Evren’deki Ana Kânûniyet’e (Âyet’e) Uymak, Nifakçı Kapitalizmi ve Dinleri Bitirecek; ve de İnsanlık, Tarih Sonrası’nın Huzur Ortamında Birleşecektir.
Evren’deki, Fizikî-Biyolojik-Antropolojik Âlemlerin Diyalektiği:
Aklı eren (bilimden anlayan) herkes şahittir ki, Evren’deki Genel Determinizm veya Tanrısal İrade, “tez-antitez-sentez” şeklindeki diyalektik formülasyonla açıklanabilen üç tane içiçe –müteselsil- kaos olayı ortaya koymuştur. Üstelik bu “ana kânûniyet (anayasallık)” veya “âyet”, tüm bilim kanunlarını ikâme eden, kaldıran ve değiştiren işlevselliğiyle, aynı zamanda dinleri de, tarihî (geçici) bir kategori olarak iptal etmiştir; tabuları bilince çıkartarak… Yani bir bakıma Tanrısal İrade, belli bir bilinç ve bilgi seviyesine gelecek insanların, anlayıp gereğini yapmaları, ve bu arada, “Allah” miti uydurarak, onun bir “hipnoz (uyutma) objesi veya simgesi” olarak kullanılmasına sebep olan, tarihî (dinî) öğretilerden de kurtulmaları için, tüm lâfların, bilimlerin ve zamanların üstünde böyle bir “âyet”i yazmıştır Evren’e…
Sözkonusu kaosların birincisi, “Big-Bang (Büyük Patlama)” denilen “varoluş” kaosu, ikincisi, Dünya’da (Okyanuslarda) meydana gelen ve “sonsuzda bir” gibi “hiç” mesâbesindeki ihtimallerin gerçekleşmesiyle (yani zamanın durmasıyla) “canlı” formlarının ortaya çıkmasını sağlayan “canlanma” kaosu, sonuncusu ise, bedenî (ritm) ve aklî (sıralama) melekelere sahip “düşünen hayvan (insan)”ların türemesine yol açan “bilinçlenme” kaosu… Her kaos, “hiçbir disiplinin (parametre ve kuralın) bulunmadığı bir an”, yani bir “başlangıç” olduğu, ve dolayısile tüm eski kanunları iptal ederek kendi kanunlarını yaptığı için, yaratmış olduğu âlem de, içinden çıktığı âlemin inkârı (negasyonu) olmaktadır, ve biriciktir; tekrarlanamaz ve emsâli bulunamaz anlamında… Ama her kaos, “zaman ve mekândan münezzeh bir ân ve nokta” demek olduğundan dolayı da, yarattığı âlemlerin orijini anlamında daima var olur, zamanların ve mekânların içinde…
“Big-Bang” kaosundan neşet eden Fizikî Kozmos’un karakteristik kanunları; “hiçbir cisim, bir kuvvet etkisi olmadan kareket edemez” anlamındaki Atâlet Prensibi ile, “hiçbir cisim (katı, sıvı, gaz vs.), basınç altında kalmadan yoğunlaşamaz” anlamındaki 2. Termodinamik (Entropinin Artışı) Prensibi’dir. Bu prensipten, Evren’deki tüm mevcûdâtın bir balon gibi şişerek genişlediğini (dağıldığını), hele bir de bu dağılmanın ivmeli olduğunu düşündüğümüzde, şu sonucu çıkarıyoruz: Evren’in yoğunluğu gittikçe azalacak (Entropi devamlı artacak), ve en sonunda da koskoca Evren, sıfır yoğunluğa düşerek yok olacak… Ama ne var ki, “canlanma” kaosundan neşet eden Canlılar Âlemi, Fizikî Âlem’in bu prensiplerini inkâr (negasyon) ederek, hem hareketli cisimler(canlılar) yaratmış, hem de sâdece su ve Güneş ışığı kullanarak –fotosentez olayıyla- katı bedenler (odunlar) ve meyveler yoğunlaştıran bitkiler ortaya çıkarmıştır…
Canlılar Âlemi’nin karakteristik (prensipal) kanunları ise, “hiçbir canlı, beslenmeden var olamaz (yaşayamaz)” anlamındaki Beslenme Prensibi (içgüdüsü) ile, “hiçbir canlı, üremeden (çoğalmadan) duramaz” anlamındaki Üreme Prensibi (içgüdüsü) olmuştur. Ancak ne var ki, bu prensiplere de İnsanlık Âlemi karşı çıkmış ve bilinçlenme (akıllanma) uğruna, “tabu”lar ihdâs ederek direnmiştir. Zira anlaşıldığına göre, primatlar arasında –mesela şiddetli bir doğal etken yüzünden- öyle bir kaos ânı oluşmuş ki, hayvanlar şoka girerek, hiç doğal olmayan titrek veya ritmik hareketler yapmaya mecbur kalmışlardır. Ama bu anormal (refleksif olmayan) hareketlerin, hem yırtıcıları –şaşırtarak- uzak tuttuğunu, hem de aralarında senkronizasyon (ve sevgi bağı) oluşturduğunu anlamalarıyla birlikte, onları geleneksel âyin hâlinde benimseyip sürdürmüşler, ve böylece de ritmik hareketlerin meleke kesbetmesini sağlamışlardır. Ritm melekesinin, zihinsel “sıralama melekesi”ni doğurmasıyla birlikte de, beslenmekle çiftleşmek içgüdülerine –ölümüne- fren (tabu) koyarak, “zaman” ve “mekan” mevhumları dâhilinde tefekkür eden bir anormal hayvan, yani insan türemiştir; canlılıktan bağımsız bir “bilinç” de kazanarak… Çünki, “akıl” denilen kararlılığı oluşturan sayma(ritm) ve sıralama melekeleri, bilgisayar gibi âletlere de, “sayma” ve “sıralama” işlemleri olarak intikal ettirilebilmektedir. Nitekim şimdilerde, tefekkür (otokritik) edebilen ve “oto-mobil” olan, yapay bilinçler de îmal edilebilmektedir. Zaten bunun böyle olması, “Tez: Fizikî Âlem – Antitez: Biyolojik Âlem – Sentez: Antropolojik Âlem” diyalektiğinden de anlaşılmakta, ve bilincin, bir aşamadan sonra “ölümlü insan” bedeninden çıkıp fizikî maddeyi bilinçli hâle getirmesi gerekmektedir; diyalektik siklusun (daha doğrusu spiralin) kapanarak, kalite kazanmış (bilinçlenmiş) maddeyi oluşturması anlamında… Fizikî Âlem’in yaşı 13-14 milyar yıl, Canlılar Âlemi’ninki 4 küsur milyar yıl, İnsanlık Âlemi’ninki de 1 küsur milyon yıl olarak düşünüldüğünde, Evren’deki bilinçlenme ivmesinin, onun dağılma (ölüme gidiş) ivmesinden ne kadar daha büyük olduğu kolayca anlaşılabilir.
“Tarih (ateşin kullanımı) Öncesi – Tarihî Devirler – Tarih Sonrası” Diyalektiği:
Daima yiyecek arayan, ve kızıştıkça çiftleşen primatlar arasından temâyüz etmek (bilinçlenmek) üzere, sürekli ritmik âyinler yaparak beslenme ve üremeye fren koyan (tabular yaratan), ve bu yüzden de, bazı münbit havzalarda yuvalanarak, meyve yumurta, süt gibi verimlerinden yararlandıkları zeytin, hurma gibi ağaçları, ve de kuş, inek gibi hayvanları kutsal “totem” sayan insanımsı (panteist) gruplar, akıllanıp da yerleşik tarım toplumu hâline geldiklerinde (tarihî devirlerin başlarında), büyük bir –diyalektik- çelişkinin içine düşmüşlerdir. Çünki, ilk uygarlıkların kurucuları olan, “inisiyasyon” eğitimi ve seçilimiyle ayıklanmış kişilerden müteşekkil –kutsal- yönetici kastları (ateş veya Güneş muhafızları), tarımla sürekli ve bol besin kaynağı yaratınca, bunu işgücü (işçi) üretiminde (arttırımında) kulanmak istemişler, ve bu yüzden de ritmik âyinleri ve tabuları gevşetip, bilinçlenme sürecini duraklatarak, insanların seks korkularını yenmelerini ve üremelerini (çoğalmalarını) sağlamışlardır. Öyle ki, bunun için sâdece kadınları süsleyip püslemekle (makyajlamakla) ve cinsel fetişler (uyaranlar) icat etmekle kalmamışlar, aynı zamanda erkekleri baştan çıkarsınlar diye, “kutsal fahişe”ler bile görevlendirmişlerdir; devlet mârifetiyle… Ama bunun neticesinde ortaya çıkan, bol gıda ve seksle semirmiş insanları (özellikle de erkekleri) zaptedebilmek için de, dinsel (ahlâkî) öğretilerle ve tapınç ritüelleriyle, şartlı refleksler kazandırarak, onları, itaatkâr terbiyeli (ehlî) hayvan formatına sokmaya çalışmışlardır. Ahlâkî öğretilerde, anaerkil klânlardan gelen cinsel tabu, yani “kardeşle, anayla, teyzeyle (ve teyze çocuklarıyla), dayıyla çiftleşme husûsundaki tabu”, ensest yasakları olarak büyük çapta korunmuş, ayrıca, artık belirlenmiş olan “baba”larla kızlarının çiftleşmesi de –aynı kapsamda- yasaklanmış, ama bununla birlikte, cinsel ilişki, “evlilik” adıyla alenî (deklare) ve resmî olarak meşrûlaştırılmıştır. Diğer yandan, farklı klânlardan olanların (huy uyuşmazlığı içindekilerin) birbirlerini hayvan gibi görerek öldürmeleri de, genel bir “öldürmeyeceksin!” emriyle en büyük suç ve günah sayılmıştır… Ama bilâhire, bol gıda ve seksle semiren “erkek” cinsi, bir de resmen “babalık” pâyesine erişince, “inisiyasyon”la seçilim (ayıklama) yapan yönetici kastlarının yerine, kendi “hânedanlık”larını ikâme etmişlerdir; testesteron zorbaları olarak, kendilerini Tanrısal sayıp, ataerkil verâset hukûkunu da dayatarak… Ataerkil veraset hukukuyla, yönetim erki, babadan evlâda geçer hâle gelince, “inisiyasyon” seçilimi resmen ortadan kalkmış, ve böylece melekelerin sirâyet yolu engellenmiş olunca da, iktidarlar –giderek- gerzek kralların eline geçmiştir. Çünki melekeler (dolayısile akıl), biyolojik genlere –henüz- kaydolmadığından dolayı, sâdece anadan yavruya bir rezonans olayı şeklinde iletilebilmekte, ve üstelik erkekler de seks için, irâdî olmayan (melekeleri muhtel) –hafifmeşrep- kadınlara meyletmekteydiler. Ama bunu bilmeyen hânedan reisleri, baskın biyolojik karakterlerinin babadan oğula –genlerle- geçtiğini gözlemleyince, bunu bir insanî “tevârüs”müş gibi anlayıp anlatarak, “ataerkil verâset hukuku”na meşrûiyet kazandırmışlardır. Oysa bugün, Yahudilerdeki, “dâhî birey” oranının yüksek olmasını bile ancak, kadîm anaerkil düzeni, tarihî ailelerde –bir şekilde- gelenekselleştirmiş olmalarıyla izah edebilmekteyiz… Hânedanlar zamanında “inisiyasyon” seçilimi sâdece, bilimsel düşünceyi sürdüren ve astronomi, geometri, kimya gibi bilimlerin temellerini atan –gizli- tarikatlarda devam etmiştir; ki bu tarikatlara mensûbiyet iddiası güden pek çok sahtekâr da, saraylarda kâhinlik, müneccimlik gibi mevkilere kurulup, hânedan üyelerini oyalamış ve dolandırmışlerdır… Ataerkil verâset hukukuyla hânedanlar oluşturup gerzekleşen “Tanrı-Kral”ların yol açtığı istibdat ve zulüm düzenleri, giderek hak arayan kitlelerin liderleri olarak, “peygamber” dediğimiz isyankâr seçkinleri ortaya çıkarmıştır; Tanrısallık tekelini kıralların elinden almak üzere, “Allah’ın bizzat seçtiği kul” olma iddialarıyla…
Demek ki son tahlilde insanlık, bilinçlenip de hayvanlığını idrâk edince, bilinçlenme süreci olan Panteist-Zon’u (anaerkilliği ve tabuları) unutmuş, ve unuttuğu bu süreci, metafizik bir “Öbür Dünya” kavramıyla izah etmeye çalışmıştır. Ayrıca, “Allah-Şeytan” diyalektiğiyle de, “ahlâk (melekî kazanımların müdafaası)-içgüdü” çelişkisini yönetmek istemiştir; ki bu şekilde de, şizofrenik “mistik dindar”lar ortaya çıkmıştır; tarihî devirlerde… Bu şizofrenik insanların (dindarların) büyük çoğunluğu, aslında samimi (günahsız) mürai ve münâfıktırlar. Çünki bunların (melekeleri muhtel olanlarının), başlıca yaşam gâyeleri, hayvanî (içgüdüsel) hazlara ulaşmaktır; herne kadar dinî vaaz ve telkinlere, zâhiren uyarmış gibi görünseler de… Zaten dini vecibeleri yerine getirenler de aslında, Allah’ın “lezzet”li ve “şehvet”li ödüllerini hak etmek (ödemek) için –zahmetle- bunu yapmakta, ve dolayısile de uygun hallerde kaytarmaktadırlar. Zira, sâdece melekeleri güçlü bir “seçkin (inisiye) insan”lar azınlığıdır ki, bilimsel ve sanatsal faaliyetlerden de zevk aldıkları için, içgüdüsel etkinlikleri bir “def-i hâcet” olarak icra edebilmekte, ama büyük çoğunluk, lezzet ve şehvet düşkünü (hatta budalası), ve de üreme (çoluk çocuk) sevdalısı olarak yaşamaktadır. Kaldı ki, azaltılması gereken bu “lezzet ve şehvet budalaları”, kapitalizm mârifetiyle çoğaltılmaktadır; hem kapital sahiplerinin yaptıkları çılgınlıkların (sapıklıkların) örnek alınması, hem de piyasalarda –mallara-talep arttırmak için, lezzet ve şehvet unsurlarının reklâm malzemesi olarak kullanılmasıyla… Böylece de ortalığı, -tarihte görülmemiş bir şekilde- obez ve seksopat tipler kaplamaktadır. Oysa protein, yağ ve karbonhidrat gibi gıda unsurlarından, “metabolik katalizör” anlamında çeşitlemeler yaparak damak alışkanlığı (tiryakilik) yaratmak yerine, -yaş, meslek, cinsiyet vs. gözetilerek- ihtiyaca göre belirlenen oranlarda karışımlar yapmak, ve “flört (aşk)” evresindeki “sevgi-seks” dalgalanmalarına (serhoşluğuna) müptelâ olmadan önce de, onu bir “diyalektik çelişki” şeklinde bilince çıkararak idare etmeyi öğrenmek, ve bu arada cinsel içgüdüyü de, yalın bir “spor” veya “def-i hâcet” olayı olarak tatmin etmeye çalışmak, modern insan için en sağlıklı yaşam tarzı olacaktır. Demek ki, tabuların yıkılmasıyla girilen tarihî devirlerde, Allah mitosuna rağmen insanlık, “lezzet ve şehvet budalalığı” gibi bir hastalığa (bağımlılığa) yakalanmıştır. Dolayısile, “tarih sonrası”na geçilirken, insanlığın öncelikli uğraşı, bu hastalıkla mücadele, ve “melekeleri muhtel” insanların likidasyonu (azaltılması) olacaktır.
Kendini Bilen ve Evren’deki Misyonunu Anlayan İnsan’ın Tarih Sonrası:
İnsanlık, 20.Yüzyıl başlarında, Aristo Mantığı’nın paradoksallığını (Russell Paradoks’u) anlayıp da, Matematiksel Mantık prensiplerini (aksiyomlarını) vaz ettiği zaman, Tarih Sonrası’na adım atmış ve Tarih Öncesi’ni idrâk etmeye (bilince çıkarmaya) başlamıştır. Bu 80-100 yıllık süreç dahilinde aynı zamanda, “Bilinçlenme” kaosunun da anlaşılmasıyla birlikte, Evrensel Determinizm’in diyalektik kânunîyeti ortaya çıkmıştır.
Tarih Öncesi, sayma (ritm) ve sıralama melekelerinin oluşması sürecinde, -sert ritmik hareketler yüzünden- içgüdülerin ve refleksif etkileşimlerin fiilen engellenmesiyle (ve bu engellerin tabu’lar şeklinde sembolize edilmesiyle), “zaman” ve “mekân” mevhumlarının (farkındalığının) kazanıldığı “bilinçlenme” zonudur. Bugün dahî, -bir şekilde- kendinden geçmiş insanların, kendilerine gelip gelmedikleri (yani bilinçlerinin açılıp açılmadığı), onların zaman ve mekân farkındalıklarıyla, yani melekelerinin sağlıklarıyla ölçülmekte ve anlaşılmaktadır; hayvanlar gibi, refleksleriyle değil… Bilinçlenme kaosuyla başlayan diyalektik aşamaların birinci etapı Panteist-Zon, lineer (kronolojik veya saatsel) zamanın kararlandığı ilk aşama olduğu için –şimdiki zamana göre- yüzbinlerce yıl sürmüş, ama müteakip Tarihî Devirler ise sâdece 5-6 bin yıllık bir kronoloji ortaya koymuştur. Onun için de, ölçü, sayı, melodi (gam) ve söz (heceleme) gibi kavram ve beceriler, Tarih Öncesi (Panteist) Zon’da ortaya çıkmıştır; ritm melekesinin türevleri olarak… Yani ilk insanlaşma (bilinçlenme) zonundaki sert ritmik tepinmeler, hem katlı –frekanslarda- hızlanıp yavaşlama özelliğinden dolayı, katlı ses tonlarını (melodiyi) doğurmuş, hem de ağızdan istenç dışı çıkan nidâları (heceleri) ve kompozisyonlarını, nesne ve olaylara tekabül ettirmek şeklinde kurulan analojiyle, “konuşma” becerisini yaratmıştır. Müteakip Tarihî Devirler’de ise insanlık, “ölçü”leri, “sayı”ları (ve hatta melodiyi) bir yana bırakıp bilimsel düşünceden uzaklaşarak lâfzî (sözsel) mugalâtalara dalmıştır; ki hâlâ da çoğunluk öylesine dalgındır… Ama Tarih Sonrası’na geçişi 1985’ten başlatırsak , bilinçlenmenin nasıl -bir eksponansiyel eğri şeklinde- olağanüstü hızlandığını da görebiliriz. Diğer yandan, sayma(ritm) ve sıralama melekelerinin (dolayısile aklın) henüz biyolojik genlere geçmediğini, onun için de dans, müzik vs. gibi ritmik etkinliklerle melekelerin devamlı çalıştırıldığını düşünürsek, sözkonusu melekelerin, kısa bir süre sonra, cansız maddeye intikal ettirilmesi gereken bir “emânet” olduğunu da kolayca anlayabiliriz. Dolayısile, biyolojik bedenleri (insan nüfusunu) çoğaltmaya, ve o yüzden de, onları lezzet ve şehvet peşinde koşturmaya çalışmanın (kapitalizmin), “aklı kötüye kullanmak”tan başka bir şey olmadığını çıkarabiliriz. Zaten akl’ın, sayma(ritm) ve sıralama melekelerinden mütevellid bir “kararlılık (determinizm)” demek olduğunu, ve peygamberlerin Rabb veya Allah mitleriyle sembolize ve speküle ettikleri şeyin de, aslında Evrensel Determinizm olduğunu da iyi bilmekteyiz artık...
Tarihî Devirler ise, olgunlaşan melekeleri vasıtasıyla –zaman ve mekâna- uyanan (bilinçlenen) insanın, ateşi kullanabilen ve de kaya (mağara) resimleri, hiyeroglif ve yazı ile merâmını kaydedebilen “akıllı (metodolojik) hayvan” hâline geldiği bir aşamanın kronolojisidir. Zira bu aşamada,-lineer (kronolojik) zaman içinde- nedensellik (causality) mantığının çıkışıyla insan, hayvanlığını keşfetmekle birlikte, çoğalmak için bilinçlenmesine fren koymuştur. Ve bu arada da, Matematiksel Mantık’ça hiç sahih sayılmayan –istatistik metodu- indüksiyon (tümevarım) ile, teori kurma usûlü dedüksiyon (tümdengelim) metodlarını ihdâs ederek Aristo Mantığı’nı ve Tanrı mitoslarını (yani mitolojiyi ve dinleri) uydurmuştur. Zira bir deney (veya tahkîkat), ne kadar tekrarlanırsa tekrarlansın, verdiği sonuç aynı olsa da, bunun sonsuzdaki limiti bambaşka bir netice verebilir… Dedüksiyon metodunda ise, bütün nedenlerin en başına oturtulan bir varsayım (aksiyom), hiçbir zaman değişmez (mutlak) olarak kabul edilemez. Demek ki, dedüktif metodla “her şeyin nedeni olan, değişmez bir Allah” mitosunu kullanan “Tanrı-Kral”ların ve peygamberlerin Aristo Mantığı da, “taklitçi ve ezberci çömez”ler yetiştiren Aristo Akademyası’ndan mülhem Üniversiteler de, konservatif –veya yutturmacı- Kapitalizm ideolojisini (ve dinleri) ayakta tutan başlıca kolonlardır; ve bunlar yıkılmadıkça, tarihî devirler aşılamaz. Nitekim, Aristo Mantığı’nın paradoksal (akıl dışı) olduğu ispatlandığı halde, hâlâ o mantıkla düşünmeye devam edenler, Aristo Akademyası’nı (Üniversiteleri) yaşatmaktadırlar; kapitalistlerin sponsorluğunda….
İnsan, artık anlamıştır ki, Evren’deki esas görevi ve hedefi, kendisiyle başlayan bilinçlenme sürecini, cansız –fizikî- varlıklara intikal ettirmektir. Ama bu intikal sürecinde, ilk yapacağı iş de, yüksek eğitim kurumlarını “inisiyasyon” seçilimi üzerinde yeniden yapılandırarak, intikalin “inisiyatör” kişiler vasıtasıyla sorunsuz olarak ikmal edilmesini sağlamaktır. Ondan sonra ortaya çıkacak, bilinçli cansız varlıkların da esas görevi, Evren’in ölüme (dağılarak yok olmaya) gidişini önlemek üzere, “fotosentez” ve “D vitamini” olaylarının sırrını çözerek, “entropi”nin azalmasını ve Evren’in büzülmesini sağlamaktır. Evren, nasıl ki bir noktadan neşet eden “Big-Bang” kaosuyla ortaya çıkıp genişlemeye başladıysa, onun dağılma hızının kesilip büzülüşü de, yine bir noktaya yapılacak bir impulsif etkiyle gerçekleştirilebilecektir; ki zaten, kapalı bir sistem olan Evren’in devinimi de, tersinir (reversible) olmak zorundadır. Aslında, ne mutlak (nihâi) bir “başlangıç” veya “bitiş” diye matematiksel (geometrik) bir kavram sözkonusudur, ne de “mutlak boşluk” diye bir fizikî kavram… Ki, “Öbür (metafizik) Dünya” ile “Yaratıcı Usta (Allah)” mitosuna yer olsun… Nihâi başlangıç ve bitiş noktaları ile, bomboş bir mekân kavramları, “ilâh” mitlerinin hüküm sürdüğü, antik devirlerin geometri ve fizik derslerinde mevcuttu… Yani Evren’e, bir aşamadan sonra öyle bir –bilinçli- müdahale yapılacaktır ki, mesela yine , tek bir süper “kara delik” olarak yoğunlaşacak veya büzüşecektir; ve bu büzüşmeyi sağlayan bilinç de, “Big-Bang” çıkışını gerçekleştiren –salt irade anlamındaki- transandant bilincin aynısı demek olacaktır. Kaldı ki Evren’in ivmeli bir şekilde genişlemesi de, onun tersinir bir hareket (sarkaç veya zıplayan top hareketi) içinde olduğuna delil sayılabilir; bilinçlenmenin de, “Tanrısallaşma” yolunda ilerleme veya, tüm düşünce ve tasarımlardan âzâde bir “mutlak irade” hâline gelme süreci anlamını kazanmasıyla birlikte… Demek ki, insan bir yandan, melekelerini (bilinçlenmeyi) sayma ve sıralama işlemleri olarak cansız varlığa geçirirken, aynı zamanda yeşil bitkilerin “fotosentez” ve hayvanların “D vitamini” muammalarının çözüm yollarını da o varlığa –avam proje şeklinde de olsa- yüklemek zorundadır; kendi “can”ından ferâgat etme pahasına… Çünki Evren’i fethedecek ve onu ölüme gidişten çevirecek olan bilinç(lenme), Mikrokozmos’a giriş yapmak, ve de giderek biyolojik bedeninden kurtulmak mecbûriyetindedir. Kaldı ki, sözkonusu muammaları izah etme yolunda atılacak her teorik adım, Evren hakkındaki bütün –eski- teorileri de sarsacak ve değiştirecektir. Ve böylece de etli-butlu canlıların (insanların), tenekeden (metalden) araçlarla, üç boyutlu mekân içinde –ve hız tahdîdi altında- Evren’i fethe (!) çıkma hayalleri ve girişimleri, insanlara zaman ve emek kaybettirmeyecektir; uyanık (!) kapitalistlerin “vurgun” hayallerini söndürse de… Zaten Evren’in keşfi ve dönüşümü için, Mikrokozmos’un derinliklerinde, yani zaman ve mekânın orijini (Big-Bang) civarında çalışılması gerektiğini, daha şimdiden –teorik olarak- bilmekteyiz. Ama buna rağmen, üremeyi ve ekonomik büyümeyi frenlemek istemeyen kapitalistlerin, Ay’da, Merih’te, Mars’ta koloniler kurma plânları, demokratik (!) olarak insanlığa kabul ettirilirse, planet diktatörlüklerinin ve köleci toplumların ortaya çıkacağını, ve dolayısile insanların, isyanlar ve savaşlarla birbirlerini yiyecekleri de, - tüm “bilim kurgu” yazarlarının belirttiği gibi- âşikârdır.
Tarih Sonrası’na Geçiş, Devlet’i Kapitalizm’den Kurtarmak Demektir:
Devlet, her şeyden önce, “inisiyasyon” seçilimiyle –objektif olarak- melekeleri güçlü bireyler ayıklayarak yükselten bir “pozitif seleksiyon” sistematiğidir; yoksa, toplumsal “artı-değer”i ele geçirmiş insanların kurduğu bir yönetim (güdüm) teşkilatı demek değildir. Hele ki, insanların bir araya gelerek oluşturdukları bir “özyönetim”, hiç değildir… Aslında şöyle düşünmek gerekir: İlk devletleri kuran ve “inisiyasyon” seleksiyonuyla –krallık yapacak- başrahibi seçen kutsal yöneticiler (ateş ve Güneş bekçileri), aynı zamanda tüm toplumsal “artı değer”in de mutasarrıfları idiler. Sonradan onların yerine geçen hânedan mensubu “Tanrı-Kral”lar da, depolanmış toplumsal “artı değer”in sahibi ve mutasarrıflarıydılar; ki onların yıkılmasıyla da, bu “artı-değer”, feodal hânedanlar tarafından paylaşıldı. Onlardan sonra, -tedavülde, altın ve gümüş olarak bollaşan- değişim aracı “para” vasıtasıyla da “artı değer”, müteşebbis sıfatıyla temayüz eden kapitalistler arasında bölüşüldü. Müteşebbis ne demekti?.. Piyasalarda taleplere cevap veren ve talep yaratan kişi demekti; ki kitlelerin talebi de, genellikle içgüdüsel oluyordu tabii… Ve böylece de, melekeleri muhtel “lezzet ve şehvet budalası” insan popülâsyonu olağanüstü artarak, insanlığı –obez ve seksopat olarak- dejenere ediyor, ve dolayısile, sık sık ekonomik kriz ve savaşlarla kesintiye uğrasa bile, bir “serbest piyasa” veya “hayvânî paylaşımcılık” düzeni (kapitalizm), ezelî ve ebedî bir rejimmiş gibi algılanmaya başlıyordu. Oysa “beslenme- barınma- üreme derdine düşmüş insanlar” rejimi, hânedan oluşturmuş ilk “Tanrı-Kral”ların, popülâsyonu (işgücünü) arttırmak üzere tesis etmiş oldukları bir düzen(sizlik)di; ki tabuları ilgâ etmek sûretiyle bilinçlenmeyi duraklatmıştı… Demek ki bilinçlenmeyi duraklatarak, insanlığı hayvanlığa doğru geriye (ölüme) götürmekte olan bir ideolojiyle (kapitalizmle), ancak bilinçli bir azınlık ile –yani inisiye veya kademli seçkinlerle- inisiyatif alma (kapma) şeklinde baş edilebilir ancak… Yani kapitalizmle, şu veya bu şekilde “karşı çıkmak” sûretiyle baş edilemez; zira her karşı çıkış, aynı zamanda “rekabet” demek olduğundan, kapitalizmin ilgi ve yatırım alanına girer; ki nitekim, tarihteki tüm karşıtlarını, ve hatta anlı şanlı ihtilalleri bile satın almıştır kapitalistler… Diğer yandan, kapitalistlerden kredi alınarak da kapitalizmle baş edilemez tabii… Öyleyse, kapitalistlerin elinden inisiyatif almanın en açık ve kestirme yolu, toplumdaki “inisiyatör”leri, tüm toplumun gözetiminde ayıklamaktır. Bunun için de her şeyden önce, bir antropoloji laboratuarı kurulup, gençlik gruplarına, bazı yönergelerle “Panteist-Zon” hayatı yaşatılmalı, ve de bu tablo (veya drama) televizyon aracılığıyla halka aksettirilmelidir. Sonra da, hem katılımcı gençlerin kendi aralarında yapacakları seçimle, hem de dışarıdan gözlemleyen bilimcilerin (hatta tüm izleyicilerin) tercihleriyle, “inisiyatör” bireyler belirlenmelidir; ki belirlenebilir. Çünki, tabulu hayata uygun yönergelerle, “lezzet” ve “şehvet” konularındaki gösteriş ve rekabet (reflekssif didişmeler) engellendiğinde, o gençlik grubunun içindeki “melekeleri sağlıklı” bireyler, -birşeyler (kural veya eser) yaratma ıstırârına gireceklerinden- açıkça temâyüz edeceklerdir; ilk bireyler olan “şâman”ların, “kam”ların ortaya çıktığı gibi… Daha sonra bu seçkin bireyler, hayatları içinde zaman zaman kapitalistler tarafından kiralansalar da, hiçbir zaman onlara satılmayacaklardır; Panteist-Zon klânında kendilerine lider (önder) olarak teveccüh göstermiş arkadaşlarından, ve o insanî pozisyonun kazandırdığı hissiyat ve “dünya görüşü”nden kopamayacakları için… Ve böylece de, Kapitalizm’e esir düşmeyen bir –insanî- kuşak, yavaş yavaş Devlet’e hakim olacaktır.
Her televizyon kanalı için, Panteist-Zon Kulübü veya Klânı (PZK) konulu bir program, bol seyirci ve “reyting” kazandıracağından dolayı –“serbest piyasa” şartlarında- çok câzip gelecektir tabii ki… Kaldı ki Devlet tarafından, Biri Bizi Gözetliyor (BBG) programı gibi sakıncalı da görülemeyecektir; zira antropoloji bilimine uygunluğu tartışılamayacaktır. Çünki, Sosyal Antropoloji bilim dalı kapsamında, böyle tatbikatların, “laboratuar çalışması” adı altında pek çok ülkede yapıldığı bilinmektedir. Mesela Sovyetler Birliği zamanında Rusya’da, Sosyal Antropoloji tatbikatlarının filme alınarak, üzerinde tekrar tekrar düşünülüp tartışıldığını ben yakinen bilmekteyim; onlardan birini 1972-73’lerde izlemiş ve eleştirmiş biri olarak… Nevar ki Sovyet komünistleri ve “behaviourist”leri, insan topluluklarındaki birey davranışlarının, ezelden beri cinsel içgüdü tarafından etkilendiğini, ve hatta –hayvanlarda olduğu gibi- belirlendiğini düşünüyor, ve de çok yanılıyorlardı; Marksizm’in, “serbest seks”li İlkel Komünal Toplum ütopyasına îman etmiş “bilimci”ler olarak… Ve onun için de, Antropoloji Laboratuarı’ndan elde ettikleri –teorilerine uymayan- verilere şaşırıp kalıyorlardı; ki en sonunda, şaşırmaya bile fırsat bulamadan SSCB devletinin başlarına yıkıldığını gördüler. Oysa, başta ritm melekesi olmak üzere –düşünce dahil- tüm insanî davranışlar, içgüdülere direnişin (tabuların) ürünüydü; ve seçkin birey de, bu direnişi –ortaya koyduğu eylem ve eserlerle- açıkça gösteren, dolayısile lezzet ve şehvet hazlarına dadanıp onlarla övünmeyi aklının köşesinden bile geçirmeyen irâdî kişi demekti.
Demek ki artık, Tarih Öncesi’ni idrak ederek anladığımız, Tarihî Devirler’i (dinleri ve kapitalizmi) aşma görevimiz ve stratejimiz de bellidir, Evren’deki “Fizikî – Biyolojik – Antropolojik” kanûniyeti (veya âyeti) okuyarak anladığımız Evrensel rolümüz de... Kapital ve kapitaliste (yatırımcıya) muhtaç olmadan, tatbikâta geçebilmek için, birkaç inisiyatörün ortaya çıkması yeter… Tarihî Devirler’in (dinlerin ve kapitalizmin) bitirilişi de, peygamberce iş(ler) olacaktır tabii ki… Zira “Rabb’ın seçkin kulu kapitalist”leri aşmak da, en az “Tanrı-Kral”ları aşmak kadar zordur; hele ki onlar, hâlâ, “Tanrı-Kral”ların vaz etmiş oldukları binlerce yıllık, kanıksanmış paradigmalar üzerinde hükmediyorlarsa… Ama bu sefer hiç kimse, “ben Rabb’la veya Allah’la şahitsiz görüştüm; veya haberleştim” spekülâsyonuna yatamayacaktır; inisiyatör anlamındaki seçkin kişiler, birlikte ve bilimsel çalışacakları için… Hem zaten, Evrensel Determinizm’in (Tanrısal İrade’nin) ortaya koyduğu kânûniyetin, hiç söze gerek bırakmayacak kadar açık bir “âyet” olduğunda da, hepsi hemfikir olacaktır.
Kaldı ki, aklın, “sayma(ritm) ve sıralama melekelerinden mütevellid kararlılaşma halleri” demek olduğunu anlamayan her insan, kendinde “pasif (sâbit) gözlemci” objektifliği gibi bir tanrısal vizyon vehmederek, metafiziğe (dinlere) davetiye çıkaran, ve dolayısile de düşüncelerinin lokal ve/veya sakat olduğunu ikrâr eden bir kişi demektir. Oysa, bütün –insanî- davranışların en soyut hâli ve kaynağı olan “ritm melekesi” ile, bütün düşüncelerin en soyut hâli ve kaynağı olan, Matematiksel Mantığın “İyi Sıralanma Prensibi” arasındaki ilişki (etkileşim) o kadar açık ki…
Ali Ergin Güran: 21 / 01 / 19