Tarihî devirlerdeki tüm düşünceleri Aristo Mantığı disipline etmiş, tüm ideolojileri de Hedonizm belirlemiştir; dinler dâhil…
Tarım (Kültür) Devrimi ile insanlık, Tarihî Devirler’e geçerken, akıllanmış olduğu “varoluş zonu”nu inkâr (negasyon) ederek, “bol üretim yapmak ve Dünya’ya yayılmak üzere üremek” için, beslenme ve çiftleşmeyle ilgili tabuları yıkmak ve kafasından silmek (unutmak) zorunda kalmıştır. Bu “anti-tez” katlanması, bir bakıma aklın, kendi oluşumuna karşı çıkması, veya “bindiği dalı kesmesi” anlamına geliyordu. Yani insan, bir şekilde (sebeple) mecbur kaldığı ritmik tepinmeler nedeniyle, içgüdülerini frenlemekle (tabular edinmekle) birlikte, bedenî “ritm” ve zihnî “sıralama” melekelerini kazanarak akıllandıktan sonra, kurduğu uzun nedensellik zincirleriyle ekip biçmeyi öğrenip, bol besin elde ederek –içgüdüsel hazlarla- rahat bir hayvanlık yaşayabileceğini anlayınca, “akıllı hayvan” olma yoluna savrulmuş ve yalpa yapmıştır; tarihî devirlerde… Ve bu yüzden insanlık, “akıl-içgüdü” karşıtlığının, idare edilmesi gereken bir “diyalektik çelişki” olduğunu anladığımız (bilince çıkardığımız) bugünlere kadar da, hayvanî rekabetle birbirini yemiş, ve krizden krize (savaştan savaşa) sürüklenmiştir. Zira sözkonusu negasyon (anti-tez) kırılmasında, akıllanmış ilk liderler insanlara, ritmik âyinlerle kazanmış oldukları “ritmik rezonans”tan mütevellid “birlik hoşnutluğu ve güven hissi” anlamındaki “Uluruh” kavramını unutturmak, ve onları “baştan çıkarmak” için, “kutsal (resmî görevli) fahişe”ler bile kullanarak sekse alıştırmışlar, ve kendilerini de, tüm “artı-değer”in sahibi olan –dolayısile insanları besleyip üreten (yaratan)- tapınç mecii (Tanrı) şeklinde empoze etmişlerdir. Başlangıçta, “ateşi kullanma becerisi”nden türetilmiş –melekelerin test edilmesi anlamındaki- “inisiyasyon” sınavlarından geçerek seçkinleşmiş “şâman-rahip” karışımı din adamları arasından çıkan, “Tanrısal Kral”lar, zaten tebaları tarafından da “Tanrı” kişiliği olarak görülmüşlerdir; sadece besleyen olarak değil, kitlesel işbölümü düzeniyle –bir işçinin bütünsel kavrayamayacağı- mucizevî işler de yaptıkları (yaptırdıkları) için… Ama nihayette bu “tanrı-kral”lar, ataerkil hânedanlar oluşturup devletlerin başına çöreklendikten sonra, nasıl akıllandıklarını unutarak akıl yürütmüş, ve kendilerini hâriç tutan bir –Tanrısal- objektivite anlayışıyla, paradoksal Aristo Mantığı’nı, resmî düşünce disiplini olarak insanlığa dayatmışlardır. Böylece de insanlığın akıllanma zonu, çoğalma uğruna inkâr edilerek (tabular yıkılarak), insanlar, çoban “Tanrı-Kral”lar ve akabinde de peygamberler tarafından, “iş karşılığında, beslenme ve çiftleşme hazlarıyla ödüllendirilmek” şeklinde şartlı refleksler kazandırılarak çalıştırılan ehlî hayvan sürüleri mesâbesine düşürülmüştür; ki bu süreçte de, sonradan Hedonizm (Hazcılık) denilen ideoloji ortaya çıkmıştır. Demek ki Hedonizm, beslenmek ve üremek için çalıştıklarına ve yaşadıklarına inanan insanların en temel ideolojisidir; ki bu inanç, dinler tarafından da, feodalizm ve kapitalizm denilen ideolojiler tarafından da, bir takım muğlâk(demagojik) ahlâkî ve sosyal kurallar çerçevesinde, esastan korunmuş ve desteklenmiştir. Çünki insanların kendilerini, ehlî hayvanlar gibi şartlı reflekslere alıştırmış olmaları, bütün patronaj rejimlerinde, yönetim (güdüm) kolaylığı bakımından makbul görülmüştür. Ama bu arada kadınların, regl peryodlarına mahkûm doğurgan, edilgen, ve dolayısile melekeleri muhtel (gayri irâdî) yaratıklar hâline gelmesiyle de, yenilenen nesiller gittikçe, biraz daha melekeleri bozuk iradesiz “ehlî hayvanlar”a dönüşmüşlerdir; hem de, yapay bir fauna şeklinde genişleyip (şişip) Dünya’nın total “eko-sistem”ini bozan anormal mahlûkat olaraktan… Ayrıca bu süreçte, bol besin ve konforlu ortamlara kavuşan tarih insanlarının bir kısmı da –zenginlerin öncülüğünde- lezzet ve şehvet hazlarını çeşitlendirmek suretiyle, üreme amacına aykırı yollara saparak kendilerini, “obez” ve “seksopat” olarak dejenere etmişlerdir… Antik devirlerin sonlarına doğru –aynen Aristo Mantığı gibi- Grekler tarafından isimlendirilen Hedonizm’in içine, Epiküryen filozoflar, insanların doğruluk ve güzellik algılamalarından mütevellid “zihinsel haz” kavramını sokuşturarak, onu insanîleştirmeye (kibarlaştırmaya) çalıştılarsa da, meleke faaliyetinden kaynaklanan bu algılamaların, esasen içgüdülere (içgüdü hazlarına) karşı –yani Hedonizm’e karşı- direnişin mahsulü olduğunu anlamadan saçmalamışlardır. Oysa esas mesele, Hedonizm’i insanîleştirmek değil, aşmaktır; ki bu da, akıl (melekeler) ile içgüdüler arasındaki diyalektik çelişkiyi yönetebilmek, dolayısile akıllı (melekeleri sağlam) insanların –doğru- seçilimini gerçekleştirmekle mümkün olabilir ancak…
“Tanrı-Kral” hânedanlarıyla başlayan tarihî patronaj düzenlerinde, resmî düşünce disiplini Aristo Mantığı, ve değişmez temel ideoloji de Hedonizm olarak tebellür etmişken, yine de –zamanlar üstü- insanlaşma zonu (panteist-zon), istisnai şartlarda hükmünü icra edip, melekeleri sağlam bireyler yaratmaya devam etmiştir. Bu seçkin bireyler, devamlı (ister istemez) çalışan sayma/sıralama melekelerinin tekrar tekrar kararlılaşarak özgün fikirler üretmesi anlamında ıstırâr halleri yaşarlarken, aynı zamanda seks yapmayı, hatta yemek yemeyi bile, Doğa’nın yüklediği bir angarya gibi görüp, çok gerektiğinde bu işleri, ancak “def-i hâcet” kabilinden yapmışlardır; Panteist-Zon’daki tabuların güncellenmesi anlamında… Böylece de, diyalektik (değişimci) düşünceyle Aristo Mantığı’nı, “nefis köreltme” prensipleriyle de Hedonizm ideolojisini fiilen inkâr ederek müesses nizamın dışına düşmüşlerdir. Ancak nevar ki, inisiye (seçkin) insanların kurmuş olduğu “devlet”leri, kitlesel tarım üretiminden ortaya çıkan büyük “artı-değer”i sahiplenmiş “Tanrı-Kral”lar ele geçirip, onu, sülâlelerinden başlayarak bir “kayırmacılık” sistematiği hâline getirdikten sonra, melekeleri güçlü yaratıcı insanlar da kısmen ve tedricen, amaçlı (ısmarlama) düşüncelere çekilmişlerdir; mühendislik (teknokratlık), hukukçuluk ve hatta kâhinlik (veya müneccimlik) gibi meslek kategorileri ve adlarıyla başlanarak… Ve bundan sonra da akıl, tasarıların (projelerin) icabı olarak (onları gerçekleştirmek üzere) çalışan bir beyin aparatı gibi anlaşılmaya başlanmıştır; yaratıcı Tanrı miti de, aklîmiş gibi gösterilmek üzere… Ve böylece, bilimin dallandırılması, ve bilimcilerin “at gözlüklü” spesiyalistler hâline getirilmesiyle, melekelerin kendiliğinden çalışarak ürettiği özgün (yaratıcı) düşünceler, bilimsel bilgi ve terminoloji birikiminden de mahrûm bırakılarak, Mistisizm (sırcılık) adı altında bir illegal kategoriye hapsedilmek istenmiştir. Öyle ki, bir yandan, melekeleri kendiliğinden (ister istemez) çalışan yaratıcı insanlar, mahalli literatürden edindikleri mecazî sözcük ve terimlerle, özgün (ve çoğunlukla evrensel) düşüncelerini anlatmakta zorluk çekerlerken, diğer yandan da ortaya, “düşüncelerin ve onlardan mütevellid fikirlerin, aklî ve meşrû olup olmadığı” sorunsalı konulmuştur; hem de aklın, metaforlar hâricinde bir bilimsel (objektif) tanımı yapılmamışken… Ama bütün bu handikaplara rağmen, melekeleri yeteri kadar güçlü olan bireyler, herne kadar ifadeleri muğlâk ve zayıf olsa da, güçlü melekelerinden mütevellid keskin kararlılaşma (katıksız inanç) hallerinin yarattığı çekim gücüyle, geniş halk kitlelerinden pek çok taraftar kazanabilmişlerdir. Mistik kanattaki bu dallanmayı bazıları, Tarikat (Yollar) adı altında sistematize etmeye çalışmıştır; “aynı hedefe, yani nihai bilince (Tanrı’ya) varılmak isteniyor” anlamında… Ve bu sistematiği rasyonalize etmek için de, fikrî önderlerin –melekelerin test edilmesi anlamındaki- inisiyasyon seçilimiyle belirlenmesi düsturunu vaz etmişlerdir. Çünki onlar –gelenekleriyle- biliyorlardı ki, ancak melekeleri güçlü olanlar içgüdülere karşı direnir (tabuları güncelleyebilir) ve özgün fikirler üretebilirler. Zaten onların, “Tanrıya giden yollar (Tarikat)”ındaki “Tanrı” kavramı da, “Tanrı-Kral” ve peygamberlerinki gibi bir mitos değildi; hayvanlıktan uzaklaşmak üzere girilen bir rotanın nihai hedefi olarak anlam kazanıyordu. Ve bu sebepten de, bütün tanım ve kuralları, -tabuların geleneksel uzantıları olan- oruç (boğazına hakim olmak) ve mücerretlik (a-seksüalite) ritüellerine ve idealine göre şekilleniyordu. Bu arada Pisagor, M.Ö. 7.yüzyılda kurduğu eğitim müessesesiyle, bunun en belirgin ve seçkin bir örneğini de ortaya koydu; “inisiyasyon” seçiliminden geçemeyen talebelerin, ancak gözlemci olabileceklerini şart koşarak… Ama bu iyi örneklere rağmen, tarikatların çoğu (Pisagor’unki de dahil), “tanrı-kral”ların ve peygamberlerin “büyüme (çoğalma) ekonomisi”nin tesirinde kalarak, “taklitçi/ezberci çömez yetiştirme ve kayırma” kastları şekline dönüştüler; ve toplumları fesata boğan, mistik (dinsel) cemaatler hâline geldiler. Hatta bunlar, Aristo’nun akademyasına bile model oluşturdular; feodallere ve burjuvaziye, “at gözlüklü” –sadece ısmarlanmış (piyasaların istediği) işleri yapan- spesiyalist bilimciler, (daha doğrusu teknokratlar) yetiştirmek için çalışan bugünkü üniversitelerin prototipine…
Tarihî Devirler, “akıl-içgüdü” diyalektik çelişkisini yönetebilmekle aşılır:
Tarihî Devirler’in başında, hânedan mensubu “tanrı-kral”ların –mitik tanrıların prototipi olarak- ihdâs ettikleri Aristo Mantığı ile Hedonizm ideolojisi yüzünden insanlık, materyalist devlet yönetimleriyle mistik tarikat (yollar) sistematiği arasında yalpalayıp durmuş, ve dolayısile de bolluk (sefahât) dönemleriyle kıtlık ve savaş dönemleri arasında (kumpasında) helâk olmuştur. Çünki bir defa, Tarım (Kültür) Devrimi’nin işgücü (işçi) ihtiyacına binaen –beslenme ve çiftleşmeyle ilgili- tabular yıkılarak insanlar üremeye (sekse) teşvik edilmiş, ama buna reaksiyon olarak da, insanlığın yüz binlerce yıl yaşadığı tabulu hayatın (panteist-zon’un) geleneksel devamı niteliğinde, türlü oruç (beslenmeye direniş) ve mücerretlik (sekse direniş) biçimlerini idealize eden Tarikat sistematiği ortaya çıkmıştır. Bu şekilde, bir yandan Tarikat, içgüdülere karşı direnebilen, melekeleri sağlam (yaratıcı) bireyleri, “inisiyasyon” seçilimleriyle ortaya çıkarırken, diğer yandan da devletler, kitlesel işbölümü (uzmanlaşma) ve tüketim (büyüme) ekonomisi mûcibince bilimsel (objektif) düşünceyi -piyasa taleplerine göre- dallandırıp, bunlardan teknolojik meslek kategorileri oluşturarak, seçkin (akıllı) insanları buralara çekmeye çalışmışlardır. Böylece de Tarikat, mahalli dillere ve mecazlara mahkûm olarak hem dallanan, hem de ifade zaafiyeti çeken, mistik (ve kayırmacı) cemaatler haline gelirlerken, devletlerin bilimsel meslek kategorileri de, biriken bilgi ve katılaşan terminolojinin açtığı labirentler, ve piyasaların yaptığı talepler yüzünden, yönlendirilmiş fikirler üreten, spesiyalist ve kariyerist bilimciler (daha çok teknokratlar) yetiştirdiler. Ortadoğu’da, yozlaşmış “tanrı-kral”lar düzenine başkaldıran peygamberler aslında, Tarikat umdelerine ve terbiyesine istinâden isyan etmiş kişilerdi; ki bunlardan Hz.Musa’nın, günahlarından arınarak ruhsat almak için, zamanındaki önemli bir tarikatın çok ağır “inisiyasyon” sınavlarından geçtiği iyi bilinmektedir. Onlar, fiksesyon (kafaya takma) dolayısile rüyalarında gördükleri hayallerden, veya “uyurgezer” haldeyken gözlerinin önüne gelen –alt benlerinin tezahürü- hologramlardan mülhem tanrılarından öyle güçlü bir motivasyon almışlardı ki, bu muhayyel tanrıyı, hem “tanrı-kral”ların üzerine çıkarmış, hem de tarikatçıların idealindeki transandant mevkiye oturtmuşlardı. Böylece de, materyalist “tanrı-kral” öğretisiyle, mistik “tarikat” ahlâkını kaynaştırıp uzlaştırabileceklerini sanmışlardı. Oysa didaktik bir ahlâk öğretisi aklî değildi. Çünki aklın kendisi, bir diyalektik fenomendi; içgüdüsel çekimlere karşı, sayma(ritm) ve sıralama melekelerinin –bir fren gibi- gayri ihtiyârî çalışarak, kararlılaşma halleri sağlaması anlamında… Yoksa insanlara, komaca akılla (öğretiyle) iş yaptırılamazdı; onları –hayvanlar gibi- şartlı refleks kazandırma antremanlarından geçirmedikçe… Ama kalabalık (sıkışık) bir toplumsal hayatta, cinsel içgüdü hususunda, şartlı refleksler kazandırma şeklinde dahî olsa, hiçbir biyolojik varlığı terbiye etmek mümkün değildi; değildir. Zaten bu arada kapitalistler de, çoğalma (büyüme) ekonomisi ile seksi özendirip durmakta, ve peygamberlerin “çoğalın ve Dünya’ya yayılın” şeklindeki emrinin devamı olarak, “çoğalın ve Uzay’a yayılın” direktifi vermektedirler; sanki üç boyutlu vechesinden, -tenekeden araçlarla- Evren’in çevresini dönebilirlermiş gibi… Oysa Evren’i keşfetmek demek, mikrokozmostan Evren’in dibine (orijinine) inmek demektir; ki böyle bir meseleyle uğraşmak için de, ne Dünya’dan fazla uzaklaşmaya, ne de fazla insan nüfusuna gerek vardır. Ama nevar ki, “Uzay’ın fethi(!)” projesi, piyasaları canlandıracak ve büyütecek yüksek bir potansiyele sahipken, mikrokozmos fiziği üzerindeki çalışmaların piyasa değeri yoktur; görüntü satmaktan başka... Onun içindir ki kapitalistler, bundan 8-10 bin yıl önce yapılmış Tarım Devrimi amaçları ve şiarlarıyla, “tanrı-kral”lar gibi hareket ederek, “çoğalma ve Uzay’a yayılma” stratejisi gütmekle, insanlığı büyük bir felakete (Kıyamet’e) sürüklemektedirler; dinlerden de icazet alarak… Halbuki bugün, zamanın izafî olduğunu, “başlama” ve “bitiş” noktalarının ise ancak, kısıtlı bir mekândaki “lineer zaman akışı” için düşünülebileceğini, dolayısile de canlılığın, Evrensel bilinçlenme süreci içindeki bir “ara form” olması gerektiğini iyi biliyoruz. Çünki insan bilincinin, biyolojik bedenin yok olmasıyla birlikte, Evrensel bilinçlenme sürecinden –sıradışı bir varlık (Allah mitosu) tarafından- dışarı atılacağını da düşünmüyoruz; ekstra ordiner varlık ve alan kavramı aklî olmadığı için… Demek ki insanlık, yüzbinlerce yıl sürmüş “tabulu zon”dan sonra girdiği, ve seksin –bazı ritüel ve kurallar çerçevesinde- marifet sayıldığı, 8-10 bin yıllık tarihî süreçte, hâlâ bir şok yaşamakta ve yalpalamaktadır. Zira meleke faaliyetinden mütevellid –Panteist Zon’da “tabu” sembolleriyle ifade edilmiş olan- cinsel korku ve tutukluluk hallerinin, didaktik ahlâk öğretisiyle kazanılan bir erdem sanılması yüzünden, mesele çok muğlâklaşmaktadır. Burada meseleyi karmaşıklaştıran husus, konuşmanın bile icat edilmediği tabusal “başlangıç zonu”ndan gelen cinsel tutukluk hallerinin, sekse cevaz vermiş ilk krallar ve peygamberler tarafından intihâl edilerek, “ahlâk” adıyla patent altına alınmış olmasıdır. Yani hânedanlı “tanrı-kral”lar ile peygamberler, tabuları resmen yıkıp insanları sekse teşvik ettikten sonra, onların yüzbinlerce (belki milyon) yıllık cinsel korku ve tutukluk (utanmak gibi) hallerini, kendilerine, (daha doğrusu bir mitik tanrı nâmına yaptıkları telkinlerin, yaptırdıkları ibadetlerin tesirine) yontarak istismar eden, tarihin en büyük düzenbazları olmuşlardır. Oysa şâmanlar, yaptırdıkları ritmik âyinlerden mütevellid cinsel tutukluk (korku ve utanma) hallerinin sebebini –idrâk edemeden- totem kazıklarına nakşettikleri korkunç tabusal (tabu bekçisi) masklara atfedip, aynı maskları, tabuların (cinsel korkuların) tahkimi için kullanmakla, çok tutarlı ve mantıklı davranmışlardır; Tarih Öncesi’nde... Tarihî Devirler’deki peygamberler ise, paradoksal Aristo Mantığı’nın alanına girmekle saçmalamışlardır. Zira, meleke faaliyetinden mütevellid cinsel tutukluk hallerini (yani ahlâkın temelini), bir “Allah” mitosuna –“fıtrî ahlâk” adıyla- atfettikten sonra, aynı mitosa “çiftleşme reçetesi (kuralları)” yazdırmışlardır. Oysa seksin kötü (günah) bir iş olduğunu varsayıp, insanlığın yüzbinlerce yılda –akıllanmanın bedeli olarak- kazandığı tutukluk (günaha direnme) hallerini de, “fıtrî ahlâk” diye kendine mâlettikten sonra, o tutukluğu aşmanın reçetesini (resmî ve meşrû kurallarını) vermek, “her an –reçeteyi yanlış kullandıran- Şeytan’la yer değiştirebilirim” demek gibi, bir “Allah paradoksu”dur aslında… Yani bu şekilde, peygamberler de düzenbazlık yapmış olmaktadırlar; zira “melekeleri muhtel (akılsız)” insanların da, Allah’ın kurallarına uyacaklarını bildirdikleri taktirde, ahlâklı (ve akıllı) olabileceklerini kabul etmekle, mürailiğe alan açmışlar, ve de münafıklığa davetiye çıkarmışlardır. Zira çobanın gözünde tüm koyunlar –faide bakımından- nasıl eşitse, onlar için de bütün insanlar “teba” olarak eşittiler; ki bu düsturu kapitalistler, -insan tanımı yapamadan- “insan hakları” şiarıyla günümüze kadar taşımışlardır. Hem zaten, dinsel ahlâkî mugalatalara müeyyide mercii olsun diye ihdâs edilen muhayyel “Allah” mitosu da, tarih boyunca sadece, egemenlerin (zorbaların) “kitlesel hipnoz” objesi olarak kullanılmış, ve bundan başka da, bir işleve sahip olamamıştır… Demek ki, “Tarih Öncesi (Panteist-Zon)”nin inkârı veya negasyonu olarak ortaya çıkan Tarihî Süreç’in, bir “anti-tez” katlanması olduğu, dolayısile birinde yasak diğerinde serbest sayılmış olayların (mesela seksin), bireylerin hayatında bir “diyalektik çelişki” olarak yönetilmesi, ve de bunu lâyıkıyla yapabilenlerin öne çıkarılması (seçkinleşmesi) gerektiği anlaşılmadıkça, insanlığa huzur gelemez. İnsanların, huzurlu bir Tarih Sonrası’na geçmeleri için, dikkatlerini özlerine döndürüp “akıl(ahlak)-içgüdü” diyalektik çelişkisini yönetmekle uğraşarak, -hâriçten gazel okuyan- muhayyel ve muktedir bir yönetici (Allah mitosu) vehmiyle, dinsel hipnotizmalara açık hâle gelmemeleri gerekmektedir artık… Hem zaten, Panteist-Zon’dan sonra, bazı pagan kabilelerde de, bu “diyalektik çelişki” toplumsal çapta hayata geçirilmiş, ve de “karnaval” veya “festival” adlarıyla “serbest seks” günleri ihdâs edilmiştir; günümüzde dahî –bir şekilde- sürdüğü gibi… Ama buna rağmen, kapitalist ekonomiye entegre olmuş dinî örgütler marifetiyle, insanlar hâlâ, ahlâkın dinle, tapınmayla ve Allah mitosuyla ilgili olduğuna inandırılmaktaydılar. Neyse ki, 20.Yüzyıl başlarında, spesiyalist (meslekten) matematikçi olmayan bir düşünür BERTRAND RUSSELL , Set Theory alanında Aristo Mantığı’nın paradoksunu göstererek, Matematiksel Mantık’ın prensiplerini kabul ettirdi de, insanlığın fikren ufku açıldı. Ve bu şekilde de, Tarih Öncesi (Panteist Zon) keşfedilip, tarihî devirlerdeki –dinler dahil- tüm ideolojilerin “paradoksal demagoji”ler olduğu anlaşılarak, Tarih Sonrası’na geçiş yolu bulunmuş oldu. Yoksa, müzikli müziksiz koskoca bir “aşk edebiyatı”, insanların seks olayında nasıl bir tutukluk gösterip “gel-git” dalgalanmaları yaşadıklarını (hatta eziyet çektiklerini) anlatarak aşkı meşrûlaştırırken, didaktik dinî (ahlâkî) öğretilerin nasıl aşındırıldığı, ve dolayısile insanların nasıl bir hayvanî çıkarcılığa ve tüketime sürüklendiği gâyet açık görülmektedir.
Matematiksel Mantık prensibi (W.O.)’ya göre, zihnimizdeki düşünce alanında (kümesinde) bulunan –ister maddi, ister hayalî menşeyli olsun- bütün elemanlar, herhangi ikisinden biri önce, diğeri sonra gelmek suretiyle iyi sıralanırlar. Bu prensibin, “insanî davranışlar” kümesi içindeki mütekâbili, sayma (ritm) melekesinden başka bir şey değildir; olamaz. Çünki, ister istemez (gayri ihtiyârî) de yapılması sebebiyle “ritm melekesi”, tüm insanî davranışları belirleyen bir “prensip(aksiyom)” olarak kabul edilebilir. Gerçekten de konuşma, şiir ve şarkı söyleme, ölçü yaratarak nesnelerin özelliklerini sayılarla sanal (matematiksel) alana taşımak gibi insanî (aklî) mârifetlerin hepsi de, ritm melekesinin türevleridir. Ve üstelik insanlar, ritmik etkinlikler ve türevleriyle uğraşırken, iç güdülerine de fren koyarak, hissi birliğe ve aklî uzlaşmaya varmaktadırlar. Ancak tarihî devirlerde, aklî etkinliklerle seksî faaliyetler birbirine karıştırıldığı, ve bir “diyalektik çelişki” olarak –bilince çıkarılıp- yönetilemediği içindir ki, insanlığın bu evresine “ergenlik çağı” diyebiliriz. Ve bundan sonra da, sadece cinsel olgunluğa geçmekte olan gençlere, “aşk edebiyatı”nı bir geçiş kılavuzu olarak tavsiye edebiliriz. Ama bundan böyle, başlayacak olan “erşedlik çağı”nda insanlara, “akıl-seks” karşıtlığının bir “diyalektik çelişki” olduğunu, ve bunların birbirine karıştırılmadan değişimli bir şekilde idare edilmesi gerektiğini mutlaka öğretmeliyiz; yani akılla objektif fikirler üretmek için, seksî tenbihlere kapalı olunması, ve seks yapılırken de –edebiyat şeklinde dahî olsa- akıl yürütülmemesi hususunu… Ve bu öğretiyi, bunu başaramayacak , melekeleri muhtel “geri”lere bile yaymalıyız ki, onlar da hadlerini bilip bazı “terapi” disiplinlerine girmeyi kabul etsinler. Yoksa, cinsel kaynaklı suçlar ve suçlular üretmek artık, o toplumun ve/veya önderlerinin suçu sayılacaktır.
“akıl-seks” diyalektik çelişkisini, kendi hayatımda nasıl yönettim?!..
Ben, kendimi bildiğimden 18 yaşıma kadar, 1,5 yaş büyüğüm olan kızkardeşim (Esin) ile aynı odayı paylaştım. Onun için de hiçbir zaman, penisimle oynama ve mastürbasyon öğrenme lüksüne (!) sahip olamadım. Yani ilk gençliğim, tabulu “panteist-zon” gibi bir ortamda geçti; ki bu vesileyle spora yönelip epey bir adele dokusu yapma fırsatını buldum; şu –ileri- yaşlarımda, yiyip yiyip de bitiremediğim kadar… Vücudumun son formunu aldığı 17-18 yaşlarımdan sonra, herhangi bir yerde câzip bulup da dokunmadığım veya ellemediğim hiçbir kız-kadın bırakmadım. Sonradan samimi olduğum bazı arkadaşlar bana, “seni öyle utanmaz ve pervâsız biri olarak görürdük ki, yakınlaşmaya cesaret edemezdik” gibilerinden itiraflarda bulunmuşlardır. Oysa ben, 26 yaşıma kadar “rampa” yaptığım kız-kadın sayısı yüzlerce (belki bin küsur) olduğu halde, tek bir defa bile terslenmedim; hatta kibarca “mâzeret beyânı” dışında, hiçbir zaman “refüze” de edilmedim… 50 küsur yaşlarımda ismen hatırladığım ve kayda geçirdiğim kadarıyla, 19-26 yaş aralığındaki flörtlerimin sayısı 43 imiş… Çünki benim, matematik, fizik ve felsefe üzerine çalışmak –ve görevlerimi yapmak- dışındaki tek uğraşım (hobim), ve kalan zamanlarımı harcadığım yegâne işim, “kız-kadın avı”na çıkmaktı. Zira biri akılla, diğeri ise cinsel içgüdüyle ilgili bu iki uğraş, kategorik olarak ayrıydı ve bir araya getirilemiyordu; edebiyatta, şiirde, şarkıda vs. olduğu gibi… Dolayısile sosyal hayatım ve çevrem de ikiye bölünmüştü; öyle ki, flörtlerimi yaşadığım muhitlerden, bar ve pavyonlardan âşinâ olduğum kişiler beni, “işsiz, güçsüz, havai çapkının biri” diye tanırlarken, Üniversite’deki bir çevre de, benim, derslerinden başka bir şey düşünmeyen “hâfız” biri olduğumu sanırlardı. Bu yüzden de kendimi acımasızca sorgulardım; “acaba ben çift kişiliklimiyim?” diye… Sonradan anladım ki, gençliklerini böyle “diyalektik” yaşamayanlar, ileri yaşlarda kafayı çatlatıp “şizo”, ve hatta “cinsî sapık” oluyorlarmış meğer… Ben zaten o sıralarda, sözkonusu sanat erbâbına da, “niye esas amaca (vuslata veya çiftleşmeye) ulaşmak için çalışmayıp, bunun lâfı ve sembolleriyle uğraşıyorlar” diye şaşar şaşar dururdum; onların ergenler gibi bilinçsizce “sevgi-seks” çelişkisinden mütevellid dalgalanmalarda yaşayan, ve eserlerini “ilham” dedikleri doğaçlamalarla üreten insanlar olduklarını anlayamadığım için… Ama sonradan geriye dönüp de gençliğime baktığımda anladım ki, benim “rampalamak”taki mahâretim de aslında –aklı teşkil eden- melekelerle ilgiliymiş. Çünki ben kadınlara yaklaşırken, onların bakışlarındaki (göz gezdirişlerindeki) ve davranışlarındaki ritmle rezonansa (eştitreşime) girip, âdeta dans edermişçesine hissî birlik sağlamak suretiyle, onların eğilimlerini hatta düşüncelerini okuyarak, inisiyatif alıyormuşum meğer… Cinsel impulsları (tenbihleri) ise, ortamdaki bir sarsıntı veya kargaşa ânında veriyormuşum; koruma görevi yapıyormuşcasına… Sözkonusu “avlanma”larım sırasında iki defa, “seksi meslek yapmış kadın”lardan yakalamış (daha doğrusu onlara yakalanmış) olsam da, bu ilişkilerim pek uzun sürmedi; çevrelerinin riskli (kriminal) olması dolayısile…Ben daha çok “genç kız” avlıyor (veya tavlıyor), ve de onlar üzerine ihtisas yapıyordum; ki nitekim, bir aşamadan sonra, penisimi onların eline verme taktikleri geliştirerek muradıma ermiş oldum; münâsip şekillerde “boşalma”ma yardım etmelerini sağlayarak… Flörtlerimle “mantıkî diyalog” şeklinde pek konuşmazdım; hele ki hiç “edebiyat” yapmaz, yapamazdım; ki mesela, hiçbirine “seni seviyorum” deme ihtiyacını –bile- duymamışımdır. Bu sürecin sonuna doğru, üniversite kariyeri için “lisans üstü” tezi hazırlarken, bana ev açan bir kadınla birlikte yaşamaya başladığımda, evlenmeye hiç niyetli değildim ama, çalışmalarımda yoğunlaşarak tüm flörtlerimle ilişkimi kestiğimde, bir de “gebelik” olayı vukû bulunca evlenmek durumunda kaldım; partnerimin ve çevrenin yoğun ısrarları dolayısile… Resmen evlendikten kısa bir süre sonra, Aristo Mantığı’nın paradoksunu –papağan gibi tekrarlasalar da- anlamayan “otorite”lerle çalışamayacağımı idrâk ederek, 1967 sonbaharında akademik hayattan ayrıldım; ki ben ayrıldıktan sonra da, üniversite(ler), tedrîcen “medrese”ye tahavvül etti(ler)… Hayatımın bu kırılma noktasında, düş kırıklığımın ve isyanımın tezahürü olarak kaleme aldığım bazı karalamaları, Devrim Notları adı altında toplayıp, Hanım’ın finansörlüğünde, 1968 güzünde yayınladım. Ve aynı sıralarda da, Kerim Sadi ile tanışmak sûretiyle kendimi, azılı bir muhalif cephede (komünistler cânibinde) buldum; ki bunun sonucunda da (1970 güzünde) meşhur Katkı Dergisi’ni çıkardım. Böylece de, Matematiksel Mantık’ın –kesin kararlarının- hüküm sürdüğü notasyonlar âleminden, paradoksal Aristo Mantığı’nın hükümrân olduğu kaypak sözcükler (metaforlar) âlemine geçmiş bulundum. Bu yeni âlemde aklın, -meleke faaliyetiyle- kararlılaşma hallerine girerek kesin hüküm kurması ve/veya yürütmesi mümkün değildi; dolayısile de insanlar, politik ajitasyon ve motivasyonlarla hareket eden (ettirilen) kitlelerin (sürünün) eğilimlerine veya yönelimlerine göre hüküm uydurmakla akıllı (seçkin) sayılıyorlardı. Bu durumda ise, bir insanın (bireyin) tatmin olabilmesi için, cinsel ilişki (şehevî hazz) şarttı; zira politik başarı –bile-, büyük çoğunluğun hayvan yerine konulmasıyla (istismar ve sömürüyle) sağlandığı için, gerçek bir başarı hissi vermiyordu. Bu yüzden ben de, herne kadar öfkeli protestolar yapsam ve yazılar yazsam da, nihayette gelip, evdeki “dişi”den çıkarıyordum hıncımı; cinsel hazlara tahvil ederek… Ve böylece de, çabalarının ödülünü “cinsel haz” ile alan, veya böyle bir ödülü (hazzı) aldığı için, yaptıklarını başarı sayan bir Hedonist’e dönüşüyordum. Ama 5,5 yıllık o sürecin sonuna doğru kendimi, her gün üstten (ağızdan) hammadde (yemek) verilip, alttan (penisten) rafine edilmiş mâmûlât (meni) alınan bir makine, veya –daha doğrusu- bir “sağmal inek” gibi görmeye, ve demoralize olmaya başladım. Çünki o, matematik teorileriyle cebelleştiğim zamanlardaki, bedenî ve zihnî yoğunluğa ulaşamamakla, kendimi, bir pelte gibi edilgen ve kararsız hissediyordum. Neyse ki çok geçmeden, Katkı’daki bazı yazılardan ötürü hüküm giydim de, mantıkî bir gerekçeyle (hatta kahramanca) tüymek imkânına kavuşabildim. O raddeden sonra, hayatında cinsel hazzın normal sınırlarını zorlayıp, birkaç defa da partnerleri tarafından yataktan –orgazm refleksiyle- düşürülmüş, 75 kiloluk adaleli bir genç erkek olarak boyumun ölçüsünü almış, ve de alabileceğim cinsel hazzın sınırlarını anlamış oldum; hem de “dişi insan” cinsinin, -her anlamda- kolay kolay zaptedilebilecek bir tür olmadığını idrâk ederek… Aynı zamanda şunu da anladım ki, bir erkeğin yaratıcı (bağımsız) birey olabilmesi için, kadınlarla haşır neşir olmakla birlikte, onların kullanımına girmemesi, yani “koca” veya “zanpara” olmaması gerekiyormuş. Çünki kadın, Tarım Devrimi’nden sonraki ataerkil zorbalık düzenlerinde –çocuk üretmek için- edilgen kılınmış olsa da, yüzbinlerce yıllık akıllanma zonundaki (Panteist Zon’daki) anaerkil ve amazon topluluklarda liderlik yapmış olmakla, insanlığın sadece biyolojik anası değil, aynı zamanda –melekelerin nakilcisi anlamında- “akıl hocası”ydı da… Dolayısile de kadınlar, hem cinsel ilişkiden –erkeklerden- çok daha fazla zevk aldıklarından, hem de akılla “düzen kurucusu ve koruyucusu” olduklarından, ataerkil “hamâsî böbürlenme” düzenlerinde dahî, erkekleri kullanma eğilimine ve yeteneğine sahiptiler. O halde demek ki, Hedonizm, Tarım Devrimi’nden sonra biyolojik “yumurtlama” peryodlarına mahkûm edilmiş konformist kadınlarla, onların “koca” veya “zenpâre”lerinin, yani “kadınların mütemmim cüzü olan erkekler”in ideolojisidir; ve dinler de, bu ideolojiyi tahkim eden “düzenbazlık” öğretileridir. Ve de insanlığın kurtuluşu ve Tarih Sonrası’na intikâli için, kadınların özgürlüklerine kavuşarak, iradî birey olmaları, yani peryodik yumurtlayan –tavuk misali- pasif dişi olmaktan çıkıp, Tarih Öncesi’ndeki nineleri gibi, hem uygun şartlarda çılgın gibi orgasm yaşayabilen (ve nefsini körelten), hem de yaratıcılık yapabilen, yani “akıl(sevgi)-seks” diyalektik çelişkisini yönetebilen birey olmaları gerek şarttır. Zaten genel olarak insanlığın ilerleyebilmesi için de, gençlerin flört ederek, dansla müzikle hemhâl olmaları, dolayısile “akıl(sevgi)-içgüdü” diyalektik çelişkisini yönetmeyi öğrenmeleri, olmazsa olmaz bir gerekliliktir. Çünki ancak bu şekilde, melekeleri muhtel olmayan insanlar, “hayvanlık” zonuna rücû edip, tekrar tekrar insanlaşmak (akıllanmak) suretiyle bilinçlenerek yaratıcı ve objektif (bilimsel) düşünceli olacaklardır. Yoksa “finans kapital” merkezlerinin, -kendini- dağıtıp dağıtıp yeniden dirilişler (dizilişler) gerçekleştiren yaratıcı bilgisayarlar üretilmesine olanak tanıyacağını düşünmek için ahmak olmak gerekir. Kaldı ki, karar verebilen “yapay beyin”lerin geliştirilebilmesi için de, bir transandant limit aşamasına kadar onların, yaratıcı insanlarla iletişim (ve yarışma) hâlinde tutulması icap edecektir. Aslında o finans merkezlerinin yapmak istediği, tüm insanları, İnternet aracılığıyla, çıkarlarına (son tahlilde gizli hayvanlıklarına) gelir sağlamak için programladıkları bilgisayar merkezlerine eklemlemektir; yaratıcılıklarını körleterek gütmek üzere… Onun içindir ki –dinleri kullanarak- insanları, “karı-koca” veya “zen-zenpâre” dipolleri haline getirip aklen nötralize etmektedirler. Oysa, birbirine mahkûm edilmiş bir kadınla bir erkekten müteşekkil bu “çift”lik müessesesi, taa “tanrı-kral” düzenlerinden beri, işgücü (biyolojik beden) üretmek üzere, egemenlerin ve despotların severek uyguladığı kadîm bir insanlaşma (ilerleme) prangasıdır. Öyle ki, böyle bir sosyal dokuyla istikrarlı bir toplum düzeni dahî tesis edilemez bugün... Zira toplumlardaki yaratıcılık ve verimlilik değişimi (katsayısı) ile fuhuş (seksopati) ve oburluk (obezite) katsayısı, birbirleriyle ters orantılıdır; ki bizde de, yaratıcılık ve verimlilik katsayısı sıfıra yakındır…
Zenpâre ve koca pozisyonlarında yaşadığım 5,5 yılın sonunda, ağır cezalar alıp da, siyasî suçlu olarak Yurt dışına çıktığımda (19 Mayıs 1972), cinsel bakımdan öyle bıkkın ve “nötr”düm ki, gözüm hiçbir –casus veya ökse olabilecek- kadını görmedi; büyük bir şans olarak… Ayrıca, akıl(irade) ile seks içgüdüsü arasındaki diyalektik çelişkiyi yönetme süreçlerinde ben, “mastürbasyon” metodunu da –garip bir tecelli olarak- ancak, 45-46 yaşlarında cezaevindeyken öğrendim. Çünki cezaevi müdâvimlerinden olan, “organize suç”lular şefi konumundaki bazı “baba”lar, bir tuvaleti ayırıp “duş kabini”ne çevirmişler, ve de mutfaktan getirttikleri sıcak su ile yıkanıp duruyorlardı. Sonradan, “gusül abdesti” aldıklarını beyânen, aslında “mastürbasyon” yaptıklarını ihsâs edip, bana da –bir “kıyak” yaparak- su getirttiler; ki böylece ben de, sistematik “mastürbasyon” konforuna(!) alışmış oldum… 53 yaşımdan itibaren, penisin ereksiyon (sertleşme) derecesi –tedricen- düşmeye başladı; ki ben de ister istemez (doğal olarak), kadınlardan uzak durmaya ve onlara karşı çekingen davranmaya başladım; kendi kendime hayret ederek… Ama o arada, orta yaşlı kadınların çarşıda pazarda bana nasıl sarktıklarını da hayretle müşahade ettim; ve de anladım ki, onlara artık, tercihe şâyan (kullanışlı) bir “koca” formasyonunda görünmekteyim… Nihayette, 77-78 yaşlarımda, metabolizmanın ve rejenerasyonun iyice yavaşlamasıyla birlikte, meni üretimi ve ereksiyon derecesi de sıfırlanınca, yani sözkonusu “diyalektik çelişki” ortadan kalkınca, onu yönetme külfetinden de tamamen kurtulmuş oldum. Hem zaten artık, “seksle dağıtıp dağıtıp, dirilirken yaratıcılık yapmak” gibi durumlara ihtiyacım da kalmadı; zihnim daima, pratikteki gerçekleri teorideki (Diyalektik Antropoloji’deki) yerlerine oturtmakla meşgul olduğu için… Bundan sonra artık, Tarihî Devirler’i kapatmak hususundaki inisiyatörlüğümün ve fikriyâtımın,- seçkin (elyak) kişilerce- anlaşılıp sürdürülmesini bekliyorum; ki böylece ölümsüzlüğü hissederek, yani Tanrısal Yol’da insanlığa önemli bir adım attırmış olmanın huzuruyla, bedenimi toprağa iade edebileyim diye… Çünki, Panteist-Zon (veya Şâmanizm) gelenekleriyle “inisiyasyon” seçilimleri yaparak, dolayısile putperestlikten gelen Arap dininin “tapınmacılık-yaranmacılık” kısmını revize ederek, bu ülkeyi “Özgün Türk Yurdu” yapan Fâtihân’ın sahih torunu ve fikrî devamı olarak, Tarihî Devirler’in bu son konağında, tüm insanlığı temsilen Tarih Sonrası’na kapı açmaktayım.
ali ergin güran : 11 / 07 / 2020