Tarih Sonrası, “Dinlerden ve Kapitalist
Diktatörlüğü’nden Kurtuluş” Demektir.
Kapital, tüm
insanlığın yarattığı “artı-değer” –veya onun bir parçası- demek olduğundan,
mutlaka insanlığı temsil edebilecek seviyede inisiye (kademli veya elyak)
kişilerce kullanılması gereken bir değerdir. Zaten ilk “artı-değer”, totemli
topluluklarda yapılan ritmik hareketlerin meleke kesbetmesiyle doğru orantılı
olarak güçlenen beslenme ve çiftleşme frenleri (tabular) sâyesinde hâsıl olmuş,
ve ilk uygarlıklar da, tapınaklarda melekelerinin gücüne göre selekte olan
inisiye krallar tarafından gerçekleştirilmiştir. Ama halkların –biyolojik-
geçim meselesinin hâl yoluna girdiği, ve mal üretiminin rutine bağlandığı bir
aşamada, kitlesel kastî “mal üretimi düzeni”nin bir sonucu olarak ortaya çıkan
hânedanlara mensup krallar, insanı,“ehlî (terbiyeli) hayvan” olarak görmüş, ve
böylece de insanlık, aklın ne olduğunu, veya “tarih(ateşin kullanımı)
öncesi”nde nasıl oluştuğunu bilmediği (unuttuğu) için, aklını hep, hayvânî
çıkarlarını (içgüdüsel ihtiyaçlarını) karşılamak ve çoğalmak (üremek)
istikametinde çalıştırmıştır. Ve paranın ortaya çıkmasıyla gelişen (anonimleşip
bankerleşen) piyasalar da, -yarattıkları taleplerle- üretimi bu yönde, güçlü
bir şekilde motive etmişlerdir. Zaten, “tanrı-kral”lar uhdesinde, ihtiyaç
maddeleri olarak toplanmış bulunan insanlığın ortak “artı-değer”inin, “para”ya
dönüştürülüp “kapital” şeklinde parçalanarak, artan insan nüfusuyla birlikte
Dünya’nın her yerine dağılması da, tarihî devirlerin bir îcabı olarak
gerçekleşmiştir. Yani o aşamada,
insanların “akıl çalıştırma” biçimi, tarihî devirlerin îcabıyla örtüşmekte, ve dolayısile de aklın tanımı
gündeme gelmemekte ve söz konusu
edilmemekteydi. Ama gelinen bugünki
aşamada görüldü ki, Dünya insanlığa dar gelmekte, ve insanlar Dünya’nın doğal
dengesini (eko-sistem’ini) bozmaktadırlar.
Ve böylece açıkça anlaşıldı ki,
insanlığın “aklî faaliyet”i hiç de akıllıca değil; yani insanı “akıllı hayvan”
olarak tanımlamak, veya “biyolojik ihtiyaçlarını, her iklimde aklıyla
karşılayabilen hayvan” şeklinde anlamak, hiç de doğru değil… Bu noktadan sonra
artık, “akıl”ın objektif (bilimsel) tanımının yapılması gerekiyorken,
kanıksanmış üretim biçiminin zihinlerde
yarattığı “düzenin îcabâtına itaat” anlayışından faydalanan kapitalist
oligarşi, dinlerin “yaratıcı (Tanrı)” mitosunu da kullanarak insanları –ibadet
ritüelleriyle- hizaya sokup, aklın yanlış tanımı üzerine akıllarda opsesyon
(takıntı) yaratmaya kalkmıştır. Bir başka deyişle, kapitalist diktatörlüğü,
insanlığa aklın yanlış tanımını kabul ettirmek, veya yedirmek için, insanların
akıl sağlığıyla oynamıştır. Böylece de, Kapitalizm denilen diktatöryal düzenin
ideolojik direktifi, “insanları
çoğaltmak amacıyla kurulmuş üretim biçimine katkı yaparak elde edeceğiniz helâl
kazançlarınızla üreyiniz” şeklinde tebellür ederek, peygamberlerin “dünya
görüşü” ve yaşam amacını evrenselleştirmiş –mutlaklaştırmış veya ezelî ve ebedî
saymış- dolayısile de ilerlemeyi (kalitatif gelişmeyi) imkânsız kılarak,
dinlerin “kıyâmet” kehânetini “kader” yapmıştır. Yani bir insan, ne kadar çok
insanın üremesine hizmet ederse, kendisi de o kadar çok üremeye hak kazanacak…
Oysa “büyüme(üreme) ekonomisi”nin “çoğaltma üretimi” sürecine artık, pek çok
robot ve elektronik beyin (bilgisayar) katılmıştır. Bu da demektir ki,
kapitalistler Dünya’nın doğal dengesinin bozulmasından ders çıkarmasalar bile,
insan aklı fiilen devreye girerek, insan popülâsyonunun gereksiz miktarda
arttığını, açıkça ortaya koymuştur. Şimdi tutulması gereken yol, insan
popülâsyonunun iktisadî buhran ve kıtlıklarla, savaş ve terörist aktivitelerle –kapitalist
düzen mûcibince- azalmasına, ve bu arada bir “Dünya savaşı” riskine de göz
yummak veya seyirci kalmak değil, kaliteli (kademli veya inisiye) insanların
ayıklanıp, kalitesiz insan doğumlarının önlenmesi olmalıdır artık… Ama bunun için de, her şeyden önce, piyasa
taleplerine mahkûm “para kazanma özgürlüğü” diye bir özgürlük anlayışı kontrola
alınmalıdır; bilimsel düşünce özgürlüğüne yol verilmek sûretiyle… Çünki,
“para kazanma özgürlüğü”ne toz kondurmayan kapitalist zihniyete göre, bir
düşünce (fikriyât), piyasalar tarafından satın alınmıyorsa, yani “mal” değeri
taşımıyorsa, fikriyât değildir. Bu yanlış kanı, emek=iş (mal üretimi)
denklemini bir özdeşlik olarak dayatan Aristo Mantığı’ndan kaynaklanmaktadır.
Oysa sözkonusu eşitliğe, -yok sayılan- modülünü ilâve ettiğimizde, “emek = iş +
(kozmik emek)” denklemi (formülü) ortaya
çıkmaktadır; ki bu “kozmik emek” modülü de, “meleke faaliyeti ve/veya yaratıcılık”
anlamına gelmektedir. Buradan,
insanların, parayla (piyasalarca)
değerlendirilemeyen, yani “mal veya hizmet” olmayan değerlerinin
(kalitelerinin) de bulunduğu anlaşılmaktadır; ki insanlığı ilerleten, ve
ekonomiyi “dikey” büyüterek peryodik krizleri önleyen de, bu “kozmik emek”
mahsûlü değerler veya yaratıcılıklardır. Ve “kozmik emek”in ölçülmesi
(değerlendirilmesi) de, insanların meleke sıhhatlerine veya güçlerine göre
ayıklanarak sıralanmalarıyla mümkündür ancak… Diğer yandan, aynı Aristo Mantığı
yüzünden insanlar, “sıra dışı varlık” anlamında olan, yani
–kıyaslanamadığından- tanımlanamayan bir “tanrı” mitine inandırılmış, ve
böylece de, “tanrı-kral”lık düzenlerine baş kaldırmış olan peygamberlerin iyi
niyetlerine rağmen, onların ardılları (feodaller), kafalarına göre “tanrı”lar
kurgulayıp, farklı zorbalık düzenleri kurarak insanlığı birbirine
düşürmüşlerdir. Yani “tanrı-kral”lar
düzeninin yâdigârı “panteon” veya
politeizm (putperstlik) düzeni, Aristo Mantığı aynı kaldığı için, iyi niyetli
peygamberlerce de aşılamamış (negasyon edilememiş), ve de tek tanrıcılık
(monoteizm) adı altında, her zorbanın ayrı anladığı “tanrı” mitine istinâden
ortaya çıkan mitperestlik, Dünya’yı fesata boğmuştur. Demek ki şayet,
insanların kafasına, parayla ölçüldükleri (mal oldukları) kanısı yerleşmişse,
ve de bir “sıra dışı mit(Allah)” –veya vekili- tarafından yönetildikleri inancı
hâkim olmuşsa, o insanlar artık, “Allah” mitini kafalarına göre tanımlayan
bugünkü kapitalist zorbalara da mahkûmdurlar. Yani feodal dönemin “kral/sultan
– kardinal/imam” ikilisi neyse, bugünün “kapitalist – din adamı” dipolü de
aynısıdır; devletleri, gerici (baskıcı) bir oligarşi hâline getiren asalaklar
olarak…
İnsanlık, Dünya’yı ve
Kâinât’ı, İnsanca Görmeli ve
Yaşamalıdır Artık…
Uzaya
açılarak yerçekiminden ve Dünya’nın doğal peryodlarından kurtulan ilk öncüler
(astronotlar) vasıtasıyla açıkça anladık ki, insanın belirleyici özelliği,
sayma (zamanlama) ve sıralama (kıyaslama/ölçme) yetileri veya melekeleridir
aslında… Yani, şâyet insan olacak primatlar, başlangıçta (tarih öncesindeki
insanlaşma aşamasında) sürekli yaptıkları ritmik hareketlerin (âyinlerin)
meleke kesbetmesiyle, “sayma(ritm) melekesi”ni, ve bunun zihinsel türevi olan
“sıralama melekesi”ni edinmemiş olsalardı, hem insan olamazlar, hem de uzaya
çıkamazlardı. Çünki bir defa, “zaman ölçer (saat)” gibi araçları, ve bununla
ilgili diğer bilumum ölçü âletlerini yapamazlardı. Kaldı ki, bu âletlere sahip olsalardı bile, yerçekiminin ve doğal hayat peryodlarının sözkonusu olmadığı bir
ortamda (Uzay’da), “zaman” ve “mekân” mevhumlarını (duygularını) kaybetmeyecek
kadar meleke gücüne (olgunluğuna) mâlik olmadıkları taktirde, yine bilinçli bir
şekilde yaşayamazlardı. Nitekim, sayma(ritm) ve sıralama yetileri yeterli
düzeyde –güçlü- olmayan insanlar astronot (veya kozmonot) olamamakta, ve
üstelik bu yetiler (melekeler) hiçbir tür eğitimle de kazanılamamaktadır… Bu
durum muvâcehesinde açıkça anlaşılmaktadır ki, -melekeleri olgunlaşmış- “birey”
insanlar, diğerlerinden kalitatif farklı ve üstündürler. Yani bunlar, “modern
inisiye” diyebileceğimiz insanlardır. Ama bu ayrım (üstünlük), devletler
tarafından –resmen- tanınmadığından, eski astronotlar açısından mağduriyet yaşanmakta, ve bundan da
toplumların tümü zarar görmektedir. Zira görevlerini tamamlayarak, “metâ” olma
(kullanılma) değerlerini yitiren astronotlar, bir köşeye çekilseler de, diğer
çoğunluktan üstün olduklarını bildiklerinden, kendilerinde metafizik (Tanrısal)
bir seçkinlik vehmetmekte ve dindarlığa ve/veya mistisizme sürüklenmektedirler.
Bu durum, onların –çoğunluğa benzememekten kaynaklanan- bir nevî cinnet hâline
sokulduklarını (itildiklerini) göstermektedir; cahil ve gerzek oldukları
düşünülemeyeceğine göre… Ve böylece de, kapitalizme ve gericilik rezistansına
hizmet etmektedirler; ister istemez… Oysa onların da, toplumların da yararı,
kendilerinden, muhtelif konularda inisiyatörlük veya kreatörlük yapmaları
şeklinde, veya “insanca yaşam” koçluğu gibi bir misyonla, faydalanılması yönündedir.
Çünki onlar, biyolojik (hayvanî) peryodları ve refleksleri tâyin eden
Dünyevî etkilerden koptukları halde,
sırf insanlaşma parametresinin (melekelerin) gücüyle “salt insan (pure human)”
olarak yaşanabileceğini anlamışlardır. Dolayısile onların –meseleleri- görüşü,
içgüdülerin baskısından (belirleyiciliğinden) kurtulup, insanlığın teorik
(bütüncül) bir kavrayışı niteliğinde olabilecektir. Ve de müstakbel insanlığın
bilinci, ancak böyle insanların biriktireceği bilgi ve tecrübeler vasıtasıyla
geliştirilebilecektir. Halbuki bugünkü kapitalist düzende yapılan iş, sözkonusu
uzay rehberlerini piyasa cenderesinde –“mal” kalıplarına sokmak üzere-
delirterek, gericilerin hizmetine vermekten başka bir şey değildir… O halde
bugün, para hamûlesi (yükü) sahibi Kapitalist insanlarla, bilgi hamûlesi sâhibi
Akademisyen insanların görüşleriyle, ve de onların vâris edinme usûlleriyle toplumları yönetmek ve yönlendirmek, gâyet
yanlış bir tercih veya saplantıdır. Çünki, “artı-değer”i var eden yaratıcılık
(inisiyatörlük veya kreatörlük), ne para hamûlesi olarak, ne de bilgi hamûlesi
olarak insandan insana nakledilebilir… Ebeveyn’den evlâda miras yoluyla intikal
eden para birikimi de, âlimden (akademisyenden) çömeze iletilen bilgi birikimi
de, “hazıra konma” beklentisi içindeki vâris ve talebelere geçen bir
“artı-değer” olduğundan, genellikle ya hemen tüketilen, ya da tüketim
ekonomisine (piyasaya) yatırılan bir
maldır aslında… Dolayısile de, “artı-değer” yaratmayan bir yatırım aracı
olarak, sâdece ekonominin yatay (kantitatif) büyümesine ve nüfus artışına
hizmet etmekle, sosyo-ekonomik krizlerin yakınlaşmasına (sıklaşmasına) sebep
olur. O halde öncelikle yapılması gereken iş, öğretim yapılmadan (bilgi
yüklenmeden) önce, gençlerin arasından, melekeleri güçlü inisiye (kademli)
bireyleri –objektif olarak- ayıklayan, ve de onların özgürce araştırma
yapabilmelerini sağlayan bir sistematiğin kurulmasıdır. Hem gençlik grupları
içinden, sempati odağı olmak sûretiyle temâyüz edecek, hem de –dışardan-
gözlemciler tarafından bilimsel kriterlerle sınanacak olan inisiyatör ve
kreatör tandanslı gençlerin, alacakları bilgileri (öğretiyi) kendilerinin
seçmeleri, yapacakları çalışma konularını da yine kendilerinin belirlemeleri,
sözkonusu sistematiğin temel şartları olacaktır tabii ki... Çünki bir defa,
içgüdülerin tesirine kapılmayacak kadar güçlü melekelere sâhip olan gençler,
araştırma konularını piyasa talepleri içinden seçmeyi düşünmeyeceklerdir. Sonra
da, Akademi otoritelerinin, üzerinde eşindikleri bilgi birikimlerine, ve
bunların oluşturduğu labirentlere –kariyer endişesiyle- mahkûm olmayacaklardır.
Ve dolayısile de, antropoloji, biyoloji, fizik vs. gibi pure bilim
disiplinlerinde, bambaşka görüş açılarıyla, yepyeni teoriler
geliştirebileceklerdir. Uzaya, daha doğrusu “öbür dünya”ya veya “âhiret”e (yani
mikrokozmos’a) açılmakta olan insanlığın buna âcilen ihtiyacı vardır; zira,
Kâinât’ın esas fethi, “teneke”den araçlarla mekânda yapılan yolculuklar
şeklinde değil, mikrokozmos’un derinliklerine “zamanda yolculuk” şeklinde
gerçekleştirilecektir. Oysa henüz, “insanlaşma kaosu”ndan çıkışı
tanımlamaya başlamış olsak da, “canlanma kaosu”na yaklaşan, ve dolayısile
virüslerin, mutantların oluşumunu sistematize edebilen en basit bir teori bile
geliştiremedik. Kaldı ki, koskoca galaksilerin ve süper novaların bile uyduğu
“entropinin artışı prensibi”ni çiğneyen (inkâr eden), yani bir bakıma
“Kâinât’ın ölüme gidiş yasası”nı tanımayan, küçücük bir yeşil yaprağın
“fotosentez” mârifetini bile anlamaktan âciziz. Oysa bu olay, Evren’in ölümüne
çare olabilecek bir sırrı barındırmakta…
Kendilerini insanlığa vakfetmiş
–sayılması gereken- sözkonusu kişiler (kademliler), seçildikleri anda burs
verilmek, yaptıkları keşiflerden sonra da maaş, lojman, hatta kara ve deniz
taşıtları tahsis edilmek sûretiyle özel bir vakıf bünyesinde istihdam edilmeli,
ve de meskûr vakıf, onların yapacağı bütün keşif ve icatların patent hakkına
sahip olmalıdır. Öyle ki, yaratılacak bütün eserler hakkında yapılacak
fikrî alıntılar bile muayyen bir ücrete tâbi tutulmalıdır. İşte ancak bu
şekilde anlaşılacaktır ki, piyasa ekonomisindeki kapitalist aktörlerin, insanlığın
geleceğinden çalarak hayvanî tüketime ve hayvanca (biyolojik varlık olarak)
çoğalmaya harcadıkları meblağın büyüklüğü, ve de ekonomik krizlerin nasıl
“katma değer” eksikliğinden ortaya çıktığı… Ve aynı zamanda şu da
anlaşılacaktır ki, piyasanın –mal- taleplerini karşılamak üzere çalışmasalar
da, melekeleri sağlam kademli (inisiye) bireylerin, daimi bir “arayış ve
tefekkür” ıstırârı içinde bulundukları, ama, ya bu çalışmalarını
–imkânsızlıktan- bir sonuca bağlayamadıkları, ya da kendileri sefilâne bir hayat
yaşadıktan sonra, keşif ve icatlarının nasıl bi-bedâvaya kullanıldığı (âdeta
gasp edildiği) gerçeği… Bu gerçekleri ortaya çıkaracak olan enstitüsyon (mesela
vakıf), aynı zamanda devletlerin orijinal yapısına kavuşmasını da
sağlayacaktır. Zira “devlet”, sâdece besleyen, giydiren, barındıran ve çoğaltan
bir organizasyon –veya hayvan üretme çiftliği- olarak düşünülemez; kapitalist
kafasıyla… Devlet, aynı zamanda insanlığın istikbalini de, yani gelişme ve
bilinçlenmesini de plânlamakla yükümlüdür; kaostan çıkış (varoluş)
parametrelerimizi de –artık- bildiğimize göre… Buna göre diyebiliriz ki, “konforlu bir hayvan üretme çiftliği”
finansörlüğü şeklindeki bir misyonla
zuhûr etmiş olan Kapitalizm ideolojisi de, “Kıyamet (mahvoluş)” öngörüsüne
(dogmasına) veya kehânetine sâhip olan
dinler de, insanlığın geleceğinden sorumlu –orijinal (Tanrısal)- “devlet” kavramıyla antagonist bir uzlaşmazlık
(yani çözümsüz bir çelişki) içindedir.
İnsanoğlu Kendine Geldiğinde,
Kapitalizmi Aşacaktır:
Düşünen veya
tefekkür eden bir insan için, para veya mal-mülk yönetmek kadar ağır bir
angarya olamaz. Kaldı ki, böyle insanlar, -şahsî- mallarına mülklerine gıptayla
bakan kişilerden de müthiş rahatsız olurlar; hatta “vereyim de kurtulayım” gibi
bir hisse bile kapılabilirler. Zira “teorik düşünme” faaliyeti, dış etkenlerle
ve çağırışımlarla etkileşime girildiğinde bozulur; ki dolayısile de,
“meditasyon” gibi bir “içe kapanma” hâlini gerektirir. Ve onun için de, -melekeleri
sağlıklı olan- teorik (bütüncül) düşünce insanlarının, insan gibi yaşamaları, objektif olarak gerekli bir
şarttır; yani hiçbir ahlâkî ve dinî terbiyeyi gerektirmeyen bir şart… Bu şartı
formüle etmek gerekirse, “doğru düşünen bir insan –uzun süre- yanlış yaşayamaz”
diyebiliriz… Oysa, para kazanmayı gâye edinmiş birinin, insan gibi
görünmekten (insanî kisveye bürünmekten) başka, hiçbir insanî kaygısı yoktur. Kaldı
ki “kapitalistlik”, bir bakıma “kumarbazlık” demek olduğundan, bu insanların
ciddi bir psikoterapi görmeden rûhî ve zihnî dengelerine kavuşabilme ihtimali
de yoktur. Çünki bir defa, insanlaşma veya –çevre
idrâkının gelişmesi ve bilincin yükselmesi gibi- insanî kazanımlar, kitlesel
taleple değil, kâşiflerin, kreatör ve inisiyatörlerin, gericilik direncini
yenerek kitleleri sürüklemesiyle gerçekleştirilir. Sonra da, -para kazandıran-
kitlesel talepler daima, içgüdüsel (hayvanî) ihtiyaçlar doğrultusunda oluşur…
Kapitalist dünyanın hânedanları, zaman zaman “insanî gelişme”yi gözetir hâle
gelseler de, piyasaların orta şiddetteki peryodik krizleriyle daima yenilenen
orta ölçekteki kapitalist kadrolar, -parasal- açgözlülüğü hep diri tutarlar.
Aristo Mantığı’nın paradoksallığı ispatlanalı,
ve de kıyas kabul etmediği için tanımlanamayan -“sıra dışı varlık” anlamında-
“Allah” diye bir mit kabul etmenin “akla ziyan” olduğu ortaya konalı, bir asrı
çok geçti. Ama hâlâ insanlar, “tek bir Allah” diye diye, kafalarına göre
kurguladıkları “Allah” miti uğruna birbirlerini
yiyorlar; kapitalistlere ekstradan (ölümler üzerinden) gelir sağlayarak…
Zavallı –mâsum- dindarlar bilmiyorlar ki, kıyas kabul etmeyen (sıra dışı) bir
varlığı (Allah mitini) peygamberler bile tanımlayamaz; ki nitekim de
tanımlayamamış, ve sâdece mugalâta
yapmışlardır… Kapitalistler ise, “bütün tarihî devirler boyu insanlığın
kullandığı bir mantık, neden yanlış (paradoksal) olsun ki?.. Aristo Mantığı
“akıl dışı” olsa, insanlık ilerleyebilirmiydi hiç?” diyerek, kendilerini de tüm
insanlığı da kandırmaya kalkmışlardır. Onun içindir ki, Aristo Mantığı’nın
paradoksallığı (Russell’s Paradox) 1901 yılında keşfedildiği halde, Kapitalist
Enternasyonalizm (Globalizm) ideolojisi burnundan kıl aldırmıyor; veya kibrine
toz kondurmuyor. Oysa onların ağzının payını vermek çok kolay artık…Bir defa insan, bedenî sayma
(ritm) ve zihnî sıralama melekelerini kazanmakla birlikte, hem “zaman” ve
“mekân” mevhumlarını edinerek, hem de ordinal ve kardinal özellikleriye tabii
sayıları yaratarak akıllanmıştır. Ve akıllanmakla beraber, meleke kesbetmesi
için yaptığı yoğun ritmik aktiviteler (âyinler) dolayısile mecbur kaldığı
içgüdüsel frenleri (tabuları), -hayvanlardan benzetmelerle- ihdâs ettiği
analoji mantığıyla inkâr etmiş, ve de yerine, yaratıcı koruyucu Tanrı(lar)
mitolojisini uydurmuştur. Zaten yaptığı sert ritmik hareketler (âyinler)
sırasında, göğüs kafesinin sıkışmasıyla, ağzından fışkıran –istenç dışı- sesleri
(heceleri ve hece kombinasyonlarını) nesne ve olaylara tekabül ettirmek
sûretiyle uydurduğu “konuşma” becerisinin disiplini de, analoji ve mecazlar
mantığından başka bir şey değildir aslında… Yani tarihî devirler insanının paradoksal bir mantığa saplanmasının
nedeni, tarih öncesi’ni (ateşin kullanımı öncesi’ni) inkâr veya negasyon ederek
unutmuş olmasıdır. Ki biz şu anda, tarihî devirleri negasyon ederek, “tarih
sonrası” dediğimiz “sentez” konumuna geçerken ancak, “tez” konumundaki “tarih
öncesi”ni idrâk edebiliyoruz… İnsanlığın, paradoksal Aristo Mantığı’na
rağmen –duraklaya gerileye- ilerleyebilmesinin başlıca nedeni ise, tarih
öncesinin alacakaranlığından beri, muhtelif kutsama ritüelleri olarak bilinçsizce
sürdürülen ritmik âyinlerde –halay başı gibilerinden- temâyüz eden bireylerin,
değerli insanlar olduğunun anlaşılması, ve dolayısile de, bu etkinliklerden,
bir “inisiyasyon” seçilim programının doğmasıdır. Daha sonra da, bu şekilde
ortaya çıkan seçkin kişilerin, “inisiyasyon” sınavı olarak, “ateşle oynama”
veya “nefes tutma” maharetlerine dayalı “meditasyon” teknikleri
geliştirmeleridir. Mesela, kadîm Mısır ve Pers imparatorluklarının, hânedanlar
öncesi kurucu krallarının, güneş ve ateş tapınaklarındaki –inisiye- rahipler
arasından seçildiklerini iyi biliyoruz. Kaldı ki müteakip tarihî devirlerde,
herne kadar hânedanlar ve devlet adamları –Aristo Mantığı’na âyarlı-
aristokratik bir mentaliteyi sürdürmüş olsalar da, onlar tarafından mistik veya
ezoterik diye nitelenen bir “tarikat” kolu, gizli veya açık, “inisiyasyon”
seçilim usûlleriyle birlikte, zaman ve mekân algılamaları ve sayılarla ilgili
pek çok “sır”lı bilgiyi nakletmeye devam etmişlerdir. Örneğin, tabii sayılardan, geometri (yerölçümü) vasıtasıyla türetilen
birçok sayı kümelerini, astronomi ve
kimya bilimlerinin kuruluşunu, bu “sır”lı bilgilerin nakliyâtına borçluyuz
aslında… Ama uygarlık, kurucu –inisiye- tanrısal krallardan sonra, baskıcı
“tanrı-kral” hânedanlarının, ve zorba feodal hânedanların hâkimiyetine
geçtiğinde, insan seçilimine dayalı “tarikat” sistematiği –çok defa gayri meşrû
sayılsa da- hep devam etmiş, ve yetiştirdiği inisiye insanlar da (müneccim,
kâhin vs. nâmıyla), ürettiği uygulanabilir fikirler de, devletler tarafından
satın alınmış, daha doğrusu gasp edilmiştir. Bu öyle sinsi bir tarihî gasp
olayıdır ki, mülk sahibi feodal hânedanlardan iktidarı devralmış olan bugünkü
kapitalist hânedanlar devrinde bile hâlâ, bilimsel gelişmelerin kral ve
zenginlerin himâyesinde (teşvikleriyle) gerçekleştiği masalına inanılıyor;
Aristo ekolünden gelme akademisyenlerin de onayıyla… Ve bu inancı pekiştirmek
için de, aynı kaynağa (tarikat’a) atfen icra-i sanat eyleyen büyücü, sihirbaz
vs. nâm sahtekârlar işaret edilmek sûretiyle tüm tarikatlar kötüleniyor; veya
mistik,ezoterik vs. gibi adlarla “akıl
dışı” gösterilmek isteniyor. Oysa,
sayma(ritm)-sıralama melekelerinin denetimine (test edilmesi’ne) dayalı inisiyasyon usûllerini güncelleyerek devam
etmiş olan her “tarikat” kolu, bilimsel bir eğitim ve seçilim kurumudur; ve de
aklîdir. Zaten bizim bu çalışmamız da, bunun ispatıdır; “kademli seçilimi”
alışkanlığını hep diri tutmuş “Bekdaşiyân”ın ardılı olmamız hasebiyle…
Tarikat adı altında, dogmatik din öğretilerinin ve pragmatik (çıkarcı)
kapitalizm ideolojisinin güdümüne girmiş, ve dolayısile de “kayırma-yaranma”
hiyerarşisinin zebûnu olmuş yapılanmalardır ki, mistisizmin bataklığına
gömülmüşlerdir. Yoksa, MÖ 7. Yüzyılın Mısır’ında bile, Siyonistlerin mistik
zırvalarına ve fesatlarına rağmen “tarikat” sistematiğinin –maddi inisiyasyon
usûlleriyle- özünü muhafaza ettiği, Pisagor’un Sicilya’da kurmuş olduğu “bilim
tarikatı”ndan da anlaşılmaktadır. Kaldı ki bizim fâtihân atalarımız, 13.Yüzyıl
Anadolu’sunda bile, -Zaviye’lerde uyguladıkları “kademli seçilimi (inisiyasyon)”
programlarına dayalı- “tarikat”
sistematiğini en iyi şekilde realize
edebilmişlerdir.
Tarihî devirler boyunca, “seçkin(inisiye)
insan” jeneratörü, ve insanlığı ilerleten dinamo görevi îfa etmiş olan
“tarikat” sistematiği, dinlerin ve kapitalizmin sukûtuyla birlikte, yeniden
“devlet”lerin –doğru dürüst olmasını sağlayan- omurgası hâline gelecektir;
“tarih sonrası”na geçiş sürecinde… Ama o zaman zarfında, dinlerin ve kapitalizmin bir aksâmı
hâline gelerek, “inisiyasyon” seçilimlerini büyüleyici (korkutarak teslim
alıcı) “kabul ritüelleri”ne dönüştüren tarikatlar da, insanlığın en korkunç
(zararlı) yobaz teşkilâtları olmaya devam edeceklerdir… Yahudi, Hristiyan ve
Arap-Fars kökenli Müslüman tarikatların “kayırma-yaranma” hiyerarşileri, ve
gösterişli (ve/veya büyüleyici) “kabul” veya “el-verme” törenleri gâyet iyi
bilinmektedir. Ama bilinmeyen veya ört-bas edilmiş olan bir önemli gerçek
vardır ki, Anadolu’yu bize yurt yapmış olan fatihlerin mensûbu bulundukları
–sonradan Bekdaşî denilen- Tarikat’ın, “1826”
kıyâmetinden sonra kendini fesh etmiş olmasıdır. 1826 olayını, insanlığın başlangıcına mümâsil bir “küçük kaos” olarak
görüp, lâfzî mugâlâtalarla bizi yanıltmamış olan, ve dolayısile de “tarikat”
sistematiğini bilimsel metodlarla yeniden keşfetmemizi sağlayan atalarımıza, ne
kadar teşekkür etsek azdır. Babamın bana ettiği, “bilimsel yoldan istikbâli
göremiyorsan, Bekdaşiyân atalarımızı –speküle etmek üzere- karıştırma”
mealindeki nasihatı bile, yüksek bir bilinci aksettirmekteydi. Yani onlar,
tarihî devirlerin kapanmakta olduğunu hissetmiş, ve de bugünlere kadar süren
dönüşüm kaosunu öngörmüş mümtaz (inisiye) şahsiyetlerdi aslında… Nitekim artık,
onların “kademli” seçme (ayıklama) sınavlarında ölçü (kriter) olarak
kullandıkları “ritm melekesi”nin, insanlığın yaratıcı dinamiği olduğunu
ispatlamış bulunuyoruz. Kaldı ki aynı dinamiğin, Kâinât’ın doğuş dinamiğiyle
etkileşim hâlinde bulunduğunu da göstererek, onların “vahdet-i mevcûdât”
prensibini doğrulamış oluyoruz. Yani fizikteki “zaman” ve “mekân” kavramları,
nasıl Big-Bang kaosundan çıkış parametrelerini ifade ediyorsa, Kâinât’ın idrâkı
demek olan “insanlaşma” kaosunun -sayma(ritm) ve sıralama diye adlandırdığımız-
çıkış parametreleri de, insanda “zaman” ve “mekân” algısını oluşturuyordu.
Üstelik, “Big-Bang”in doğurduğu “fizikî âlem”, Dünya’da meydana gelen
“canlanma” kaosuyla –entropinin artışı ve atâlet prensiplerinin yalanlanması
şeklinde- inkâr (negasyon) ediliyor, ama bu kaosun doğurduğu “canlılar
âlemi”nin anti-tez’ini de, “insanlaşma” kaosundan, beslenme ve çiftleşme
tabularıyla çıkan “insanlık âlemi” teşkil ediyordu. Ki böylece de “insanlık
âlemi”, Evren’in deviniminde bir “sentez” veya “inisiyatör” konumuna oturuyordu.
Bu durum da aynı zamanda, Dünya gibi bir ufak planetin, Evren’in bilinç (ve
reorganizasyon) merkezi olduğu, ve Big-Bang kanunlarını değiştirecek kadar
büyük bir “patlama”nın buradan –insanlığın oluşumuyla- başlamış bulunduğu
anlamına geliyordu. Ve böylece de, “vahdet-i vücut” felsefesine (Tasavvuf’a)
inanan fâtihân atalarımızın, “Tanrı-İnsan” dualitesini tanımamakta, ve her
türlü “tapınma”ya soğuk bakmakta ne kadar haklı olduklarını açıkça ortaya koyuyordu.
Zaten bugünkü “namaz(tapınç)” sevdası veya düşkünlüğü de, 1826’da “iç
dinamikler”i –gâvur desteğiyle- mahvettikten sonra, “kitlesel hipnoz”
anamındaki Arap tapıncından medet uman, ve bu arada bir sürü “kandil” uyduran,
son (satılmış) Osmanlı’nın kötü bir yâdigârından başka bişey değildi aslında…
Bundan sonra
artık, Aristo Akademyası’nın döküntüsü olan “üniversite”ler, dinleri ve
Kapitalizm ideolojisini makbûl sayan Aristo Mantığı’nın paradoksallığına (akıl
dışı’lığına) karşı sessiz kalmakla da cürümlerini “ört-bas” edemeyeceklerdir.
Artık, -sayma(ritm) ve sıralama melekelerinin kontroluna dayanan- kademli
(inisiye) insan seçilimi usûllerini güncellememekle geçirecekleri her gün,
insanlık suçu işlediklerini ikrâr etmiş olacaklardır. Çünki fikriyât nakli ve
üretimi anlamında “eğitim-öğretim” yapan bir müessesenin, insanî davranışlar
kümesiyle metodolojik bir etkileşimi sağlanmadıkça, skolastisizm bataklığına
düşerek birbirini yiyen fikirler üreteceği (ve üretmekte olduğu) gâyet açıktır
artık… Ve bugün, Dünya’da türemekte olan, ve “Mahşerin Dört Atlısı”nı
çağrıştıran karakterdeki devlet
başkanları da, bu katastrofik gidişâtın kılavuzları gibi görünmektedirler
zâten…
İnsanlık, tarihî devirler boyunca
–mecâzî lâflar ve Aristo Mantığı şeklinde- yüklendiği “komaca akıl”la buraya
kadar… Bundan sonra artık, ya “Kıyamet”i seçecek (ve intihara teşebbüs edecek),
ya da –“tarih öncesi”nin bilincine vararak- “tarih sonrası”na geçecek…
Ali Ergin Güran: 30/06/17