmasına) sebep olmaktadır. Yani aslında, ritmik hareketler meleke kesbederken, hem akıl faaliyeti (sayma-sıralama işlemleri), hem de cinsel tabu (çiftleşme tutukluluğu) birlikte ortaya çıkmış, ve böylece de insanlar cinsel ilişkiyi lânetleme pahasına akıllanmışlardır. Onun içindir ki, gâyet kritik bir nokta olan, “sevgiden sekse (flört durumundan cinsel ilişkiye) geçiş” aşamasında bazı insanlar (özellikle kadınlar), krize girmekte ve baygınlık geçirmektedirler. Halk arasında “aklın baştan çıkması” diye tanımlanan bu geçiş hâlini, sayı sayamama, ritm tutamama (usûlünce şarkı söyliyememe) durumu diye kriterleştirmek mümkündür… Meleke faaliyetinden çıktıktan sonra, “cinsel refleksler” etkileşimine geçememekten (veya geri dönememekten) dolayı ortaya çıkan, ve de yanlış anlamalara kapılma ve hatta halüsinasyon görme şeklinde başlayarak, şiddetli kıskançlık (saldırganlık) aktivitelerine ve bayılmalara (hatta intiharlara) kadar varan böyle bir tablo, hiçbir hayvanda görülmemektedir. İşte, kendilerini, vakanın (hastanın) dışında tutarak –baytarlar gibi- kararlar veren bazı tabiblerin, sanki “derde devâ” bir teşhismiş gibi, “Histeri” adını taktıkları böyle olaylarda, büyücüler devreye girmekte, ve de hekimlerden daha başarılı bir şekilde “icra-i sanat” eylemektedirler; sahtekârlarından sarfınazar… Zira ben bile,“histeri” tanısı içinde, “hasta” konumundaki düşkünleri dışlayarak, kendilerini temize çıkarmaya çalışan hekimlerin –subjektif- telâşlarını görüyorum… Kaldı ki, namazla niyazla gerdeğe giren pek çok “erken boşalma” hastası ve “vajinismus” illetlisi de, büyücülere talebi arttırmaktadır… Bunlardan ayrı olarak bir de, “çocuk-kadın”larla kurulan cinsel ilişki (pedofili) meselesi vardır; ama o, psikopataloji’nin ve kriminoloji’nin alanına girdiğinden, apayrı (toplumsallık dışı) inceleme konusudur… Bundan dolayıdır ki, tarihî devirlerdeki bazı “töre”lerde, evlilik için, -daha aklın tarifi bile tam bilinmeden- “akıl bâliğ” olmak şart koşulmuştur; “irade-içgüdü” diyalektik çelişkisini yönetmeye muktedir olma anlamına atfen veya ihsâsen… İşte “tarih insanı”nın, “insanlığın mikrokozmosu” olan “tarih öncesi”ni bilmemesinden dolayı bugün, devletlere hâkim olmuş kapitalist zihniyet, toplumları, serbest piyasalardaki “içgüdüsel (hayvânî) tüketim” taleplerini –şehvet fetişleri ve lezzet çeşitleri şeklinde- arttırmaya, ve bunları karşılamak üzere de, çoğaltma üretimi yapmaya yönlendirmektedir. Ama bununla birlikte insanlar, bir yandan çoğaltma üretimini robot ve bilgisayarlara terk ederlerken, diğer yandan da, içgüdüsel hazların en süflî biçimlerine dadanmış (alışmış), lezzet ve şehvet budalaları hâline gelmektedirler. Yani kapitalist düzen, insanları, tüketici yapmak için en süflî –hayvanî- hazlara müptela ederken, aynı zamanda işlerini de ellerinden alıp robotlara vermektedir; ki bu sürdürülebilir bir düzen değildir. Ondan dolayı da kapitalistlerin, daima savaşlara, kitlesel kıyım, yıkım ve felâketlere ihtiyacı vardır. O halde, bugünki insanlığın en âcil ve önemli problemi, kademli (inisiye) insanları objektif olarak ayıklayacak (selekte edecek) bir “seçilim programı”nın ihdâsı ile, sıkı bir “doğum kontrolu”nun tesisi meselesidir; kapitalist tercihlerden sarfınazar… Bunun yolu da, bilim adamlarının –bir şekilde- bastırarak, devlet adamlarını iknâ etmesinden, veya bilim ve devlet adamlığı nosyonlarının özdeşleştirilmesinden geçmektedir. Çünki bilimciler, “para kazanma”nın insanlık ölçüsü olamayacağını ispatlayabilecekleri gibi, “insan olma”nın objektif (bilimsel) kriterlerini de açıkça ortaya koyabilirler. Ve de Kapitalizm’in “serbest rekabet” düzenindeki “piyasa rûhu”nu, “oto-kontrol” sâhibi bir özerk fenomen gibi gösteren esas etkenin, insanı, “beslenip üremek için üreten varlık” şeklinde empoze eden –paradoksal- “din” mistisizmi olduğunu kolayca açıklayabilirler; ve açıklamaktadırlar. Kaldı ki zâten, “küresel serbest ekonomi” politikalarından kıvırtmaya başlayan büyük devletler de, artık bu gerçeği anlamış görünmektedirler; Çin gibi, nüfus patlaması yaşayan bir ülkenin verdiği dersle…
Kademli (İnisiye) Bireylerin Karakteristiği Hakkında…
İyilik veya kötülük yapan muhayyel varlıklar vehmetmek, şizofreni hastalığının başlıca semptomlarındandır. Zira şizofreni hastaları, başlarına gelenleri izah edebilmek ve –parçalanmış- kişiliklerini bütünlemek için, böyle muhayyel kabulleri yapmak zorundadırlar. Yani teorik bir vizyona sahip olmadıkları ve öngörüde bulunamadıkları için bilinçli yaşayamadıkları, ve dolayısile de, başedemedikleri olayların sonuçlarını, bir muktedir muhayyel varlığa atfetmek veya yüklemek zorunda kaldıkları âşikârdır. Daha açıkçası, bu insanlar, melekeleri muhtel olduğu için, birbirinden kopuk zaman ve mekân aralıklarında (kompartmanlarında) yaşamaktadırlar. Dolayısile de, hayvanların, uyku ile ayrılmış farklı günlerde, veya –mesela- bir akarsu ile bölünmüş ayrı “habitat”larda yaşayıp, değişik refleksif etkileşimler geliştirerek değişime uğramaları gibi bir tehlikeden kurtulmak için, muhayyel sâbit varlıklara sarılmaktadırlar. Yani, sanki her şeye muktedir bir “Allah” miti tahayyül ederlerse, onun nâmına –peygamberler gibi- akıllı insanların serdedecekleri lâfzî fikirlerle, insanlığın birliği sağlanabilirmiş gibi, boş bir gayretin içine girmektedirler. Zira “ölçü”lü ve matematiksel bir olay ve kavram olan “insanî ilerleme”, lâfla anlatılamamakta, ve bu hususta yapılan en tumturaklı izahlar (demagojiler), sâdece gerilemenin veya çöküşün kamuflajı anlamına gelmektedir. Ve bu yüzden de, Allah, melek, cin, şeytan gibi muhayyel varlıklar kabul eden dindarlar, tedavi edileceklerine, şizofreni hastalığının kapsamı dışında tutulmaktadırlar; rekabetçilikle, kapitalizmin değirmenine su taşıdıkları için… Ve üstelik, bilimciler de, bu “çifte standart”a göz yummaktadırlar; kapitalistlerin dümen suyundan giderek… Bu sûrette, dinsel öğretilerle özendirilip yaygınlaştırılan “şizofrenik karakter”, bilimcilerin de zımnî onayıyla meşrûiyet kazanarak, kapitalist düzene uygun –çarpıtılmış- bir insan tipi yaratmaktadır. Bu şekildeki “dindar-kapitalist” işbirliğinin, “insânî var oluş” sürecini iptal ederek, insanlığı felâkete sürüklemesi kaçınılmazdır. Zira dindar şizofrenler için, Allah’a yaranmak ve ondan –beslenme ve çiftleşmeyle ilgili- ödül beklemek, ve dolayısile de bu yolda diğer insanlarla rekabete girmek, başlıca yaşam tarzıdır; ki böylece, “kıskançlık” duygusu da, onların en bâriz karakteristiği olmaktadır. Ve “rekabet” de, aynı zamanda “para kazanma” motivasyonu olarak, kapitalizmin başlıca dinamiğini teşkil etmektedir. Oysa insanlaşma dinamiğinde, kıskançlığa da, rekabete de yer yoktur. Çünki insanlaşma, ritmik rezonans (duygu birliği) ile başlayıp, matematik kesinlikteki “bilimsel bilgi” birliği oluşturmuş/oluşturan bir dinamiktir; ve dolayısile de, kapitalist (hayvanî) rekabete zıt bir aktivitedir. Onun için, her şeyden önce “insanca yaşam” örneği ortaya konulmalıdır ki, ondan sonra “kapital”, hangi öncelikle neyi finanse edeceğini bilsin; ve gerçekten insanlığın hizmetine girsin… Yoksa, başına buyruk şekilde kâr peşinde koşan bir “kapital”in, insanları, esir alarak, hayvanlaşmaya ve felâkete sürükleyeceği , gâyet açık olarak görülmektedir…
Kapitalizmin –hayvanî- rekabet motivasyonu, ve ondan mütevellid kıskançlık duygusu, tarihî devirlerdeki, taklite ve ezbere dayalı bir eğitim anlayışının yaydığı ve çoğalttığı bir üründür aslında… Taklit ve ezber eğitimi ise, sâdece bilinçli ve yaratıcı olmayan melekeleri muhtel insanlar için gerekli bir insanlaşma/insanlaştırma disipliniydi ama, tarihî devirler boyunca biriken koskoca bir “edebiyat literatürü” olarak tüm insanların kafasına dolduruluyordu. Mesela insanların melek gibi olmaları (görünmeleri), ve o yüzden de, aşk ilişkilerini “kalp-kalbe” yaşamaları gerektiğini anlatan hikâye (roman) ve şiirlerle edebî (edepli) yaşayıp, cinsel ilişkilerini de kişiye özel “şeytânî işler” olarak, sâdece –gizli- dedikodularda ve “tövbe-istiğfâr” hallerinde hatırlamaları (bilince çıkarmaları) şeklindeki “şizofrenik terbiye” usûlü, herkese “âdâb-ı muaşeret” diye zorla dayatılıyordu. Ve bu şekilde de, olayları teorik bir vizyonla objektif olarak açıklayabilecek (yani genelleyebilecek) “akıl bâliğ” bireylerin dengeleri bozuluyor, ve hatta onlar toplumdan dışlanıyorlardı. Ve o yüzden de toplumlar, tarihî devirlerin başında “tanrı-kral”lar tarafından ihdâs edilmiş, ve müteakiben peygamberler veya azizler tarafından reformasyona tâbi tutulmuş “insâniyet” edebiyatının gerici (çürütücü) etkisiyle, bunu telâfiye çalışan –tarih öncesinden gelme- dans ve müzik aktivitelerinin tedâvi edici tesiri arasında çelişip/çekişip duruyordu; ne yaptıklarını bilmeden… Ritm melekesinden mütevellid ölçü, oran ve sayılara dayalı, bilim ve sanat etkinlikleri ise, hükümdarların veya devlet yöneticilerinin tercihlerine bağlı olarak, çok az sayıdaki –melekeleri güçlü- bireylerce yürütülüyordu; ilerlemeye tedrîcen yapılan katkılar şeklinde… İşte tarihî devirler boyunca süren ve sürmekte olan “ilericilik-gericilik” diyalektik çelişkisinin esası budur; herne kadar ilericilik adına –“tabusal tarih öncesi”ni yok sayan- pek çok fuzûlî fikriyât ve ideoloji ortaya çıkmış olsa da… Yani aslında -melekeleri olgunlaşmış- bireyler, önce “tanrı-kral”lık ve “feodalite” hânedanlarının, ve sonra da “kapitalist” ailelerin güdümünde çalışmak zorunda kaldıkları için, hem standart eğitimle beyinleri yıkanarak potansiyel yaratıcılıkları iğdiş edilmiştir, hem de piyasa taleplerine göre araştırma yapmaya mecbur bırakılmak sûretiyle, at gözlüklü spesiyalistler hâline gelmişlerdir. Öyle ya, insanlara “melek” gibi olmayı (görünmeyi) öğütleyen bir öğretinin bellenmesi, toplum üyesi olmak için şart koşulduğunda hangi “babayiğit” çıkıp da, “benim şeytan tarafım da var” diye itiraflarda bulunabilirdi?!.. Tabii ki, en azından susarak, “melek-şeytan” şizofrenisini (bölünmüş kişiliğini) saklamak zorunda kalırdı… Oysa onların, toplumsal gelişmeye yapacakları en büyük katkı, insanca bir “yaşam”ın nasıl olduğunu/olacağını –daima güncelleyerek- anlatmak ve göstermek olmalıydı. Ve böylece de, “yalan”ı, ve dolayısile tövbe edilecek bir –muhayyel- Allah mitini zihinlerden silmeliydiler; “yalanlar dolanlar edebiyatı”nın yerine, “tarih sonrası” süreçte, insanların biyolojik bedenlerinden sıyrılarak (kurtularak) gerçekten melekleşecekleri yolundaki bir “bilim kurgu” literatürünü ikâme ederek…
Bu durum muvacehesinde öyle anlaşılıyor ki, toplumlarda “irade-içgüdü” diyalektik çelişkisini iyi yönetebilen, ve dolayısile de “flört” ilişkileri içinde, “psiko-mental” kişiliğini ve gücünü ispatlayarak temâyüz eden –melekeleri güçlü- gençleri ayıklayabilmek için, “sosyal-antropoloji laboratuarı” anlamında “tarih öncesi-zon” veya “panteist-zon” kulüpleri kurmak, bir “gerek şart” hâline gelmiştir artık… Böyle bir seleksiyonda, esas alınacak başlıca “seçilim kriteri” olarak da, “rekabetten hoşlanmama” ile, buna bağlı “kıskanmaktan utanma, ve kıskanılmaktan sıkılma” karakteristikleri (yetileri) öne çıkmıştır. Çünki insanları refleksif etkileşimden kurtaran (yükselten) bu yetiler, sâdece sayma-sıralama melekeleri güçlü bireylere has olup, onların inisiyatörlük veya kreatörlük yapmalarıyla kâimdir. Ayrıca bu yetiler, bir gençlik gurubunu dışarıdan gözlemleyenlerce, kolaylıkla teşhis ve tespit edilebileceği gibi, gurubun içinden de, diğer üyelerin sempatisini celbetmesi bakımından, objektif bir seçilim göstergesidir. Zira bunlara sahip kişiler, “meydan okuma” tavırlarına girmemeleriyle, ve de “meydan okuma” ve tehditlere karşı tahrikkâr tepkiler vermemeleriyle, ama çatışma kaçınılmaz olunca da, “Kung-Fu” tarzıyla, yani refleksif etkileşime mahkûm olmadan icra ettikleri “dövüş sanatı”yla, seçkinliklerini açıkça sergilerler; tarihimizde de, “deliler” nâmıyla yer almış korkusuz savaşçılar gibi… Kaldı ki, bu yetilerin, biyolojik ve fizyolojik (tıbbî) ölçümlerini yapmak dahî mümkündür. Dolayısile –objektif olarak- anlaşılır ki, sözkonusu yetilere sâhip insanlar, rekabete girmez ve ideolojilere râm olmazlar. Çünki onlar bilirler ki rekabet, keşif veya yaratıcılık için gereksiz (hatta zararlı) olan, ve insanların muayyen bir amaca ulaşmak için, birbirlerini elimine etmek üzere giriştikleri, -sâdece spor müsabakalarında sözkonusu olabilecek- hayvânî (ve gerici) bir etkileşim tarzıdır. Rekabet hırsı ile kıskançlık duygusunu, insanî bir meziyetmiş gibi lânse edenler, gericiliğe (veya deliliğe) methiye düzen kapitalist çıkarcılardır aslında…
Kendini Aşmış, Kademli (İnisiye) Ben Olarak, Açıklıyorum ki…
1952 yılında NATO’ya girdiğimizde, Ankara’ya üşüşen –çeşitli misyonlardan- Amerikalılar, merkezî bir komutaya göre davranarak bizi ürkütmemeye çalışan, istilâcı “Uzaylı”lar gibi göründüler gözüme… 1952-58 yılları arasında, Ankara’da yan yana (hatta iç içe) yaşadığımız bu insanlara, yakınlaşmaktan (veya yakalanmaktan), ve hatta dillerini öğrenmekten daima çekindim; ve onlara yaranmaya (benzemeye) çalışanları da hep yadırgadım… Sonradan anladım ki, onların, “tüketim ekonomisi”ne dayanan, ve de esas itibâriyle gösterişe veya algı yaratmaya (aldatmaya) yönelik, modacı (değişken) popüler kültürüyle, bizim, “tasarruf ekonomisi”ne dayanan, ve de içe-bakış (meditasyon) hallerinden mütevellid “tevâzu” tavrını esas alan gelenekçi kültürümüz, taban tabana zıtmış meğer… O zamanlar –mecbûren- seve seve izlediğimiz Amerikan filmlerine şimdi bakıyorum da, ne kadar boş ve kof mizansenlerle veya senaryolarla oyalanıp uyutulmuşuz; ve de ne kadar acaip mimik ve jestleri –“Klark çekmek” gibilerinden- taklit etmişiz diye hayıflanıyorum. Ama o zamanın “pop-müzik”lerini de, sâdece “flört”lerimin ayrılmaz parçası olarak (birer çağrışım aracı olarak) sevmeye devam ediyorum… Yani ben aslında, çekirdekten anti-Amerilan’cı ve anti-Emperyalist olarak yetişmiştim; dolayısile de 1960’dan sonra popüler olan sol ve sosyalist akımlara bîgâne kalmam mümkün değildi. Ama yine de, sol literatürün kitaplarını ilk defa, bu akımlara kendini kaptırmış olan arkadaşlarımın isrârıyla okumaya başladım; İst. Tuzla yedeksubay okulunda, disiplin cezamı çekerken bulduğum boş zamanda… Ve okumaya başlamamın hemen akabinde de,arkadaşlarıma “ihtirâzî kayıt”ımı bildirdim; “bilimsel sosyalizm diye taktim edilen bu fikriyâtın (Marksizm’in), gerçekten bilimsel olabilmesi için, insanla hayvan arasındaki –olması gereken- kategorik farkı gösterebilmesi gerekir” gibilerinden bir hipotez şeklinde…
Üniversitelerden ayrılıp, akademik kariyer edinme hevesinden (ve parkurundan) kurtulduktan sonra, piyasada itibar ve ün kazanmış solcu liderlere ve mütefekkirlere de yaranamayınca, benim için artık, rekabet ve kıskanma/kıskanılma diye adlandırılan bir konu kalmamıştı ortada… Ondan sonra kafamda sâdece, ucu açık bir antropoloji problemi kalmıştı; “insanı hayvandan farklılaştıran nesnel parametre (davranış biçimi) ne ola ki?” gibilerinden… Bu çalışmadaki benim üstünlüğüm veya şanslılığım, sözkonusu problemin, ateşin kullanımı ile, müzikle ve matematikle yakından ilgili olduğu şeklindeki öngörümdü… İşte, her ideolojiye mesafeli durmama da olanak sağlayan bu problematiğin, bana kazandırdığı özgüven sebebiyledir ki, hiç kimseye müdâna etmeyen, bağımsız ve dolayısile çekici bir kişilik hâline geldim. Ama bu çekiciliğimde, KERİM SADİ’nin esrârengiz ve efsânevî komünistliğinin de rolü oldu; hem mâceraperestleri, ve hem de taharrileri cezbetmesi/celbetmesi bakımından… Ancak, gizli ajanlar, özgüvenimin arkasında bir “para” veya “mercî” desteği ararlarken, diğer takipçilerimi bana çeken esas sâik –lâfzî formülâsyonlarımdan sarfınazar- doğru kararlar alabilmeme olanak sağlayan melekelerimle girdikleri “rezonans” yüzündendi tabii… Daha sonra yaptığım dış gözlemlerden de çıkardığıma göre, kafasında, düşündüğü bir problemi veya tasarladığı bir eylem plânı olan insanlar (genellikle gerçek bilimci ve sanatçılar), rekabete girmeyen, kıskanma/kıskandırma gibi bir hissiyâta kapılmayan, dolayısile de sempati toplayan kişilerdi. Zira başkalarıyla girilen şahsî (refleksif) etkileşim, objektif veya bütüncül (teorik) düşünceyi, dolayısile de yaratıcılığı engelliyor, ama buna takılmadan, başını alıp giden “inisiyatör” veya “kreatör” tandanslı kişilikler de, diğer insanları peşlerinden sürükleyebiliyorlardı; ritmik rezonans bazında… Demek ki, bir insanın değeri, sâdece yarattığı eser veya fikriyâtın, alıcı veya paylaşımcı bulmasıyla değil, aynı zamanda kişiliğinin yarattığı –melekelerden mütevellid- çekim gücü (câzibe) ile de ölçülebilirdi. Ve “müesses nizam”ı veya toplumsal düzeni değiştirme/dönüştürme kapasitesine sâhip bir negasyoner inisiyatör (veya kreatör) de, özellikle böyle ölçülmeli, ve genç yaşta ortaya çıkarılmalıydı. Zira, aksi taktirde, “müesses nizam” babalarıyla (kapitalistlerle) pazarlığa zorlanır, ve de ondaki yaratıcılık cevheri, “deneme-yanılma” metoduyla –kârlılığı- test edilecek bir ideolojiye veya taklitçi bir esere dönüştürülebilirdi… Mesela benim yanıma pek çok insan gelmiş, ve de teorik bir hatâmdan veya çıkarcılığımdan şikâyetçi olmadan çekip gitmişlerdir. O gidenler, sâdece kendilerine iyi davranmadığım yolunda serzenişlerde bulunabilmişlerdir; ve bulunabilmektedirler. Oysa, farklı mizaçlara sâhip olan bu insanların hepsine birden uzun süre sempatik görünmem veya yaranmam mümkün değildi. Zira o kadar insanı kendime bağlı olarak bir arada tutabilmem için, bir menfaat kaynağı veya koordinatörü olmam gerekirdi; ki o zaman da, kapitalist düzenle entegrasyona girerek fikriyâtımdan ödün vermem îcap edecekti. Ben bunu yapmayınca, benimle yürüyen en samimi insanlar bile, -ilerici (komünizan) olacağını düşündükleri- darbe ihtimalleri ortadan kalkınca, yanımdan uzaklaşıp düzenin bir parçası hâline gelmişler, yâni arâzî olmuşlardır. Demek ki, “anti-kapitalist” bir fikriyâtın gereken süre tutunabilmesi, ve de toplumu mayalayabilir hâle gelmesi için, her şeyden önce optimum sayıda, teoriden anlayan özgüvenli, ve menfaat gözetmeyen özverili insanların katılımına ihtiyacı vardır... Ama her şeye rağmen sonunda ortaya çıktı ki, beni bir zamanlar değerli görerek yanıma gelen insanların çoğu, subjektif konum ve görüşlerinden mütevellid beklentilerinde hüsrâna uğrayıp ayrılsalar da, esasta yanılmadılar. Zira onlar –subjektif değerlendirme ve beklentilerinden sarfınazar- melekî rezonansa girmek suretiyle benim inisiyatifime kapılmışlardı aslında… Ben de kendilerini, ne oyaladım, ne de aldattım (veya yanılttım); sâdece İnsan (Emek) Bilimi inşâsında kendilerinden, birer “denek” şeklinde yararlanmış oldum; insan ilişkilerini anlamak ve toplumun nabzını tutmak anlamında… Zaten, tarihî devirlerdeki düşünürlerin, “kendini, izlediği olgu ve olaylardan bağımsız sayan bir objektivite (tanrısallık)” anlayışına karşı çıkmış biri olarak, hiç kimseyi kendimden “kategorik farklı” tutamaz, ve “öteki”leştiremezdim de… Nitekim, hem “akçeli işler”e zaman harcamamak, ve dolayısile Kapitalizm’e paçamı kaptırmamak, ve hem de solcu(ilerici) kisvesiyle “cirit atan” ajan-provokatör’lerin, spekülâtif mugalâta yapmalarına en ufak bir alan –bile- bırakmamak üzere, hiçbir şekildeki mal, mülk ve gelir sahibi olmak için uğraşmadım. Zira gâyet iyi biliyordum ki, kapitalizmin koruyucu aşısı hâline gelmiş olan, ve dolayısile de kapitalistler tarafından korunup kollanan sol, sosyalist, komünist politikaların içinde pozisyon alanlar, öncelikle -tarihî kökeni olan- iç dinamikleri bastırma veya provoke etme hizmetleriyle değerlendiriliyor ve ödüllendiriliyorlardı. Kaldı ki zaten, dinlerin veya “mitperest”liğin, tarihte (ve folklorik etkinliklerde) kalması gerektiğini anlamış birinin de, en az, “Tanrı-Kral”lara ve putperestliğe başkaldırmış, ama –tarih öncesini bilmediklerinden- negasyoner olamayıp reformatörlükte kalmış peygamberler kadar, özgüven sahibi ve özverili olması gerekirdi... Bugün ben, Devlet’in “fakir maaşı”nı hak ederek yoksulluğumu kanıtlamakla birlikte, –akrabâm ve zengin olmayan- yoldaş ve dostlardan gördüğüm destekle yaşayıp, objektif “inisiyasyon” seçilimi usûllerini ortaya çıkararak, gerçek bir “inisiyatör” olduğumu re’sen ispatlamış bulunuyorum; hipotezimi vaz ettiğim Nisan-1965 tarihinde başlayan uzun bir sürecin nihâyetinde… Bu ispatımı yalanlayabilmek için, İnsan (Emek) Bilimi adını verdiğim teoriyi ve/veya Diyalektik Antropoloji disiplinini –bilimsel olarak- çürütmek gerekir artık… Yoksa, bu çalışmamı akademik literatüre sokmamak veya görmezden gelmekle, sâdece -geçici bir süre- “başını kuma gömen devekuşu” tavrına tenezzül edilmiş olur.
Fâtihân atalarımızın, tesis ettikleri cihanşümûl sivilizasyonu dejenere edip, kurmuş oldukları “devlet” düzenini, kademli (elyak) insan seçiliminden vaz geçmek sûretiyle soysuzlaştırarak, “KAPİTALİST DİKTATÖRLÜĞÜ” hâline getiren dindar küçükburjuvaların (şizoların), son pervâsızlığını görünce, mütevâzı davranmanın fuzûlî bir lüks olacağına karar vererek, onların arkalarını dayadıkları “Dünya gericiliği”ne, fetih tarihimizin tecrübe birikimi, ve 50 küsur yıllık bilimsel çalışmalarımla, restimi çekmiş bulunuyorum. Çünki karşı tarafın elinde, -sâdece- tarihî lâf rezidüsü (çökeleği) olarak birikmiş edebî, felsefî ve bilimimsi literatürden başka bir şey bulunmadığını, onların da, “tarih öncesi” aydınlatıldığında hiçbir râyiç değer taşımayacağını (ve müzelik olacağını) gâyet iyi biliyorum… Bu rest aslında, prensipleri Anadolu Türk Fütuhâtı ile, insanlığın orijinine dayanan, bir “stratejik ilerleme” deklerasyondur; “insanlık, kendini bildiği ve insanca yaşamayı öğrendiği taktirde, savaşlara ve inzibâtî tedbirlere harcadığı muazzam kaynakları, bilinçlenerek gelişmeye yöneltecek, ve dolayısile de Kâinât içinde, emsalsiz bir güneş gibi doğacaktır” anlamında… Zira bütün ülkelerde, kültürel farklılıkların çatışma sebebi olamayacağını kavramış olan, ve de –çıkar gözetmeksizin- gerçek insanî prensiplerde anlaşma yetisine ve yetkinliğine sahip bulunan pek çok seçkin (kademli) insan mevcuttur artık…
Bundan böyle artık, her kim, Diyalektik Antropoloji disiplinine veya metodolojisine göre düşünerek, kanıksanmış yargıların veya “galat-ı meşhur”ların yanlışlarını deşifre edebilirse, o kişi zâten (re’sen) –inisiyatör veya kreatör anlamında- seçkin kişiliğini (kademliliğini) ispatlamış olacaktır; gençlik kulüplerinde yapılacak seçilimlerden bağımsız olarak… Zira, insanlığın oluşumundaki pratikler, matematiksel reprezentasyonları yapılacak şekilde –güçlü melekelerle- bilinçli olarak yaşanmadıkça, literatürdeki retorik ve metaforlarla, söz(dil) öncesinin olaylarını idrâk ve ifâde edebilmek, yani “tarih öncesi”ni mevcut edebî, felsefî , sosyal ve psikolojik dalların kavram ve kompozisyonlarıyla anlatabilmek mümkün değildir. Kaldı ki, dallanmış bilimin spesiyalistlerini, Diyalektik Antropoloji konusunda bir araya getirecek bir “fon”un, kapitalistler ve onların devletleri tarafından tahsis edilmesini beklemek de abesle iştigâldir… Antropoloji bir bilimse, seçkin insanların ortaya (öne) çıkarılmasını da sağlayacaktır herhalde… Ama, başka inisiye (kademli) insanların ortaya çıkmaması da, beni peygamber yapmayacaktır tabii… Böyle bir durum sâdece, ülkedeki “adam” kıtlığına, baskıya ve peygamber veya mehdî (veya halife) beklentisine delâlet edecektir. Ve bu baskı devam ettiği sürece de, her zorba, kendine göre –dinsel veya seküler- bir insâniyet ideolojisi uydurarak, insanları birbirine kırdırmaya çalışacaktır; küresel kapitalistler oligarşisinin, “adamlarını halka seçtirmek” şeklindeki “demokrasi” oyunu ile göz boyayarak sürdürdüğü “kapitalist diktatörlüğü” rejimine hak verdirmecesine… Üniversiteler de kapitalistlere, birbirinin bilgisinden bîhaber spesiyalist (uzman) bilimciler, veya çeşitli mâlûmatla yüklenmiş, güdüme müsait köleler –veya merkepler- yetiştirmeye devam edeceklerdir…
Benim bu söylediklerim, kapitalist diktatörlüğü ile yönetilen devletler ve onların “dindar-şizo tüketici” olarak tanımlanabilen sâdık vatandaşları indinde anlamsız olabilir. Zira “tanrı” mitlerinin çıktığı ilk uygarlıklardan beri, “vasat insan”lara kazandırılmış olan “dünya görüşü”, “öğrendiklerini tekrarlamak anlamında çalışarak ücret alıp, diğer zamanlarda çiftleşmek (üremek) için uğraşmak” şeklindeki şartlı reflekslerden mütevellid vehimler, ve bunlardan türetilmiş dinî masallardan ibarettir. Ve nitekim de, tüm tarihî devirler boyunca, “tarih öncesi”ni, bir metafizik “öbür dünya” olarak kurgulamışlardır bu insanlar… Demek ki, söylediklerimin anlaşılması, her şeyden önce, “tarih (ateşin kullanılışı) öncesinin idrâkı” şartına veya kriterine bağlıdır; şizofreni illeti için “temiz raporu” alınıyormuş gibilerinden…
Ali Ergin Güran: 31/03/17