1826’da, Tarihi’yle Alâkasını Kesip Piç Gibi Kaldıktan Sonra, Batı’ya Satılarak Güdüm Altında Tarih ve Kültür Kurgulayan Osmanlı Hânedânı, İrtica’nın Kaynağı Olmuştur.
Aslında Osmanlı İmparatorluğu, 15-16 Haziran 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın (Ocağ-ı Bekdaşiyân’ın) berhavâ edilmesiyle sona ermiş, ve Osmanlı Devleti “iç dinamik”lerden mahrum kalıp, bugünkü Arap devletlerine –kötü- örnek olarak, yarı kolonyal (Batıcı reformatör) irticai bir organizasyon hâline indirgenmiştir. Zira Karakeçili Otmanoğulları’nı bir İmparatorluk hânedânı seviyesine yücelten dinamik ve örgütlenme, Anadolu’nun ilk fâtihleri Dânişmentliler’in ihdâs etmiş oldukları FÜTÜVVET teşkilâtlanmasıydı; ki Yeniçeri Ocağı (Ocağ-ı Bekdaşiyân) da onun Seyfiyûn kolundan mülhem bir orduydu. Diğer iki kolundan Kavliyûn, Bekdaşî Dergâhları olarak tebellür ederken, öteki kol Şurbîyûn da, Bekdaşiyân Lonca’lar ve Gedik’ler şeklinde hayata geçirilmişti İmparatorlukta… Yani aslında Fütüvvet teşkilatı, gerici (yozlaşmış) Selçukîlerle “Babai Kalkışması” şeklinde çatıştıktan, ve Moğol istilâcılarla da cebelleştikten sonra, umdelerini benimseyen Osmanlı Beyliği teritoryasında, Bekdaşiyân adıyla neşvü nemâ bularak bir imparatorluk yaratmıştır; “kademli” ve “şerbetli” nâmıyla inisiye (elyak) insanları selekte ederek… Yani 1826 olayı da, Selçukî hânedanının da yozlaşıp çökerken yaptığı gibi bir gerici reaksiyondur aslında… Ve de esas amacı, askerî reformasyon olmayıp, lonca, gedik ve Bekdaşi dergahlarıyla kök salmış iç dinamikleri –gâvur yardımıyla- söküp atmaktır. Zira o sıralarda, Fransız ihtilâlindn etkilenen “iç dinamikçi”ler, cumhuriyetçi fikirleri de tartışmaya başlamışlardı… Ayrıca unutmamak gerekir ki, Anadolu fütuhâtında, iç dinamiklerin ortaya koyduğu en eski ve yaygın müessese ise, “Zâviye”ler olmuştur. Zira oralarda, hem sığınan garibanlara yemek verilir, hem de yapılan âyinler (semah veya zikr’ler) içinde, davranışları veya adımları uygun (ritmik) olan “Kademli”ler ayıklanırdı; ki sonradan bu kurumların, “Cemevi”ne dönüştükleri düşünülebilir…
Fetih ve İşgal Tefrik Edilmelidir:
Resmî tarih’ler hep, merkezî otoritenin nasıl ve hangi komutanlar tarafından sağlandığını yazar da, o savaşların hangi “sosyo-ekonomik” düzeni (veya düzensizliği) korumak veya ikame etmek için yapıldığını pek kaydetmez; ki böylece de, muzaffer komutanların başarılarının, –genellikle- savundukları düzenin sağlamlığından kaynaklandığı gerçeği örtbas edilmiş olur… Mesela bugün kimse, Belgrad’ın fethinden veya Mohaç zaferinden bahsedemiyor, ve o hususta kutlamalar yapamıyor; çünki bunlar, babasının –Devlet’e- yığmış olduğu servetle, Avrupa’yı istilâya kalkan Sultan I.Süleyman’ın yediği herzelerdir. Oysa Sultan Alparslan’ın Malazgirt zaferi, yerli halklarla kaynaşarak, onlara –âdeta- yaşam koçluğu yapmaya başlamış olan Türk yerleşimcilerin haklarını korumak anlamına gelmekteydi; yoksa Alparslan’ın, “İslâm’ın efsunkâr gücünü kanıtladığı” anlamına gelmiyordu. Çünki Alparslan’ın zaferine böyle bir mistik (akıl dışı) anlam yüklemeye çalışanların, her şeyden önce, Arapların en güçlü oldukları devirlerde –bile- Anadolu (ve Konstantiniyye) fütuhâtını neden gerçekleştiremediklerini izah etmeleri gerekir… Ezberlenmiş tarihe göre diyelim ki, Sultan II.Mehmet komutasindaki Türk Ordusu, 1453 yılında Konstantiniyye surlarını aşarak şehri zaptetti; peki ama Türkler, hiçbir tehcir ve asimilasyon harekâtına tevessül (ve tenezzül) etmeden kadîm bir uygarlığın fethini nasıl gerçekleştirdi acaba?... Bu soruya müşahhas bir cevap verilmeli ki, Araplarla olan farkımız ortaya çıksın; yoksa bizi Arabın taşeronu gibi gösterip yolunu bulmaya çalışan oportünüst politikacıların tasallutundan kurtulamaz, ve de “beka” sorunu yaşamaya devam ederiz.
Konstantiniyye Fethi’ndeki Bekdaşi Katkısı:
Sultan II.Mehmet, Konstantiniyye’yi zapt ettikten sonra, en büyük dirlikleri –fesat çıkmaması için aldığı doğru bir kararla- beylik veya aşiret mensubu insanlara değil, Fütüvvet ehli (ehl-i tarik) olan Dânişmendiye’li atalarıma vermiştir. Zira o sıralarda, Yeniçeri ocağından ve Enderûn’dan çıkmış olgun ve elyak insanlar da yoktur henüz… Mesela bugünkü Hasköy mıntıkası, bizimkilerin tasarrufuna verilen Hass dirliğinden adını almıştır; ki o Havass’tan, 1-2 kuşak sonra temayüz etmiş bir seçkin zât olan Kiremitçi Ahmet Çelebi de, o havâliyi, tuğla-kiremit imalâthâneleri, bir teknik okul ve bir de –minaresi çok uzun- cami yaptırmak sûretiyle bir “sanayi kompleksi (külliyesi)” halinde imâr ederek 1549 yılında vakfeylemiştir. Kiremitçi Ahmet Çelebi Vakfı’nın son mütevellisi, babaannem Hayrünisa Güran idi; ve Vakfın gelirlerinden –geçimini sağlayacak kadar- tatminkâr bir maaş almaktaydı. Oysa bugün, Kiremitçi Ahmet Çelebi Camii’nin giriş “tak”ında, “sahipsiz ve bakımsız kaldığı için, Cami’nin, II.Abdülhamit tarafından, kendi vakfı kapsamına alındığı” ifade ve iddia edilmektedir. Ama elimde bulunan orijinal Vakfiye’ye göreyse, bu iddia külliyen “hilâf-ı hakikat”tir. Buradaki gerçek, Bekdaşilere tahammül edemeyen II.Abdülhamit’in, Bekdaşi (hatta Yeniçeriler) camii diye ünlenmiş bulunan bu eseri, -minaresini de kısa göstermek üzere- yere gömdürtüp, hileyle kendi vakfına geçirterek, Emevi (veya Yezid) camii hâline getirmesidir. Ve II.Abdülhamit’i, böyle bir hileye başvurması için cesaretlendiren saik de, orijinal vakfiyenin bizimkiler tarafından gâyet iyi saklanmış olmasıdır; öyle ki, Müstebit Sultan bu sırrı, kabinesine Nâfıa Nâzırı olarak aldığı –Babaannem’in amcası- Zihni Paşa’dan bile öğrenememiştir.
Hasköy’deki Kiremitçi Ahmet Çelebi Camii ve giriş Tak’ı…Minaresi çok uzun diye, etrafı yükseltilerek yere gömülmüş hâliyle ibretliktir!..
Bizimkilerin aldığı ikinci dirlik ise, Konstantiniyye surları içinde, şehrin omurgasını teşkil eden “Ayasofya-Fatih Camii sırtı”nın orta göbeğinde bulunan –bugünki- Saraçhâne yöresidir. Türk’çe imar edilen bu yöre de, dirlik mutasarrıfı Ayasofya İmamı Hüsam Bey ‘in âni ölümü üzerine, kızı Fatıma tarafından 1530 yılında, babası nâmına vakfedilmiştir. Eski Odalar diye anılan Yeniçeri Kışlası’nın civarını teşkil eden bu bölge, Kışlanın taşınıp da yerine Şehzade Camii’nin yapılmasıyla bir ziyaret yerine dönmüş, ve daha sonra da, 20.Yüzyıl ortalarına kadar bir sanat ve kültür (ve de eğlence) merkezi olarak neşvü nemâ bulmuştur; Şehzadebaşı adıyla… Benim bazı akrabalarım, 1960-70’lerde ölen son fertlerine kadar bu semtten ayrılmamışlardı; hiç unutmam… Orijinal vakfiyesi bende bulunan Ayasofya İmamı Hüsam Bey, isminden de anlaşılacağı gibi Seyfîyân’dan olan bir “komutan-imam”mış; ki Cuma hutbelerine de, Fâtihân temsilcisi olarak “yalınkılıç” çıkmaktaymış. Nitekim Hüsam Bey’in, YAVUZ’a ve KÂNÛNÎ’ye –Ayasofya’da yapılan merasimle- kılıç kuşandırdığı da, yaygın bir şekilde rivâyet edilmektedir. Ancak nevar ki artık, Hüsam Bey Vakfı’na ait hiçbir şey kalmamıştır; vandalca yapılan yıkım ve istimlâklar sonucunda…
Dânişmendiye kökenli “ehl-i tarik” atalarımdan, en yüksek mevkiye ulaşmış bulunan İmam-ı Sultan Mevlâna Bekdaş ise, Yeniçeri Ortaları’nın mevzilendiği Galata havâlisinin rıhtımı konumundaki Karaköy mıntıkasını tasarrufuna alıp, kadınlı erkekli bir çifte hamam, 35 büyük dükkan ve bir cami yaptırmak sûretiyle, orayı tam bir “liman kompleksi (külliyesi)” hâline getirerek vakfetmiştir. Son mütevellisi olduğum 1534 tarihli İmam-ı Sultan Vakfı’na ait dükkanların büyüklüğüne, 1947-48’lerde, Babaannem’in kontrat yenilemek üzere giderken beni de götürdüğünde, yakinen şahit olmuşumdur; içinde demir atelyesi bulunan, ana cadde üzerindeki, “hangar” diye nitelendirilebilecek hacimlerini görerek… Bugün, yağma denilebilecek bir “Vandalizm”le hiçbir eserinin bırakılmadığı İmam-ı Sultan Vakfı, vakfiyesinden de açıkça anlaşıldığına göre, –II.Bayezid hariç- tüm padişah vakıflarının herbirinden daha büyük bir varlığa sahiptir; Balat’tan, Ayvansaray’dan, Eyüp’ten, Tokat’tan, Sivas’tan ve Manisa’dan da katılmış mülkler ile birlikte… İmam-ı Sultan Mevlâna Bekdaş, hem Yavuz Sultan Selim’in imamı, hem Kanûnî Sultan Süleyman’ın hocası, hem de –KÂBE’nin lojistiğinden sorumlu- Surre Alayı’nın “komutan-imam”ıdır; ki o yüzden de Yeniçeriler tarafından “pîr” sayılıp çok sevilmektedir. Hatta müteakip yüzyıllarda Yeniçeriler onu, mükerreren hacı da olması hasebiyle hep, Hacı Bekdaş-ı Veli ile karıştırmışlardır; ki böylece de Fütüvvet menşeyli “ehl-i tarik” Istanbul’da, Bekdaşi diye temâyüz etmeye başlamıştır… İmam-ı Sultan Vakfı’na ait Karaköy Liman Kompleksi, Galata etrafında konuşlanmış Yeniçeri Ortaları’nın çıkardıkları Karakullukçu devriyesinin koruması altında, esnaflar arası rekabeti yasaklayan Gedik sistemi, ve zenaatkârlar arasında “şerbetli” usta seçilimini gerçekleştiren Lonca müessesesi, ve de mütevellilerini –hak sahibi evlad arasından- “ekber ve elyak” olarak selekte eden Vakıf idaresi ile, Batılılardan apayrı bir sivilizasyon örneği sunmaktaydı. Kaldı ki, -hâlâ aynı adla anılan- bitişik mıntıkada da, Yağkapanı bulunmaktaydı; narh (sabit fiyat) uygulayan ve hiçbir spekülâsyona imkân tanımayan –borsa karşıtı- bir depolama kurumunun, “yağlar”la ilgili seksiyonu olarak… Yani biz, fonksiyoner bireylerini –ekonomik rekabete mahkûm etmeden- insanî değerlerinin ölçümüyle seçen, ve de temel gıda maddeleri (malları) üzerinde spekülâsyona (dolayısile enflâsyona) asla izin vermeyen, gâyet insanî bir düzen tesis etmiştik; ki işte bu düzenle Konstantiniyye’yi fethettik. Oysa o sıralarda Hristiyan âlemi, gücü yetenin mallara konup, o malların spekülâtif fiyat dalgalanmalarıyla kendilerini değerlendirenlerin tesis etmiş oldukları, borsa ve bankalarla hercümerç oluyor, ve de sömürgeler peşinde koşuyordu.
Bekdaş Efendi hamamının yerini şimdi bu Karaköy Palas işhanı işgal ediyor…
Osmanî-Bekdaşi Çelişkisinin Sosyo-Ekonomik Temeli:
Bizim, spekülâsyona imkân tanımayan medenî düzenimiz aynı zamanda, para basma imtiyâzını elinde bulunduran Padişah’ların yapacağı “tağşiş” hilelerinin de, ânında fark edilmesini sağlıyordu. İşte Yeniçeri isyanları da –başlangıçta- sırf bu yüzden patlak vermişti; Yeniçerilerin, Eyüp, Mevlânakapı (hatta Galata) gibi semtlerdeki Bekdaşi dergâhlarında vardıkları “kavl-i karar”lar gereğince… Nevar ki, bütün bu uyarı (kazan kaldırma) ve isyanlara rağmen Osmanlı, Batılı akıl hocalarının güdümünden bir türlü kurtulamadı; Batılı devletlerin “para tağşişi”ni, gaddarca kazandıkları sömürgeler sâyesinde telâfi ettiklerini anlayamadığı için… Hatta Batılıların, sanayi devrimini bile, yağmadan elde ettikleri altın ve gümüşü harcayacak yer bulamayıp, milleti –âdeta- zorla mûcid yapıp “patent” dağıtarak gerçekleştirdiklerini dahî anlayamadı bizim Osmanlılar… Bunları anlayamadığı gibi, üstelik de onlara “kapitülâsyon”lar verdiler; Bekdaşilerin saf düzeniyle didişe didişe, bindikleri dalı kesip, kendilerini de bitirmek pahasına… Ve bunun neticesinde de, bizim –cihanşümûl- fetih düzenimizin ekonomik merkezi olan Galata-Karaköy mıntıkası, uluslararası borsacıların, bankacıların karargâhı hâline geldi… Aslında Osmanlı’nın, “para tağşişi” şeklinde yaptığı ekonomik spekülâsyonu (ve enflâsyonu), sömürgecilik yaparak telâfi edemediği (edemiyeceği) için, mutlaka –kendilerine müzâhir olmuş- Bekdaşiyân ile anlaşmak, ve Yeniçerilerin “şeriat (kanun nizam) isteriz!” âvâzelerine kulak kabartması gerekiyordu. Zira ancak, Bekdaşiyân’ın yaratıcılığıyla, yaptığı “tağşiş”i telâfi edebilir ve enflâsyonu önleyebilirdi; çünki loncalardan ve Yeniçeri Ocağı’ndan -Dünya’da emsali görülmemiş- mucizevî işler ve icatlar yapan pek çok yaratıcı ve mûcid çıkıyordu. Kânûnî, 1534’ten sonra, Ebusuud nâm yobazı Şeyhülislâm yapıp –fetih diye- dinî hamâsete dayalı istilâ harekâtına başlamasaydı da, sözkonusu mûcidlerin yolunu açsaydı, biz Avrupalılardan çok önce sanayi devrimini başlatabilirdik; diye düşünmek, hiç de mantıksız değildir. Zira Yavuz Sultan Selim’in kendisine bıraktığı “Devlet Hazinesi”, her zamankinden daha zengindi. Ama “kabile asabiyeti” ile büyük mareşaller çıkarabilen Osmanlı’lar, Batılı (emperyalist) akıl hocalarının telkinleriyle yaptıkları “para tağşişi” spekülâsyonunu, Arapların, “mistik (dinsel) spekülâsyonla kitleleri konsolide etmek” şeklindeki taktikleriyle (kurnazlıklarıyla) telâfî edebileceklerini sandılar; “mutlak iktidar” tutkuları için, buna mecbur olduklarını da düşünerek… Ve bundan dolayı da, bidâyette atalarının tenezzül etmediği işlere tevessül edip, “Halifelik” pâyesini piyasaya sürerek, “tarikat” adı altında kayırmacılıkla yozlaşmış cemaatleri (yobaz yuvalarını), iktidarlarına payanda yaptılar. Yani son tahlilde, “sanayi devrimini kaçırdık da, ondan geri kaldık” lâfı, gâyet sığ bir izah, hatta mugalâtadır; veya kolonyalistçe bir tevildir.
1826’ya kadar Osmanlı İmparatorluğu’nda, en az Şer’î Hukuk kadar Örfî Hukuk da geçerlidir, ve de esas Ordu, Osmanlılar Ocağı olarak değil, Bekdaşlılar Ocağı (Ocağ-ı Bekdaşiyân) olarak anılmaktadır; ki Örfî Hukuk’a göre meşrû bir protesto eylemi olan “kazan kaldırma”lardan da anlaşılacağı gibi, iktidar paylaşılmaktadır. Zaten bunun böyle olduğunu, padişahların –icabında- hall ve idam edilmelerinden de anlamak mümkündür. Kaldı ki, 18.Yüzyıldan 19.Yüzyıl ortalarına kadar Boğaziçi’ni süslemiş –yegâne- muhteşem yalısaray olan Sulusaray (Kuzguncuk Palas) da, İktidar’ın Bekdaşiyân bileşenini sembolize eden bir “alâmet-i fârika”dır aslında… Çünki o zamanlarda, değil paşaların filan, Osmanoğulları Hânedânı’nın bile, tek bir yalısarayı yoktur Boğaziçi’nde… Konstantinopolis’in zaptından sonra, bölgenin “Istanbullaştırma” anlamındaki fethi için en büyük girişimleri yaparak, Hasköy’de bir sanayi kompleksi, Galata rıhtımında liman kompleksi kuran, ve de Türk Şehir Kültürü’nün neşvü nemâ bulduğu Şehzadebaşı’nın temellerini atan Bekdaşi atalarım, 18.Yüzyılda Kuzguncuk Korusu’nun sahil şeritine de, bir büyük (üç katlı ahşap) yalısaray inşa etmişlerdir; lojman olarak kullanmak üzere… Zaten o zamanlarda, padişahların oturduğu Topkapı Sarayı bile, sultanların kendi üzerlerine mülk değil, sâdece bir lojmandı…
Sulusaray veya Kuzguncuk Palas denilen yalı saray, işte bu sahil şeritinde bulunuyordu. TRT-2 arşivinde kartpostal resmi var; ama kilit altında…
Çok uluslı gizli ittifaklarla gerçekleştirilen “1826 Yeniçeri Katliâmı”ndan sonra, Osmanlı Sultanları (ve Hânedânı), tamamen (Ruslar dahil) dış güçlerin resmî ve hafî (ajansal) faaliyetlerinin güdümüne girmiş, ve müteakiben de Batıda Yunanlılar, Doğuda da Kürtler ayaklanmışlardı. Bu durumda Osmanlı, dış güçlerin direktiflerine uymak zorunda kalarak, Mora’yı -1830’larda- verip kurtulmuştur(!). Ama Doğu’da, Kürtleri tutmak için, bizimkilerden yardım istemiştir; Yavuz’un 1514 seferinde –Kızılbaş’lar husûsunda- oynadığımız müsbet rolü hatırlayarak… Zaten o sıralarda, Erzurum Müşiri olan Osman Paşa da, İmam-ı Sultan Mevlâna Bekdaş soyundan gelen bir atamızdı.
Müşir Osman Paşa Suikastıyla Girilen Fetret Devri:
Müşir Osman Paşa’nın torunları tarafından bana –üç kuşak öncesinden- iletilen bilgiye göre, hazırlamış olduğu Doğu Reformu projesine Sultan Abdülmecid’den onay ve tahsîsat (bir büyük sandık dolusu altın) aldıktan sonra, Sulusaray (Kuzguncuk Palas) ikâmetine gelen Paşa, sefere çıkmak üzere veda yemeği verdiği akşam, sofrada (yiyip içtiklerinden) zehirlenerek âniden vefat etmiş, ve aynı sırada da Sulusaray –ne idüğü belirsiz kişilerce- baskına uğrayarak kundaklanmıştır. Bir padişahın, ülkesi hakkında almış olduğu çok önemli bir kararını (Doğu Reformu’nu) iptal ettiren böyle bir tertibin (komplonun), dış dinamiklerin güdümü (ve parmağı) olmadan yapılabilmesi mümkün değildir tabii… Nitekim, bu vahim olayı müteakiben ciddi bir soruşturma açılmadığı gibi, kalıcı bir şekilde tarihe kayıt da düşülmemiş, hatta ileriki yıllarda (Abdülhamit döneminde) tam aksi yapılarak, Müşir Osman Paşa’nın ismi silinmiştir; hem Mason, hem Plevne mağlûbu, hem de Rus esiri olan bir Osman Paşa’nın, müşir ve “gazi” yapılmasıyla… Oysa Türk tarihinde, düşmana esir düştükten sonra, düşmanın lûtfuyla iade edilen birinin “gazi” yapıldığı görülmemiştir… Sultan Abdülmecid’in –dış- komplocularla ne kadar ve nasıl mücadele ettiği (edebildiği) belli değil; ama kendinden sonra tahta çıkan, pehlivan yapılı irâdî Sultan, Abdülaziz’in, bir suikasta kurban gittiği çok açık… Kaldı ki Sultan Abdülaziz’in, maktûl Müşir Osman Paşa’nın yeğeni, ve Babaannem’in babası olan mühendis Esat Efendi’yi, Sermühendis yaparak Mescid-i Aksa’nın restorasyonuyla görevlendirdiği, ve büyük dedemin de yedi yıl Kudüs’te kalarak, bu önemli görevi hakkıyla îfa ettiği, gâyet iyi bilinmektedir… Aslında –dış- komplocular Osmanlı’yı, Bekdaşi’lerle mücadeleye, ve de Mason’lara müzâhir olmaya teşvik etmişlerdir hep… Ve böyle bir görevi de, en iyi (saklı-gizli) şekilde, II.Abdülhamit’e yaptırmışlardır; zâhiren Mason kovalattırıp (takip ettirip), realitede –Babamın dayısı dahil- Bekdaşileri içeri tıktırtarak; veya sürgüne gönderterek… Kaldı ki II.Abdülhamit, büyük dedem Sermühendis Esat Efendi’nin kardeşi Zihni Efendi’yi, kabinesinde Nâfıa Nâzırı yapmak suretiyle –nisbetsiz- yüceltmiş, ve böylece de onu bir şekilde kullanarak, İmam-ı Sultan Vakfı emlâkını helâk etmiştir. Ve bu arada, Kiremitçi Ahmet Çelebi Camii’ni de, hileyle kendi vakfına geçirtmiştir. Yani II.Abdülhamit, bugünki politikacılara da çok kötü bir örnek teşkil etmek üzere, algı operasyonlarıyla tam bir “düzenbazlık” politikası yürütmüştür; Dünya dengelerini Masonlarla, iç düzeni de mürtecilerle sağlamaya çalışarak… Ama en sonunda, Türkçülük kisvesine bürünmüş Mason’ların öncülüğünde -başlatılan harekâtla-, devrilmekten de kurtulamamıştır Sultan II.Abdülhamit; herne kadar yobazlardan medet umduysa da… Yukarda sözü geçen Nâfıa Nâzırı Zihni Paşa’nın torunları da, 70 yıl kadar sonra, Paşa’nın “Erenköy-Ziverbey”deki köşkünü, “12 Mart” darbecilerine “işkencehâne (gizli sorgu evi)” olarak kiraya vermişlerdir; “soydur çeker…” meseli mûcibince…
Mescid-i Aksa restoratörü Sermühendis Esad Efendi’nin konağı; ve 1882’de Babaannem’in doğduğu ev…Belediye’ye mektupla bilgi verdiğim halde, binanın künyesini –üzerine- yazmadılar.
Aslında Bekdaşilik, bugünki anlamda bir tarikat değildir; çünki bugün “tarikat” denildiğinde, “bir şeyhin etrafında toparlanmış biatçı müridler cemaati” anlaşılmaktadır. Oysa Bekdaşilik, Anadolu fütuhâtını gerçekleştiren Fütüvvet teşkilatının, Osmanlı teritoryasında aldığı ad olup, esasen kademli, şerbetli, elyak veya inisiye insan seçilimine istinat etmektedir. İşte bundan dolayıdır ki, bizde bütün sırlar ve önemli evrak, sâdece, evlâdın en seçkin (elyak) olanına devir ve emânet edilmiştir. Mesela bendeki evkaf evrâkı, -büyük dedem- Sermühendis Esat Efendi tarafından, kardeşi Zihni Paşa’dan saklanarak, küçük oğlu mühendis Hayri Bey’e intikal ettirilmiş, Hayri Bey de çocuklarının fazla “Batıcı” olduklarını gördüğünde (ki bunlar arasında meşhur şarkıcılar var), bu emâneti küçük kızkardeşi Rüştiye Mektebi mezunu Hayrünisa (Güran) hanıma iletmiştir. Babaannem de, oğullarının “elyak” olmadığını düşünerek, emanetin bana verilmesini vasiyet etmiştir. Oysa Osmanlı’da, -başlangıçta riayet edilse de- liyâkata itina gösterilmeyerek sultanlık, sâdece ataerkil biyolojik (genetik) verâset gözetilmek sûretiyle, Saray entrikalarıyla belirlendiği için, dejenerasyon kaçınılmaz olmuştur; tarihteki tüm hânedanlarda olduğu gibi… Nitekim bugün, tarihî bir otokritik yapabilecek tek bir Osmanlı ferdi bile kalmamıştır; Bekdaşi’lerden çıkan benim gibi biri… Mevcut Osmanlı’ların alayı da, hâlâ atalarının –menhûs- yâdigârı olan gericiliği, körüklemekten, ve ondan nemâlanmaya çalışmaktan başka bişey yapamamakta, ve de başka bir işe yaramamaktadırlar.
1826 Yeniçeri katliamını müteakiben yaşanan Müşir Osman Paşa suikastından sonra -vakıflarına da kayyum atanan- Bekdaşi’ler, “din artık, zâhirden bâtına girmiştir, ve dolayısile, zevâhiri kurtarmak üzere yapılan tapınma (salât)’lar nâfiledir” yolunda bir “kavl-i karar”a vararak, bir nevi laiklik ilân etmişler, ve de her bireyi, akıl ve vicdânıyla baş başa bırakmışlardır. Zira aksi halde, ekonomik ve idârî iktidarı, dolayısile bağımsızlığı kaybettikten sonra, “mutlak irâde” anlamındaki bir Allah nâmına fikir yürütmek, ve/veya O mitosun fikirlerini savunuyor görünmek (İslâmî dindarlık), Rabb’ın kitlesel cezalandırmalarını mutâd sayıp, bundan –mazoşist’çe- zevk almak anlamında bir “İsrailiyât” demek olacaktı. Nitekim bu kararlarının üzerinden daha yarım asır geçmeden, 1901’de keşfedilen Russell Paradox vasıtasıyla anlaşıldı ki, dinlerin dayandığı düşünce disiplini (Aristo Mantığı), temelden yanlış ve akıl dışıdır. Dolayısile de, “sıra dışı varlık” anlamında bir Allah mitosu var sayılarak kurgulanan dedüktif fikriyât (dinler), ancak kısıtlı zaman ve mekân aralıklarında geçerli olabilir, ve realize edilebilir ama, asla tüm insanlığa teşmil edilemez; mitoslar ve ritüeller çoğaltılmadan… Son tahlilde anlaşılmalıdır ki, Dânişmentlilerin ihdâs ettikleri Fütüvvet teşkilatıyla başlayan –cihanşümûl- iç dinamiklerimiz, Osmanlı’nın 1826’da Batı emperyalizmine satılmasıyla fiilen duraklatılmış olsa da, fikren devam etmiş, ve objektif görüş (ve analiz) anlamındaki inisiyatifini kimseye kaptırmamıştır. Bu da demektir ki, bugün Dünya’da inisiyatör gibi görünen kapitalist mihraklar, aslında insanları ve halkları birbirine kırdıran fesat yuvalarıdır.
Fütüvvet’in (Bekdaşiliğin), Hurûc Hârekâtı Lideri ATATÜRK ve Sonrası:
Aslında Mustafa Kemal, tüm Rumelili’ler gibi, Fütüvvet veya Bekdaşiyân terbiyesiyle yetişmiş, ve dolayısile de liyâkata çok önem vermiş elyak bir kişiydi. Nitekim Sofya’da ataşemiliter iken, Ocağ-ı Bekdaşiyân (Yeniçeriler) kıyafetiyle çektirdiği fotoğraftan da, hayatı boyunca kayırmacılıktan nefret edip liyâkata verdiği önem itibariyle de, bu anlaşılmaktadır. Kaldı ki, “bağımsızlık benim karakterimdir” derken de, yaranmaktan ne kadar nefret ettiğini vurgulamıştır aslında… Ayrıca, halkıyla kaynaşıp Cumhuriyet’ine başkent yaptığı Ankara’nın, bir zamanlar Fütüvvet ehli tarafından kurulmuş bir “şehir devleti (Kadı Burhânettin Devleti)” olduğunu da biliyordu herhalde… Ama ne yazık ki, Milli Kurtuluş Harekâtı sırasında, etrafında bulunanların alayı, Osmanlı’yı “velînimet” bilen biatçı askerlerdi; bir iki istisnâ dışında… İstisnai kişilerin en önemlisi de, bir aşamadan sonra Mustafa Kemal’i “velînimet” bellemiş, ve de bunu mektubunda açıkça deklare etmiş, “kamber” tabiatlı İsmet İnönü idi… İşte Atatürk, bütün bu kuşatılmış hâline rağmen, Osmanlı enkazının altından hurûc ederek çıkmasını bilmiş, seçkinlerin seçkini bir inisiyatördür aslında… Ama O’nun melekeleriyle rezonansa girebilecek kalitede ardılları çıkmadığı sürece, daima, yine aynı enkazın altına gömülme riskini taşıyacağız; her geçen gün üzerimize yağmaya devam edecek olan “gericilik” molozları ve tozları yüzünden…
Türkiye Cumhuriyeti’nin Bânisi Gazi Mustafa Kemal Atatürk, tabii ki –gericiler tarafından- kuşatılmışlığının farkındaydı; ki o yüzden, hastalığı dolayısile biraz irâde zafiyeti gösterdiğinde, Kamber İsmet’in bile, nasıl huysuzluklar yaptığını görerek, hemen görevden almıştı. Onun için de hep, müstakbel nesilleri yetiştirmek ve onlara yol açmakla uğraşmıştı. Bu cümleden olarak da mesela, Mescid-i Aksa restoratörü Sermühendis Esat Efendi’nin torunlarını (babamın dayılarının oğullarını), yurt dışında okutmuş ve/veya önemli görevlere getirmişti. Bunlardan, küçükken yakından tanıdığım ve ellerini öptüğüm üç büyüğümü hiç unutmuyorum; ki biri, Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Dekanı Âdil Bey, diğeri Askerî Fabrikalar Genel Müdürü Lütfi Bey, bir diğeri de, Musul’un ilhâkı hususundaki gizli faaliyetlerde önemli görevler îfâ eden Zihni Bey idi… Ama nevar ki, İnönü mârifetiyle Zihni Bey, lojistiği kesilip kriminalize edilerek, Âdil Bey çirkin (provokatif) iftiralarla istifaya zorlanarak, Lütfi Bey de, 2.Dünya Savaşı’nın sonunda, “mühendislik eğitimini Almanya’da almıştır ve karısı (Gönül Hanım) da Almandır” gibilerinden söylentilerle istiskâl edilmek sûretiyle Devlet’ten uzaklaştırılmışlardır. Oysa bu şahsiyetler aynı zamanda Mevhibe İnönü’nün de –uzaktan- akrabalarıydı; ancak İsmet İnönü, Mevhibe Hanım’ın gençkız’lık arkadaşlarını bile Çankaya Köşkü’ne sokmuyordu o zamanlar… Yani İsmet İnönü, bugünki “biatçılık” kadroculuğunun öncülüğünü yapmıştır; taa o zamanlarda… Kaldı ki İsmet İnönü, dincileri de kolay güdülebilecek cahil garibanlar gibi görmekte ve onlara her zaman müsamaha göstermekteydi. Oğlu Erdal da aynen babası gibi, ODTÜ’de, -Fen Edebiyat Fakültesi’ne vekâleten dekan olduğunda- biat etmediğim için kontratımı yeniletmemiş, ama biçok dinciyi, yüksek maaşlarla “part-time” öğretim görevlisi yapmıştı; hiç unutmam… Kadroculuk, esas itibariyle gericilik demektir; zira hangi ideoloji üzerine anlaşılırsa anlaşılsın kadro büyüdükçe, üzerinde fikir birliğine varılmış olan öğreti veya ideoloji de dogmatik ezberlere ve sloganlara dönüşür. Ve o yüzden de, kadro içindeki yükselme seçilimi, “kayırma-yaranma ilişkisi” şekline, yani biatçılığa döner; ki en sonunda da, binlerce yıllık dogmatik mugalâta literatürü (dinî doktrinler) gelir, sonradan uydurulmuş dogmaları kovarak, yerlerine kurulur.
İsmet İnönü, kafasına göre bir kadroculuk ideolojisi (laik Atatürkçülük) uydurmuştu, “biatçılarıma bunu belletirsem, çelik bir çekirdek (kadro) oluşturur, ve memleketi gül gibi idare ederim” diye düşünerek… Ama uydurduğu bu “Atatürkçülük” ideolojisinin dış politika ayağı, “ona buna bazı mavralar dikte edilip bellettirilerek” uygulanamıyordu; zira yaratıcı düşünce ve inisiyatif gerektiriyordu dış politika... İşte bunları yapabilecek güçten (meleke gücünden) yoksun olan İnönü, yine de memleketi, 2.Dünya Savaşı’nın ateşinden korumayı bildi; ama hangi taktiklerle, ve ne pahasına?... Aslında İsmet İnönü’nün kafası da, son –ve yoz- Osmanlı padişahlarının kafasından farklı değildi. O yüzden de, Osmanlı’nın 1826’dan sonra yaptığını yaparak, Savaş boyunca, çatışan devletlerin ajanlarını memlekete doldurup, onların –lobi faaliyetleriyle- içimizde oluşturduğu dengelere, ve bu dengelerden temayüz eden fikirlere göre, dış politika belirlemeye başladı. Ve böylece de, Atatürk’ün inkıtâya uğratmış olduğu “fetret devri”ni hortlatmış, veya güncellemiş oldu. Dolayısile de Türkiye’deki iktidarlar, “dış dinamikler”in manipülâsyonlarıyla gelip gider oldular; ki bunlar, en sonunda Türkiye’ye, bir “dindarlar iktidarı”nı münâsip ve lâyık gördüler; ortalıkta “ilericiyim” diye dolaşanların (veya Atatürkçü geçinenlerin) bile, aslında gizli dogmatik (dinci) olduklarını anladıkları için… Ve de, dinci kadroların ekonomik rüşvet ve manipülâsyonlarla kolayca güdülebileceğini bildiklerinden… Ve bu arada beni de, -yerli işbirlikçileriyle birlikte- koyu bir siyasî tecrit ve ekonomik ambargo altına soktular. Bu öyle bir tecritti ki, kendi memleketimde, ne bir yayın organında yazı yazabildim, ne de yazarak kendi paramla bastırdığım broşür ve dergileri sattırabildim (bâyilere dağıttırabildim); bir –şecereli- fâtihân evlâdı olaraktan… Ama artık mızrak çuvala sığmamaktadır; çünki bir defa, beni mahkemeye verecek kadar sıkıştılar, ve bunun üzerine ben de, bütün yersel ve evrensel problemleri, köküne (temel varsayım veya prensiplerine) kadar açıklayarak, çevremizi sarmalamış olan ağları yırtıp attım; sahih atalarımın rol oynadığı –gerçek- tarihten ve bilimden aldığım güçle…
Babamla Son Konuşmalarımız:
Mescid-i Aksa restoratörü Sermühendis Esat Efendi’nin torunu olan babam Yük.İnş.Müh. Mehmet Orhan Güran, Atatürk’ün “demir ağlar” projesinin baş mühendislerinden biri, ve belki de en önemlisidir. Zira kendisi, 1930 yılında, Adana-Mersin demiryou hattında kontrol mühendisi olarak başladığı meslek hayatının sonunda, Bayındırlık Bakanlığı Demiryolu Köprü ve Tunelleri Proje Fen Heyeti Reisliği’nden emekli olurken, yapmış olduğu köprü ve tuneller hakkında yazdığı yedi adet kitabı da, Bakanlık kütüphanesine kazandırmış bir insandır; sâdece birinden telif ücreti aldığı halde…
Babam Orhan Güran, mühendis (yani pozitivist) olduğu için, sonsuzlar matematiğinden, yani matematik analiz ve matematiksel mantık’tan pek anlamıyor, ve onun için de, bilimin nüfûz edemiyeceği bir “metafizik alan”ın bulunabileceği ihtimaline binaen –ve de geleneklere hürmeten- peygamberlerin öğretilerinin (dinlerin) hâlâ geçerli ve faydalı olabileceğine inanıyordu; laikliği, devlet için gerekli görmekle birlikte… Ama beni dinlemeden de edemiyordu; hem atalarının “din zâhirden çıkıp bâtına girmiştir” öğütüne hürmeten, hem de benim düşüncelerimin nasıl gelişeceğini merak ettiği için… Kendisinin bana verdiği öğüt ise sâdece, atalarımızın görüşüne tetâbuk edecek bir istikbal vizyonu kazanamadığım sürece, onların tarihî kişilik ve rollerini –spekülâtif saiklerle- ortaya çıkarmaya çalışmamam hususundaydı. Çünki, aksi halde, üstümüze basarak (çıkarak) çökmüş olan Osmanlı’nın, kokuşmuş enkâzının altında kalırsın, diyordu Babam… Hatta bu cümleden olarak, bilgimi doğrulatmak için sorduğum “Eyüp’deki Âgâh Efendi Dergâhı, bizim aile çevresine mi aitti?” sorusuna bile kaçamak cevaplar vermiş, ve ancak, -1980’de- öldükten sonra verilmek üzere yazdığı mektubunda beni teyit etmişti. Gerçekten de, şimdi –durumları- açıkça görüp anlıyorum ki, dinlerin kurgulanmış olduğu Aristo Mantığı’nın çürütüldüğünü öğrenmesem, ve de Antropoloji’nin diyalektik mantığı ile Evrensel Determinizm’i ortaya çıkaramasaydım, Osmanlı bendegânı ve reayâsının piçlerinin piçlerinden müteşekkil olan bugünki –parayla azıtmış- gerici iktidara, asâlet taslayarak hiçbir şey anlatamazdım…
Babama karşı itirazlarımda hep –temel olarak- şu tezi savundum: Bilim mantığı ve din mantığı diye birbirinden kopuk (birbiriyle örtüşmeyen) iki ayrı mantık olamaz; çünki böyle bir durum, insanın kafasını çatlatır ve şizofreniye yol açar. Onun için, bilim bir gün, peygamberlerin tarihî varoluşlarını (gerekirliklerini) ve öğretilerini (dinleri) objektif olarak izah etmelidir,ve edecektir diyordum da, bunun nasıl olacağını kelimelerle (mecazlarla) bir türlü anlatamıyordum; binlerce yıldan beri yığılmış olan dogmatik mugalâta literatürünün (dinî ve felsefî mülâhazaların) içinden çıkamayarak... Ama ne zaman ki, ileri analiz (Analiz II) dersi veren hocam CAHİT ARF bir gün, tüm öğrenci ve öğretim üyelerine şâmil olmak üzere, Matematiksel Mantık (Set Theory) kapsamında bir konjoktür meselesi attı ortaya, ve de benim çözümlememi “mükemmel” buldu, işte o zaman, sonsuz elemanlı kümeler üzerine doğru düşündüğümü, veya sembolik düşüncede evrensel görüşe sahip olabildiğimi anlayıp bilinçlenerek, büyük bir özgüven kazandım. Ve babamla yaptığımız tartışmaların sonlarında da ona, “ben dinleri bilimle izah edeceğim!” diye yüksek sesle –âdeta- çıkıştım. Bu çıkışım üzerine babam bir an, dondu kaldı; ve sonra da şu sözler –âdeta- döküldü ağzından: “belki yaparsın ama ben görmem”… Ben de cevaben ona, “görmeniz de gerekmez” dedim; ki Babamın da hissettiği gibi, dediğimi yaptım.
Düştüğümüz (ve kalkacağımız) hâli ve yeri, ben böyle –açıkça- tarif ettim; bugün bekâ, bekâ diye yırtınanlar, aslında “irtica”yı bâkî kılmak isteyenlerdir; nokta!
Ali Ergin Güran: 25 / 03 / 2019